31 Mayıs 2016 Salı

Futbolun Ta Kendisi, Matias Dutour

Bir soru! Bu devir de ya topçu ya da popçu mu olacaksın? Çok sıradan bir soru... Popu bilmem ama topçuluk konusunda bir kaç şey söylemeyi isterim. Malum önüne gelen yorumcu veya futbolcu... Ancak kesin olan bir şey varsa da yetenek işi olduğu. Bunda herkes hemfikir. O kesin. futbol deyince de hep aklımıza, Avrupa ve dolaylarında buluşuyoruz. Burada da takılıyoruz. Külliyen yanlış.

Güney Amerika tabiri caizse biçilmiş kaftan. Akıllara Messi, Maradona, Mascherano, Ortega, Higuain, Aguero... geliyor olabilir. Popüler olmak da şart değil. Bizim açımızdan. Ama ben Uruguay'a götürmek istiyorum. Cavani, Suarez, Godin, Gimenez gibi oyuncularda değil konumuz. Uruguay'ın Nacional takımında forma giyen 20 yaşındaki Matias Dutour. İleride az önce saydığım isimlerin içinde olur mu onun garantisini veremeyiz. 



Görünen o ki listeyi sallayacak ya da milli takımı. Bir futbolcu ves vesesi değil. Dutour'un hikayesini ilginç kılan ise ta kendisi... Doğuştan gelen rahatsızlıktan dolayı sol kolunun büyük bir kısmı yok. Bu engele rağmen içindeki cevheri çıkarmakta kusursuz. Kelimenin tam anlamıyla o bir futbol yeteneği. Tek başına bu da yeterli değil hiç şüphesiz. Azmiyle, futbola sarılan Dutour genç takımdan A takıma kadar yükselen bir grafik çizdi. 

Mücadelesini ilham aldığı oyunculara bağlasa da normal bir cümle gibi gelen " genç takımdan A takıma" yükselmek göründüğü kadar kolay olmadı onun için. Yine de takımda istediği dakikaları alamadı ve bench'in yolunu tuttu. 
Dutour'u keşfetmek hiç de zor değildi. Bir takımın sağ bek açığını dolduruyor ve savunmaya yardıma koşuyordu. Bunu görenlerden biri de Rocha Football Club'tı. 2015 - 2016 sezonunda transfer oldu da. Bu anlatılanlar, yazılanlar ve arkasını düşünmeden konuşanlar için FIFA'dan teşekkür mesajları yağdı.

Yaptığı fedakarlıklarla ilham verdi. Belki sadece bir futbolcuya değildir. Bir topun etrafında koşarken bir takım duygularımızı ve hoşgörümüzü kaybetmiş olabiliriz. Rengimiz, yeteneğimiz, hikayemiz ne olursa olsun "biziz." 
Kısa bir süre önce Dinamo Kievli Gusev'in çarpışma sonucu yere düşüp bilincini kaybettiği sırada rakip takımın (Dnipro) oyuncusu Kankava'nın dilinin soluk borusuna kaçmasını engellemesiyle bir anlamda hayatını kurtardı.
Hırsların peşinden koşmadan önce biraz düşünün. Durun ve hemen şimdi yapın!

27 Mayıs 2016 Cuma

Sahi! Kim Bu Roland Garros

İnsanlığın en sevdiği şey, sanırım hızdır. Düşünmeden ilerler, geride ve derinde ne bırakmışız pek de önemsemeyiz. Biraz da "modern" zamanın getirisidir denilebilir. Merakta hızla eş değerdir, kimi zamanla. Merak ettikçe derine ulaşmak cezbeder. Bu durumdan mütevellit hazır Grand Slam sezonu açılmışken ve hatta toprak esintilerini buram buram soluyorsak Roland Garros'ta neden bulunmayalım!

Bir Fransız pilot. Adı mı? Roland Garros. İşler değişti değil mi? Daha da enteresan olanı ise tenis ile uzaktan yakından ilgisinin olmamasından...
1900'lü yıllarda Amerika'dan güneyine uçağıyla seyahat ederek üne kavuşmuş bunun yanı sıra 1. Dünya Savaşıyla uçuş dünyasında korkulu rüya haline gelmişti. Fransız ordusunun arkasına bakmadan güvenebilecekleri savaş pilotuydu aynı yıllarda. 



