24 Aralık 2020 Perşembe

Bilmediğiniz Simone Biles

Olimpiyatlara gitmek yasaklanmadıkça, değişmeyecek bir dominasyon var artistik jimnastikte. Epey yıllardır Rusya’nın liderliğinde giden monarşik düzene dur diyen herkese fazlasıyla susamış durumdayken çıka geldi Simone Biles! 
Henüz Olimpiyatlar başlamadan bilirdik kimlerin kazanacağını ya da hangi isimlerin zorlayacağını. Böyle düşününce önce içini kemirirdi sonra haksızlık etme der yola devam ederdik. Yani, olimpiyatlar bir başka tat. Pastanın üstündeki jöleli meyvedir esasında. Ve kimse paylaşmak istemez. Bencillik olarak görsek de hakkıdır. Zira zaten 4 senedir bir yapılıyor, neden olmasın ki!

Olimpiyat oyunlarının vazgeçilmez yanlarından biri de madalya hesapları ve kürsüler. Nasıl olmasın ki! Artık günümüz dünyasında yeni isimleri parlatırken klasik sorumuz evrildi; kim kaç altın alacak? Sporla dolu günler sonrasında tablonun zirvesinde kim olacak? Temel sorular bunlar, hesaplar ise çoktan yapılmaya başlandı. Takım sporlarının hegomonyası devam ediyor lakin sürpriz olursa tadından yenmez. Ruslar her zamanki gibi doping sorunsalı ile baş başa. Su sporları deyince Amerika sil süpür durumda. Emekliliğini ilan edenler cabası. Atladığımız diğer konuda olması gereken 2020 olimpiyatları bir sonraki yılda bizi nasıl karşılayacak! Mental olarak düşenler, daha iyi olanlar ve kendini 2021 de duyurmak isteyen sessizler var.
Ve de hikayesi yarıda kalmışlar, ses getirenler, kamera objektifine bir tenisçi edasıyla sıcacık gülümseyenler. Aslında birini biliyoruz.

Bu cevapsız sorular için biraz daha bekleyeceğiz belki ama hislerimize tercüman olacak bir ismi çok iyi “anladık.” Şimdiden büyük umut Simone Biles’ın yanına fazlaca madalya yazılmış durumda.
1997 doğumlu genç bir sporcu için bu biraz ağır olabilir ama Biles, 2013’ten beri katıldığı hiçbir yarışmayı kaybetmedi, hatta son yıllarda düzenli olarak dünya şampiyonu oldu. Bu başarıya ulaşan ilk jimnastikçi de zaten kendisi.
Ohio’da doğan Biles’ın çocukluğu çok fazla mutlu anıyla dolu değil. Henüz iki yaşındayken, uyuşturucu ve alkol sorunları yaşayan annesinin yanından üç kardeşiyle birlikte alınıyor. Kısa süre sonra onu, dedesi Ron ve ikinci eşi Nellie evlat ediniyor. Bu yeni yaşamında kendisine sunulan imkânlar arasında en sevdiği, muhtemelen altı yaşındayken başladığı jimnastik. Houston’da aldığı o ilk dersler, günümüze çıkan yolun da ilk adımları oluyor.


Onun bu cevval girişimi, kısa sürede milli takım olarak taçlanacaktı. Biles, 2012 Londra’ya yaşı tutmadığı için gidemese de o günlerden beri Rio için hırsını ve yaşayamadığı çocukluğunu da yanına alarak devam ediyor. Simone Biles için sıklıkla dile getirilen; “Yer çekimini aşma konusunda Michael Jordan, bedeninin yaptığı spora uyumu açısından Michael Phelps ve kurduğu hâkimiyetle de Serena Williams’a benziyor. Bunların yanında, zorluk derecesi yüksek hareketleri yaparken hiç zorlamayışı da onu Stephen Curry ile eşleştiriyor.” Bildiğimiz "Amerikan Rüyası” neşriyatı minvalinde şampiyonlukları var.

Rio 2016 Olimpiyat Oyunlarında, tonoz, takım, taban egzersizi ve bireysel dört altın madalya ve denge demetinde bronz madalya kazandı. Kariyeri boyunca, 19 yılı aşkın Olimpiyat ve Dünya Şampiyonası madalyasını 1996’dan beri rekoru kıran Shannon Miller’ın rekorunu aşarak geldi.
6 yaşında tanıştıktan sonra direkt olarak başarı ve kendini ispatlama disiplini ile aile hayatının tadını alamamış bir Simone için, her şeyin önüne geçirdiği jimnastik onun adına yaşamındaki “en güzel” kavramının vücut bulmuş hali. Bölgesel anlamda başlasa da, Olimpiyatlarla görücüye çıkar. Ve sonrası yıllarca aç kaldığımız alanda iple çektiğimiz olimpiyatlara evrildi.

Jimnastik külliyatına muhteşem bir katkı yaptı. Devam da edecek. İnternet dünyasında ve Amerikan televizyonlarında bir anda olay yaratan Simona Biles, hiç beklenmedik bazı detaylar, estetik görüntüler, anekdotlar içeriyor. Artık o derece açız ki, 97 doğumlu sporcunun anılarını canlandırmak, o günlerine döndüren ya da hep izlettirdiği şampiyonluğa giden yoldaki YouTube videolarını izlerken bulduk. Dedesinin yine ona sarıldığı gibi. Jimnastiğin sembol isim olma yolunda giden Biles, bize daha çok şampiyonluk izlettirecek türden.



17 Aralık 2020 Perşembe

Şimdi Yeni Harry Kane

Premier Lig yeni sezonun başlamasıyla şampiyon adaylarını ve düşme hattını konuşmaya başladı. Evet, fazlasıyla erken ama İngilizler futbol dedikodusunu farklı sever. Dikkati çeken ise futbolun dahiyane adamı Jose Mourinho’da olacaktı. Tottenham Hotspur’un başına geçtiğinden beri yeni naçizane hareketleri ada futbolunda merak eder durumdayken, en iyi bildiği yerden vuracaktı. Öngörülemeyen oyun taktikleri ve elindeki iyi kumaşlarla oyunu nasıl karşı takıma yedireceğini iyi bilir. Peki Jose Mourinho, oyuncularının üzerine tam oturacak bir takım dikebilecek mi? Bilakis, takıma mentorluk edecek iki oyuncusuna sahipken, şimdi onlar düşünecekti.

Premier Lig tarihinin en üretken ikililerinden biri olarak kendilerini kanıtlayan Harry Kane ve Heung-Min Son'un kurduğu muazzam ortaklığı mercek altına almış. Biz değil Mourinho. Adeta takımın mücadelesini, ataklarını bu ikilinin akıl dolu asistleri ve izlemeye doyamadığımız sanat eseri gollerinin üzerine kurdu. Takım da ayak uydurmayı çok sevdi. Biz değil onu da Portekizli teknik adam söylüyor.
Çok daha yıllarını veren Harry Kane’e hakkını vermek gerekiyor. Çilesini de meyvesini de yiyen belki oydu lakin bu takım da adından söz ettirebilmek için kendinden ödün verdi. Kiralık gitti, tutunamadı. Beklenti çoktu, veremedi. Zira doğru kişiydi ama doğru yerlerde değildi.

Artık 2013 yılı ile beraber kiralık olma tabelasını indirip takım olma yoluna gitti, her şeyden önce 2015 yılından beri bu takımla göbek bağı olan Heung-Min Son takıma dahil olacaktı. Kane-Son birlikteliği ile iki oyun tarzını oynaması mümkün: Topa daha fazla hakim olarak oyuna hükmetmeyi de başarabilir bu kadro, önde basıp kazanacağı toplarla rakibi hazırlıksız yakalayarak hızlı hücumla skora da gidebilir ya da maç içerisinde bunların ikisini de uygulayabilir. Keza bu zamana dek Mourinho ile sıklıkla gördük. İşler yolunda da gidiyor.
Ağırlıklı Kane-Son desek de ada havasını solumuş, her daim yağmur yağdı yağacak havasında çamura bulanmış bir çocuklukla bu atmosfere çok tanıdıktı Harry Kane.



Kane, 8 yaşında Arsenal alt yapısında kendini denemeye karar verse de kuzey Londra ışık görmediğini iddia ederek o şansı da elinden aldı. Çocuk yaşta nasıl tepki vereceğini bilmeden babasının desteğiyle bölgesel takımlarda meşin yuvarlağa dokunmaya devam edecekti.
Watford scout ekipleri Kane’i gözüne kestirmişlerdi ve denemeye çağırdıkları ilk maç ise, şaşırtmayabilir. Watford - Tottenham maçıydı... Bu maç ile beraber, Tottenham alt yapısına katılmak Kane’in bir nevi alın yazısı olacaktı. Öyle ki Kane her Arsenal mçı öncesi şu cümlelerinden güç alarak maça çıkacaktı. “Arsenal'e karşı oynadığım ilk maçı hatırlıyorum. 8 yaşındayken beni kovmuşlardı. Saçma gelebilir ama Arsenal'e karşı ne zaman oynasam ''Hadi bakalım kim haklı, kim yanıldı''”

Tottenham, Kane’nin daha fazla sahada kalması ve kendini yetiştirmesi için, iki yıl boyunca kiralık olarak gittiği takımlarda ağları havalandıracaktı. Ada futbolunun tedrisatından geçtiğini 2012 yılında kiralık gittiği ve küme düşme hattında gelgitler yaşayan Millwall forması ile başka bir seviye olduğunu idrak edecekti. Bu macera sonunda Tottenham’a geri döneceğini sansa da Leicester takımına kiralandığını öğrenmesiyle büyük boşluğa düşecekti. Çıkmaza sürüklenmişti. 'Championship takımı Leicester City'de bile oynayamıyorken Premier Lig takımı Tottenham'da nasıl oynayacağım' düşünceleri ile yiyip bitiriyordu. O dönem bu stresin çıkış noktası olarak YouTube’daki NFL videolarını izleyerek kendine terapi yapacaktı. İyi ki de!

Tom Brady'nin hayatını kendine benzeterek ilacını bulacaktı. Brady, NFL draftında 199. sıradan seçilmişti. Kane, çektiği zorlukları, Brady'nin de çektiğini görmesi ve -elbette ki başka kritik isimlerinde keza- ”sıradan çocuk” -anlayışından sıyrılıp ilk 11’de yer almanın dersini verecekti. Lakin önce kendine! Hayallerine bu kadar yakın olması için; “Hayat size fırsatları sunmaz. Siz, o fırsatları alırsınız.” mottosuyla yol aldı. Bizzat izliyoruz. Muhteşem takım, muazzam uyumlu bir ikili ve akıl dolu oyun formatıyla Jose olduğu sürece fırsatları lehine çevirmesi hiç zor olmayacak. Değil mi Kane?

6 Aralık 2020 Pazar

Futbolun İlahı; Maradona

Yazıma başlamadan önce Maradona futbolunu “canlı” izleyen herkesin affını rica ediyorum. Zira ben yaş engeline takıldım. Ne yazık ki!
Yeryüzünün gördüğü en büyük solak o. Yeşil sahalarda döktürmüş bir “tanrının” alameti farikasıydı. Bir nevi topa vurduğu her hamlenin sanatçısıydı. Kimilerine göre ilah, bazılarına göre aşk. Gözünden yaş döküldüğünde Boca Juniors, Napoli, Arjantin ağlamıştı; güldüğünde bir çocuk daha posterleriyle ayaktaydı. Ayağının yaptıkları sadece bir insanoğlu ile karşılaştırılabilen, eliyse Tanrı’ya atfedilen Diego Armando Maradona, 30 Ekim 1960’da doğmuştu. Kim bilir belki de gerçekten bir Tanrı vardı… Ve onu özene bezene yaratmıştı…

Argentinos Juniors aktarmalı geldiği Boca’da henüz adı sanı bilinmeyen bir Tanrı’ydı, 1984’te adımını attığı Napoli’de gelecek vaad eden Barcenolalı olarak gelmişti İtalya’ya. O kadar ki 1990 İtalya Dünya Kupası’nın yarı finalinde Arjantin ile İtalya kozlarını onun topraklarında paylaştığından sahadaki İtalyanlar Tangocular’ı desteklemişti.
Fakat insandı o. Yaşamı boyunca devam eden uyuşturucuyla olan ikili mücadelesi, skandalları… 1997’de sanatını icra etmeyi bırakan Diego’nun teknik direktörlüğü hiç başarılı olamasa da, yeryüzünün büyük bir bölümünün kalbi hâlâ onun için çarpıyordu. Çünkü o kadar gerçekti ki…

Ve ayaklarıyla çizdiği tablolar… Elbette ki, Boca ve şüphesiz Napoli’de yaşattıkları, yaptıkları, havalandırdığı ağlar ve taraftar… Ancak arada hep es geçilen bir Barcelona gerçeği de var. Nou Camp'taki ilk maçını 1982 Dünya Kupası açılışında Belçika’ya karşı oynayan Maradona beklenmedik şekilde kötü bir başlangıç yaparak karşılaşmayı izleyen Barca taraftarlarını hayal kırıklığına uğratmıştı. 2 sezon Barca forması giyen Maradona hastalık ve sakatlıklar dolayısıyla bekleneni tam anlamıyla veremedi. Maradona, kendisini 1978 Dünya Kupası kadrosuna almayan Menotti’nin takımın başına gelmesiyle Barcelona’dan ayrıldı.


