30 Aralık 2016 Cuma

Sempatik ve Dobra: Adnan Öztürk

  • Bizler Adnan Öztürk’ü açık sözlülüğü ve şeffaflığı ile tanıdık, işin aslı halen daha aynı! Aslında pek de istenilmeyen bir durum. Çünkü gerçeklerle yüzleşmeyi sevmeyiz. İşimize gelmez. Hem bir spor hem de iş adamı olarak şeffaflık konusunda ne kadar dürüstüz?
Doğru söylüyorsunuz, pekte istenilmeyen bir durum ama isine gelmeyenler tarafından. Böyle bir hayat tarzından nemalananlar rahatsız olur. İnsanın bir problem var iken yokmuş gibi davranması, benden sonra tufan,bana dokunmayan yılan bin yaşasın,ben isime bakarım diyenlerden değilim.Hepimizin yaşadığımız topluma karşı, birbirimize karşı sorumluluklarımız var. Temsil ettiğimiz değerler,kurumlar var. Ne yazık ki iş dünyasında da, spor dünyasında da şeffaflık kavramının henüz yeri yok ama bunun için mücadele vermeye devam etmek gerek.
  • Mesela futbolda şeffaflıktan bahsetmek mümkün mü? Bu sadece Türkiye koşulları kapsamında da değil, geçen zamanlarda FIFA’da yaşanan sansasyonel haberler tekrar güven sorununu gündeme getirdi.
Futbolda ne yazık ki sorun, kontrol ile ilgili kriterlerin mevcut olmamasıdır. Verilen hizmetin bedelini ölçen, değerini koyan bir mekanizma yok. Sporcuların ve teknik direktörlerin değerleri ve gelirlerini doğru karar verecek bir terazi yok. Anlaşmayı yapanların ahlakına kalmış bir durumdur. Basari kriterlerini oturtabilen ve ölçen kulüplerde sürdürülebilir basari geliyor.
Diğerlerinde, mesela Türk kulüplerinde ve ne yazık ki yansıması olan Milli Takim da, uluslararası anlamda basari sıfır iken ortalık, yıldızdan geçilmiyor. Dikkat ederseniz, medya, oyuncu, menajer üçgenine kulüp yönetenlerinde ucuz kahramanlık peşinde koşması eklenince ortaya bu garabet çıkıyor. Kulüp bilançoları berbat, kimin ne yaptığı, ne planladığı belli olmayan, kontrolü olmayan bir sistem oluşuyor. İlk sorunuza cevaba ek olsun, bu şartlar, bu ortamdan beslenenlerin işine geliyor.
  • Şu an Galatasaray’ın başında siz başkan olsaydınız, taraftar ve camia nasıl bir Galatasaray izlerdi?
Tek bir şeye söz verebilirdim. Şahsiyetli, ilkeli ve dürüst duruşuyla Türk toplumuna rol model olabilecek, dünyada, Türkiyeyi ve Türklüğü layıkıyla temsil edecek bir kulüp.
  • Geçen yıllara göre daha iyi bir Galatasaray olarak lanse edilse de 2000’lerin (UEFA) ruhuna ne oldu da bu denli düşüş yaşanıyor? Nasıl geri kazanılır? Kazanılabilir mi?
Dünya da futbol 2000 yılındaki futbol değil. Ölçekler değişti, kriterler değişti, başarının kodları artık daha uzun ve ciddi. 2000 'lerde, Türkiye ve Avrupa arasındaki fark 10 ise bugün 1000. Geri tabii ki kazanılır. Günü kurtarıp, ucuz şov pesinde koşmayı bırakıp, strateji üretip ciddiyetle uygularsak 10 senede başarı çizgisine yaklaşırız. Sadece ruhla olmuyor artık. Akıl üretmeyen ruh, ruh gibi gezer sadece.
  • Sporu sporun içinden insanlar yönetmeli görüşüne katıldığınızı bilerek; İngiltere’ye dönersek, Chelsea gibi Manchester gibi büyük takımların yönetimi Rus veya Arap zenginlerin tekelinde. Bir yandan bakıldığında “spor endüstrisi” böyle böyle oluşuyor. O zaman sporun içinden doğanlar eski ehemmiyetini kaybediyor mu? Kalite?
Bence sorunun temelinde bir yanlış yaklaşım var. Kurumsal hayatta yatırımcı ile yönetici kavramı çok farklıdır. Rus ve Arap zenginler, şimdi de Çinliler eklendi, uluslararası arenada şahsiyetli olabilmek için bu yatırımları yapıyorlar ve şovun bir kısmında boy gösteriyorlar. Ancak, bu kulüplerin yönetimi profesyonellerin elinde ve öyle kalır. Oradaki sistemde, başkanın ve yöneticinin arkadaşı menajerlerden futbolcu alamazsınız. Akıllı yatırımcı zaten işi uzmanına emanet etmesini ve denetlemesini bilen adamdır.
  • Barcelona, Arsenal, Liverpool gibi uluslararası takımların sosyal medya aracılığıyla daha fazla sporsevere ulaşabiliyor. Örneğin küçük bir Liverpool taraftarı bir günlüğüne spiker olup Jurgen Klopp ile röportaj yapmıştı. Bizde ise arada aşılması epey güç duvarlar var. Halbuki elimizin altında saniyeler sonra ulaşabileceğimiz imkanlar varken neden aşamıyoruz?
Samimi söylüyorum, birçok röportaj yaptım ama bu kadar bütünlük arz eden, cevaplara gerek kalmadan sorularla sorunu ve çözümü anlatan bir röportaj yapmamıştım. O dünya dışarıdan göründüğü gibi değil ve ne yazık ki daha beter. Kameraların ışığını gördüğünde, gazetede 2 santim resmi çıktığında, çok yakın tanıdığım ancak 1 haftada tanınmaz hale gelen insanları çok gördüm. Bu havayı ego kelimesi ile anlatamazsınız.
Garsonlara “Ben kimim,sen biliyor musun?” diye soran, cevap alamayınca, Google'a ismimi gir, bak, öğren, sonra içkimi getir diyen yöneticiler vardır. Bizzat yaşadım. Halbuki sporun özünde samimiyet ve sevgi vardır.