Savaş zamanı bu kadar kanlı ve korkusuz geçerken Fransa'dan durmaksızın Tunus'a geçmiş ve bu rotasıyla ilk Fransız olmuştur. Savaşın bitimine doğru Almanya'daki esir kampına düşmüştür. Tam bu esaret 3 yıl sürmüştür. Asla da yolunu bulmak için pes etmemiştir. Bir şekilde kaçmayı başaran Garros tekrardan Fransız ordusuna dahil olur, aradan aylar geçer o cesur yürek uçağıyla yeni yerleri hedeflerken, Roland Garros hedef olur. 

Her zaman doğru yolu bulan, uçağıyla Fransızların efsanesi ve onur mücadelesi veren pilotun ölümü de yine uçağında olur. 
Böylece Fransızların gururunu tenis kortlarında adı geçerek anılmaya başlar. 1928 yılı itibariyle Fransa Açığın düzenlendiği stada "Stade Roland Garros" olarak adlandırılır. Bununla da yetinmezler havalimanlarına, müzelere ve markalara adı kazılır. 
Toplum saygılarını bu denli derinden işlerken tarihin tozunu attırıyordu. Paris seyircisinin bir adım daha ateşli ve oyuna müdahalesiyle yüksek seviye de olması da bu turnuvanın izlenebilir olmasını tetikleyen bir unsurdur. İspanyol ve Fransız cumhuriyetinin üstünlükleri toprak kortun cazibesindendir.

Zorluk derecesini bir de Novak Djokovic, Boris Becker veya Arthur Ashe gibi tenisçilerin şeytanın bacağını kıramadıkları turnuvadır. Tabi Djokovic'in halen daha şansı varken...
Toprak kortlarda yetişen sporcular içinse antrenman yerinden öteye gidemez. Tıpkı Nadal gibi. Toprağın zorluğu tek sebebe bağlanamaz. 
Bir zamanlar bu gökyüzünü karartanların karşılarına duvar ören Roland Garros'un mücadelesinden de geçer.


24 Mayıs 2016 Salı

Bir Sis Bulutu; Mario Cipollini

İtalya'da bisiklet yolları çok taze aşınmışken, eski İtalyan bisikletçileri kalemimin mürekkebinden geçirmemek düşünülemezdi. Ve ben ilk sıramı Mario Cipollini'ye vermek istiyorum, huzurlarınız da.
Cipollini'nin yaşamında tam manasıyla bisiklet soy ağacı çıkıyor. Her şeyden önce yeşilin bin bir tonu ve doğasıyla huzur veren Toskana'da doğup büyüyen İtalyan bisikletçinin, kardeşleri; - biri kız kardeşi olmakla birlikte - babasında amatör bisikletle pedala basması Cipollini'nin geleceğini şekillendirmişti. 

Bu kadar bisikletçinin arasında kuytu köşede kalmasına izin vermedi. Bırakın izni, önünü açtı. Diğer iki kardeşi babaları gibi amatörün bir tık üstüne çıkarıp yarışlarda şampiyonluk sevinçleri yaşadılar. Kat ve katını Mario Cipollini'ye bıraktılar. Sürekli hareket içinde, adrenalin yaşatıyor ve bir o kadar da kaos. Çünkü bir yandan da egolarıyla savaşıyordu.



Profesyonel geçişi 1989'a denk geliyordu. O zamanlar toy ve çelimsizken, o kadar da korkusuzdu. Sanki birazdan ölecekmişcesine, umarsızca... 1989 yılı onun için manalı sayılar bütünü. Önce Giro'da ki bu Mario için tarifsiz duygu patlaması izleyen aylarda Hollanda'nın Giro'su Gent-Wevelgem yarışlarında 1.'lik kürsüsüyle tanışmış oldu. Bundan sonrası ileriye sarılmış başarılar, şampiyonluklar vesaire vesaire...