…Ve malumunuz Napoli takımı ile yaptığı sözleşme hayatının ikinci dönüm noktasıydı. 188 maçta 81 gol! Gerisi tüm dünyanın tanık olduğu repeartuar. Ya da İtalya’da hep ikinci planda kalmış Napoli’ye iki lig şampiyonluğu kazandırmasını.
Onun yaşamını zirveye büyük bir tırmanışın ve ardından tepetaklak olmakla beraber ”Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük futbolcusu o muydu, yoksa Pele mi?” sorusu futbolseverlerin merak konusuyken, girdiği uyuşturucu batağından çıkıp çıkamayacağı tartışılmaya başlandı. Ama o pes etmedi, yavaşladı, bildiği işi yapmaya devam etti ve böylece Diego Armando Maradona doğdu.

Futbolu 1997’de bırakmasına karşın ismi hálá dünyanın her köşesinde biliniyordu. Maradona son bir buçuk yılda çok uzun yol katetti. Uzun süre komada kaldı, psikiyatri kliniğinde yattı, abartılı bir kilo fazlası sorunuyla karşı karşıya kaldı. O aslında hep ölüme kafa tutuyordu. Zor günleri geride bıraktı. Uzun bir tedavi sürecinde tam 50 kilo verdi, hayatını toparladı ve tekrar göz önüne çıktı. Ve herkesin tam sağlığına kavuştu en azından ekran başına gelecek beklentileri yerine ölümüyle kötü bir çalım attı.

Yazımı bitirmeden hemen önce Maradona futbolunu kısmen “canlı” izleyen herkes gibi tarifsiz huzurum var. Tam 26 yıl önceydi. İstanbul’da oynanacak bir hazırlık karşılaşması memleketin gündemine oturmuştu. Nasıl olmasın, dünya futbolunun ilahı Maradona Türkiye’ye geliyordu. O zamanlar Sevilla’da top koşturan Tangocu, turistik gezinin tadını çıkarmış, 2 Mart’ta da İnönü’nün çimlerine ayak basmıştı.
“Önemli olan hedefe varmak değil, yolda olmaktır” diye güzel bir söz vardır. Evet, 60’lar 70’ler jenerasyonu kadar şanslı değildim lakin Maradona’nın futboluna “uzak ya da yakın” adını siz koyun tanık olduk. Onunla çim sahalar da yolda olduk… Çünkü o kadar gerçekti ki!

2 Aralık 2020 Çarşamba

Kokoskov'un Oyunu

Bu sene Obradovic’in ismini diğerleri kadar fazla duymayabilirsiniz. Ama bu kadar ilgi odağı bir takım sakin bir sezon geçirirse, bilin ki Obra’da gözle görülmeyen hamleler yapıyor.
2020 Temmuz ayında söylentiler gırla giderken, bu söylentiler yerini bir kağıt ve kaleme bırakacaktı. Obradovic yerine gelecek ismi yönetime sunarken, çok da uzaklara gitmeden, yakinen tanıdığı bir isme emanet edecekti takımı. Fenerbahçe Beko’nun yeni baş antrenörü Igor Kokoskov, arama motorlarında en çok aratılan isimlerden olmuştu bile. Evet, muhakkak ki, Obradovic’in yeri dolmayacaktı lakin alelade birine de bırakmıyordu.

Aslında Igor Kokoskov’un hikayesi epey trajik. Geçirdiği trafik kazası ile basketbolculuk kariyeri erken yaşta biten Kokoskov, 24 yaşında başladığı antrenörlük kariyeriyle Yugoslavya basketbol tarihinin en genç antrenörü olmayı başarmıştı.
NBA’de 17 yıl geçiren ve 2000 yılında Alvin Gentry’nin yardımcısı olarak Los Angeles Clippers teknik ekibine katıldı. 2004 yılında Detroit Pistons ile şampiyonluk sevincini yaşadı. 2008’de Phoenix Suns teknik ekibine katıldığında bugünlerin temellerini atmaya başlamıştı. Çünkü dahil olduğu Suns, 2008-09 sezonu öncesi genç Sloven Goran Dragic’i kadrosuna kattı. Steve Nash’in de yer aldığı kadroda Kokoskov, genç Dragic’in gelişiminde önemli rol oynayacaktı. Üstelik bunlarla yetinmeyecekti.

Cleveland Cavaliers ve Orlando Magic teknik ekiplerinde görev yapan Kokoskov, 2015 yılları ile başlayan birliktelikle Quin Snyder’ın yardımcılığına kadar uzanacaktı.
Quin Snyder’ın CSKA Moskova, teknik kadrosunda Avrupa’da yardımcı antrenör olarak görev yaparak deneyim kazanmış bir isim ve Avrupa basketboluna genel anlamda bir yakınlık söz konusu. Bu iki ismin güçleri birleşince farklı düzeyde bir parke savaşları görmemiz an meselesiydi.
Onun yaşadıkları o denli zorlu ve güç işlerdi ki sadece bench’in kenarında oturup talimat vermediği gerçeğini yansıtıyordu.



2015-2018 yılları arasında Utah Jazz‘de yardımcı antrenör olarak görev yapan Kokoskov, 2 Mayıs 2018 günü Phoenix Suns‘ın baş antrenörlük görevine getirildi ve bu unvana erişen ilk Avrupalı koç olmayı başardı. 22 Nisan 2019’da Suns tarafından görevine son verilse de, iki ay geçmeden Sacramento Kings‘de yardımcı antrenör olarak yeni bir göreve başlayacaktı.
NBA’de geçen 17 yıl dışında Avrupa’da da efsane koç Zeljko Obradovic ile çalışma fırsatı yakalayan Kokoskov, 2004 ve 2005 yıllarında Sıbistan-Karadağ milli takımı ile Obradovic’in yardımcılığını yapması kariyerinde başka bir yol ayrımına girmiş olacaktı.

2008 yılına gelindiğinde Gürcistan milli takımının başına geçen ve Gürcistan’ı tarihinde ilk kez Avrupa Şampiyonası’na götüren, 2017 yılına gelindiğinde ise Slovenya milli takımının başında Avrupa Şampiyonası’nda yenilgisiz şekilde şampiyonluğa ulaştıran yine Kokoskov’dan başkası olamazdı. Bu şampiyonluk, Kokoskov’un antrenörlük kariyerinin en büyük başarısı oldu. Diğer koçlara göre sessiz, sakin ve duruşu net olan bir koçtan kariyerine 40’lı yaşlarında başlamış olmanın avantajını bugünlerde çok net görüyor. Bilhassa, 17 yıllık NBA’de koçluk deneyimi dile kolay!
Son takımı Fenerbahçe Beko’da ise işler pek yolunda gidiyor mu soruları daha çok yankılanmaya başladı.

Euroleague'in üçte birlik bölümü tamamlanırken sezona ilk sekize girme hesaplarıyla bench koltuklarını tekmeliyor. Lig’de işler hiç fena sayılmaz. Lakin, bu daha çok iki şampiyonluğun yarattığı doygunluk ve mental yorgunlukla ilgili söylenen bir şeydir ama takım da eski takım mı? Bütün oyuncuları motive olsalar dahi, bu defa çok daha zor bir yolu aşmaları gerekecek.
Ve eğer şu anki takım, sürekli kıyaslandığı 2020 takımı gibi dramayla dolu, sonu hüsran bir hikayeye sürüklenmeyecekse bu, sıradan insan egosuyla süperyıldız yeteneklerini birleştirmeyi becermiş, bu yönden ayrıca “özel” adamların varlığı sayesinde olacak. Sezon içerisinde Jan Vesly’nin her zamanki işlerinden, Ali Muhammed’ın savunmaya yaptığı etkiden, Nando de Colo’un organizatörlüğünden bahsedilirken Kokoskov’un ismini diğerleri kadar fazla duymayabilirsiniz. Sadece biraz zaman.

26 Kasım 2020 Perşembe

Asi Çocuk Medvedev

Öyle bir çağda yaşıyoruz ki tüketmek sadece tüketmek değil. İnsanlar yemek yemek için bir mekana gideceklerin de lezzet, kalite, hijyen kadar gönül rahatlığıyla check-in yapabilecekleri havalı olmasını da talep ediyorlar artık. Veyahut herhangi bir spor müsabakasını yemek yemek için tercih eden “vip” kesimi unutmadan, sporun da ticari hayata tecelli ettiği zamanları yaşıyoruz.
Her şeyin pazarlandığı, popüler olma çalışmalarından spor da nasibini almadı mı? Bu konudaki en güzel vesika bana kalırsa Daniil Medvedev. Rusya futbolunun dünya genelindeki popüleritesi, oynandığı ülke sayısı bildiğim kadarıyla hayli sınırlı. Oyunun dünya çapında daha fazla söz sahibi olan muadili atletizm ve tenis…

Medvedev daha kimse tarafından tanınmaz, babası duygularını kenarda ölçüp tartarken, tenis kariyerine babasının teşvikiyle başlıyor.
Biraz uç bir örnek ama yine de günümüzün doğru pazarlama stratejisini anlatıyor bana göre; insanlara “Yahu orada önemli bir şeyler oluyor galiba” hissiyatını verebilmek. Gerisi kolay, zaten sonra bunun parçası olmak isteyeceklerdir. Çünkü babası oğlunun akademisyen olma arzusunu bastırıp, yaşam kalitesinin ve popülerliğin egemen olduğu malum dünya da korta sevk etmiş.

Tenis dünyası Federer ve Nadal gibi örnek rol modeller kadar zaman zaman 'kötü çocuklara' da ihtiyaç duyuyor. Bu anti-kahraman açığını bir süredir Nick Kyrgios'un asabiyeti ile kapatmaya çalışan tenis evreninin yeni kötü çocuğu ilan edilen Daniil Medvedev. Aslında bu “büyük” tartışma konusu! Evet, Kyrgios bunu dillendirmeyi, açık bir dille yapmaktan keyif alıyor. Üstelik bunu kort dışına, sosyal medyaya yansıtmaktan geri durmuyor.
Medvedev ise; kortta aykırı tavırlara girmesi çok eskiye dayanmıyor. Her şey ABD Açık'ın ikinci turunda Daniil'in bir havluyu top toplayıcı çocuğun elinden büyük bir hışımla çekmesiyle başladı. Bu olayın ardından New York seyircisi Medvedev'i maç içinde sürekli protesto etti. Rus tenisçinin buna reaksiyonu elleriyle seyirciye 'daha fazla yuhlayın' şeklinde bir jest yapmak oldu.


Bu gerilim ve dahası, birkaç maç üst üste yaptığı benzer konuşmalarla kötü çocukluğa resmen terfi etmiş olacaktı.
Bu aykırılık şöyle dursun, harika bir form da yakalamış durumda. Medvedev 2019 Amerika Açık'ta 3 Grand Slam şampiyonu Stan Wawrinka'yı 7-6, 6-3, 3-6 ve 6-1 mağlup ederek kariyerindeki ilk Grand Slam yarı finaline çıktı ve 2010'dan beri bir Grand Slam'de yarı final gören ilk Rus oldu.
Rus raketin bu başarısı kesinlikle tesadüf değil. ATP Tour'da oynadığı son 21 müsabakada tam 19 galibiyet alan Medvedev, toplamda 3 final ve 1 yarı final oynamayı başardı. Müthiş geçen bu süreçte Cincinnati yarı finalinde Novak Djokovic'i eleyerek kariyerindeki ilk ATP 1000 kupasına uzandı, 2019 Amerika Açık'ta final gördü.

Kazanamadığı iki kupanın ilkini Citi'de çok iyi bir turnuva geçiren Nick Kyrgios'a, diğerini de Coupe'da daha önce tam 4 kez zafere ulaşmış Rafael Nadal'a kaybetmişti. Daniil Medvedev, o bir yıldız adayıyken, -en azından şu ana kadar- bu baskının üstesinden gelmiş gibi gözüküyor. Bunu geleneksel yöntemlerle yapmasa da...
Bu kadar negatif yüklenmişken ona karşı, enteresan bir lakabı var: “Ayı”. Stalk seviyesini biraz arttırdığımızda Rusça’da “medved”in ayı anlamına geldiğini öğrendim. Kortlara geri dönelim… Çim kortlarda daha iyi performans sergiliyor. 2019’da 9 turnuva finalinde yer aldı ve dördünü kazandı. Henüz 24 yaşında olmasına rağmen 2019’da dördüncülüğü gördüğü ATP dünya sıralamasında 2020 yılında dördüncü sıraya demir atmış durumda.

2020 yılında Forbes Rusya’ya kapak olmuş, tenis kariyerinin yanında ekonomiyi de hayatından çıkarmamış gibi dursa da kusurları baskın. Maç esnasında çok gergin takılıyor. Heyecandan tişörtüyle oynamaktan, seyircilere laf yetiştirmekten bir an önce kurtulması gerekiyor. Ancak ilk kurtulduğu da artık büyük bir kupa özleminin bitmiş olması... Londra'da müthiş performansıyla ATP Finalinde ışıldıyordu.
Uzay üssü bir güç ve enerji ile beşte beş yaparak hakkını aldı. Evet, ilerisi için epey ışık tuttu asi çocuk Medvedev. Daha çok buralardayım dercesine..

17 Kasım 2020 Salı

Ada'da Basketbol Sorunsalı

Futbolda marka olmanın zuhur ettiği ülkelerin başını çektiği İngiltere aynı kaderi ne yazık ki basketbol için söyleyemiyor. Hatta marka olmanın ötesinde elle tutulur başarısının 1948 yılında gerçekleşmiş olması tesadüf olmayacaktı. Diğer ülkelerle kıyaslandığında, basketbola olan ilgi normalin de altında. Dünyada en popüler üçüncü spor dalı olan basketbolun beklenen etkiyi bir türlü bu ada ülkesinde görememesi neye, nasıl bağlanabilir ki? Oysa ki, kriket ve rugby’nin kamuoyu tarafından yakından takip edilmesine karşın birçok ülkede büyük bir izleyici kitlesine sahip basketbolun spor basınında fazla yer bulmadığı çok açık!