  • Kendinizi hiçbir futbolcu olarak düşündünüz mü? Profesyonel anlamda? Hangi mevki de olurdu mesela? Ya da Galatasaray da oynamak ister miydi futbolcu Adnan Öztürk?
Samimi söylüyorum, hiçbir zaman futbolcu olmayı hayal bile etmedim. Allah vergisi bir kabiliyet ile başlamak lazım, o da bende zaten yok. Ayrıca, yakından bildiğim için söylüyorum, dünyanın en kısa, en zor ve nankör mesleğidir. Her kişinin ruhen kaldırabileceği bir iş değil. Ben futbolcuları her zaman modern gladyatörlere benzetirim. Her müsabaka başında, başınıza ne geleceğini bilmeden mücadeleye başlıyorsunuz. Hele kış aylarında, maçtan sonra o çocukların soyunma odasındaki halini görseniz ne demek istediğimi anlarsınız.



  • Türkiye’de iki kupanın kazanmanın zor olduğu sezonlarda Galatasaray, UEFA ve Süper kupayı kazandı. O dönemden bu zamana ortada seyreden bir Galatasaray var. Juventus 2006 yılında şike davasını kaybedip bir alt lige düşürülmüş ve hatta puanı eksiden başlatılmıştı. Fakat şimdi şampiyonlar Liginde final oynayacak düzeye geldi. Üstelik 10 yılda… İki durumda da bakıldığında geçen süreler ve kat edilen başarılar?
Çok basit. Biri başına gelenlerden ders aldı, oturdu, problemi kabullendi, yol haritasını ve planını yaptı, çalıştı. Diğeri kazandığı başarıyı, kulüp içi ego kavgaları ile tarumar etti ve hiç problem yokmuş gibi yaptı. Hangisinin hangisi olduğuna siz karar verin.
  • İçeriden biri olarak bir dönem Hagi’nin kovulması söz konusuyken sizin öngörünüz ile hatadan geri dönülmüştür. Hagi’nin sizdeki ve Galatasaray’daki önemi nedir?
Malum ben bir profesyonel yöneticiyim ve şirket sahibi patron değilim. Ağzımızda gümüş kaşıkla doğmadık. Çalışarak bir yerlere geldim ve şahsıma ve yaptığım ise saygı duyulmasını isterim. Benimle çalışan insanlara da o şekilde davranırım. Hagi müthiş bir profesyoneldi. İnatçı ve disiplinliydi. Politika yapmasını bilmezdi ve işine hiç kimseyi karıştırmazdı. Yönetim kurulunda bu duruşuna kızan, sadece ve sadece Hagi'nin karizması ve başarısını kıskandığı için üzerinde egolarını tatmin etmeye kalkanlara karşı durdum. Yapmam gerekeni yaptım. Dünyada yasayan 10 futbol efsanesinden bir tanesine futbol öğretmeye kalkmak kadar komik bir şey olamaz.
  • Avrupa ve Şampiyonlar Ligi gruplarında hep aynı seyirde izlenilen bir grafik seyrediyoruz. Bu açıkçası sadece Galatasaray içinde değil Türk takımları bir noktada yanlış yapıyor. Belki transferler ya da bütçe bir yere kadar idame etmesini sağlıyor. Şimdi Sevilla, Napoli veya daha orta seviyede izleyen takımlar hep bir adım önde futbol oynuyorlar, yönetiyorlar… Bizde?