Giro d'Italia, Tour de France ve de Vuelta Espana'yı kazanan ender ekipten üzerine kaymak olarak 2011 yılında UCI Dünya Şampiyonasını alarak tıpkı kişiliğini yansıtan gökkuşağı mayoyu sırtına geçirdi. Elbette çocukluktan başlayan bu yükseliş ilham kaynağı olmuştu. Ancak cümlenin başında da belirttiğim gibi ego savaşları bu noktada virgülünü atıyor. Kendine münhasır kişiliği fazlasıyla renkli giyimi, tutkusunun ve şampiyonluklarının arkasına sığınarak yaptığı "şovları."

Günümüzde onun kadar cesurlu pek bisikletçi çıkmadı/çıkamadı. Zira Cipollini'nin eline su dökecek biri de çıkmadı. Bence çıkmamalı da. Ne yazık ki dopingten başını kurtaramayan bisiklet, üzerine böylesine çekilmez davranışlar pek de iç açıcı olmuyor.
Mütevazi sporcuların yanı sıra Pantani, Cipollini belki biraz Sagan gibi renkli kişilikler sporu gölgede bırakabiliyor.
İşin cilvesi burada sanırım. Çünkü yine en çok konuşulanlar, canlı kalmayı başaranlar onlar. Kalıcı olmadan... Şu sıralar Cipollini ne yapıyor diyorsanız da; o meşhur Gazzetta dello Sport'ta yorumculuk ve bel büken doping iddialarıyla boğuşan biri olmaktan öteye gidemedi.

20 Mayıs 2016 Cuma

Erkek Basketboluna İnceden Selamlar

İkincilik, sonunculuk gibi midir? Bu soru çokça tartışmalara konu olmuştur. İkinci olmak illa ki derece ve rütbe açısından da değil. Yoruma açık bir ikincilik, futbol dışında kalan sporlar... Tam anlamıyla ikincilik için kozlarını paylaşıyorlar. Mesela basketbol yerinde bir örnek. NBA'in basketbol şöleni olduğunu biliyorsak Avrupa basketbolu en nihayetinde üvey evlat muamelesinden kurtulamıyor. 

Şansını daha da zorlayanların ligi var WNBA. Hemen yanı başındaki ligin inanılmaz maçlarını görmezden gelinmesi, erkek hegomanyasının altında kayıp gitmesi "haksızlıktır." Benzer koşulların sınavını vererek bu lige katılabiliyorlar. Kırılan bu hakimiyet için teşekkür edilecek bazı kişiler var elbet. 
Cheryl Miller, Lisa Leslie kadın basketbolun yapı taşlarını oluştururken, WNBA'in erkek basketbolundan sıyrılmasının emektarlarındandır. Hanımefendi görüntülerinin altında son derece güçlü fiziği ve izlenmesi zevk veren sporculardan. Günümüzde bu bayrağı eline alan ise Diana Taurasi'den başkası olamaz. Uluslararası anlamda.



Sadece kadınlar arasında da değil, çoğu NBA oyuncusunun yanında gösterdiği oyun ve estetikle cezbediyor. Phonix Mercury takımı tarafından 1. sıradan draft edilen Taurasi aynı yıl "yılın çaylağı" ödülüyle önünü açtı. Rakipleri şansız sakatlıklar ile boğuşurken, o bir maçta 47 sayı atarak hem lig rekorunu egale etti hem de All-Star kapılarını açtı. Katie Smith'in çoğu rekorunu alt üst etmek için parkeye çıkmadı. WNBA macerasına şampiyonluklarını ekledi ve olmazsa olmaz MVP ödülünü aldı. 

Yeteneği sınır tanımayan kapasitesiyle NBA takımları içinde oynasa şaşırmayacağımız oyuncu kıvamında. Yaptığı bloklar listeye 1 numaradan giriş yapalabilir. Listeye sıkıştırılması gereken dripling'leri unutmamak gerek. O basketbola hayat verirken artık soluğunu Avrupa'da almak istedi.
İzleyicilerin yakından takip edebilmek için sunulmuş bir nimet. Rakipleri için şüpheliyim. Avrupa için sinyallerini veren Taurasi, takımların transfer için koştuğu, savaş alanından ibaret. 