İngiltere’yi parkelerde en son 1948 yılında basketbol dalında olimpiyatlarda mücadele eden erkek takımı Çin karşında aldıkları galibiyet ile 64 yıllık hasreti sona ererken görülecekti. O dönemden yakın tarihimize kadar bu alanda neredeyse hiç olumlu gelişme olmadı. Tarihler 2007’yi gösterdiğinde bu spor dalına olan ilginin tavan yapması şöyle dursun basketbol ada ülkesinde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya!
Bu durumu toparlamak için devreye Britanya Basketbol Federasyonu girmek zorunda kalınca, yetkililer kolları sıvayarak 2008 yılında ülkedeki genç yetenekleri bulmak ve onların oyun anlayışını geliştirmek için altyapı çalışmalarının ipini çekecekti.

Basketbola ikinci evlat muamelesi yapan İngiltere, 2012 Olimpiyatları hedefleri doğrultusunda sıkı bir çalışmaya girmiş ve milli basket takımlarındaki organizasyonlar hızlandırılsa da, istenilen verim tam olarak alınamadı. Ama sonuçsuz değil, çalışmaların nihai cevabı 2010 yılında alınmış ve hem erkek hem de kadın milli takımlar bazında 2011 yılında düzenlenen ‘EuroBasket’ turnuvasına katılmaya başarmışlardı. Kadın oyuncular ilk kez katıldıkları turnuvada tarihi başarıya imza atarak ikinci tura yükselme başarısını gösterdi. İngilizler bu başarı ile basketbol alanında uzun süreden sonra ilk kez en iyi derecelerine imza attılar. Bir başarı kriteri olarak değerlendirilen bu durum bir anlamda 2012 olimpiyatları için umut verici bir adım olarak görülmüştü.



“UK Sport” (İngiltere Spor Geliştirme Kurumu) her yıl ülkedeki Olimpiyat ve atletizim spor dallarına 125 milyon sterlin değerinde yatırım yapıyor. En çok yardımı alan branşlar ise madalya olasılığı yüksek olanlar. Kurum, Rio 2016 ile Tokyo 2020 olimpiyatlarında milli basketbolun madalya şansı olmadığı için 7 milyon sterlinlik yardımından 2014 başlarında vazgeçiyor. Kurumun aldığı bu karar basketbol gibi ilginin az olduğu diğer spor dallarını da olumsuz yönde etkileyeceği için ciddi şekilde eleştiriliyor. Hali hazırda maddi problemlerle boğuşan basketbol takımlarının sorunları, milli takıma da yansımış ve Basketbol Federasyonu hazırlık kamplarının düzenlenmesinden tutunda yıldız oyuncuların sigorta primlerine kadar ciddi bir kesintiye gitmek zorunda kalmışlar.

Temel sorun gelişmiş ülke dahi olsanız bütçe bel büküyor minvalinde konuşmalarla yetenekli isimlerin önü tıkanıyor. Esasında gençler arasında basketbol sevgisinin yüksek seviyede olduğunu ama maddi desteğin olmayışının bu oyunun ilerlemesini engellediğini apaçık ortada. Üstelik bu maddi destek günbegün sıfır noktasına ulaşmış durumda. İyi olduğumuz hangi branş varsa yatırım yapılsın alt branşlar ve elbette en ön sıradaki basketbol içinse “hiç heveslenmeyin…”

Toplum baskısı ile beraber İngiltere, son yıllarda İskoçya ve Galler ile de birleşerek Büyük Britanya adıyla turnuva ve şampiyonalarda mücadele veriyor.
Bu evlilik sonucunda oldukça popüler bir isim Sudan asıllı Lual Deng ve Pops Mensah gibi sporcular doğacaktı. İngiltere doğumlu genç oyuncu dünyanın en popüler basketbol ligi NBA’de yıllarca Chicago Bulls formasını giyip Ada adına bir şeyler yapmayı görev bilmişti. Devamında belli başlı NBA takımları denese de en son ki karar Minnesota Timberwolves formasını terleterek devam ettirecekti. Deng, NBA All-Star maçında forma giyen ilk İngiliz oyuncu olma özelliğini de taşıyor.
Kısacası gösterecekleri başarı deniz aşırı bir isimden öteye geçemiyor. Bir basketbol sorunsalı Birleşik Krallığı sarmış durumda!

12 Kasım 2020 Perşembe

Fransalı Payet mi?

4 Aralık 1938’de Fransa, hazırlık maçı için İtalya’daydı. Napoli’de toplanan binlerce taraftar faşist sloganlar atıyordu. O zamanlarda Avrupalıların sahada görmeye alışık olmadığı bir ten rengine sahip Fas asıllı Larbi Ben Barek ya da nâm-ı diğer Abdelkader Larbi Ben M’barek’e ırkçı sataşmalarda bulunulunca, kaptan Etienne Mattler, siyahî arkadaşının yanına gidip Fransız Millî Marşı’nı söylemeye başlamıştı... 
Savaş kokularının ayyuka çıktığı günlerde, futbol sahaları sivil itaatsizlikle tanışmıştı. Günümüzde ise ırkçı davranışlar 20. yüzyılın üzerine koyamadı. Belki savaş minvalinde değil, lakin halen daha maç öncesi “ırkçılığa hayır” sloganlarını görüyoruz.

Fransa siyah-beyaz karışımının ağır olduğu ülkelerden. Zira hemen akdeniz’in karşı kıyıları bundan nasibini fazlasıyla almış durumda. Ve halen daha çözüm üretebilmiş değil! Hem Fransa hem de ada futbolunu yaşamış aynı zamanda Fransız pasaportu olan Dimitri Payet’in özel bir hikayesi var.
Hint okyanusun, Fransız sömürgesi Reunion adasında doğan Payet, futbola da adanın en büyük takımı Saint-Pierroise’de başladı.
Payet, Ada tarihinin gördüğü en büyük yetenek olarak bir anda tüm dikkatleri üzerine çekmesiyle, çok kısa bir süre sonunda ada kulübü ile ortalık anlaşması bulunan La Havre’ye, Fransa’ya gönderildi. Ve sadece 11 yaşındaydı.

Dimitri Payet, 2003’te Ada’ya, Reunion’a geri dönmek zorunda kaldı. Bu sefer konsantre olamayan Payet, adaptasyonunuda da yanına alarak, Excelsior kulübü ile anlaştı. Peşini izleyen yıl Fransa topraklarına bir kez daha teşrif edecekti. 2005’te Nantes’a imza attı. Bu da beklenendi. Ve oldu.
Nantes ile amatör anlaşma imzalamıştı. 2005 yılında kulübün PAF takımındayken aynı zamanda da para biriktirmek adına mağazada çalışmaya başlayacaktı. Dimitri Payet, bu defa adaptasyon sorunu yaşamadı. Kısa sürede kendisini ve yeteneğini kanıtladı, her şey farklı olacaktı. Oldu da… Gösterdiği performans sayesinde 6 ay içinde profesyonel sözleşme imzaladı.


Fransa’da Nantes, Lille, Marsilya formaları giymesiyle, adını görünür, yeteneğini izletir, hayat kalitesini yaşanır hale getirecekti. 2014-2015 sezonunda 36 maçta 17 asist yaparak, Messi’den sonra en büyük 5 ligde en fazla asist yapan futbolcu oldu. Fransa’da iki kez yılın en iyi 11’ine seçildi. Fransa onu o da Fransa’yı sevecekti.
Esasında Marsilya defterini hemen kapatmak istemiyordu. Hiç olmadğı kadar kendini bulmuştu. Takım olmuştu. Ancak Fransa’da yaşadığı kadar “ırkçılığa” maruz kalmamıştı. Engeller yoluna taş koysa da lugatında kolay vazgeçme olmamıştı. Bu iki yılı mücbir sebeplerle birlikte West Ham United yolunu tutarak sürdürecekti. Hiç de fena sayılmayan ada macerasına Londra’da yılın futbolcusu seçilerek taçlandıracaktı.

2015-2017 sezonlarını Londra’da sürdürdükten sonra bıraktığı yerden Marsilya’da yarım kalan hikayesini yazmayı deneyecekti …
Günümüze dönersek, şimdilerde tüm dünyayı etkisi altına alan malum virüs, Marsilya takımını da sarsacaktı. Ne var ki, kulüp futbolcularından özveride bulunmalarını isteyip maaş kesintisine gidilmeye muktedirdi. Ancak ilk itiraz Payet’ten gelecekti. Bu dönemler de virüsle mücadele eden Dimitri Payet, tek isteğinin eski zamanlardaki gibi mücadelesini, ayağını konuşturmaktan başka bir şey olamaz. Bir de ırkçılık meselesi…

Fransızların futbol ikonu Cantona’nın ”Fransız olmak milli marş söylemekle olmuyor. Fransız olmak için önce devrimci olmak, fakir ve yoksulların halinden anlamak gerekiyor” sözü belki de her şeyi anlatıyor. Bir zamanlar ötekinin varoluşunu sembolize eden marş, şimdi onun varoluşunu kabullenemeyenlerin sesi oluyor. Payet marşı, Fransız sömürgesi Reunion adasını unutturmadan mırıldanacaktı...

1 Kasım 2020 Pazar

İkincilikleriyle Veda Eden Schleck

2016 yılında, gözü yaşlı bir bisikletçi. Hayır, düştüğü, sakatlandığı ya da ikinci bitiridiği için değil. Sadece yıllarca emek harcadığı selesine veda zamanıydı. Andy Schleck, gözyaşlarını tutamadığı bir basın toplantısıyla bisikleti bıraktığını açıklamasıyla, spor camiası şaşkın, üzgün ve belirsizlik içindeydi. Artık Lüksemburg bisiklet hanedanlığına yeni bir emekli isim daha eklenecekti.
İki tekere veda ettiğinden beri en sık kullandığı cümle. Şık, kullanışlı, manşete uygun. Fakat aynısını zaten başka gazetecilere de söylemedi mi? Defalarca. “Hiçbir şeyden pişman değilim.”
Gerçekten hiçbir şeyden pişman değil miydi, modern zamanların gördüğü en büyük yeteneklerden biri olarak kıyısında dolaştığı zaferlerden, aldığı ikinciliklerden rahatsız olmaması bir yana, sade ve nedensiz bitmişti.

Schleck’in kıyısında dolaştığı zaferlerin aslında genlerinden geldiğini inkar etmiyor. Babası Johny, Tour de France’da yerini almıştı ve büyükbabası Gustavo 1930’larda yarışmıştı. Schleck üç kardeşin en küçüğüydü. Büyük kardeş Steve çok farklı kulvarda ilerlerken, Frank ve Andy ise babalarının adımlarını takip ederek, bisiklet dünyasına girdiler. Babaları Johny, profesyonel kariyerinin hemen arkasından hala sektörün içerisinde. Ama gerçekten bisiklet kültürünün içerisinde büyümek, babasının eski günlere dair takım arkadaşlarıyla yaşadığı hikayeleri dinlemek eşi benzeri olacak türden değil.
Yine aile genleri ile harmanlanmış, 2006 ve 2009’da Tour de France etabı kazanan, aynı zamanda 2009 Tour of Luxemburg ve 2010 İsviçre Turu şampiyonu kardeşi Frank ile birlikte sürmenin keyfi ve kaygısını maç sonu röportajlarında arşivlenmiş haliyle bulabilirsiniz.

Epeyce başına bela olan ikincilikler ve zaferin kursağında kalması çok daha genç yaşlarda canını sıkmıyordu. Bilakis şampiyonluğun şanıyla kariyer planlaması yapıyordu. Öyle gelişmedi. Belki Schleck’te böyle mutluydu.
Genç Schleck başarıya anında ulaşacaktı. İlk büyük turu 2007 Giro d’Italia’yı ikinci bitirerek en genç bisikletçiye verilen mayonun sahibi olacaktı. Ama o yarışa dair anılar hala Andy’nin içini kemirmeye devam ediyor. Saniye farkla kazanan Danilo Di Luca, bir zaman sonra doping yaptığğına dair itiraflarda bulacaktı. Bisiklet ve doping kelimelerini çok sık duymaya başladığımız andan beri “güven” kavramı öne çıkıyor. Andy bu konuşmalara da aldanmadı. Bildiği işi yapmaya devam etti.



Schleck, Tour de France’ın en iyi genç bisikletçi mayosunu kazandığı 2009 ve 2010’da Alberto Contador’un ardında ikinci sırada kaldı. Malum ikincilikler! Ancak 2012 yılında Schleck’in 2010’daki ikinciliği şampiyonluğa yükseltildi. İspanyol Contador’un geçmişe dönük testlerinde clenbuterol’a rastlanmıştı.
Contador’un doping sorunu 2010 Tour’una dair tek vaka değil. Schleck 15. Etapta yarışı lider götürürken Porte de Bales’de zinciri attı ve Contador ile iki diğer bisikletçi pelotonun yazılı olmayan kuralını bozarak atak yaptı ve Schleck o gün 39 saniye kaybetti. İhmaller silsilesi peşini bırakmıyordu.