Bugün muhasebe kurallarını gerçekliğiyle uygulayalım, iflas etmemiş Türk kulübü yoktur. Hemen hepsinin hesaplarını bildiğim için söylüyorum. Devlet ile kol kola girip sadece şovu devam ettirmeye çalışıyorlar ve dolayısıyla da yerel bir duruma düştüler. Siyaset, spor ve iş adamları üçgenine hapsedilmiş bu zihniyet zaten başka bir şey de üretemez.
  • Dünya da sporun geleceğine hangi perspektiften bakıyorsunuz? Umut verici, iç açıcı değil, bu düzende devam eder…?
Ülkeler arasındaki makas daha süratle açılacak. Önümüzdeki yıllarda, 1.sınıf dünya kulüpleri olacak ve aralarında küresel bir rekabet yapacaklar. Bunun çalışmaları tamamlanmak üzere. Bu konuma yakin olan hiçbir Türk kulübü ne yazık ki yok ve bu mantıkla, olması da mümkün değil.
  • Sosyal medyayı ne kadar aktif kullanıyorsunuz? Artık taraftarlar, takımlar birbirini burada ateşleyerek ön hazırlık yapıyorlar. Takımlara bir yararı var mıdır?
Çok sınıfta kalacağım bu sorudan. Sosyal medya hesabım yok ve bir türlü de ısınamadım. Ancak diğer taraftan sosyal medya spora çok ciddi bir katma değer getirdi ki yeteri kadar ve gereği şekilde kullanıldığını düşünmüyorum.



  • Son olarak Adnan Öztürk bir gününü nasıl geçirir?
Sabah 06.00 da kalkar. 09.00 da işinin başında olur. Eskiden uzun saatler çalışıyordum ama artık, 18.00'de çıkar evine gider. Muhakkak haftada 500 sayfa  kitap okur, ailesi ile vakit geçirir. Gün içerisinde ziyaretçisi çok olur ve muhakkak her talebe yetişmeye çalışır. Sade ve mütevazi bir hayat sever.
                                                                    KISA KISA...
En sevdiğiniz futbolcu…   Arjen Robben                                                
En sevdiğiniz teknik direktör… Jupp Derwall
En sevdiğiniz kitap… NUTUK
En sevdiğiniz film… Matrix serisi
En keyif aldığınız lig… Alman Ligi
Hayatınızda tanıdığınız en dürüst insan… Mustafa Kemal Atatürk
Şu zamana kadar gelmiş en iyi oyuncu… Pele
Unutamadığınız Galatasaraylı oyuncu… Hagi
İş adamı olarak şirket yönetmek mi, içinizdeki futbol tutkusuyla takım yönetmek mi? Şirket yönetmek (bildiğim iş)
Sizin için ayrı yeri olan şarkı… My Way – Frank Sinatra
Unutamadığınız maç… Galatasaray - Neuchatel
…Ve Ali Sami Yen’in sizin için tarifi nedir? Çocukluk rüyalarimda ki şato


27 Aralık 2016 Salı

Çok Güzel Gülüyordun, Craig Sager

Bu sezon NBA parkeleri açılışı biraz buruk olarak başlattı. Kobe Bryant, Kevin Garnett, Tim Duncan gibi basketbol tarihine ayrı başlıklar açarken, emeklilik kararları bir dönemin kapanışını açıklar nitelikteydi. 2016 yılının NBA’i acımasızca davrandığı günler de herkesin tek bir dileği vardı; -bit artık 2016!- Fakat, ağır çekimde yaşadığımız son günlerinde, bu sefer emeklilik kararı değil de ölüm haberi ile sarsılmıştı.

