31 Mart 2017 Cuma

Şampiyon Boston Celtics mi?

Hiçbir şey sonsuza kadar sürmüyor ve herhangi bir kimse hayatı boyunca kazanmıyor. Zira tersini düşünmek pek mümkün değil. Bu yazıda da bugüne kadar kazanılmış şampiyonluklar, kavgalar, anlaşmalar, el sıkışmalar, devasa paralar yer alabilir. Veya var olabileceği düşündüren imarelerde…

Artık mağlubiyetler de var. Boston Celtics’de yeniliyor. Şampiyonluk yolunda epeyce şaşabiliyor. Herkes gibi! 

Boston takımının çok bilindik bir farklılığı var. NBA tarihinin en eski ve kök salmış takımlarından biri olmakla beraber en çok şampiyonluk yaşamış bir takım aynı zamanda. 17 gibi bir rakam az görünse de NBA ‘deki çetin çekişme düşünülünce oldukça ciddi bir sayı.
Bir de Celtics’in logosunun nereden geldiğine dayanan rivayetler azımsanmayacak türden… 

Boston’ın unutulmaz koçlarından Red Auerbach’ın tasarımcı kardeşi tarafından tasarlanan logodan ilk şeklini almış. 1950’li yıllarda yaşamış İrlandalıların temel alarak işlemiş logoyu. Ancak sevgili Amerikalılar durumu pek de öyle algılamak istememiş.
Aslında logodaki göz kırpan adamın Boston takımına şans getirmesi için çizdiği söylentilerine de ayrı bir konu başlığı.


17 şampiyonluğa bakılırsa hiç de fena bir rivayet sayılmaz. Geçmişten gelen bu şampiyonluklar yerini sağlama bağlayamamış durumdalar son sezonlarda.
NBA takımları arasında süregelen inişler-çıkışlı grafik, son zamanlarda Cavaliers ve Golden State çekişmesine sürükleniyor. Tabi gelecek beş yılda çok farklı bir tablo bizleri bekliyor.

Lakin şu an geleceği bir kenara bırakıp, geçmişten feyz alma vakti. Boston Celtics’in geçmiş yıllardaki ilk önemli lideri Bob Cousy ile beraber önemli başarılara imzasını atacaktı. Ne var ki tarihler 1956 yılını gösterdiğinde kimsenin aklına Bill Russell’lı Celtics’in fırtına gibi eseceğini bilemeyeceklerdi. Ezici sonuçlar 1950 hatta 1960’ların sonun kadar takip edecekti. 

Daha sonrasında bir diğer efsane isimlerden Larry Bird dönemi başlayacaktı. Arka arkaya beş  final oynayıp üçünü müzelerini göndermeyi başaracaktı. Ve daha sonrası…
Bir türlü direnemeyen ve kendini orta seyir dışına çıkaramayan bir takım haline büründü. İşin aslı nedir biliyor musunuz? 
Bazıları, uzun zaman eski günlerine dönemeyip, sıradanlaştı. Ya da şimdilik her şey öyle görünüyor!

24 Mart 2017 Cuma

Pedala Basın, Rota Katar

Her şey, her şeye rağmen bisiklet turları sizi hala heyecanlandırıyor mu? Yavaş yavaş yaklaşan Tour de France gibi ya da İtalyanlara haksızlık etmek istemem. İspanyollara da…Bunların hepsi bir yana belki eş değer değil fakat yeni ülkelerde denenmeye başlayan turlar, biraz olsun ayakları pedala götürüyor. Futbolun domine ettiği spor dünyasına kapı arasından bakan basketbol, kendine yer bulabiliyor.

Öyleyse diğer sporlar? Bunu bir kenara not ettikten sonra, Katarların neredeyse saydığımız bu branşların çoğunda el atması azımsanmayacak türden. Zira, yakında Premier Ligin ismi değişebilir!
Bu, görüşler bir yana, Fransızları, İtalyanları ve de İspanyolların yanına tüm hızıyla Katarları eklemek ortalığı biraz kızıştıracak gibi. Çünkü İsviçre, İtalya ve diğer Avrupa ülkelerinin başarmakta güçlük çektiği turlardan, Katarlar tüm maddi desteği de arkasına alarak Tour of Qatar’ı yola sürdüler.

Tour de France bisiklet için “yaz” demekti. Diğerleri baharı yaşatsa da, farklı perspektifiyle 2002 yılı itibariyle Katar “bende varım” dedi.
Tom Boonen’in dört kez kazandığı Katar turuna Cavendish’te vitesi yükselterek gelecekti. Pek tabi ki tek başına maddi destek yeterli bir sebep değil. Paranın satın alamadığı noktada, tour de France tecrübesi devreye girecekti.


Bu denli büyük takımların neredeyse tam kadro dahil oluşu, oluşturulan rotaların Fransa'nın elinin değmesi ortaya Tour of Qatar ekip çalışmasını çıkartıyor. Aslında biraz geçmişe döndüğümüzde Fransa Bisiklet turunun ilk dönemlerini bisikletin “altın çağı” niteliğinde. Zira, sonra sonra güçlü takımlar, muazzam paralar, yıldız isimler ve profesyonelleşme ile bugünlere gelindi. Değişen tek şey selenin üzerine oturan isimler…

Belki yanına birkaç satır daha eklenir fakat fazlası olmaz. Her şey ne kadar da basitti! Bisikletçilerin çoğu acı çekiyor ve de birileri bundan “para” kazanıyor. Belki “şu” yoldan ellinci geçişi olsa da artık tüm dünyanın gözlerinin üzerinde olduğu küresel bir spor oluverdi. O yollardan biri de Katar da artık yerini alacak. Büyüdü ve hiç şüphesiz daha da büyüyecek.