Contador ve Schleck sürpriz bir şekilde iyi birer arkadaş olarak kaldılar. 2011 Tour de France’da Schleck tekrardan ikinci oldu, bu sefer Cadel Evans’ın arkasında. Fakat Schleck’in yaşadığı hayal kırıklığı podyumun üçüncü basamağında kardeşi Fränk’ın olmasıyla bir nebze de olsa azaldı. Schleck geriye dönüp baktığında o yıla dair daha fazlasını yapamayacağını çok kez dile getirmişti. Schleck’in erken emekli olmak zorunda olması göz önüne alındığında, eğer devam etseydi ne olabileceği konusunda daima uzun soluklu bir soru işareti olacak. Bugünün pelotonuyla yarışmaktan mutlu olur muydu?

Dopingle suçlanan bisikletçilere karşı yarışmış olmaktan duygusal ve maddi anlamda etkilenmesine karşın Schleck, arkasında bıraktığı bisiklet mirasıyla gurur duymaması içten bile değil. Tour şampiyonluğuyla onure edilen Schleck, aynı zamanda kardeşiyle de bir kariyer paylaşmaktan dolayı son derece minnettar olduğunu dile getirecekti. Andy Schleck, başarılar ve hayal kırıklarıyla dolu bisiklet kariyerini, emeklilik dönemini, yeni hayatını en çok da akıllarda kalan ikincilikleriyle miras bıraktı bizlere. Bir de akıllarda deli sorular…

27 Ekim 2020 Salı

Kırmızı Ona Yakışıyor

Geçen sene, henüz seyahat kısıtlamasının hayatımızın tam ortasına konmadan hemen önce Finlandiya’ya gönlümü bırakıştım. Olağanüstü güzellikteki Finlandiya’da en çok dikkatimi çeken, insanların yalın yaşamlarıydı. Fütursuzca hayat vaad ediyorlardı. Bunu buram buram havasından, tüm saflıklarıyla tramvay da giderken sohbetimize dahil olmalarından, kaçak bindiğimizzi görmelerine rağmen bize tebessüm etmelerinden… Çıkarım yapmak çok kolay. Bir konu da daha kolay! Finlandiya, Formula 1’i fetheden yetenekleri nasıl yetiştirdi? Sonra dünya da spor deyince akıllara “sadece” futbol gelmesinin zıttı olan bu ülke de Ajax maçını izlerken hafızalara kazınan Jari Litmanen nasıl arka planda kalır?

Finlilere futbol ile ilgili soru sorunca bu salvoyu zarif bir latifeyle savurdular lakin Litmanen’i onlar da unutturmadı.
Bu kıymetli futbol hissedarın elinde yeşil sahaların tüm kapılarını açabilecek bir anahtar var. Yetenek ve Ajax takımıyla uyumu. Biliyorum anılar geçidinde bir Formula 1’den diğerine, günümüzden geçmişe savrulduk, zihnimizin zaman makinesini de daha fazla yormadan kuzeye çıkalım.
Babası Olavi, sonradan oğlunun rüştünü ispatlayacağı Reipas’ta adını duyurup milli takıma kadar yükselmişti. Annesi deseniz, o da Reipas’ta top koşturmuştu. Kundaktan topçu, ailenin ikinci adresi Reipas’ta 16 yaşında oynamaya başlamıştı. Dört sezonun ardından Helsinki’den gelen teklif üzerine Finlandiya topraklarının en büyük takımına ayak basacaktı. Ta ki Finalndiya Kupasını kazanana dek standart hikayesini koruyacaktı.

Kupa maçını takip edenlerden FC Ajax’ın scout ekibinin de ilgisini çekmişti. Litmanen’in kariyerinde yeni bir dönem başlıyordu. Tam 7 sezon boyunca forması için ter dökeceği Ajax, rakip ağları onlarca kez havalandırıp takımına sayısız kupalar kazandıracaktı. İşte buyurunuz onlardan biri…
Litmanen, 1995’te Milan’ı devirerek Şampiyonlar Ligi şampiyonluğuna ulaşan Ajax’ın zafer yolunda en başarılı ismi olarak dikkat çekerek, attığı dokuz golle devler arenasında da gol kralı olan Litmanen, bu kupayı kaldıran ilk Finli olmuştu. Kıtalararası Kupa’nın da kulpundan tutulmasından sonra Balon d’Or oylamasında üçüncüydü. Hayır bu onurun bahşedildiği diğer iki efsanenin Cruyff ve Marco van Basten olduğu düşünülünce, önemi daha bir ortaya çıkar. O, Ajax taraftarının büyücüsü olmuştu.


Ajax’ta van Gaal devri bitince, Barcelona’ya transfer olmasından sonra onu takip etmişti. Arka arkaya yaşadığı sakatlıklar Katalan topraklarını fethetmesine mani olmuştu. Daha sonrasında da niceleri tekrar eden sakatlıklar bel bükünce yedek kulübesinde unutulanlar listesine girmiş oldu. Sonrası mı? Futbolun beşiği… 2001’de Ada’nın yolunu tutacaktı, ne de olsa Kırmızı ona çok yakışıyordu.
Orada da yalnız değildi! Sakatlıklarla boğuştu durdu. Bundan sonrası kuş misali… Lahti, Hansa Rostock, Malmö, Fulham… Yine Lahti’ye döndükten sonra ilk maçında iki gol atıp iki asist yapmıştı. Takımını ilk defa Avrupa kupalarına çıkaran efsane, bildiği yoldan asla şaşmıyor.

121 defa sahne alarak Finlandiya tarihinin en fazla forma giyen oyuncusu olan Litmanen, 20 yıldır milli takımda oynayan, ülke tarihinin en önemli insanlarından biri olarak gösterildiğini bizzat şahidi oldum.
Yıllara hâlâ meydan okuması, Ajax taraftarının hala adına tasvirler yaptığı hakikat…
Finli futbolseverlerin “kuningas”, Türkçe anlamıyla “kral” lakabını taktığı Litmanen için doğduğu şehir Lahti’de 10 Ekim 2010’da heykeli dikilen ender isimlerden. Geçen haftalarda başlayan Şampiyonlar Ligi, futbola ilgisi olan en az 2 kuşak onu Ajax ve Liverpool eşleşmesi öncesi yine hatırladı. Hatırlattı!

Louis van Gaal, onu 1992’de 21 yaşındayken Fin kulübü MyPa’dan alarak, Ajax scout ekibi onu bir eğitim kampına davet etmeleri gerektiğine ikna eden şey Litmanen’in Finlandiya Kupası finalindeki performansı oldu. Van Gaal onunla ilgili hemen bir fikir sahibi olamadı. Hatta iki gün sonra onu eve geri göndermeyi düşündü, ancak orta sahanın sağından 10 numara rolüne kaydırılmak Litmanen için kader anı oldu. Anlaşma yapıldı. Ajax, Inter’e giden Dennis Bergkamp’ın yerine mükemmel bir yedekle karşılaştı. Ve böylece Jari Litmanen efsanesi doğdu… Ee boşuna “kral” denmiyor…

21 Ekim 2020 Çarşamba

Alman Disiplini

Bisiklet selesinin manzarasına müşterek olanlar sayısız konuda fikir ayrılıkları yaşarlar… Takım dedikoduları ve bunu seyreden lider olacak bisikletçiyi belirlemek, şaşmayacak tartışma konusu doping skandalları, şöhretin yaması olmuş medyatik sporcular… Ayrılıklar fazlasıyla peşlerini bırakmasa da, uzlaştıkları nadide anlarda, kişilerde, yarışlar da pek ala var. Tam bu anda medyatik isimlerin dışında hemen akıllara gelmemiş olsa da, birkaç isimden biri de Jens Voigt’tur. Çünkü o bisiklet üzerinde adeta kült birine dönüşüyor. Her seferinde bisikletine sanki bu son sürüşü olacakmış gibi biniyor. Ve öyleymişcesine izletiyor.

Jens Voigt, sıradan bir profil havası çizer, mesela, karşınızdaki bisikletçi bacakları traşlı biri değilse bu ismi daha önce duymamış olmanız muhtemel. Çünkü onun bir spor ikonu olmak gibi çabası yok. Ne Nike ile ne de Adidas ile bir sözleşmesi yok. O sadece Leopard Trek takımı için süren 40 yaşında bir bisikletçiydi. 2011 FransaTuru’nun en yaşlı bisikletçisi. Sıradan! Entrikasız! Ve artık emekli.
Psikolojik ve fiziksel baskılar nedeniyle Fransa Turu zaman zaman insanı çıldırtabilen ve böyle bir atmosferde sporcular gayet muhafazakar, risklerden kaçınan, sadece pozisyonlarını koruyan tiplere dönüşüyor. Biri hariç!

Jens Voigt adeta bir 100 metre koşucusu gibi Usain Bolt ile yarış halindeymişcesine gibi sürer. Ya da eline yarınki final sınavının son dakikada ulaşan sınav soruları gelmiş gibi sürer. Bazen bisiklet üzerinde boks maçındadır; acımasız, meydan okuyan biri…
Bisikleti 2000’lerin başında izlemeye başlayan herkes Jens’in ismini duymaya alışıktı. Pelotonda birçok Alman bisikletçi vardı ve çoğu ya kazandıklarıyla ya da doping skandallarıyla gündeme geliyordu. Voigt ise genelde atak yaparken görmeye alıştığımız, çok nadiren de bu kaçışlarında başarılı olan bir bisikletçiydi. Tanınır ama fazla ilgi görmezdi. Bundan birkaç sene önce her şey değişti.
Youtube’daki videoları ve Twitter’da yavaş yavaş oluşmaya başlayan hayran kitlesiyle birlikte Jens’inin sosyal medya fenomenine dönüştü. Alman bisikletçi çoğu zaman şampiyonlardan bile daha fazla konuşulur hâle gelmişti.


Uzun kariyerinde büyük yarışlar ve tur etapları almış, ama Twitter hesabı açtıktan hemen sonra 40.000 hayranının oluvermesinin sebebi elbette bu başarıları değildi. Belki de bir bisikletçinin dayanabileceği en berbat acıyı çekerken bile bacaklarına “kapatın o çenenizi” diye bağıran bir adam olmasıydı buna sebep.
Onunla ilgili anlatılacak onlarca hikaye var. Ve şüphesiz hepsi de siz pistteymişcesine aynı heyecanı yaratır. 2011 California Turu’nda geçirdiği kaza sonrası kırılan bilek kemiğine rağmen takım arkadaşı Andy Schleck’i yalnız bırakmamak için iki etap tamamlamış olduğunu unutmamak elde değil.

2010 Fransa Turu’nda geçirdiği kaza sonucu bisikleti kullanılamaz hale geldi, takım arabası da Andy Schleck’in yanındaydı, herkes onun yarıştan çekileceğini düşünürken ve hatta süpürge aracı onu almaya gelmişken o etrafına bakınıp, bisiklet arıyordu. Ve kendisine küçük gelse de, hatta kalpiye pedalları olsa da gözüne kestirdiği sarı bisikleti ödünç alarak takım arabasına yetişene kadar yaklaşık 15-20 km kadar bu sarı bisikletle devam etti… Daha bitmedi.
Gelelim 2011 Fransa Tur’una. 14. etapta kaza sonrası beyin sarsıntısı geçiren Voigt, Pireneler’deki kritik etapta vadiden aşağı uçtu, ama çalılıkların arasında topunu arayan bir çocuk gibi bisikletini bulup yeniden yarışa döndüğünü dün gibi hatırlatır.

Acı çekmeden, mücadele etmeden hiçbir şey kazanılmıyor. Ama bazen acı çekseniz de mücadele etseniz de kazanamıyorsunuz. Jens Voigt’un kariyerinden bize kalacak en önemli şey belki de bu. Bazen 40 kere denersin ve 1 kez başarırsın. 1994’ten beri her yarışı son yarışıymış gibi pedallayan bu adam emeklilik bayrağını sallayınca, gerçekten de son yarışına çıkacaktı.

14 Ekim 2020 Çarşamba

Poland Garros

"Çünkü onun sporculuğuna ve savaşçı yapısına büyük bir hayranlık besliyorum. O bir rol model. Rafa her zaman son ana kadar mücadele eder, o bir tenis savaşçısı. Oyun stilini de çok seviyorum. Hatta onun gibi oynamayı da seviyorum. Sol el forehand'leri olağanüstü ve bu vuruş ona pek çok turnuva kazandırdı. Roger Federer'i de seviyorum ve ona büyük bir saygı duyuyorum. O bir efsane ve bambaşka bir düzeyde. Ancak stil ve karaktere gelince Rafa'nın tarafındayım çünkü onun enerjisini çok seviyorum. Üzgünüm!"
Iga Swiatek bir demecinde söylemişti. Bu cümleler klasik olmakla beraber oynadığı oyunun alameti farikası aynı zamanda. Ve biz tenis severler olarak liderliklerine alışmış olduğumuz isimlerin alaycı tavırlarından ziyade sessiz ve o liderlerin canına okuyan yeni isimleri özledik. Tıpkı erkek tenisinde olduğu gibi…

Bilmiyorum, Simona Halep’i, Kvitova’yı veya Raadwanska’yı tanımasaydım eğer, ister kendilerini yanımdan geçen herhangi birileri olsun, ister bir kitabın kahramanları olarak okuyayım, WTA Tur’un ilk 10’larına girmiş isimler olduğunu herhangi bir şekilde tahmin edebileceğimi zannetmiyorum.
Fakat koşullar değişti. Yeni nesil kimseyi umursamıyor. Elbetteki saygı duyduklarını yadsımıyorum lakin tenis artık bildiğimiz oyun değil. Karakteri var… Ve yeni nesil bildiğini okuyor.
Esasında Iga, sporcu bir aileden geliyor. Babası Tomasz, Polonya'yı 1988 Seul Olimpiyatları'nda temsil eden kürek takımında yer alan başarılı bir kürekçiyken, ablası Aga da bir süre tenis oynadı ancak daha sonra spor dışında bir kariyere yönelmeye karar verdi. Ama Iga bildiği yoldan şaşmadı. Fakat öncesi var yani tenisten öncesi…

Eğer Iga'yı, Legia Varşova'nın futbol maçlarında görürseniz şaşırmayın. Kısa süreliğine de olsa Wimbledon dışında çim sahalara ulaşsa da Iga, yan sahalara transferini açıklamıştı. Legia'nın tenis takımında oynadı ve antrenmanlarını uzun süre kulübünün eski defterleriyle birlikte yürütmeyi başardı. Ancak zaman dediğimiz çabuk geçiyor. Bir sene öncesine kadar esamesi okunmayan, üç yıllık istihkakımızın ilkini gururla tamamlamış, WTA Sezon Sonu Şampiyonası’nı kupayı ellerine alarak noktalamıştı. Henüz 19 yaşında ve daha öncesinde gençler kategorisinde de oldukça başarılıydı. 2018 Wimbledon'da gençler şampiyonluğuna ulaşan tenisçi, finalde İsviçreli Leoni Küng'ü mağlup etmişti. Ayrıca aynı yıl çiftlerde de benzer bir başarıyı Amerikalı partneri Caty McNally'yle Roland Garros şampiyonluğuna ulaşarak elde etmişti. Yani ona çok yabancı değil!



