30 Nisan 2021 Cuma

Yancı Wade

Oyun içinde geri planda kalmak onun için artık problem değil ama arkada kalmak onun kendi tercihi, farkındayız değil mi? Tercihi olabilirdi lakin Dwyane Wade öyle yapmadı. Daha iyiyi kokladı. Evet, çok kolay olmadığını biliyordu. Zira, zoru severdi.
Miami’de, doğru zamanda bir aradaydılar. Kazanmaya hazır bir ekiptiler. Her biri bireysel başarıları tatmıştı. Artık kazanmak için aceleleri vardı. Arkalarında sağlam bir miras bırakmak için şampiyonluk yüzüğü takmaları gerektiğini biliyorlardı. Bir oyuncunun kendi içinde sorgulaması gereken şey kazanmayı, kendini göstermeye tercih edip etmeyeceğidir. Dwyane Wade bu seçimi yaptı ve bu konuda hakettiği kadar övgü aldığını düşünmüyorum.

LeBron’un bu ligdeki en iyi oyuncu olduğu apaçık ortada; fakat Wade omzunda All-Star apoletini, parmağında şampiyonluk yüzüğünü taşıyordu, finallerin en değerli oyuncusu olmuştu ve yine de – daha çok – kazanmayı tercih etti. Şampiyonluğa göz dikmiş her takımdaki her oyuncunun yapması gereken bir tercih bu. Kazanmaya giden yolun her daim ekibin başını çekmekten geçmediğinden bahsediyor. Aslında bu minvalde gizli bir lider görevi taşıyordu Dwyane Wade.
Yıllar önce farkına vardığı bir durum belki ama mevzubahis kavramın kökü milenyum sonrasında bile kurumadı henüz. Ve o “mühim” isimler basketbol topunu elinden bırakmadığı sürece sonu gelmeyecek…

2006 sezonunda çok net haırladığım, sınav kaçamakları yaptığım her vakitte sabahladğım Wade maçları söylenenlerin hakkını veriyordu. Seri Florida’ya taşındıktan sonra her gece dümende Dwyane Wade vardı. Gecenin ağırlığı göz kapaklarınıza çöktüğü anda kendisine çalınan bir faul düdüğü sinsice rahatsız edip ayakta kalmanızı sağlıyordu. Wade işi son maça bırakmıyordu. Seri Texas’ta, seyircilerin katılamadığı bir kutlamayla bitmek durumundaydı. Yalnız olmak Miami ekibinin çok umrunda olmasa gerek. Fakat bir koca adam diğerlerinden biraz daha yalnız görünüyordu platformda. David Stern, finallerin en değerli oyuncusunu açıklamak üzere öne çıktığında Shaq yanında bitiyordu. Ve Shaq o tok ve gür sesinde yankılanıyordu Wade’in adı.


Çok ilginç ve bir o kadar da eşi benzeri olmayan NBA kariyeriyle parlayan, NBA tarihindeki haklı yerini çoktan aldığını düşünüyorum. Ama tarih onu nasıl hatırlayacak? Benim gözlerimle izlediğim Dwyane Wade’i mi? Yoksa tarih kitabının objektif bakış açısına sahip Dwyane Wade’i mi? 2006 NBA Finalleri’nde çoğu yazarın “… yıldız oyuncunun” yanındaki “yancı” olarak da adlediyordu.
O artık 23 yaşında bir NBA şampiyonuydu. Hem de Finallerin MVP’si olarak. Aslında dürüst olmak gerekirse kimilerine göre bu şampiyonluk buna rağmen Wade’e değil, Shaq’e yazılmıştı. Ama kimin umrundaydı? Kobe evinde playoffları izerken Wade, şampiyonluk kupasıyla poz veriyordu. Şu anda çok hatırlanmıyor ama o seneye kadar ligin en popüler oyuncuları Kobe Bryant, Tracy McGrady ve Allen Iverson iken bir anda Dwyane Wade NBA yeni yüzü oldu.