Neredeyse üzerinden iki hafta geçti ama hala Craig Sager’ın ölümünü idrak edemiyorduk. Mümkün değil! Çok zor… Ne yazık ki iki yıl öncesinde lösemi teşhisi konmasıyla edilen dualar, gönderilen dilekler ve dahası yetmemişti. Belki de kendimizi kandırmak işimize geliyordu. Hayatımıza girmesi basketbol parkeleriyle ancak elinde mikrofonlarıyla sevdirdi. Esasında Craig Sager’ı nevi şahsına münhasır yapan da sıra dışı kişiliği ve sunumuydu. Üniversite’de iken futbol ve basketbol merakını bir nevi işine dönüştürmüştü. Onunki geleceğe yatırımdı aslında.

Üniversiteden mezun olduğu yılın ertesinde yerel basın ve medya da kendine yer bulmuştu çoktan. Önce WWSB'de haber müdürlüğü peşi sıra KMBC kanalına transfer dönemi başlayacaktı. 


Toy, tecrübesiz dönemlerinde beysbol maçlarında "yorulmaz işçi", "tek kişilik mürettebat" gibi mahlaslarıyla ekran önünde harekete geçiriyordu. 
80'li yıllar itibariyle CNN kapısını çalacaktı ve işte o zaman Craig Sager üslubuyla tanışacaktık. Evet, öncesi de ver elbet ama zemini NBA için hazırlıyordu. TNT'de çalıştığı zamanlarda 1992 Kış Olimpiyatları kapsamında kayak konusunda aydınlanacaktık. 1990 Dünya Kupası, Pan Amerika Oyunları, basketbol şampiyonları ve de NCAA gibi oyunların ucunda, mikrofon başında olacaktı. Aklınız bir konuda takılsa, ondan cevap almamak neredeyse imkansız!

Maalesef Sager'ı o anlarda canlı canlı izleme fırsatımız olmasa da gelecekte bir şansımız olacaktı. TNT'de, MLB ve NFL maçlarında sahada gördüğümüzü hatırlamasak da fazlasıyla renkli kişiliği ve takım elbiseleri giyen tek NBA muhabiri olmayı başardı. 
Bunu başarmak o dev ve ciddi adamların yanında çok da kolay değildi... Ama Sager bunlara takılmıyordu. Daha çok Popovich'in takılmalarına ve şakalarına maruz kalıyordu. Bunun dışında renkli kıyafetleriyle "bazı kişilerin" muadili olarak gösterilmekten pek de alıkoymuyordu. Açıkçası hoşuna gidiyordu.

Ne var ki her şey bu kadar renkli ve keyif veren bir şekilde gitmeyecekti. 2014 yılında peşini bırakmayan lösemi iki yılın sonunda tüm negatifliği ile saracaktı. Sadece Sager'ı da değil ekrandaki herkesi, kameramanı, Popovich'i, CNN'i, NBA'i... Ölüm haberini duyduğunuzda belki ağladınız ya da inanmak istemediniz. Fakat Sager'ı tutkusunu, başarısını, gülüşünü hatırladıkça NBA'de mutlaka yansımasını göreceksiniz. Buna inanın!

23 Aralık 2016 Cuma

Ya Ya Ya Şa Şa Şa... Tractor Sazi Tebrizi

Açıkçası doğru sandığımız yanlışlar için bir yenisini eklemişken geçen sabah öğrendiğim engin bilgiler sayesinde törpülemeye başladım.Türkiye'de en fazla taraftar sayısı ne Galatasaray ne Fenerbahçe ne de herhangi bir süper lig takımı.
Bunu duyduğumda bende inanamamıştım. Çünkü yabancı müzik yapan radyo programında, dinleyicilere "futbol" dersi veriliyordu. Üstelik sabah sabah..
İşi önce gır gıra vuruyorlar diye önemsemesemde bir taraftan merak beni içine çekiyordu. Sonrası malumunuz...

İran'ın Doğu Azerbeycan eyaletinin başkenti olarak bilinen Tebriz'den bir takım, yani Türkiye topraklarının biraz dışına taşarak Traktör Sazi FC kulübü olarak zuhur ediyor. İran'daki Türk halkının alameti farikası olan ve hemen her maçını yaklaşık 80 bin seyirci ortalamasıyla ayrı bir konu başlığı! Aslında temelinde de, İran'daki en büyük traktör fabrikasının Tebriz'de olmasından kaynaklanıyor. 

Çalışanların kurduğu bir takım olarak doğuyor ve büyümeleri bundan mütevellit gelişiyor! İran'ın Barcelona'sına karşılık gelmekle beraber yaptıkları pan-türkist sloganlarıyla ne polisin ne de karşıt düşüncenin müdahalesine uğruyor. Bir türlü sağlanamayan güvenlik!