Öncesinde 2017'de ise Maja Chwalinska'yla birlikte Avustralya Açık'ta çiftler finali görmüştü. Şimdi bir kez daha kadın tenis yıldızının yeni “toprak ağasını” nevi şahsına mühasır tavrıyla, biraz mesafeli biraz soğuk ama en çok şampiyon haliyle görme vakti geldi.
Peki yeni sınava hazır mıyız? Kim kazanır, kim ne yapardan evvel bu sorunun cevabına biraz kafa patlatmak gerektiği inancındayım. Zira, bu işin çok içinde olmasanız dahi geçen seneki auranın bu sene o ölçüde tezahür etmediğini fark ediyorsunuzdur. Muhakkak ki, çok az seyircili ilk sene olması hasebiyle açlığın daha fazla olması doğal ama gerçek şu ki, yeni bir hak eden şampiyon var. Üstelik buraya kadar hiç set vermeden gelmeyi başamış bir Iga var. Umarım bu “yiyici” toplumda Iga’nın da başarısını kenara atmadan hakkını veririz.

Iga Swiatek muhteşem performansıyla Roland Garros'a damgasını vurdu. Finalde Sofia Kenin'i mağlup eden Polonya tenisinin son ürünü, kortların yeni yıldızı olacak mı sorusunu akıllara getiriyor. Bir de onu diğerlerinden ayıran mental bakış açısı… Aslında her turnuvasına psikoloğu ile hareket etmesi Iga’yı rakiplerinden ayrıştırıyor.
Rekabet düzeyi arşa çıkınca altrenatiflere yönelmek normal karşılansa da hem tenisin getirdikleri hem de sürekli seyahat halinde olmak psikoloğunu da beraberinde getiriyor.

Kimin kazandığından öte, umuyorum ki bu seneki enteresan olan Roland Garros’un finalindeki kaliteye yaklaşan, draması bol, maç puanları çevrilen, atlanan zıplanan müthiş maçlar izleriz diyordum haklılık payı yüksek Poland Garros izletti
bizlere. Henüz yolu çok uzun, epey uzun ama bizim içimiz WTA seviyelerinde kaynayacak.

8 Ekim 2020 Perşembe

Küçük Adam

Peşin hükümlü olmak kötüdür. En azından bazı özel durumlar dışında. Herkesin tanımladığı en az birkaç tane kabul edilemezi vardır ve karşısında gördüğünde o ölümcül günahı seziyorsa ikinci bir şans vermeye yanaşmaması yeterince adildir. Fakat genel olarak, peşin hükümler kötüdür. Bununla beraber çok azımız, sahip olduğumuz yargıların ilk izlenimler tarafından domine edilmesine engel olabilir. Bir şarkı hakkında, ya da bir kadın hakkında. Ya da bir basketbolcu. Törpülenebilecek bir kısım elbette ki vardır, ama yüzde verebilir misiniz? Birincil yargılarınızın yolculuk sırasında büsbütün değiştiği kaç örnek sayabilirsiniz?
NBA parkelerinde daha çocuk yaşta ışık saçanları listelemişler, aslında ilkinde pek ihtimal vermeseler de, o tablo da kendine yer bulanlar da vardı. 2011 sınıfının en etkileyici ismi o gün de Anthony Davis’ti.

Davis’in ufak yaşlarda basketbolla tanışması hiç de sürpriz olmadı. Annesi ve babası eski basketbolcuydu. Chicago’lu olmasından da kaynaklı olarak Michael Jordan‘ı idolü olarak görüyordu. Bunun yanında, Kevin Garnett de sevdiği oyuncular arasındaydı. Üç kardeş de basketbolcu olmanın hayalini kurarken, Davis’in diğer kardeşlerinden farklı bir hedefi vardı. O da, kendisinin adının bir gün NBA’de en iyilerinin arasında yer almak ve Michael Jordan gibi bir idol olmak. Buna rağmen, hiçbir şey Davis’in hayal ettiği gibi başlamadı. Başlayamadı!
Ortaokulda basketbol oynarken, Anthony Davis ”küçük adam” olarak biliniyordu. Ve o sadece istemese de, oyun kurucu pozisyonundaydı.

Lise birinci sınıftayken Davis’in boyu 1.83 bile değildi. Davis’in boyu lisede geçen ilk yılının sonunda sadece 1.88 oldu. İkinci senenin başında boyu biraz daha uzadı ve 1.90’a ulaştı. Kendisi bu boyda oyun kurucu oynarken pek çok kişi NCAA’in 1. sınıf herhangi bir okuldan burs almasını çok zor görüyordu. Lisedeki ikinci senesi Davis’in kariyerinde kilit roldeydi. Sene başında 1.90 olan Davis, sezon sona erdiğinde 2.08 oldu. Sadece 1 yılda yaklaşık 20 cm uzayan Davis, cılız bir oyun kurucuyken, kolları uzun, atletik ve topa hakim bir pota altı oyuncusuna evirildi.
Kolej kariyerine adım atmadan önce bütün spot ışıkları Davis’in üzerineydi. Kentucky, DePaul, Ohio State ve Syracuse takımları ciddi bir şekilde Davis ile ilgileniyordu. Kentucky Wildcats tercihini yaptığında, ilk 16 maçının hepsini kazanırken Davis takıma liderlik etmeye başlamıştı bile. İstatistikleri sonucunda takım tarihinde ilk kez ”Yılın Oyuncusu” seçilen oyuncu oldu. Davis sadece 1 yıl geçirdiği kolej kariyerinde sayısız başarılara imza atmayı başarmıştı.


Anthony Davis, NCAA Turnuvası’nı New Orleans Şehrinde kazandığında, o gün, New Orleans’ın kendisi için tılsımlı olduğuna inanmaya başladı. Küçük adam, NBA seçmelerine gitme vaktinin geldiğini düşündü ve bu başarılardan sonra medya ilgisi üzerindeyken 2012 NBA Seçmelerine katılma kararı aldı.NCAA’deki ilk sezonundaki yaşadığı şampiyonluktan sonra kendisini NBA Seçmelerine katılmak için hazır hissetmeye başladı. 2012 NBA Seçmelerinde 1. tur 1. sıradan New Orleans Hornets tarafından seçildi.
Bunun yanında 1. sıradan seçilen beşinci Chicago’lu oldu. Nisan ayında New Orleans’ta kaldırdığı kupadan 2 ay sonrasında yolu tekrardan bu şehirle kesişti. Birkaç sakatlık dışında bir takım badireleri atlatıp fena sayılmayacak iyi bir çaylak sezonu geçirdi. ”Hornets” olan takımın ismi ”Pelicans” olarak değiştirildi. New Orleans Şehri NBA’de temiz bir sayfa açarken, Davis’in bu takıma başarılar kazandıracağına inanmayı borç bilmişlerdi. Davis’in, ikinci sezonunda kendi isminden daha çok söz ettirmesi su götürmez gerçekti.

2015-2016 sezonuna giriş yaparken Davis, takımı Pelicans ile 5 yıllık 145 milyon dolarlık bir kontratla nikah tazeledi. 42 sayıyla Wilt Chamberlain‘a ait olan bir All-Star karşılaşmasında atılan en çok sayı atma rekorunu kendi şehrinde, 52 sayı üreterek kırdı.
2018-2019 sezonuna girmeden önce Davis, menajerini değiştirme kararı aldı. LeBron James‘in menajerlik şirketini yöneten Rich Paul, yeni menajeri olacaktı, bu da beraberinde bazı dedikoduları doğurmayacak mıydı? LeBron James’in sezon başında Los Angeles Lakers’a katılmasıyla, Davis’in adı sürekli Lakers ile anılmaya başladı. Sezona iyi bir giriş yapan küçük adam, takımı Pelicans’ın ilk 4 maçını kazanmasında öncülük etti. Sezonun ilerleyen zamanlarında, artık şampiyonluk yarışında olmak istediğini ve bu doğrultuda Pelicans yönetiminden takasını istediğini beyan etti. Bu durum bütün NBA’i özellikle Pelicans ve Lakers yönetimlerini karıştırdı. Lakers yönetimi Magic Johnson ile birlikte Pelicans’ın kapısını çaldılar. Farklı türde opsiyonlar içeren farklı teklifler yapıldı. Buna rağmen Pelicans yönetimi Davis’i vermeye yanaşmadı.

Kariyerinde yeni bir yelken açmak isteyen Davis’in gönlünde yatan takım Lakers’tı. LeBron James ile birlikte şampiyonluğun adaylarından biri olmak istiyorlardı. 2019 draftı’nın 1. sıra seçiminin Pelicans’a gitmesi ve aynı zamanda 4. sıranın da Lakers’a çıkması, takas için gereken ortamı oluşturdu. Artık Pelicans ile Lakers masaya oturmak için hazırdı. Ve mutlu son! Davis, melekler şehri Los Angeles’ta, en çok beraber oynamak istediği oyuncu olan LeBron James ile birlikte şampiyonluk parolasıyla sezona başladı. Şimdilerde şampiyonluk için bir basamak kalmışken… Üzerinden geçtiğimiz hikayeler, aynı zaman da sayısız başarının da anahtarı. Davis, kariyerinin bu yılına kadar 6 kez All-Star, 3 kez All-NBA takımı, 3 kez All-NBA savunma takımına seçildi. Oyunu konuşulurken ismi en çok zikredilen isimlerden biri Davis, kurulan bağlantı noktalarından biri sıra dışı saha görüşleri. Bir diğeri de elbette kötü sakatlık yüzdeleri. Fakat yapbozu tamamlayan genelde birçokların ‘takım’ olarak niteleyeceği ruh halleri oluyor.

1 Ekim 2020 Perşembe

Hangi Eddie Newton?

Bir şehre ilk kez gittiğimde genellikle turistlerin pek uğramadığı alakasız yerlere giderim. Ve bu listem fazlasıyla kabarık olur. Bir de bir türlü gitmenin hayal olduğu ülkeler de yok değil. Birleşik Krallık hemen şurada gibi ama aması var. Ancak overlokçu ayağımıza geldi. Ben gidemesem bile kariyer profili ile yakından takibe aldığım bazı oyuncular bizim toprakları aşındırıyor.
Hiçbir futbol maçının olmadığı cansız bir günde geldi transfer haberi. Çok da yabancı değildik. Hemen benchin kenarında oturuyordu. Teknik heyetten, Krallıktan ve de Chelsea’den geldi hayat öpücüğü.

Çocukların bir idole, büyüklerin ise umuda ihtiyacı var, bu yüzden de hayatındaki yanlışlara kulaklarımızı tıkadık, işinin ehli ülke İngiltere’de buldu Trabzonspor teknik direktörünü. Aslında hemen yanı başındaydı. Ama bir gün geldi, Eddie Newton’ın başarı hikâyesinde daha sağlam yere konulmaya başlanacak bir terfi oldu. Bu sefer de işin magazin tarafına yönelip, hayalkırıklığımızı böyle kapattık. Şimdilik yardımcı dedik, bağrımıza bastık.
Birkaç hafta önce basından taraftarlara müjdeli haberleri dinledim. Onun da son yıllarına bakıldığında aslında bu konuşmanın sürpriz olmadığını biliyordum. Ve artık olması gerektiği yerdeydi.

Chelsea altyapısından çıktıktan sonra ilk olarak Cardiff City kulübüne kiralık verilmişti, hayatının maçıydı adeta. İlk maçını 4-0 galibiyetiyle yapmıştı. Cardiff üç puan farkla o sezon play-off oynama şansını kaybetmiş ve Newton, Chelsea'ye geri dönmüştü. Daha yeni başlıyordu. 1994 FA Kupası Finali'nde sahadaki yerini alacaktı lakin pek de hoş olmayacaktı. Denis Irwin'a yaptığı faul sonucu maçın ikinci yarısında rakip penaltı kazanmış ve bu penaltıyı Manchester United Eric Cantona ile gole çevirince işler çığrından çıkmıştı. Esasında sonu facia ile bitse de, Chelsea bu maçı 4-0 kaybetti belk ama Avrupa Kupasına gitme hakkı elde etmiştir, bu sayede 1970'ten bu yana kulüp ilk defa Avrupa Kupalarında oynama hakkı elde etmiştir.