Reklamlar, sponsorlar, “Dwyane Wade Çılgınlığı” çığ gibi büyüyordu. Sadece Amerikan spor basınında değil, dünya basınında da. Şampiyonluğun ardından 1 sezon daha formda kalan Wade, sakatlıklarla boğuşmaya başladı ve elit oyuncular seviyesinde yerini kaybetmeye başladı. Bir geri dönüş yapmaya çalışsa da başarılı olamadı. Bir dönem “yancı” yaftasını yapıştıranlar sonradan, sonsuza kadar “hancı” olmasını bekliyordu. Ancak kötü gidişatın alameti farikası olan sakatlıklar onu bir anlamda “yolcu” yapacaktı.
Wade’in hikayesinde en acı gerçek onu her süreçte başka oyuncular ile yanyana yazılmasıdır. Shaquille O’Neal, LeBron James, Chris Bosh… O olmasaydı bir yüzüğü eksik olacaktı.

Gizli kahraman Wade “yancı” olarak adlandırıldığı ekibe ayak uydurarak yine ortak payda da buluştular. Dwyane Wade, Utah Jazz takımında hissesi olan beşinci eski oyuncu oldu. Grant Hill’in Atlanta Hawks’ta, Shaquille O’Neal’ın Sacramento Kings’te, Magic Johnson’ın ise Los Angeles Lakers’ta hissleri var.
Wade zoru başardı diyebilir miyiz? Kesinlikle evet, fakat bu o kadar da kolay olmadı. Halen daha gizli kahraman olarak atfedilmesinden yola çıkıoruz.

15 Nisan 2021 Perşembe

Çöküşten Yükselişe

Unutamayacağınız bir şey görüp unutmak isterseniz bir hikaye başlıyor. Futbolda bu duruma mütevellit epey bir birikim var. Şaşmaz ki, rota bu tip konulara geldi mi, tüm yollar İngiltere’ye çıkıyor. 2000'lerin başında Avrupa'nın gelecekteki şampiyonu olarak görülen Leeds United, o yıllara tekabül eden yıllarda 3 yılda 2 kez küme düştü. Futbol tarihine geçen büyük çöküşün hikayesinin mutfak kısmında başka hikayelerde yatıyor.
Leeds United ile bir şekilde bağ kurabilmiş hiç kimse, o “uğursuz” 2003-2004 sezon sonrasını unutamayacak. Önce burada anlaşalım.

2004 yılının mayıs ayına kadar, şehrin mavi yakasının ev sahipliği yaptığı son maçlarda kaybedildiği düşüncesinin birçokları tarafından kanıksanmış olması veya durumu yarım ağızla meşrulaştırma çabaları bu gerçeği gölgelemiyor.
1999-2000 sezonunda UEFA Kupası yarı finalinde Galatasaray'ın rakibiydi Leeds. Yanlış zamanda yanlış eşleşmeye denk gelmişlerdi. İşte o eşleşmede Türk futbolseverlerin hatırladığı en önemli isim ne takımın yıldızı Kewell, ne de menajer David O'leary'ydi. Türkiye, hala UEFA'daki lobisini kullanarak Galatasaray taraftarını Elland Road'a aldırmamayı başaran ve sonra etrafa sinsi gülücükler atan başkan Peter Risdale'i hatırlıyor. Leeds kenti işte o beyaz şaçlı adamı Sarı lacivertlilerin bugünkü durumunun en önemli sorumlusu olarak görüyor.

2000-2001'de Şampiyonlar Ligi yarı finalinde Valencia'ya elenmeleri Leeds'in düşüşün başlangıcı oldu. Ancak takım içindeki çöküşün sebeplerinden biri de sarı lacivertlilerin gelecekteki en önemli iki ismi Woodgate ve Bowyer'in bar çıkışında bir Pakistanlı'yı öldüresiye dövdümekten yargılanmaları ve Duberry'nin arkadaşları aleyhine şahitlik yapması oldu.
Ancak bu takımın sadece Şampiyonlar Ligi yerine UEFA Kupası'na katılmasına neden oldu. Leeds'i 1. Lig'e kadar düşüren ise ekonomiydi. Avrupa'da başarılı olmak için menajer David O'leary'nin istekleri doğrultusunda transfer edilen futbolcuları yüksek bonservis bedeliyle alan Leeds, aynı oyuncuları çok düşük paralara satınca her geçen yıl ekonomi daha da kötüye gitti.