Söz hakkı Taurasi'de olunca gülen taraf Ruslar oldu. Önce Dianmo Moskova ardından Spartak Moskova ile peş peşe Euroleague şampiyonluğu yaşadı. Ardından Türkiye macerası başladı. Ezeli rakipler Fenerbahçe ve Galatasaray formalarıyla ortayı buldu. Ne var ki Gülen taraf olmadan 2012 yılıyla Avrupa basketbolunun devi UMMC Ekaterinburg'a transfer oldu.
Hiç şaşırmayacağınız şampiyonluklar kaldığı yerden devam ediyor. Yaptığı bloklar Lebron James'e attığı sayılar ve duruşuyla Curry'e inceden selam gönderen Diana Taurasi kadın basketbolunun "özelinde" bir yorum katmıştır.

17 Mayıs 2016 Salı

Yeni Şampiyon Evrilirken; Leicester City

Çok güzel bir söz vardır; "Nereden, nereye..." Elinde olmayan nedenlerle ya da belki olan, hayatları değişen, değişmekte olan bir şekilde yolunu bulmayı başaranlar, rötarlı da olsa "yapabiliriz" diyenler için bir cümle.
İçinde çokça fırtınalı hayatları barındıran aynı zamanda. Artık açık konuşma vakti geldi. 

Bir çok takıma, teknik direktöre, futbolcuya veya futbolda takım tutmayan kimilerine ilham kaynağı oldular. Bir yanda dürüstlüğü, açık sözlülüğü ile Claudio Ranieri bir tarafta kenetlenmenin inanmanın, azmin mucizesini yaratanlar, Leicester City oyuncuları.
Futbolla ilgilenmeyenlerin dahi kulak misafiri olduğu takım. Bir önceki sezon küme düştü düşecek derken ayakta kalmayı başardılar. Ve bu noktada başladı onların yazdıkları...


Tüm oyuncular idari kadro sezonu ligde kalmanın "başarısı" ile evlerine giderlerken bir sonraki sezonun "başarısı" çok farklı tatlarda olacaktı. İşin aslı buna kimse inanmıyordu. Menajerleri Ranieri ihtimal dahi vermezken, ne değişti?
Bize bu sorunun cevabını verdiler. Bir iki kelama sığdırıp çıkılacak konu değil. Onlarda öyle yaptılar; galibiyetlerini, dev takımları geride bırakarak liderlik koltuğuna kurulan tilkiler oynadıkları futbolla dillere destandılar.

Kadroya bakıldığında son derece mütevazi bir takım. Artık değil. Mahrez ve Vardy başta olmak üzere açık arttırma misali takımlardan teklifler yağıyor. Kimin umurunda ki. Vardy ve Mahrez'e gelirsek... Çok daha iyi form ve hava yakalayan ikili adeta patlama yaptı. Ligin başladığı gün, Vardy ilk golünü attı. Tabi bu çok önemli bir haber değil. Hatta hiç değil. 1 hafta, 2, 3, 4...
Bilakis haftalar beraberinde golleri getirince top 10'da 1 numaraya taşıdı. Gol krallığından Harry Kane ile yaşanırken aynı zamanda liderlik koltuğu için kemik sesleri duyuluyordu. Herkes oyunculara hücum ediyorken unutulan ya da sessiz kalan Ranieri gerçeği ortadaydı.


Beklenilmeyeni, onda sadece ligde kalmaları için beklenti yüklenirken B planı devreye girdi. Şampiyonluk yolunda ilerleyen Leicester City bazı küçük transferlerde gerçekleştirdi. Gökhan İnler, Napoli'den kadroya dahil olan sadece 7 maç forma şansı bulan Gökhan, şampiyonlukta pek fazla katkı sağlayamadı. Kemikleşen kadro, formda olan oyuncular, yedekleri ve transferin elini kolunu bağladı. 

Ligin başında "takım" olmuşlardı. Chelsea-Tottenham maçının beraberliği Leicester City'nin lider bitireceğinin garantisiydi. Ve o anlar; oyuncuların gözünden sevinç çığlıklarıyla belirdi. Doğrusu sonuna kadar hak ettiler. 
Bu yazı kimsenin beklemediği, hegomanya cumhuriyetinin yıkılışını... Tıpkı bir zamanlar Bursaspor gibi!
Leicester takımının son dönemde geçirdiği evrimi içermiştir.