Newton, 1994-95 şampiyonası ve 1995-96 FA Cup kupalarında yarı-final oynayan takımın mühim mihenk taşlarından biri oldu.. FA Cup finali'inde büyük işler yapsa da sonu gelemedi ancak, Cup Winners' Cup ve League Cup kazanmasında önemli rol oynadığı inkar edilemez.
Maalesef bu başarıların arkasından peşini bırakmayan sakatlıklar yüzünden tercih edilen bir futbolcunun dışına çıkacaktı. Bu süre de kafasını toplayan Eddie Newton teknik heyetin bir parçası olma yolunda ilk basamak için adımlar atacaktı. Elbette ki, ilk durak Milton Keynes Dons ve peşinden West Bromwich Albion’da ısınma turlarını gerçekleştirecekti. Ve sonrası…

Futbolculuğunda 9 yıl Chelsea’de oynayan, antrenörlük döneminde de Stamford Bridge’de 7 yıl boyunca her kademede çalışan Newton, tecrübesini şimdi Trabzonspor’a aktarmak için kolları sıvadı. Hüseyin Çimşir’in teknik direktörlüğe gelmesiyle beraber sezonun ikinci yarısında teknik heyete dahil olup, önemli katkılar sağlamış, Obi Mikel ve Sturridge gibi yıldızların ayrılmasına rağmen takımın bir arada tutulmasında emeği büyük. payı büyük oldu. Gelir gelmez kupasını bile müzeye kaldırdı.

İki maçlarına denk geldim, gözlerim sahada onu takip ediyordu. Eddie Newton’nın sessiz ve sakin ücrasında abartısız hikayesi, mühim değil. İçten içe erken yaşta sakatlıklardan solayı hemen pes etmesi de yarım bıraktığı için az da olsa kızgınım ama o da önemsiz. Pasif bir yardımcı teknik adam olarak anılacağına, isterse milyonlar kazansın veya şımarsın ama diğerleri gibi hayalleri yarım kalmayan, yaşamaya devam eden diğer hayallerine yeltenemeyenlerin umudu olarak kalsın yeter. O zaman, ben de onu sahada gördüğümde heyecanlanır, onunla sevinir, saçma bir şey yaptığında onun yerine utanırım. Sürpriz bir kutudan ne çıkacak bilemiyorum ama Trabzon için sabır ve uzun dönemli planlama şart. En iyisi onu da Newton’a bıraksınlar. Gerisi teferruat.

23 Eylül 2020 Çarşamba

Azim Abidesi

Tüm zamanların en büyük geri dönüşü, yakın geçmişin en dramatik ve de romantik finali, ya da sadece “basketbol” tarihinin en önemli maçı. O mucizenin aktörleri Amerika basınında oldukça popüler ancak ne var ki başkahraman kadın olunca kısıtlı ses duyabiliyor.
Kadınların özgürlük mücadelesi, her yerde, her alanda direnenlere ilham vermeye devam ediyor. Pistlerdeki mücadeleleri de öyle. Bir zorlukla karşılaştığınızda bunu yenmek için ne kadar uğraşırsınız? İmkânlarınızı ne kadar zorlarsınız? Peki ya bu zorluk sizin ile ilgili değilse ne kadar çaba gösterirsiniz? WNBA tarihinde emsal teşkil edecek bir hukuk savaşı…

2014 senesinde MVP seçilen, iki kez olimpiyat şampiyonu ve 6 kez all star seçilmeyi başaran Maya Moore, basketbola ara verdiğinde müvekkilinin adını vermemiş ve hukuk alanında siyah hakları ve özgürlük için savaşmak istediğini söyleyerek çok başka kulvarda yola koyuldu.
WNBA yıldızı, hukuk alanında çalışmak için 2019 yılında basketbola ara vererek, haksız şekilde 50 yıl hapis cezası alan Jonathan Irons'ın 22 sene sonra tahliye edilmesinde büyük rol oynamasından mütevellit, film gibi bir hayatın ortasında bulacaktı kendisini. Esasında Moore’ın ilk çıkış noktası avukat olup henüz 18 yaşındayken haksız bir şekilde 50 sene hapis cezası alan Jonathan Irons’ı içinde bulunduğu esaretten kurtarmaktı.

Şu anda 40 yaşında olan Irons, 2 Temmuz 2020’de Missouri'de bulunan ceza evinden Moore’un çabaları ile tahliye edildi. 18 yaşında hırsızlık ve cinayete teşebbüs iddiasıyla 50 sene hapis cezasına çarptırılan Irons, yargıcın sanıkla ilgili iddiayı “zayıf kanıtlar” gerekçesiyle tersine çevirmesi üzerine 22 senenin sonunda özgürlüğüne kavuştu. 13 yıl süren hukuki beraberlik o denli gelişti ve medyayı da arkalarına alarak hukuki mücadeleye başladılar ki, adalet birlikteliği aşka evrildi.
Film senaryolarını anımsatan bu olayın finali masalsı bir mutlu sonla bitti. Maya Moore, Jonathan Irons ile evlendiklerini dile getirirken, bundan sonra birlikte yapacağımız çalışmaları artık bir evli çift olarak yapacaklarını söyledi.


Hukuki savaşın bir başka boyutu daha var olacak elbette! Irons’ın cinayeti işlediğine dair hiçbir fiziksel kanıt bulunmuyordu. Hüküm için kanıt olarak gösterilen itirafın video veya ses kaydı yoktu. Sorgulamayı yapan polis memurunun yazılı notlarının ise kayıp olduğu bildirilmişti. Irons tamamı beyazlardan oluşan bir jüri tarafından 50 yıl cezaya çarptırılmıştı. Irons, suçunu itiraf edeceği anlamına geleceği için şartlı tahliyeye başvurmayı da reddetmişti.
Sorun şu ki, günümüzde yaşanan problem garibeleri takvimlerin değişmesi ile değişmediğini ispatladı. Ne yazık ki! Moore’ın çabası takdire şayan, şayet tek çaba burada olmayacaktı. Parkelerde de ses getirmeyi sürdürecekti.

2011 yılında başlayan WNBA takımlarından Minnesota Lynx (1. tur 1. sıradan seçildiği Minnesota Lynx ile 2011, 2013, 2015 ve 2017 sezonlarında WNBA şampiyonluğu) serüveni beraberinde başarı kürsüsünü de getirecekti. 2014 senesinde lig MVP'si olan, 6 kez All-Star’a katılan adalet savunucusu; Türkiye'de düzenlenen Dünya Kadınlar Basketbol Şampiyonası'nda ABD ile zafere ulaşmıştı. Ayrıca Moore 2012 ve 2016 Yaz Olimpiyat Oyunları altın madalyaları yabana atılamaz. Bunların yanı sıra Valencia’da da oynasa tutunamayıp Çin’de soluğu alacaktı. Sonrası malumunuz…
Bir başka eşitsizlik kavramı daha duvara örecekti kadınların başına erkek basketbol yıldızlarına kıyasla çok daha düşük maaş sahibi olmak gibi!

2018 sezonuyla beraber sahaları ara vereceğini belirtmesi burukluk yaratsa da sonunda somut sonuca ulaşılması ayakta alkışlanacak cinsten. Maya Moore modern zamanların ilklerinden, hukuk şampiyonu olarak taçlanıyor ve kendi ülkesinde ulusal kahraman oluyor…
Moore asla pes etmemişti. Ertesi günlerde tek başına parkuru koşan azim abidesinin mutlu sona Jonathan Irons ile el ele koşması her şeyi açıklamıyor muydu?

16 Eylül 2020 Çarşamba

Mürekkebi Kurumadan

Üzerinden daha fazla zaman geçtiğine yemin edebilirim. Ama hayır, 2019’un Aralık ayının son günleriydi. Bir zamanlar yaşadığı şehre beklenmedik bir ziyaret yapan bir virüsle buluşmak… Ülkenin yedikleri yemeklerden başlayarak ilerledik fakat o da ilerledi.
Gelgeç bir durumdur demeye kalamadık. İnsanoğlu karar süreçlerine ihtiyaç duymazdı, hevesler çoğu zaman tek başına yeterliydi. O heveslerden birinin bir sonucu olarak, işte buradaydım, spesifik olmak gerekirse, virüsten korunmak adına dört duvar arasına kısılmış durumdayız. Bir başka sonuç olarak, o sıralarda dünyanın kalanının bundan bir haber olmasıydı!

Elimizde kalan tek şey ise, spordu. Ona dokunmazlardı. Orada da umduğumuzu bulamadık derken, Amerika’dan gelen net ses, yıllardır değişmeyen tarih düzenini Amerika Açık bozmamıştı, iyi bir final görme hevesiyle.
Seyircisiz oynansa da o denli hasret kalmıştık ki, turnuvaya konsantre olmuştuk. Tek erkekler de başı çeken Novak Djokovic’ti, Nadal ya da Federer olmadan keyfi olur mu tartışmaları gırla giderken daha büyük sürprizler kutusundan henüz açılmamıştı.
Turnuva, Amerikalılara tek bir şeyi öğretmişti; yolun sonunda Federer varsa boşuna hayal kurmamayı… 2003’teki kupa yalnız kaldıkça, otoriteler de eleştirilerinin tonunu yükseltmek için güç buluyordu. İşte eksantrik bir yıl daha.

Varan bir, ABD Açık Tenis Turnuvası 4. turunda Novak Djokovic, sinirlenerek vurduğu topun çizgi hakeminin boğazına gelmesi üzerine diskalifiye edildi.
Grand slam turnuvasının 4. tur karşılaşması oynanırken, kariyerinin 18. grand slam şampiyonluğuna ulaşmayı hedefleyen dünya 1 numarası Novak Djokovic, Pablo Carreno Busta ile korta çıktı.
Karşılaşmanın ilk setinde rakibine 6-5 yenik durumda olan Djokovic'in sinirlenip vurduğu top çizgi hakeminin boğazına isabet etti. Ender görülen diskalifiye olaylarına bir yenisi daha eklendi ve adeta yeni bir şampiyonun çıkacağını resmileştirdi.


Varan iki, 5 numaralı seribaşı Alexander Zverev ile sahne de Djokovic’e zor anlar yaşatan 20 numaralı seribaşı Pablo Carreno Busta arasındaki yarı final karşılaşması da hop oturup hop kaldırdı.
Zverev, basit hatalar yaparak setlerde 2-0 geriye düştüğü mücadelede önemli bir geri dönüşe imza attı ve 3 saat 23 dakika süren karşılaşmayı 3-6, 2-6, 6-3, 6-4 ve 6-3'lük setlerle 3-2 kazandı. Alman tenisçi, bu galibiyetiyle kariyerinde ilk kez bir grand slam turnuvasında adını finale yazdırdı. Adını finale yazdıranlar da sadece erkekler de değil kadınlar finalinde de über efsane anlar yaşandı.

Varan üç, turnuva boyunca maçlardan önce ABD'de polis şiddeti sonucu hayatını kaybeden siyahilerin isimlerinin yazılı olduğu yüz maskesi takan Osaka, bu sefer de üzerinde "Tamir Rice" yazılı bir maskeyle final maçına çıktı.
Kariyerinde birer Avustralya Açık ve ABD Açık şampiyonluğu bulunan Osaka, daha önce Avustralya Açık'ta 2 kez şampiyonluğa ulaşan, ABD Açık'ta ise 3. kez finale kalan dünya 27 numarası Belaruslu Azarenka'yı 1-6, 6-3 ve 6-3'lük setlerle yenerek turnuvanın galibi oldu.
Yeni tip koronavirüs (Kovid-19) tedbirleri kapsamında boş tribünler önünde oynanan maçın ilk setini kaybeden Osaka boş tribünlerin ekran başında amansızca doldurduğunu bilerek hepimizi ayağa kaldırdı.

Varan son, Dominic Thiem, ABD Açık'ta 71 yıl sonra ilk 2 seti kaybettikten sonra maçı kazanmayı başaran ilk tenisçi olarak tarihe geçti. Lakin bu geçiş hiç kolay olmayacaktı.
Oldukça çekişmeli geçen maçta Zverev'i 3-2 yenerek şampiyon oldu. Kariyerinde ilk kez bir grand slam turnuvasını kazanan Thiem, Zverev karşısında ilk iki seti 2-6 ve 4-6 kaybetmesine karşın, sonraki setleri 6-4, 6-3 ve tie-break'e giden son seti de 7-6 kazanarak önemli bir başarıya imza attı.
4 saatten uzun süren ve son ana kadar büyük bir çekişmeye sahne olan maçı kazanan Thiem, böylece ABD Açık'ta 71 yıl sonra ilk 2 seti kaybettikten sonra maçı kazanmayı başaran ilk tenisçi olarak tarihe geçti.

10 Eylül 2020 Perşembe

Hangi Bianchi

İlkokula başladığımda ailemin yardımları ve spor kültür kapitalizminin tüm şiddetiyle kendisini hissettirdiği büyük şehirde yaşamanın da etkisiyle bisiklet konusunda hiçbir problem çekmemiştim. Ortada iki teker ve aşılması belirsiz, eğlenceli yollardan ortaya çıkabilecek semantik bağlantıları çözebileceğime dair çocukça bir öz güvene sahiptim. Bisikletimin çalınma meselesi ise büyük kaygıları beraberinde getiriyordu. Haftanın yedi gününü yaşıtlarımla birlikte pedal üstünde geçirecektim. Ancak kısa sürdü. Çalınmıştı. Zalimsin dünya dedim, biraz küstüm ama ilerleyen yıllarda sonunda benim de bir ‘şehirli’ Bianchi’m oldu.