Yahu çöl de bisiklet mi sürülür diyenlere, biraz vakit ayırıp nasıl bisiklet için parkur düzenlenir, feyz alsınlar. Bu işin bel kemiği olan üç büyük turu es geçmeden tabi! Bisiklet dünyası bu üçlünün arasında dönerken ara sıra sürpriz yapan Katar gibi turlarla vücut bulmuşlardı. Diyeceğim o ki çölde de bisiklet sürülür.

17 Mart 2017 Cuma

Geçmişten Geleceğe Çizilen Bisiklet Yolu

Fazlasıyla yoğun günler geçiriyorum. Çok daha yoğun... Zira mutluyumda!

İşte, bu noktada bir parantez açmak istiyorum. Yaşınızın veya ne yaptığınız bir kenara bırakın. bundan bir kaç yıl önce benim yaptığım gibi...
İskandinav bölgenin havasını solumuş taze bir bisikletçiyken, Vehbi Şen'in ustalığıyla tanıştım. Ve sonrası mı...
Vehbi Şen'i tanımak benim için şans ve onurdur. Belki sizinde hayatınıza dokunabiliriz.

.       Vehbi abi ben seni çok iyi tanısam da en azından bu röportajı okuyanların da senin hakkında öğrenmesini istediğim noktalar var…

1953 Makedonya doğumluyum. Maliye teşkilatından emekli olduktan sonra, zamanımı bisikletle dolaşmaya ayırdım. Herkes için spor aracıyken, bisiklet benim için bir ulaşım aracıdır. İnsanları bisiklete her zaman spor olarak görmesi aslında yanılgıdır. Nasıl arabaların spor versiyonları varsa, bisikletlerin de yol bisikleti vardır.

Bizim için önemli olan insanların bisikleti ulaşım aracı olarak pedal çevirmesidir. Neden? Daha iyi bir çevre için ve hem de boş zamanlarını evde tıkılması yerine bisiklet ile keşfetme fırsatları için. Ben bu sayede birçok yeri gezdim, gördüm ve deneyimledim.

2.       Bisiklete, emekli olduktan sonra başlama süreci nasıl gelişti?

Bisiklete çocukluktan beri gelen bir bağım vardı. Oğlumun bisikleti vardı ve böyle böyle tutkulu bir hal aldı. Aslında oturduğum bölge, hatta Bursa bisiklet için çok ideal bir alana sahip. Buradan bir saatte denize, dağa gidebiliyorsun.

İlk zamanlarda 5-10 km sürat yaptığım zaman çok hızlı gidiyormuşum gibi geliyordu ve kendimi epey geliştirdim. Çevremizde bir sürü bisiklete binen arkadaşlarım olmaya başladı. Bu vesileyle Yeşil Pedal Bisiklet derneğine kask almaya gitmiştim ve onlarda yeni faaliyete başlamışlardı. Böyle böyle genişledik.


Benim bir de bir huyum vardır; bisiklete yalnızca seyahat edip bırakmak değil, onu tamir etmek, bakımıyla ilgilenmek ve hatta yollarda kimin bisikleti bozuk olsa hemen yardıma giderim. Böylece zevk alarak bisiklete binmeye başladım. Kendi araştırdıklarımı deneyimleyerek, diğer kişilere aktarmaya başladım ve bu yayıldıkça keyif almak kaçınılmaz oluyor.


1.       Vehbi Şen’i diğer kişilerden farklı kılan bir durum var. Kalbindeki pilden dolayı, sen daha da azmederek yola devam ettin…

Benim felsefem, yaşadığım sürece sağlıklı kalmak ve toplumdan kendimi soyutlamamaktır. Her zaman iyi olduğunuzu düşünüp, kişilere hissettirmek…
Benim esas problemim; ritim bozukluğu, kalbin çok hızlı atması ve bu da şokla olabiliyor. Ben bunu kalbimin “şase” yapması olarak nitelendiriyorum. 1998-2000 yılları arasında hemen hemen 6 sefer yoğun bakımda yattım.

Bisiklet benim için bu dönem de çok büyük bir artıydı. Bakış açımızı, sosyal çevre için geri dönüş sağlıyor. Bu konuda da bir önerim olacak. Şehir merkezinde değil de köylere gitsinler, insanları tanısınlar ve de onlarla sohbet ettikleri zaman daha iyi kendilerini hissedecekler. Farklı olan şey ise, herkes aynı topraklarda yaşadığını, aynı şeyleri düşündüklerini bununla beraber düşünce yapılarının farklı olduklarını görecekler.

2.       Daha da keyifli olan kısım, artık Türkiye sınırları içerisinde epey büyük bir alanda iz bırakmaya başladın. Nasıl başladı bu yolculuk?

Edirne’de olan bir ekibimizle beraber yola çıktık! Aslında Bursa Bisiklet festivalinde tanıştığımız arkadaşlarla, daha sonra Erdek-Kapıdağ turu düzenlemeye karar verdik. Orada da bu Edirneli ekiple tanıştık ve sınırlarımızı aşmaya başladık.