13 Mayıs 2016 Cuma

Demir Lady

Demir Lady kimdir bilir misiniz? Hemen ağzımızdan dökülüverir Margaret Thatcher. Otorite ve disiplin kelimelerinin tam karşılığına denk gelen 20. yüzyılın en uzun görevinin başında kalan İngiltere Başbakanı. Adına filmler çekilen Thatcher çoğu kadının idolüdür aynı zamanda. Bir bakıma erkeklerinde, eşi benzeri olmayan gücün ve hırsın simgesi.

Siyasi açıdan bakıldığında karşımıza çıkan ilk ve tek kadın. Bir de spor versiyonu demir lady... Üstelik çok tanıdık. Bizden biri. Türk kadını. Neslihan Demir. Nasıl Thatcher başta Birleşik Krallık olmak üzere siyasi gücün belirleyicisi ve örnek insanı olduysa tıpkı Neslihan Demir'de voleybol'daki dönüşümü oldu. Türkiye'de örnek profil etkisi yaratırken, Türk voleybolu çıkış ivmesi yakalamıştı. 



Yapı taşlarını oluşturanlardan biridir Neslihan Demir. Benim haddime değil. Çünkü voleybolu evet sevmişimdir ancak basketbol, futbol, tenis veya bisiklet gibi bağrıma basamamışımdır. Fakat Neslihan farklıydı. Hangi branş olursa olsun "abla", "örnek sporcu", görevi görüyordu. Bu aynı zamanda Neslihan için baskı da oluşturmuyor değildi. İnsanların beklentileri yükselince beklentiyi karşılayamama olgusu oluşuyor. 
Zerresini görmedik. Vakıfbank'ı, Eczacıbaşı'na ve de milli takımını sırtladı.

Şimdilerde de örnek anne sporcu. Pek alışık değiliz değil mi? O tüm yapılamaz, başa çıkamaz denilenlere inat yaptıklarıyla cevap verdi. Nedir bu başarının sırrı? İnanmak ve ideallerin peşinden koşmak. 12 yaşında kafasına koyduğu voleybolu Eskişehir DSİ takımıyla başlangıç yaparak başlar. 
Sadece 2 yıl sonra Yeşilyurt takımına transfer olarak evrilir. 4 sene Yeşilyurt formasına sayılarına kazandırırken transfer listelerinin de göz bebeği haline gelmişti. 

O zamanki adıyla Vakıfbank Güneş Sigorta'ya transfer oldu ve bir anda yıldızı parladı. Lig şampiyonlukları, en skorer oyuncu unvanıyla değerini katlıyordu. Hemen takip eden yıllarda İspanya'nın CV. Tenerife takımına transfer olarak "demir lady" yakıştırmasına yaklaşıyordu. 
Tenerife takımında bir maçta 34 sayı alarak "demir yumruk" lakabını takmışlardı. Bundan sonrasının ardı arkası kesilmedi.

Bir kez daha Türkiye'ye gelecek; önce Vakıfbank ardından Eczacıbaşı Vitra'ya geçerek takımlarının yükünü omuzlarına aldı. Yine bu başarılar ve smaçlar milli takımlar düzeyine taşındı ve ilk 6'daki yerini korudu. İspanyollar güzel özetlemişler "demir yumruk" diye... 
Bizler fark etmeden birer Neslihan Demir olmuşken, o hepimizin adına Demir Lady unvanıyla topa dokunuyordu.

10 Mayıs 2016 Salı

Brooks - Bianchi

Kulağa inanılmaz gelecek ama bu konuya değinmeden es geçmek istemem. Spor aşağı spor yukarı diyoruz da bu gücü nereden alıyoruz. Ayaklardan!
Futbol için velinimettir. Basketbol ve voleybol da bu güç paylaşımını ellerle eş zamanda yapmak zorunda. Keza tenis içinde hiç şüphesiz. Ne var ki bisiklet bunlardan biraz daha farklı. Vücudunuzun bisikletle temas ettiği tam olarak 3 kısım vardır. 