Yazı ile kuracağım ilk teması sorunsuzca atlatıp, insanlık tarihine bir noktadan dahil olup bu noktadan fikirler üretmeyi deneyeceğim bisiklet yılları… Dünya’nın halen var olan en eski bisiklet üreticisi bu marka, birçok icadın da sahibi.. Ancak spor tarihine adını yazdıran Bianchi, Formula 1 takipçileri için kötü bir çağrışım da yapmakta…
Formula 1 ile bisikletin ne alakası var şimdi dediğinizi duyar gibiyim.. Ama kahramanımız olan Bianchi bisikletin birçok bileşeninin mucidi ve markanın kurucusu olan İtalyan Edoardo Bianchi değil, Fransız Jules Bianchi.
Edaoardo ne kadar geçmişi sağlam ve köklü ise, Jules ise henüz anısı taze ve izleyicilerde geleceğin aranan Fransız F1 şampiyonu olarak gelişimi yakından takip edilmekte yeni podyum adayıydı. Geçmiş zamanda konuşuyorum çünkü bir yarış sırasında geçirdiği kaza nedeniyle henüz 25 yaşında iken ve ondan beklenen başarılara kavuşamadan hayata gözlerini yumdu. 

Jules da belki benim gibi ‘iki teker’ hayal etmişti daha gençken ama kaderi dört tekerleğin üzerinde yazılmıştı. Dört tekerin ilk adımı olan Karting ile pistlere çıkmış ve Fransız pilot eksikliği çeken Renault Formula 1 (F1) Takımı, bu genci hazırlamak için Formula Renault 3.5 ile profesyonel olarak pistlerde yarıştırmış ve hemen şampiyon olan bu genç 20 yaşında Formula 3’e terfi etmişti. Ve Ferrari takımının radarına girmişti bile. Ferrari Sürüş Akademisi’nde yıldızı parlayan gence büyük beklentiler bağlanmıştı.



Hindistan’ın milli bir F1 takımı olmasını gerektiğini düşünen Hintliler, genç yeteneklerle şansını denemek istedi ve 2012 yılında Ferrari Akademi’nin genç yıldızı Bianchi’yi kiralık olarak transfer ettiler. Ancak Bianchi burada hiç podyum ve puan göremeyince beklentileri boşa çıkarmıştı ve test pilotu olarak tutan Hintliler umudunu kesmişti.
F1 ‘e Hintliler gibi yine yıkım satın alarak, yeni giren Rus’ların takımı Marussia F1 2013 yılında Bianchi’yi ana pilot olarak kadrosuna kattı. Beklentiyi tam karşılamayan Bianchi, Marussia F1’in Luiz Razia ile sözleşme yenilemeyecek olması ile onun şansı olmuştu. 2013 yılında yarışlarda bir kez 15. olma başarısı göstermesine rağmen kendisi ve takımı hiç puan kazanamamıştır.
2014 yılında Marussia F1 kendisi ile devam etme kararı aldı. Bu inadı gösteren takıma Bianchi de kendi evi diyebileceğimiz Monaco Grand Prix’sinde, vatandaşlarının önünde 9. Olma başarısını göstererek ilk puanları kazandırdı. Kendisinin de ilk puanları olan bu yarış özgüveni yerine getirmişti.

5 Ekim 2014 tarihi ise spot tarihine geçecek kara günlerden biri olacaktı. Japonya Suzuka’da yapılacak Grand Prix öncesi Phanfone Tayfunu nedeniyle pist ıslanmış ve yarışın zorlu geçeceği belli olmuştu. Yarışın 43. turunda daha önce kaza yapıp pistin dışına çıkıp kaza yapan Sauber aracını çekmekte olan vince, aracın kontrolünü kaybedip çok hızlı bir şekilde arkadan çarpmıştı.
Olay yerine ilk gelen sağlık görevlileri Bianchi’yi bilinci kapalı halde bulmuş ancak hava şartlarının da çok kötü olması sebebiyle en yakın hastaneye hava ambulansla 32 dakikada ulaştırabilmişlerdi. Omur ilik ve kafatası yaralanması olan Bianchi 1 aya yakın solunum cihazına bağlı olarak Japonya’da hastanede kalmış durumu stabil ancak iyileşme göstermeyen Bianchi ailesi tarafından tedavisinin devam etmesi için Fransa Nice şehrindeki hastaneye nakledildi. 

Bir diğer F1 efsanesi Schumacher’in kaderini paylaşan Bianchi aylarca yoğun bakımda, bilinci kapalı ve komada kaldı ancak 17 Haziran 2015’de hastanede hayatını kaybetti.
1994 yılında F1 efsanesi Ayrton Senna’dan sonra pist kazası nedeniyle hayatını kaybeden ilk sürücü olan Bianchi’nin cenazesine neredeyse tüm F1 camiası ve pilot arkadaşları katılmış ve genç yaşında hayata, hedeflerine veda eden arkadaşlarına son görevlerini yerine getirmişlerdi.
Temelde Formula 1 tutkusunu sorguya çeken yazıyı bitirdikten sonra ilk iş, Jules Bianchi’nin o son kabul edilemez kazasının videosu ile yüz yüze kalıyorsunuz. Bianchi’in yolculuğuna eşlik ettiğimiz beş dakikalık okuma süreci, F1’in motor homurtusu ile olağan dışı ilişkisini betimleyen o anlar bir kez daha aklıma düştü.

2 Eylül 2020 Çarşamba

Bir Panini Geleneği

Son günlerde süpermarkette benzer bir karşılama seromonisi yaşıyorum. Çocukluğumu, gençliğimi birlikte geçirdiğim şey, orada duruyor. Görmezden gelmek istiyorum, bunu yapmak için yolumu değiştiriyorum. Biliyorum, o da orada, o da durduğu rafta beni bekliyor. Süpermarket arabasını daha hızlı sürüyorum yanından geçerken. Renkli paketler, küçük çıkartmalar ve 10'lu yaşlardan beri değişmeyen bir heyecan. Gerçekten değişmedi mi?
Evet, iki yılda bir, büyük futbol turnuvaları oynanır. Ve o turnuvanın en heyecan verici tarafı öncesidir. Kuraların çekilmesi, gruplardan çıkacak takımların tahmin edilmesi, kadroların açıklanması, maç saatlerine bakıp onu günün hangi vaktinde izleneceğinin planlanması ve çıkartma albümü.

Evet, Panini çıkartma albümleri Dünya Kupasına ve Avrupa Futbol Şampiyonlarına dair en güzel şeylerden birisi.
Çoğunun Dünya Kupasından ziyade, Avrupa Şampiyonasıyla başlamıştır bu sevda. Pek çoklarının efsane olarak hatırladığı, aslında sadece bizim kuşağın Panini’yle ilk teması olduğu için efsane sayılan, yoksa herhangi bir albümden farkı olmayan o albüm… Kapağında Alessandro Del Piero’nun Matthias Sammer’e çalım atmaya çalıştığı bir karenin bulunduğu, içinde Türkiye’nin de bulunduğu ilk çıkartma albümü. 1996 Avrupa Şampiyonası…

Panini resmi olarak 1961’de kurulmuş bir şirket. Modena’da Panini Kardeşler tarafından kurulan ve ilk koleksiyonu İtalya Ligi, Calciatore olan bir şirket. Ancak Panini kardeşlerin daha önceden bir deneyimleri var ve bu 1930’larda yaşanan bir hikayeye dayanıyor. Modena’da yaşayan Panini ailesinin 8 çocuğu var dördü kız dördü erkek. Ekonomik buhran sonrası zor zamanlar yaşayan bir aile. Çocuklar da çalışarak aile bütçesine katkıda bulunuyorlar.
İtalya Bisiklet Turu her sene Modena’dan geçiyor ve ailenin bir fotoğraf makinesi var. Çocuklar bu makineyle geçen bisiklet yarışçılarının fotoğraflarını çekiyorlar ve daha sonra yarışı canlı takip eden insanlara satarak para kazanıyorlar.


Bir yıl çok yağmur yağıyor ve kimse yarışları izlemeye gelmiyor. Dolayısıyla elde kalan fotoları Milano’da bir gazeteye satıyorlar. Gazete de bu fotoğrafları zarflayarak okurlarına hediye ediyor. Gazeteyle birlikte bir zarf alan okurlar ne olduğunu bilmeden zarfı açıyorlar ve hoş bir sürpriz oluyor. Bir anda fotoğraflar koleksiyon ürünü mertebesine erişiyor.
O zamanlardan deneyimleri var aslında ve büyüdüklerinde bisiklet yarışçılarıyla değil, futbolcularla bu işi yapmay gelenek haline getiriyorlar. Tabi o zaman sadece İtalya’dalar.
1970’e kadar İtalya’da devam eden ve 1970’de ilk kez uluslararası bir turnuvayla dünyaya açılan bu ileri görüşlü İtalyanların işi, 1970’de Meksika’da düzenlenen FIFA Dünya Kupası için bir albüm yayınlamayı ihmal etmiyorlar. Bu hızlı bir büyümeye yol açınca, 1974’te Almanya’da bir alt şirket kuruluyor. Panini Almanya. Zamanla İspanya, Fransa ve İngiltere ofisleri kuruluyor.

Bu süreç koleksiyoncu bir sürü çocuğu beraberinde doğurduklarından habersizce… Panini bir dünya devi oluveriyor. 13 ayrı ülkede ofisleri olan ve Avrupa’nın nadide parçalarından çok büyük bir marka! Pek tabi ki Güney Amerika’yı yabana atmıyorlar. Brezilya, Meksika, Şili de de ofisleri var. Ve bizler için büyük şölen epey gecikmeli de olsa 2007 yılında Panini Türkiye olarak şampanya patlıyor.
Bu ülkeler dışında Panini dünyada 100’den fazla ülkede yerel şirketler tarafından pazarlanmakta. Hiç tahmin etmedikleri bir marka kurmaya çalışan İtalyan kardeşler, dünyada yılda 1 milyar doların üzerinde ciro yapıyor yanına promosyn olarak, her yıl dünyada 400’ten fazla koleksiyon üretiyorlar. Çılgınca. Kabul edelim über çılgınca.

Futbol menşeli olsalar da yalnız değiller, basketbol, Olimpiyat Oyunları, Rugby, Buz Hokeyi gibi sporları da himeyeleri altında.
Bizim nesil, bir şeyi güzel bitirmeye hep özen göstermiştir. Bir de gaza gelmek ruhumuzda var. Müptela olmuş bu koleksiyon sevdasına kanımca bu sefer defteri kapattık. Sadece süpermarkette köşe bucak kaçtığım (bizim nesle sözümona), bence biz bu geleneğe, tutkuya, bağlılığa sahip olan son kuşak olacağız. Çünkü biz futbola doygunluğuyla büyümüş bir kuşak değiliz. Bizim için futbol haftada tek gündü, geri kalan günlerde futbolcular sürekli demeç veren, sakat olup olmamasını bırakın, ne müzik dinlediğini bile bildiğimiz adamlar değillerdi, büyülü kahramanlardı. Football Manager ve FIFA yoktu, ya da bu kadar baskın değildi. Ama bizim için bir gelenek!




27 Ağustos 2020 Perşembe

Finalde İz Bırakanlar

Salgın nedeniyle yarıda kalan, bitirilip bitirilemeyeceği uzun süre muallakta olan ve nihayet yepyeni bir formatla Köln ve Lizbon'da oynanan finaller, çeterefilli bir sezonun ardından belki de hiç beklenmedik takımların kupayı kaldırışını izledik. Bir tarafta UEFA Avrupa kupasını domine edip Endülüs’e götüren Sevilla bir taraftan da Bavyera biralarıyla kutlama yapan Bayern Münih. Çeyrek finalden itibaren tek maç eliminasyon sistemiyle oynanan ve beklentilerin üzerinde bir heyecana sahne olan finaller tadı damaklarımızda kaldı! Seyircisiz oynanmasından mütevellit, tam randıman alamadığımız 2019-2020 sezonu şöyle dursa, 90’lı yıllara göz kırpsa nasıl olurdu?

Yasal uyarı: Bu yazıda bahsi geçen yerler, kurumlar, olaylar ve kişiler gerçektir. Yazıda herhangi bir komplo teorisi yoktur. Ama bu anlatılanlara benzer olayların sizin yaşadığınız yerlerde de olması olasılığı üzerine teori üretmek kendi inisiyatifinizdedir. Bir sonraki finalin İstanbul’da gerçekleştirileceğini unutmadan…
Gelgelelim 1994 yılı Atina’sına… Milan-Barcelona maçı için tüm hazırlıklar tamam. Skor olarak tahminler yapılmış, Barcelona şampiyonluk için tişörtlerini bastırmış fakat henüz maç oynanmamıştı.

Johan Cruyff'un Rüya Takım'ı Milan karşısında net favoriydi. Finalden önce, Serie A'da çıktığı son altı maçta galibiyet dahi alamayan Milan'da Van Basten ve Lentini sakattı, Costacurta ve Baresi ise cezalıydı. Dahası, Fabio Capello, üç yabancı kuralı nedeniyle Raducioiu, Papin ve Brian Laudrup'u kadroya alamamıştı. Fotoğrafa bu açıdan bakınca kupa Barcelona için bağırıyordu. İstisnalar kaide-i bozar!
Tüm bunlara rağmen maçı kazanan takım İtalyan ekibi oldu. Hem de ne galibiyet! Cruyff, maçın ardından ''Kötü oynadık diyemem, çünkü oynamadık bile'' diyerek, memnuniyetsizliğini net bir şekilde ortaya koydu. Futbol tarihinin en şok skorlarından birini 1994 yılında Barcelona için kâbus, Milan içinse 4-0’lık skorla rüya gibi bir gün olacaktı.