Esasında benzer senaryolar pek çok takımda görebileceğimiz türden. 2000 yılında kadrosunda Robinson, Matteo, Kewell, Alan Smith, Bridges gibi isimlere sahip sarı lacivertliler. Ancak asıl bombalar 7 milyon pounda alınan Seth Johnson ve 15 milyon pounda transfer edilen Rio Ferdinand oldu. Aynı yıl 12 milyon pounda Keane ve 11 milyon pounda Fowler'ın alınması sadece Leedsliler'i değil tüm Ada'yı çok şaşırtan bir gelişmeydi. Neyse ki sezon sonunda Rio Ferdinand'ı 30 milyon pounda ManU'ya sattılar ve biraz olsun toparlandılar. Ancak uzun yıllar sonra kulüp 13 milyon pound zarar açıkladı.

Ve bundan sonra hiç bir şey eskisi gibi olmadı. 2002'de açıklanan 43 milyon poundluk zarar artık takımdan kopmaları getirdi. Zararına elden çıkarılan oyunculardan sonra artık efsane kadro dağılma sürecine girmişti.
Leedsliler, daha fazla tahammül edemedi ve kulüp başkanlığına Profesör John McKenzie getirildi. Ancak o da ancak 1 yıl dayanabildi. Yarı finaller gören kadronun en önemli isimleri Kewell ve Woodgate, Liverpool ve Newcastle'ın yolunu tuttular. Bu transferlerden elde edilen gelir sadece 10 milyon pound oldu. Newcastle, Woodgate'i sadece 1 yıl sonra Real Madrid'e 22 milyon euroya satarak Leeds'in zararını bir kat daha artırdı.

Kadrosunda hiç önemli oyuncu kalmayan Leeds United 2005'te 22 maçlık galibiyet hasretinin ardından lige veda etti. Bir yıl sonra play off'ta Watford'a kaybeden Elan Roadlılar, League One yolunu tuttu. Felaketler silsilesi ve kötü yönetim Leeds’in fişini çekecekti. Şimdilerde Premier Lig’de oynasalarda epey çetrefilli yollardan geçerek gelmenin anlamını çok iyi biliyorlar.
Şimdi o kasten unuttuklarımıza yeniden dönelim ve geçtiği sezonlarda başarıya ulaşmak için kullandığı yöntemler dahilinde nasıl birer anomali şeklinde vuku bulabildiklerini düşünelim.

8 Nisan 2021 Perşembe

Altın Kız

Hollanda, bisiklet tarihi boyunca her zaman büyük isimler çıkarmayı başarmış bir ülke oldu. Ancak bu isimlerin içerisinden yalnızca küçük bir grubu en iyisi olabilmeyi başardı. Hollanda’nın olimpiyat şampiyonu “Altın Kız”ı, Anna Van der Breggen ise şimdiden en iyilerin içinde dahi ayrıcalıklı bir yere sahip…
Tarih tam karşımda duruyordu, görmemek imkânsızdı. Bir bisikletçi kılığına girmişti, yerde yatıyordu, sakatlanmıştı. Ancak asfalt yol ile olan ilişkisi çok daha geriye dönüktü. 7 yaşındayken, abisi ile beraber yerel bir bisiklet kulübünde yarışmaya başlayacaktı. Sonrası malumunuz. Çok ayrı, özel bir öykü değildi aslında Anna Van der Breggen’in sahip olduğu. Ülkenin bisikletçileri yüzyıldır bu sporu yapabilmek için hemen evlerinden dışarıya çıkmaları yeterli olacaktı.