3.       Bu vesileyle önce Balkanlar ve sonrası Avrupa turları…

Her şey Edirne’deki ekibin Istıranca turu planlaması ile gelişti. Ve Balkan turu ile Türkiye sınırlarının dışına çıkmış olduk.
Önce Edirne’den çıkarak tüm vize dağları etrafından dolaşıp, Istıranca güzergâhını dolaştık. Dünyanın en büyük meşe ormanın bulunduğu bir bölge aynı zamanda. Yaklaşık 400-500 km yol ile her gece çadırlarla bir köyde kaldık. Sabahleyin ilk işimiz tekrardan yola koyulduk. Anlatılarak değil, bisikletle dolaşarak keyfini çıkartmanızı öneririm.


1.       Ve balkan turları peşi sıra izledi. Bize biraz anlatır mısın?

1. Balkan turunda öncelikle Prizren ile açılışımızı yaptık. Buradan başlayarak, Kosova’nın başkenti Priştine’ye geçtik ve buradan da müthiş manzarasıyla Ohrid’e... Üsküp, Manastır’a… Buralardan sonra da Selanik, Kavala, Gümilcine ve Dedeağaç’la birlikte Edirne’ye dönüş yaptık. Yaklaşık 14 günde küçük bir Balkan Turu yapmış olduk fakat gittikçe genişleyerek 2. Balkan turu yapmaya karar verdik.

Önce Novi Pazar’a gelerek başladık. Sırbistan, Karadağ’ın kayak merkezlerini dolanarak tünellerin içinden geçip Podgorica’ya ulaştık.  Yolun bir kısmı tamamen kalyon bir tarafı kayalık muazzam bir manzara bize eşlik ettik. Buradan Budva ve Kotor’a ve tünelin sonunda birdenbire deniz seviyesine ulaştık. Ve buradan Dubrovnik ile Mostor’a pedalladık.

3.Balkan turunu son turda olduğu gibi üç arkadaş gerçekleştirdik. Bu sefer Rusçuk ve Romanya sınırı arasındaki meşhur Demir köprüden geçerek başladık. Sonra Bükreş’e geçtik ancak asıl hedefimiz Gagavuz Türklerinin yaşadığı Moldova’ya geçmekti. Çoğunluğu Türkçe konuşuyor. Bizden çok daha net Türkçe konuşan insanlardı.

2.       2016 yazı aslında bir nevi ülkemizi keşfetme vaktiydi sizin için.

Daha öncesinde de Türkiye’de birçok yeri dolaşabilmiştik. Geçen sene Temmuz ayında Bursa’dan üç arkadaş (İlhan Balkan, Esen Gözgören) Orhaneli, Harmancık, Tavşaneli, Burdur, Isparta rotasını izleyerek Beyşehir’de mola verdik. 
2000 metreye kadar çıktık ve buradan köprülü kanyona ulaştık.
Stabilize yolda neredeyse 20 km hızla gidebildik. Göller bölgesi, Salda gölünü mutlaka bisikletleri ile gezmelerini isterim. Bizim insanlarımızın yurtdışından önce ülkemizi keşfetmelerini bilhassa. Ben daha fazla anlatmayayım, gitsinler, görsünler, hak verecekler…

Ama söylemeden geçemeyeceğim Beyşehir gölünü… Neredeyse senede 240 günü güneşin doğuşu ile batışı aydınlık gün olan yani bulutlu olmayan günler olarak geçer. Ben burada 7 sene görev almıştım, bu yüzden ki benim için çok ayrı! 

1.       Kıbrıs macerası da es geçilmeyecek türden… Neler biriktirdiniz yollarda?

Bisiklet ile çok az geçilen bölgeyi geçmeyi başardık. Gazipaşa ile Taşucu arasında çok dik rampalar mevcut. Bazen %30’a çıkan rampalar… Bizden hemen önce Cumhurbaşkanlığı Turu için bu yollar kapatılmış ve o zaman bu yollar aşılmış.

Taşucu’ndan gemiyle Kıbrıs’a geçtik. Sabahleyin Girne’den yola çıkarak, bir iki gün yollarda konaklayıp baştanbaşa Kıbrıs’ı gezebildik. İnsanların her alandan görebilecek şekilde gözlemlesinler, buradaki tarihi, neden burada olduklarını dinlesinler. Bisikletle gidilemeyecek yerlere ulaşabiliyorsunuz.

2.       Bir de bisikletlilerin en büyük sorunu, yollarda kendilerine yer bulamamaları ya da saygı gösterilmemeleri mi demeliyim?

Evet, bu konuda ülkemiz çok geriden seyrediyor. Avrupa’ya gittiğimde, Balkanlarda rampalarda çıkarken arkamızda kuyruk oluyordu. Hiçbir şekilde bizi sıkıştırmaları veya korna çalmaları söz konusu bile değildi. Onlara yol verdiğimizde de teşekkür ederlerdi. Yani, destek olup, yol veriyorlar.
Türkiye’de köylerde de çok yardımcı oluyorlar. Ancak vasıtalar bizim bir araç olduğumuzu unutuyorlar. Arabaları ile makineleşiyorlar. Yolu kullanan herkesin hakkı, paylaşmayı öğrenmeleri gerekiyor.