Bavyera ekibini son aylarda oynadığı performansını kimse inkâr edemez lakin yine 90’lara geçiş yaptığımız da sürprizle karşılaşmak mümkün.
Yer Katalonya’nın kalbi Barcelona tarihler ise; 1999 yılını gösteriyordu. Manchester United Birleşik Krallıkta ligine kök söktürürken, Avrupa’da da boş durmayacaktı. Camp Nou'daki finalde Bayern Münih tam 84 dakika boyunca üstündü. Artık duraklama dakikaları oynanıyordu. Alex Ferguson, kalecisi Schmeichel'ı da köşe atışında rakip ceza sahasına gönderdi. Danimarkalı kalecinin de katkısıyla yaşanan karambolde Sheringham golü attı ve skor 1-1 oldu.
Bayern şoku atlatamamışken, kornerden bir gol daha yedi. Bu defa Solskjaer altıpas içinde yaptığı dokunuşla topu filelere yolladı. Bir mucize, Almanların çaresiz bakışları arasında gerçekleşmişti.
O maçtan geriye, Bayern'in savunma oyuncusu Kuffour'un sahayı yumruklaması kaldı.

Unutulmayan finaller kervanına fazlasıyla maçı dâhil edebiliriz. Ancak daha derinlerde yara bırakanlar acımasız bir şekilde unutulmuyor. Belki bu sene PSG-Bayern Münih finalinden ziyade öncesi iz bırakanlardan olacak.
Nevi şahsına münhasır tavrıyla dünyayı mest eden Şampiyonlar Ligi finali bu sene de hem pandemisiyle hem de Münih’in bu yol uğruna sergilediği inanılmaz futbolu ile iz bırakanlardan biri olmayı sonuna kadar hak etti.

Süperstar antrenörlerin geri dönüşü, yeni şampiyonluklar, eski iz bırakanlar... Geldiğimiz noktada, koronavirüs günlerinde bu yazıyı yazmak istedim. Yılların getirdiği şampiyonluk özlemini bitirmeyi hayal eden takımlar... Sanırım herkes bu özlemin artık bittiğini kabul ediyor. Yazmamı tetikleyen sebeplerden biri de buydu. Defalarca hevesimiz kursağımızda kalmıştı. Belki coşkulu kutlamalar yapamayacağız ama görev tamamlandı. 

20 Ağustos 2020 Perşembe

Babalarının Gölgesi ya da Işığı

 Union Berlin'e attığı gol sonrası George Floyd için diz çöken Borussia Monchengladbach'ın yıldızı Marcus Thuram babasının izinden gidiyor. Klasikleşmiş cümle, “devir değişti.” Pek tabi ki babalarının dönemine göre futbol çok değişti. Eskiden daha yavaş oynanan bir oyundu. Artık çok daha hızlı oynanıyor.

Ancak babası Lilian Thuram, çok hızlı oynayan ve saha içinde çok hızlı düşünüp hareket eden bir oyuncuydu. Şu  anda oynuyor olsaydı bu özelliklerinden ötürü pek bir fark olmazdı ve muhtemelen yine dünyanın en iyilerinden biri olurdu. Kesin! Peki ya oğlu babasının izinden mi gidiyordu? Kesinlikle!

Futbolcu babanın futbolcu oğlu durumu çok nadir rastladığımız bir şey değil. Futbol dünyasında çeşitli dönemlerde bu tip hikâyelerle karşılaşıyoruz. Ancak günümüzde şöyle bir durum var: Normalde Jordi Cruyff – Johann Cruyff örneğinde olduğu gibi, taraflardan biri epey gölgede kalıyordu ama bugünlerde bazı efsane futbolcuların gerçek anlamda wonderkid'ler yetiştirdiğini görüyoruz.

Lilian Thuram, ‘90’lar sonu ve 2000’ler başındaki “Efsane Fransa”nın en önemli isimlerinden biriydi. Stoper ve sağ bek bölgelerinde rol alan oyuncu, Juventus ve Barcelona formalarını giyerek büyük bir kariyere imza atmıştı. Oğlu Marcus Thuram ise babasından farklı olarak bir hücum oyuncusu ama gerçek bir potansiyel.

Boynuz kulağı geçmiş durumda; aslen santrfor olmasına ve 1.92’lik boyuna rağmen, kenar forvette rol alabilecek kadar topla etkili bir oyuncu. Böylesi bir fizik gücünü tekniğiyle süsleyen oyuncuların gelecekte milyon dolarların üstüne çıkması çok doğal.

Thuram profesyonel kariyerine Sochaux-Montbeliard'da başladı. Fransızların altyapısında başlayan, Ligue 2 liginde gelişen, Almanlar ile Bundesliga’da devam etmiş bir futbolculuk kariyeri… Dünyanın en büyük futbol figürlerinden biri olan Fransa efsanesi Lilian Thuram oğlunun başarılı olduğu kadar tersi durumlarda yok değil.



Patrick Kluivert, Ajax’ta çok genç yaşta forma giymeye başlamış, 19 yaşında Şampiyonlar Ligi Finali’nde Milan’a attığı golle takımına kupayı getirmiş, yıllarca Barcelona 9 numarasında harikalar yaratmış gerçek bir efsane. Özellikle de havada asılı kalıp vurduğu kafa şutları hala ikonik sahneler olarak zihnimizde yer ediyor.
Patrick Kluivert’ın oğlu Justin Kluivert ise oyunculuk tarzı bakımından babasından bir hayli uzakta. Oğul Kluivert hızıyla fark yaratan, potansiyel bir kenar oyuncusu. Ancak Roma’da forma şansı oldukça azalmış görünüyor. El Shaarawy ve Cengiz, ondan önde gibi Neyse ki henüz 20 yaşında ve hala gelişime çok açık.

Futbol tek bir ismin başarısından değil elbet. Ancak takımın marka gücünü ve kendi değerini yükselten ikonlar haline evrildi.Yaşanan onca mücadelenin zor yılların ardından bugün dünyanın en büyük futbol ekonomisi olan ve bir çok devi barındıran bu liglerin kasalarına uzanan bir peri masalıdır aslında. Kulüpler, taraftarları sporcuları ve yöneticileri ile camia oluştururlar ama asıl önemli konu her kulübün bugün kendine ait bir kişiliğinin olmasıdır. Kulüplere kişiliklerini kazandıran en önemlisi de gençlere ya da bir nevi alt yapılara yaptığı yatırımlardan ibaret.

Bu tip gençlerin performansına dair merakım dışında, babalarının maçlarını izleyememenin vermiş olduğu buruklukla, eskiye dönmeyi iple çekmediğimi itiraf etmeliyim. Yine de unvanını korumak için buraya gelen, herkesin hedefindeki öncelikli isim olmayı ve de babalarıının gölgesinde değil de, onların gösterdikleri yolda ışık olmaları, burada ve başka ortamlarda ziyadesiyle futbol yazısı yazmış bendenizin yegane isteği olacak.


13 Ağustos 2020 Perşembe

Altın Harfler; Arvydas Sabonis

Yeni sezon Euroleague kapımıza gelip çatmışken heyecana kayıtsız kalmak olmazdı. Güncel rekabetler, şampiyonlar, favoriler, sürprizlerle uğraşırken bir yandan da eskilere dalıp gitmenin güzelliğini keşfetmeye bıraktım kendimi. Basketbolun görkemli geçmişine dönerken, tarih yapraklarında o büyük anları ararken, kendi hikâyelerimizi bulduk. Heyecan başlamadan, kendimi bilindik sokaklarda Kaunas’ta bulmamak imkânsızdı.  

6 Mart 1964 Cassius Clay, resmi olarak Muhammed Ali adını aldı. 3 Haziran 1964 Futbolun "Ordinaryüs"ü Lefter Küçükandonyadis, Fenerbahçe-Beşiktaş arasında oynanan jübile maçıyla futbola veda etti.

19 Aralık 1964’ün buz gibi havasında o zaman adı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olan ülkenin Litvanya’nın Kaunas şehrinde dünyaya gelen çocuğun adını dünya basketboluna altın harfler ile yazdıracağını kendi ailesi dâhil kimse bilmiyordu.

Dünya basketbol ekolünün en üstlerinde yer alan bir ülkede doğmuş olması ve daha sonra boyunun bir dev boyutlarına ulaşması onu basketbol için en elverişli koşullarını sunacaktı. 13 yaşına kadar eline basketbol topu bile almamış olan Arvydas Sabonis, daha sonrasında boyunun çok hızlı uzaması ile 15 yaşında tüm ülkenin gözünü diktiği bir süper yetenek haline gelmişti bile. Onu ileriki yıllarında seyreden birçok kişi onun için “2.21 boyuna gizlenmiş bir oyun kurucu “diye söylemesinin nedeni, basketbola başladığı ilk yıllarda uzun boyu ile oyunun merkezinde durup oyunu yönetmesiydi. 

17 yaşında profesyonel ilk sözleşmesini kimsenin hayret etmeyeceği Zalgiris Kaunas takımı ile yapan genç çocuk, 18’inde Dünya kupası kazanan takımın bir parçası olmayı başaracaktı.

NBA’in henüz kapılarını yabancılara açmakta fazlasıyla çekingen davrandığı yıllarda, 1985 yılında NBA Draft’ına girer 77. sıradan Atlanta Hawks tarafından seçilir fakat yaşı 21‘in altında olduğundan dolayı NBA yönetimi oynamasına izin vermez. 1986 yılında ciddi bir sakatlık geçirir, tüm uzun oyuncuların belası olan aşil tendonundan sakatlanan Sabonis neredeyse basketbolu bırakma noktasına gelmiştir, tedaviler sayesinde parkeye geri dönmeyi yapsa da ne eski hareketliliği ne de eski hızından eser yoktur artık.

1986 yılında bu sefer geçerli olacağını bildiği Draft’a bir kez daha girer 24. sıradan Portland Trail Blazers tarafından seçilir fakat zamanın S.S.C.B. yönetimi onun NBA’de oynamasına müsaade etmez ve Arvydas Sabonis NBA’e kavuşmak için 9 yıl bekleyecektir. 1989’da NBA de oynama izni çıkmasına rağmen o Avrupa’da efsane olmayı seçer.

Kariyerinin ilk 8 sezonunda Zalgiris Kaunas’ta kazanılmadık ödül, kazanılmadık kupa bırakmadı neredeyse. O yıllara sığan ödüller…

Euroscar Yılın Oyuncusu (1984, 1985, 1988), Mr. Europa Yılın Oyuncusu (1985, 1997), SSCB Lig Şampiyonluğu (1985–1987), Dünya Kupası Şampiyonluğu (1986), Litvanya Yılın Sporcusu (1984–1986, daha sonra 1996’da tekrar), Eurobasket Şampiyonluğu (1985), Eurobasket En Değerli Oyuncu (1985)

O dönemde Drazen Petrovic ile Arvydas Sabonis arasında muazzam bir rekabet vardı. Karşılaşacakları maçların heyecanı günler önceden başlardı. Asıl önemli olan ise Avrupa’da kimin daha iyi oyuncu olduğunu göstermekti…

1989 yılında Sovyet oyunculara transfer serbest bırakılınca sürpriz bir şekilde CB Valladolid takımına transfer olan Arvydas orada huzurlu ve sessiz bir 3 yıl geçirir. Kimilerine göre bu 3 yıl onun kendini asıl patlamaya hazırladığı 3 yıl olarak görülmektedir, zaten 1992 yılında Real Madrid’e transferi ile beraber bu düşüncenin doğruluğu da kanıtlanmaya başlamış olacaktı.

1992-1995 yılları arası Avrupa’da tüm kupa ve ödülleri silip süpürme zamanıydı. Lega Basket All Star maçı En Değerli Oyuncu (1992), İspanya Kupası Şampiyonu (1993), İspanya ACB Ligi Şampiyonluğu (1993, 1994), İspanya Ligi Final En Değerli Oyuncu (1993, 1994), İspanya Ligi En Değerli Oyuncu (1994, 1995), EuroLeague Şampiyon (1995), EuroLeague Final Four En Değerli Oyuncu (1995)

Avrupa basketbolunu resmen domine eden Arvydas Sabonis için nihayet NBA zamanı gelmişti. Artık Avrupa Basketbolunun bildiğini tüm dünyanın en büyük basketbol organizasyonunda göstermek Sabonis için en büyük hedefti. Ve Portland Trail Blazers ile masaya oturan Sabonis, 6 yıl sürecek bir maceraya çıkmaya hazırdı. Daha sonra bir gidiş dönüş ile beraber toplamda 7 sezon sürecek bu birliktelikte en büyük problem Sabonis‘in sakatlıkları oldu. Kariyerini 40 yaşında basketbola başladığı yer olan Zalgiris’te bıraktı. 2011 yılında Litvanya Basketbol Federasyonu Başkanlığına seçildi ve hâlen bu görevi devam ettiriyor.

Basketbol tarihinin en büyük sürprizleri listesinde daima tepelerde yer alacak, gözüyle görmeyenin inanmayacağı cinsten bir adam Sabonis. Kimisini bitiş çizgisine götüren oyuncu, kimisini başlangıca getiren bir öğretmen gibi; bu satırların yazarı da canlı izleyemeyen bir kaybeden olarak, tam da o günlerde ilk kez büyümeye başlıyor…