Gidon, pedallar ve farklı kılan "selesi" daha da doğrusunu söylemek gerekirse en büyük yardımı seleden alırız. Öyle ki çoğu bisiklet markasının yanı sıra "sele" de tekelleşmiş bir marka var. Yanlış anlaşılmak istemem, reklam yapmak niyetinde değilim.
Brooks seleleri dünyaya nam salmış marka olmasının yanı sıra, kökeni 1800'lere dayanmakta. İlginç değil mi? Spor da, ne türlü konuları konuştuğumuzu düşününce "seleyi" konu başlığı yapabiliyoruz. neden mi?



Düşününki neredeyse dünyada bir ilk denilebilecek patenti 1882 yılında bisiklet eyer üretiminin patentini aldığını... Aslında tüm Brooks hikayesi de bu yıllarda başlamıştır. Kesinliği tam olarak ispat edilemese de John Boultbee (Brooks kurucularından) bisikletinin selesinin sertliğinden yakınır ve alternatif üretmek ister. Birkaç hafta içinde (ilerleyen günlerde) atı ölür ve aradığı alternatifi bulur bir bakıma.

İşte o 200 yüzyıllık Brooks seleleri böyle böyle kıtaları aşar. Arada çok küçük bir değişimde olmadı değil. 2000'li yıllara gelindiğinde, Brooks'un sahibi Sturmey-Archer şirketi iflasın eşiğine gelince İtalyanlar devreye girdi. (Selle Royal firması satın alarak.)

Yine bir bisiklet efsanesi olan Bianchi... Dünyanın en eski bisiklet üreticisi, şirket 1885 yılından beri ayakta. Edoardo Bianchi, 21 yaşındayken kurduğu küçük dükkanından bu yana dünya devi. Efsane bulmak bilhassa günümüzde bulmak epey kolaydır. Yüceltip, büyük başlıklar atınca değmeyin keyfimize. Ancak zamanın eleğinden geçenler abartılı tanımların değil, kendi varlıklarıyla ayaktalar.



Bahsettiğim, sözünü ettiğim iki bisiklet "efsanesi" günümüzde de halen var olmayı başarmışlar. Pek tabi ki sele (Brooks) bu konuda tekel fakat yüzlerce bisiklet markları doğup, büyüdüler. Hikayesi bisikletin süper kahramanı olanlar içinse hiç eskimeden, defalarca anlatılacak olanlardan.

6 Mayıs 2016 Cuma

Hukuk Bir Yana Futbol Bir Yana; BOSMAN

Bugünkü sporcuların zira futbolcuların fazlasıyla meşhur olduğu bilinir. Kısmen doğruluk payı var. Lakin bir gerçek bir var ki futbolcuların diğer sporculara nazaran bilinirliği, ön planda oluşu her daim üst safha da olmamış mıdır? Aslında bunun "bugünü" yok! Şöhretin getirisi olduğu kadar götürüsü de var. Şöyle demek daha mı doğru olur.

Yakın örnekler... Yeri gelir, Benzema gibi şantaj davalarıyla boğuşmak zorunda kalırken yeri gelir hiç ummadığınız anda hukuk sizden yana olur. Sanırım bunun en büyük örneği Jean-Marc Bosman davası. Daha bilindik haliyle Bosman Kanunu.
Bu konuyla ilgili her zaman araştırmalar yapmıştım ta ki Loughborough Üniversitesinin(İngiltere) ders olarak tartışma konusu olana dek. Çarpıcı bilgilere ulaştıkça ne yalan söyleyeyim iştahım kabardı.



Hak, hukuk ve adalet bir yana Bosman hiç de üst düzey futbolcu olmasa da kendi takımına (Belçika RFC de Liege), başka bir takıma transfer olmasının önündeki engel olan bonservis bedeli için adliyeye taşındı. Hikaye yeşil sahalarda değil yargı makamlarında başlayacaktı. 
Bosman davayı açarken belki de bu davanın dünya futboluna emsal teşkil edebileceği aklının ucundan geçmemiştir. Gelgelelim kendi halinde bir futbolculuk kariyeri varken mahkeme duvarlarını aşındırmak asıl işi olmuştu.