Bir zamanlar Vehbi Şen ile...

3.       Biz bu vahameti ülkemizde nasıl kıracağız peki?

Avrupa gibi olabilmemiz için öncelikle kültürle olacak. İkincisi şoför olan kişilerin eğitimli olması ve son olarak da insan olduğumuzu unutmamamız gerekiyor. Amerika’da da, Avrupa’da her şey saygıyla gelişiyordu. Yola yaya olarak çıktığımızda dahi araçlar saygı gösterip duruyor. Budur! Bu duyguyu bizim toplumumuza da aşılamamızla olacak.

4.       Şimdi rotamız nereye?

Almanya’dan veya Hollanda’dan dolaşarak başlayıp, döne döne Türkiye’ye ulaşmak olacak gibi. Eşim (Nuran Hanım) bisiklet sürmeyi bilseydi, 4-5 ay eve dönmeden dünyayı gezerdim. Gençlere tavsiyem bisikletlerini alarak gezsinler, perspektiflerini genişletip, dünyada bizden başka kişilerin düşüncelerini ve farklı yaşamlarını olduklarını fark etsinler. Vakitlerini değerlendirmeyi bilsinler.

6.       Bisiklet, Türkiye için çok ideal bir rota iken, neden bisikletçi çıkartamıyoruz?

Bisikletçinin çıkabilmesi için, kulüplerin, sponsorların olması gerekiyor. Yarışmacıların yetişmesi büyük destek sağlanmalı. Okullarda 14-15 yaşlarında keşfedilmesi ve kemik yapıların, düzenli antrenmanların yapılması ve yemek disiplini olması şart. Bizim Avrupa’daki insanlardan farklı yapıya sahip değiliz. Önemli olan sponsor, iyi eğitim, bilinçli altyapı ve yapılan yatırımlar… Vitrinlik olmayacak!

5.       Son olarak bisiklet sürmek için senin gözünden önerin ne olacaktır?

Acele etmesinler! İlk önce şunu düşünseler; ne amaçla bisiklet sürmek istiyorum. Gerisi gelecektir. Yol bisikleti olarak yarış için mi yoksa dağlarda, engebeli yolları mı tercih etmek istiyorlar. Veyahut bizim gibi şehir bisikletine binerek araç olarak mı kullanmak istiyorlar bunu belirleyerek yola koyulmalılar. Oyuncak almasınlar, bisiklet alsınlar! Kısa süre sonra aldığınız bisiklet gezeceğiniz yerlerle kendini amorti edecektir.

10 Mart 2017 Cuma

Arka Planda Olmak; Toni Schumacher

Şimdilerde, eskisi gibi boş sokaklar, araziler yok fakat, futbol en çok da mahalle maçlarına yakışırdı. Taştan kaleler olmazsa olmaz, takımlar seçilirken ilk tercih edilen kişi olmanın onuru, hiç bitmeyen dakikalar ve şüphesiz herkesin kendini özümsediği bir futbolcu.

Günümüzde yerini halı sahalar almaya çalışsa da, oraya parasal mevzular dahil olunca, mahalle kültüründen çok uzaklaşıyor. Lakin hepsinin buluştuğu da bir nokta var. Çoğunlukla kime sorarsanız sorun ya forvettir ya da hadi bilemedik orta saha… İsteksiz gelenlerin çoğu da savunmaya dahil olunca açıkta kalan ciddi bir kaleci sorunu çıkıyor. Mahalle maçında bile! Zira benim bu konuda bir, iki çift sözüm olacak, belki iddialarım da!

Mesela Alman kaleciler en iyidir diye bir söz atsam ortaya, epeyce karışabilir. Ya da küçük bir dokunuş ile geneli ortalamanın üzerinde bir performans sergiler olarak değiştirirsek, daha kabul edilebilir. Ancak Türkiye’de kalesini korumuş bir Alman kaleci, pek ala bir küçük çocuğun hayal dünyasını süsleyebilir.


Toni Schumacher; bir futbol takımının kaleciden başladığının öğreten adam esasında. Disiplin, estetik kurtarışlar, Alman kültürü, o zamanlar bir kaleci de olması gereken her şey vardı onda. Schumacher’in sekiz yaşında başladığı kariyeri, 1972 yılıyla beraber FC Köln takımıyla tam 15 yıl sürecek profesyonel hayatı başlayacaktı. Ne kadar mülayim, disiplinli olgusunu ön plana taşısalar da bazen öngöremedikleri delilikler de yapmaktan kaçınmayacaktı.

1982’de oynanan Dünya Kupası maçında, takımla ilk 11’de yerini almış, kaledeki güven takıma yansımıştı. Fransa ile oynayacakları yarı final maçında olanlar ve zamanı geri alamayacak olmak tüm çaresizliği hissettirecekti. Toni ile Fransız futbolcu Battiston, karşı karşıya kalmış, hava topunu alabilmek adına, sıçrayan Schumacher çok sert bir biçimde Battiston’a çarpmıştı. O dakikalarda bilincini kaybeden oyuncu, kendisine geldiğinde artık bu hareketinden sonra dönemin en ünlü kalecileri listesinde yazma zamanıydı.