Breggen için tipik bir Hollandalı serzenişiyle başlamış iki tekere. Sosyalleşmek adına aracını seçmişti henüz çocukken. Ardından kendisini Hollanda’da “dike benden races” olarak adlandırılan ve çocukların normal bisikletleriyle katılabildiği yarışlarda bulacaktı. Bu yarışlardan sonra artık bisikletçi olmak istediğini anlayarak, sosyalleşme aracını bir “tık” üst seviyeye taşıyacaktı. İlk başlarda profesyonel olması pek de onun gelecek planlamasında olmasa da, farkında ve hedefi olmadan kendiliğinden gelişti podyum maceraları. Anna Van der Breggen için, bir hedef olacaktı. Profesyonel kadın bisikletinin her geçen yıl daha da büyümesinde önemli rolü üstlenenlerden. Lakin hala gidilecek uzun bir yolun olduğu aşikar.

Rabobank-Liv’de geçen üç yılın ardından kadın bisikletinin dominant ekiplerinden Boels Dolmans’a geçerek, bu takımda kendini ilk günden itibaren gerçekten evimde gibi hissettiğini ispatladı Ve eğer 2018 sezonun ilk yarısında elde ettiği sonuçlara da bakacak olursak, gerçekten bir takım gibi yarıştığımızı görürsünüz. Bu kişilere bağlı kalmadan, takım halinde yarıştığımızın bir ispatı aynı zamanda. Bir de üstüne tatlı niyetine Rio Olimpiyatları madalyası…
Olimpiyatlar bir sporcu için gerçekten de eşsiz bir tecrübe olmalı. Tüm dünyanın gözlerinin üzerinde olduğu bir organizasyon ve tabii elde edilen altın ve gümüş madalyaların da bu deneyimimin eşsizliğinde katkısı çok büyük. Her şeyin ötesindeyse, çevrenizde en üst seviye uluslararası atletlerle aynı olimpiyat köyünde bir arada olmak başlı başına unutulmaz bir tecrübe olması için yeterli bir sebep.


Başarılarının yanına “yıldız” kadınlardan aldığı gücü de yadsımıyor. Yıllar boyunca kadın bisikletinin efsane isimlerinden Marianne Vos ile aynı takımda yarışarak, ondan öğrendiğini uygulamaya koyabilen ender kadınlardan.
Vos’tan alığı güçle 2015’in ardından Giro Rosa’da bir kez daha zafere ulaşması pek de kolay olmayacaktı. O yıl Giro Rosa alışılmışın dışında bir parkura sahipti. Yine de tur sonunda kadın bisikletinin en prestijli yarışlarından birini bir kez daha kazanmanın gururunu yaşadı Breggen. 2018 yılı ile birlikte bir sezonda üç Ardennes klasiğini de kazanmayı başaran kadınlarda ilk, tarihte ise üç bisikletçiden biri olan Hollandalı “Altın Kız” gıpta ettiriyor.

16. kez koşulan Kadınlar Omloop Het Nieuwsblad yarışı, sezonun daha erken olan organizasyonlarının pandemi sebebiyle iptal olması nedeniyle, kadınlar takviminde de Avrupa’da sezonu açan yarış oldu.
Dünya Yol Şampiyonu Anna van der Breggen gökkuşağı mayosuyla çıktığı sezonun ilk yarışında podyumun zirvesinde yer almayı başardı.
Gökkuşağı mayo ise son tırmanışa kadar hamlesini yapmak için bekledi. Van der Breggen, atağını yaptı ve rakipleri ona yetişmekte başarısız oldu. Sonuç; son pedalına basmaadan podyumdan veda olacaktı…

Anna van der Breggen bu yıl sonunda emekli olacak ve kariyerine yönetici tarafında devam etmesi bekleniyor. Hollandalı gökkuşağı mayoyu kazandığı dünya şampiyonasından beri katıldığı dört yarışın ikisini kazandı. Sadece Breggen değil, bütün bisikletçilerin kaderi aynı şekilde gelişti. Kitaplarını okuyun, hayat hikâyelerine bakın, benzer duraklar göreceksiniz. Ülkeden ayrılmak ya da ayrılmamak. Uluslararası kulüplere gitmek ya da gitmemek. Ülkesinde kalmak ya da kalmamak. Gökkuşağı mayoya dönmek ya da dönmemek. Bütün mesele aslında bu. Anna Van der Breggen’de tam olarak bunların dışına çıktı.