1990 yılında yani Bosman 26 yaşındayken bonservis bedelinden dolayı açtığı dava çıkmazın içine sürüklendi. Ya da basın, dünya futbolu öyle sandı. Ancak hesaplanmayan bir durum gelişti. Yalnızca kendi hakkını savunmayan Bosman; yıllarca süren davalar pek çok futbolcunun anlaşmalarında yapılandırmaya gidildi. Hatta yıldızı parladı. 
Öbür taraftaysa hukuk mücadelesi veren, futbolu orta seyirde izleyen ve diğer futbolcuların adaletini koruyan Bosman futbol hayatının fişini çekmişti. İşin aslı bunu önemsemiyordu. 

1995 yılının son günlerinde Dava Bosman'ın lehine sonuçlanmıştı. Koca bir yük ile. Davadan kazandığı paralar yine dava masraflarına dönüşecekti. Beraberinde çoğu spor kulübünün korkulu rüyası haline gelmişti. Ne futbolcu ne de teknik adam olarak işini yapamıyordu. Çoğu futbolcunun dönüm noktası olan Bosman arkadaşlarından destek alamaması onu manasız sona götürüyordu. 

Yazılanları, verilen hak mücadelesini düşününce ne hukukun ne de futbolun önemini Dünya 
futbolunun/futbolcusunun yönünü yeniden yazan adam olarak tarihe geçti.
"Bir tek kişiye yapılan bir haksızlık, bütün topluma yapılan bir tehdittir." (Montesquieu)

3 Mayıs 2016 Salı

Tenis Şampiyonu Burada, Basın Nerede!

Kadınların ne denli güçlü varlıklar olması bir yana ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmesine de tahammülümüz yok. Bakınız, spor olarak sadece futbolun konuşulduğu günümüz Türkiye'sinde son haftalarda gerçekleşen ve gerçekten yaşanıldığını idrak etmek de güçlük çektiğimiz ilkel olaylar sonunda naçizane yüzümüzü güldüren galibiyetler de var.

Ara sıra tenis maçlarındaki yükselişleriyle gündemde kısa yer bulabilen sporcular mesela. Yine de hak ettiği yerde mi bunu tartışmak gerek. İstanbul Cup'ın bu yıl pek de hayran kitlesi oluşamadı. Buna rağmen günler öncesinden biletler tükendi. Ünlü isimlerin turnuvadan çekildiğini öğrenince, eee... doğal olarak el ayak biraz çekildi. Tüm bunlar yaşanırken tenisseverlerin odak noktası pazar günkü final maçı olacaktı.
Tüm düşüşe rağmen, güçlü rakibe vesaire uzayacak olumsuzluklara rağmen seyirci desteğini de arkasına alarak mucizevi geri dönüşe imzasını attı.


Türkiye'nin ilk WTA şampiyonluğu kazanan tenisçisi Çağla Büyükakçay'ı ayakta alkışlamak gerek. Aynı gün futbolda yaşananlar fersah fersah gazete ve televizyonlarda yankı bulurken Çağla'nın şampiyonluğu kuytu köşelerde kaldı ne yazık ki. İşte memleketimizin mağdur edebiyatının süregeldiği, uğranan haksızlıklar ve yeterli ilginin gösterilmemesi (yatırımlar) anlamsızca türeyen şiddet olaylarına sebebiyet verenlerin yanı sıra 1 kızın çıkıp susturması çok manidar öyle değil mi?

Bu onun elbetteki ilk başarısı değil ancak siz zaten "neden" biz bunu bilmiyoruz, sebeplerini çok iyi biliyorsunuz. 2009 Akdeniz Oyunlarında (Pescara) gümüş madalyayı kazanmıştı. Yine 2013 yılındaki Akdeniz Oyunları tekler ve çiftler turnuvasında altın madalyanın sahibi olmuştu. Aslında çok daha küçük yaşlara indiğimizde başarının temellerine rastlayabiliriz.

Her şey bir kenara bırakın; tüm şampiyonluklar, zaferler Çağla Büyükakçay'ın yanına ailesinin desteğini alarak bu yola çıkmaya başladı. Gerisi teferruat...
Birkaç hafta önce ilk 100 (82.) sıralamasına giren ilk Türk tenisçi olma başarısı onurlandırıyor. Doping olaylarıyla çalkalanan sporcuları veya kavganın, gürültünün odak noktası olduğu sporu değil, başarı yolundaki sporcuları/sporu konuşalım.
Yani esasında biz buradayız da, siz neredesiniz?