Köln’den hemen sonra Schalke 04 ve çok tanıdık gelecek Fenerbahçe dönemi başlayacaktı. Sarı-lacivert takımla şampiyonluğu tadacaktı. Ufakta olsa Bayern Münih ve Borussia Dortmund geçmişlerini jübile maçlarıyla sonlandıracaktı. Schumacher, bunlarla da yetinmedi. 1987 yılında “Anpfiff” (başlama vuruşu) adında bir kitap yazdı.

İplerin koparacağı kitap, kendinden çok, Alman futbolunun içinde dönenlerden söz edince istenmeyen adam ilan edildi. Aslında kaleciler hep takıma uzaktan bakan yakın bir göz oldukları için, takıma dışarıdan müdahil olurlar, belki de bundandır ne mahalle maçında ne de halı sahada kaleci olmama çabaları… Ancak, bir futbol takımının kaleciden başladığını bir yere not etmek gerek.

3 Mart 2017 Cuma

Murat Ağca'nın Perspektifiyle; Dün, Bugün, Yarın!

Habertürk Gazetesi Spor Editorü, Murat Ağca ile yapmış olduğum sohbet, bizlere bir yerden tanıdık gelecek! Aslında buram buram spora olan aidiyet duygumuzu çarpacak yüzümüze… Açık ve net şekilde konuşmalar, bazen Federer’e denk gelecek bazense hiç beklemediğimiz Körling takımına… O halde sizleri başa başa bırakıyorum.

1.       Murat Ağca’nın şu an bu nokta da olması anne karnında başladı diyebiliriz. Ya da ülkemizde pek de olmayan Olimpiyat ruhu mu demeliyim… Zira hikâyenin devamını bilen biri olarak neler anlatmak istersiniz?

Ben 1972 doğumluyum. 72 Münih olimpiyatlarının olduğu yıl, Türkiye için çok önemliydi. Yayıncılığın emeklemeye başladığı yıllara denk geliyordu. Siyah- beyaz TV yayıncılığına da Münih olimpiyatlarıyla yapılmaya başlanmıştı. Ben de ağustos ayında doğduğum için, olimpiyatın olduğu dönem, benim artık annemin karnında geçirdiğim son dönemdi. 
Annem, evde sıcak havada çok canı sıkıldığı için babamda televizyon satın alıyor ve o sırada olimpiyatlar yayınlandığı için ki annemde çok sever olimpiyat ruhu daha o dönem de kanıma işledi diyebiliriz.

Bu hikâyenin sonu da şöyle aslında, 72 Münih’te yüzmede Mark Spitz’i izleyerek geçiriyor son dönemlerini annem. Dolayısıyla bende anne karnında ilk olimpiyatımı takip etmiş oluyorum. Annenin hissettikleri çocuğu da geçer derler, bir yerde bunun kanıtı da olabilir. Fiilen olmasa da benim ilk olimpiyatım diyebilirim.

Burada estetik spor izlenmesine de vurgu yapmak gerekiyor. Bu konuda da Kenan Onuk’a değinmeden geçemeyeceğim. Kenan abi en değerli spor yazarlarından biriydi. TRT’den sonra NTV’ye geçti ve iki konuda çok ısrarcı olduğunu biliyorum. Biri atletizm diğeri buz pateniydi.  Bu iki şart koşulunda NTV ilk yıllarında TRT’de olduğu kadar NTV’de izledik atletizm ve artistik buz patenini.

2.       Daha özümüze dönersek ülkemizde neden Olimpiyatlara önem verilmiyor? İzlenmiyor?

İzliyoruz aslında! İzlenme oranlarına bakarsak izliyoruz diyorum. Son dönemde yayıncılık konusu üzerinden çok farklı boyutlara geldi. Olimpiyat oyunları evvelinden ve uygun paralara alınıp yayınlanıyordu ancak son yıllarda, 2016 olimpiyatları için Fox yayın haklarını satın alması ve son ana kadar satabilmek için çaba sarf ettiği için kaynaklandı. Ve sonunda son gün son dakika anlaşmaya varıldı.

Bu işin uzamış olması gerekli olimpiyat çalışmalarının alt yapısının yapılamaması beraberinde getirdi. Yayın saatleri uzun olamadı ve yayınlar merkezden yayınlandı.  2016 Rio Olimpiyat oyunları hem sportif açıdan hem de yayını limitli ve zamanlaması açısından havaya giremedi. Türkiye’de renkli ve heyecanlı geçerdi.
Ben bu olaya iki açıdan bakıyorum. Birincisi bizde fazlasıyla milliyetçilik damarı var ve her şey yenmek/yenilmek üzerinden bakıyoruz. O sporun evrensel değerleri, olimpik ruhundan ziyade, sporu oyuna indirgiyoruz. Olimpiyatlarda bu işin Nirvana’sı olduğu için, çok üstlerde olsun istiyoruz. Bizim kafa yapımızı değiştirmemiz gerekiyor yoksa dört yılda bir bu kısır döngü içinde tıkılıp kalacağız.


Benim ilk Olimpiyat başlangıcım 1996’dır. Gazeteci olarak, Türkiye’den takip ettiğim. Daha sonra da 2000 olimpiyatı ile giderek izlemeye başladım. Bu süreçte değişmeyen bir klik vardır, olimpiyat bitince elde edilen başarılar araştırılır ve yetersiz görülür. Bunu da sadece spor yazarları değil, o anda siyasilerden herkes yazar ve bir sonuca da ulaşılamaz. Sonra günlük hayatımıza geri döneriz ve klasik gelgitlerimiz ile kazanma/kaybetme ortamına çeviririz. Bundan sonra değişir mi bilemiyorum!


1.       Bir görüşüm olacak aslında bunu Aras Yetiş ile yaptığımız röportaj da gündeme getirmiştik. Mesela paralimpik oyunları olimpiyatlardan hemen önce olsa daha etkin rol oynamaz mı? Hem olimpiyatlara ısındırmak anlamında hem de paralimpik oyunlarına olan ilgiyi arttırmak için…

Olimpiyatlar kadar önem arz eden paralimpikler, biz de maalesef aynı değeri bulmuyor. Oraya para harcanmıyor, gereksiz görülüyor. Ne yazık ki algı ve yaklaşım meselesi… Türkiye açısından! Güzel bir fikir ama Türkiye’ye ne kadar katkısı olur şüpheliyim. Bizim için önemli olan, paralimpik oyunlarının ne zaman yapıldığı değil nasıl Türk halkı tarafından izlenir hale getirildiği üzerine olur.

Biz daha spor branşlarını özümsetemedik, bunun da büyük sorumluluğunu sokakta ki insanlara vermiyorum. Çünkü Türkiye’de şöyle bir algı yerleştirildi: “Bu sporlar izlenmiyor.” Buna kim karar veriyor? Ancak olimpiyatlara aday olduğumuzda tenisi, basketbolu, atletizmi ne kadar çok izlediğimiz ve oynadığımız üzerine araştırma yapıyorlar. O zaman birileri yalan söylüyor? Bu araştırmalar mı yalan söylüyor yoksa diğerleri mi? Aslında ikisi de doğru söylüyor. Türkiye’de medya hala çok önemli bir güç olduğu için, yadsınamaz. Halen daha Anadolu da, büyük şehirlerde çok önem arz ediyor.

Bu çıkmazdan çıkabilmek adına devlete ve sivil tolum kuruluşlarına büyük görevler düşüyor. Tabi medyaya da! Medya bunun lokomotifi olabilir. Birincisi izlenmiyor söylemleri ikincisi para etmiyor klişeleri…
Bunu değiştirmek için ne yapmak gerek? Öncelikle, çok beylik laf ama sporun ne olduğunu, sadece yarışmaktan ibaret olmadığını, sporu spor olduğu için ve içindeki güzellikleri, hareketi, sportif tekniği vs. severek izlemek için izlemeliyiz.

Böyle olmasaydı Türkiye’de FIFA’nın en büyük ikinci organizasyonu gerçekleştirildi, Dünya gençler futbol şampiyonası, kimse izlemedi. Niye? Orada geleceğin yıldızları vardı. Şimdi onların bir kısmı milli takımlarında harikalar yaratıyor! Niye izlemedik çünkü orada kaos, polemik, gürültü, çekişme, hakem “hataları” yoktu. Sadece futbolun güzelliği vardı. Bunu izletecek, anlatacak olan medyanın kendisi.

2.       Her sporcunun başlangıcı mutlak bir altyapıya dayanırken, bizde gençler sporu bir kurtuluş yolu olarak görüyor ve kazanma duygusuna yenik düşüp arkadan sporculara pek de örnek olamıyorlar. En büyük sorunumuz altyapı? Alternatif çözümü nedir? Bu kafa yapısını değiştirmek adına neler yapmamız gerekiyor?

Nereye yatırım yapacağız? Önce aile, okul/milli eğitim bu ikisinin üzerine düştüğümüz zaman, orta ve uzun vadede dönüşünü alabiliriz. Bizim en büyük problemimiz hemen her şey o an olsun istiyoruz. Neticede bir süre tanımak gerekiyor. Bir plan ve program çerçevesinde ilerlemek gerek. İngiltere dibi gördükten sonra, Soçi olimpiyatlarında en çok madalya kazanan ülkeler arasına geldi keza bugün Çin, baktığımız zaman Kore, Polonya… Karşımıza çıkan unsurlar hep aynı olacaktır. Plan, program, yatırım, alt yapı.

Siyasiler kısa sürede büyük kazanımlar elde ederek bunu siyasi uzantıya dönüştürmek istemektedir. Sporda bu alanlarda biri olarak göründüğü sürece bizi patinaja sürükler. Yanlışlar belli yapılacaklar belli!

3.       Medya sektörü…  Bilhassa son 10 yıl içerisinde ülkemizde çok başka bir noktaya evrildi. Spor medyası gittikçe küçülmesine rağmen sosyal medya tersi bir durumla tepki veriyor. Geleceğe kötümser mi olumlu mu bakmalıyız?

Ben gazetecinin geleceğine hiçbir zaman olumsuz bakmam. Sosyal medya da buna istinaden pozitif anlamda katkı sağlamalı. Hayat bir devinimdir. Kısa sürede, yeni teknolojiler ile medya farklı boyutlara giriyor. Bu mecralar aracılığıyla iletilen mesajların değiştiği, ilerlediği yol kat ettiği önemli. Biz bunu birbiri ile karıştırıyoruz. Gazetecilik sosyal medya aracılığıyla pek ala sürdürülüyor. Ne kadar iyi kullandığıyla bağlantılı olarak…

Bir farklı noktada, kağıt gazeteciliğin ya da klasik gazeteciliğin can çekiştiği söyleniyor. Sosyal medyada yapılan şey, genellikle enformatik bilgilerin hızlıca paylaşmaktan ibaret. Yani, bilgiyi paylaşmak, gazetecilik ile aynı şey değildir. Bilgi kaynaktır ama tek başına yeterli değildir. Onu nasıl işlendiğidir.

Yeni medyayı faydalı hale getirebiliriz. Yeni nesil gazeteciler, sosyal medyayı çok iyi kullanıyorlar, teknik bilgileriyle bir adım öndeler. Ne var ki, içerik üretimi konusunda yeterince donanımlı değiller. İkisini bir araya getirme konusunda ortada buluşmaları gerekiyor. Gelecek orada duruyor ve onu nasıl şekillendireceğimizi hep birlikte oluşturacağız. Çok olumsuz bakmamak gerek.


1.       Bir de bir türlü kabul edemediğimiz başarılı kadın sporcularımız. Basketbol, voleybol, tenis ve atletizmde, Tutya Yılmaz gibi isimler başarılarını kanıtlasalar da, aşamadığımız çizgiler var. Bu çizgiler aşılır mı?

Bu sarmalın içinden çıkamıyoruz çünkü her yol bizi aynı kapıya çıkarıyor. Bunun yine en büyük sebebi yine medyadır. Neticede bizi doğruya götürecek olan medyadır. Topyekun bir şeyler yapmak gerek bunun içinde standardı ve kaliteyi yükseltmek gerekiyor.

Kadın-erkek ayrımına baştan karşıyım. Olimpik düzlemde kadın-erkek eşitliği sağlanmış gibi duruyor. Türkiye’de ise daha eğitim ile aynı eşitliği sağlayamamış durumdayız. Adını duyurmuş olduğumuz kadın sporcuları da el üstünde tutmayı da doğru bulmuyorum. Bunlara da gelip geçici alkışlar tutuyoruz. Bu anlamda baktığımda pozitif ayrımcılık yapılması gerektiğini düşünüyorum. Algı da değil, destek de yapılmalı. Günün sonunda baktığımızda, her ne kadar zorluklarla karşılaşsalar da, sportif başarılarda ülkemizin yüz akı olduğunu görüyoruz.

Kadınlarımız bu imkanlarla bunları yapabiliyorlarsa, eşit koşullarda çok daha iyi yerlere geleceklerdir.
Kadın sporcularımız, disiplini daha çok seviyorlar, verilenlerin kıymetini biliyorlar, küçük imkânları değerlendiriyorlar ve bunları kendileri, gelecekleri için çok önemli olduğunu hissediyorlar. Eyof’ta örneğin üç madalyanı üçü de kız sporcularımızdan geldi!

2.       Eyof Erzurum’dan ne bekleniyordu, sonuç ne oldu? Rusya her zamanki gibi deyim yerindeyse silip süpürdü…

Rusya ciddi başarılara sahip bir ülke, altyapı konusu da Sovyetlerden gelen bir disiplin ve kültür var. Ülkenin büyük bir zamanı kar-kış altında olduğunu düşününce şaşırılacak bir profil ortaya çıkmıyor. Bizim de burada üç tane kazanmış olduğumuz madalyalar, Eyof tarihinde ilkler. 
Bunlar varken kaybedilmiş buz hokeyi maçı konuşulması ne kadar mantıklı açıklanabilir. Çünkü biz bilmediğimiz şeyleri yorumlamaya çalışıyoruz, işin en kötüsü bilmediğimizi de bilmiyoruz. Sosyal medyanın zararlı tarafları da bu; herkes biliyor!

Yine de Eyof, organizasyon açısından başarılı geçti. Üç madalya kazanması görece başarılıdır. İki sporcumuz dördüncü oldu ki bunlarda başarıdır. Körling’te kız takımımız final oynayıp ikinci oldu. Bu takdire şayan bir durum aslında. Israrcı olursan, demek ki başarı geliyormuş. Bir eğitim, iki algı sorunumuz ki bu da eğitimle çözülecek ve son olarak da eğitmen problemimiz var.

3.       Doping, tarih boyunca birçok şampiyonluğun, polemiğin de müsebbibi oldu. Ve sanki artık doping yapmak etikmiş gibi bir hal aldı. Başa çıkmak mümkün mü? Armstrong en büyük örneklerden.

Bu biraz kişinin iyi niyetine kalmış oluyor. Derler ya şöhret, para insanı değiştirir diye, bu yolda ilerlerken insanların çok sağlam karaktere sahip olması gerekiyor. Bunu devam ettirebilmek adına bazen karakterinden ödün verenler karşımıza çıkıyor.

Bisiklette doping kontrolü zamanında yeterince yapılmadığı için, bu sonuçlar doğallaşıyor. Peki ya vicdan ne olacak? Vicdanı mukayeseyenizi yapabilecek misiniz? Bir de sağlık problemleri çıkacak. Atatürk’ün dediği gibi; Sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısının diye, orada ahlak boşuna söylenmiş değil. Bu üç unsuru barındırmak hiç de kolay değil. Bir tarafta balyalarla para diğer tarafta fair-play ruhu ve ilk vazgeçilen fair-play oluyor.  Bunun sonucunda artık geriye dönük testler yapılmaya başlandı. Takke düştü, kel göründü.

Doping bitmedi, şu an bile merdiven altı bir yerlerde imal ediliyor. Bununla sürekli mücadele edeceksiniz. Türkiye’de bununla başa çıkabilmek adına kararlılık, eğitim ve samimiyet olacak. Herkes aynı yöne gitmek zorunda! Biz Rusya gibi giderken, uçurumun kenarından döndük.


1.       Sizin için; yıllar öncesinde top koşturmuş bir futbolcudan, Rus bir jimnastikçiden, ya da Afrikalı bir atlet için rahatça bilgi alabilir ve hakkında yorum yapabilir söylemleri geçiyor. Sizce?

 Kısmen doğru. Ben çok unutkan bir insanım, benim bu alanda unuttuğum şeyleri zaman zaman arkadaşlarım hatırlatırlar. Konuşunca, hatırlıyorum. Buna meslek hastalığı diyebilirim. İnsan sevdiği işi yaparsa, ondan kolay kolay vazgeçmez.

Bizim toplumca spora uzak olmama sebeplerimizden biri de, dokunmamamız, temas ettirmememizden geliyor. Tribünden veya televizyondan sevmek güzel ama her şey de değil. Sporu sevebilmeniz için, hissetmeniz ve yapmanız gerekiyor. 
Türkiye’de voleybol, basketbol ve futbol neden çok seviliyor, çünkü her çocuk deneyimliyor bunu! Ya mahalle maçında ya da okulda deneyebiliyor. Potaya top atmamış bir çocuk yoktur muhakkak.

Ekrandaki bir sporcu ile kendini özümsüyor, onunla bağdaştırıyor. Son saniye de gelen basketin, basketbol oynamamış bir kişi algılayamaz.

2.       Sporda hep galiplerin öyküsü manşet manşet yazılır, aslında galiplere giden yolda kaybedenlerin payı çok büyüktür. “Eğer teniste beraberlik olsaydı kupamı Nadal ile paylaşırdım” cümlesi ile bir kez daha hayran bıraktı Federer kendini. Üstelik sözleşmesini 2019 yılına kadar uzattığı için tüm tenis severler tadını çıkarıyor. Federer nasıl bu denli “kusursuz” olabiliyor?

Federer, bulunmaz bir rol model. Başarıları, bu işin tuzu, biberi. Keza alçak gönüllüğü, centilmenliği, fair-play ruhuna olan bağlılığı, spora olan saygısı… bunlar kazandığı Grand Slamlerden çok daha anlamlı. Grand Slam kazanan çok sporcu var ama biz bunların bir kısmını hatırlıyoruz. Neden? Bize bıraktıklarıyla.

Yeni yüzyılında idol sporculardan biri Federer. Federer sayesinde tenisi seven insanlar olduğuna inanıyorum. Başarılı tenisçi olarak atfetmek kesinlikle haksızlık olur. 
Olması gerektiğini örnekleyen, rol model. Sakatlandıktan sonra nasıl geri dönüleceğini, maç sırasında geriye düştüğünde dahi karakterinden ödün vermediğini ve keza kazanınca da rakibe saygıdan, sevincini usturuplu yaşayan tenisin evliyasıdır bence. Majeste veya ekselans olmayı hak eden biridir.

3.       Son olarak, zirveyi çeken önemli bir gazeteci olmak nasıl başarılıyor?

Donanımlı olmak her şeyi bilmek demek değildir. Zaten her şeyi bilmek mümkün değil. Mümkün olduğu kadar uzmanlaşmak çok önemlidir. Biz yokluktan bu haldeyiz, ben de isterim sadece atletizm konusunda takipte kalayım. Veya birkaç dal da kendimi adapte edebileyim. Ancak zorunluluktan, bu haldeyiz. Mecburiyet biraz da bu…

Her şeyden biraz biraz öğrenmek iyi bir şey değil. Çünkü bilmediği bir konuyu anlatamaz, bilmeyenlere anlatması mümkün değildir. Uzmanlaştığın konuda da; doğru ve iyi analiz yapabilerek gazeteciliğin ile harmanlayabilmek önemlidir.

Sorunun cevabı: hayır, benim gibi gitmek çok doğru bir sonuca vardırmaz. Keşke bende birkaç alanı takip edip, o alana gitseydim. Ne yazık ki şu halimiz dahi Türkiye’ye yeter durumda. Ben daha çok ortamın zorlayan bir alan olması tercih ederdim. Doping konusunda mecburen uzman oldum. Niye? Türkiye’de yaşadığım için, mecburiyetten uzmanlık yarattım. 
Örneğin şike konusunda ülkemizde, bazı gazeteciler bu alanda benim gibi mecburiyetten uzman oldu.  Ben bundan muzdarip değilim.

Baktığınızda L’Equipe’de, La Gazzetta dello Sport’da hemen hemen her branşa bir ekip düşüyor. Buradan da eğitimde, sanatta, bilimde gelişmeleri hiçbir şekilde tesadüf değil. Türkiye’nin uluslararası alanda başarılı olmasını beklemek mantıklı değil. Neden? Bir alanda çok da fazla farklılaşamazsınız. Toplum bellidir. Söz gelimi; sanatta, kültürde, bilimde, ekonomide, insan haklarında ilk beş arasında mı ki, sporda da beşi zorlasın! Bunlar toplumu aynasıdır ve birbirinden ayrı değildir.