Dopdolu stadın her bir taraftarı Azerbeycan'ı değil, Türkiye'ye sempati duyuyorlar ve kendilerini Azeri olarak değil de Türklüğün buradaki müsebbibi olarak gösteriyorlar. Yaklaşık 15 yıl önce 1. Lige düşmelerine rağmen 2009 sezonuyla İran Şampiyonlar Ligine girmeye başarmış durumdalar. Bu sebepten ötürü 2009-2010 sezonunda İran Şampiyonlar Ligi seyirci rekorunu egale etmişlerdi. 

Traktör Sazi takımının bir de sosyal boyutu var. Doğu Azrbeycan malumunuz İran'ın işgali altında, bu topraklarda İran Süper Liginin fazlasıyla üstünde taraftar topluluğuna sahip Türkçü kulüp olarak doğmuş, sadece futbol oynamayan Traktör Sazi bir nevi Türklerin sahadaki ordusu, güvenlik kalkanı görevini sağlayan bir takım olgusunda. 
Bu durum İran'ın diğer şehirlerinden tepki çekmesine sebep olabiliyor. Tıpkı "Katalonya İspanya değildir" diyen Barcelona gibi...

Tribünlerde binlerce kişi "Ne Mutlu Türküm Diyene" pankartları açması gibi... İstiklal ve Persepolis maçlarının gergin geçmesi gibi... Bir de meşhur tezahüratları kulağımızda hala: "Yel yatar tufan yatar yatmaz Tractor bayrağı!"
Bir noktayı da es geçmemek adına İran en az Türkiye gibi futbol ülkesi, FIFA sıralamasında dünya 40.'ncısı Türkiye 52.'ncisi!
Aynı zamanda Dünya Kupalarının müdavimi! Bizler Avrupa kupalarında gruptan çıkma hesapları yaparken, İran Asya kupalarında liderlik mücadelesine düşmüştü. Yine de bu ikilemlerden sıyrılan Tractor Sazi Tebrizi takımını ayıran kendilerine münhasır olmaları...!

20 Aralık 2016 Salı

Olimpiyat Yolunda; Nicola Pietrangeli

Fransızlarda 1985 yılından beri gelen kehanetleri yenme arzusu bir dönemin efsane bisikletçisi Hinault ile arayışdaydı. Neredeyse 32 yıldır geçilemeyen İtalya Bisiklet turu Fransızların baş ağrısı. Bu kadar açık ara fark aşmışken biraz daha geriye gitmek farz olmuştu.
Çünkü yeni isimler, yeni birinciler soru işaretleri ile gelirken merak uyandırıyordu. Bakınız İtalyanlar, Fransızların aksine çok rahatlar.

İlla başarılı yollara gidebilmek için patika yollara sapmaya gerek olmadığını söylüyorlar. Şimdilerde Nicola Pietrangeli tiramisusunu yerken 83. yaşını kutluyor. Ancak asıl mesele başarılarını ya da başarının eşiğinden dönmesi...
Sömürge ülkelerden Tunus'ta doğan Pietrangeli sınır dışı edilince İtalya kupasında buldu kendisini. 2. Dünya Savaşı ile birlikte babası hapishane kamplarında sürgün edilir. Ancak daha sonra kendi içlerinde verdikleri iç savaştan kurtulur kurtulmaz Roma'ya taşınırlar. Nicola Pietrangeli için dönüm noktası olur.

Parioli Tenis kulübüne yazılır yazılmaz Lazio'da futbol tutkusunu da bir yandan sürdürmeye çalışır. İşte aklında eskiden beri bunların karşılığı olan, çocukluğundan beri yaptıklarıyla hayatını şekillendiren İtalyan tenisçi bir o kadar da hayal kırıklığına uğradı.



1950'ler de Grand Slam'de hep kıl payından dönen Nicola Pietrangeli; geçmişine adeta cevap verir gibi hep Roland Garros'un final perdesini aralıyordu. Aslında amacı şampiyonluk veya ödüller değildi. Geçmişe küçük bir göndermeydi onunki.
1968 Meksika Olimpiyatları Oyunlarından biraz daha önceye gidelim. 1955 Meksika Açık ve 1965 tarihleri ne yazık ki 3. tur başarısı ile kısıtlı kaldı. 1957 Avustralya Açık çeyrek mücadelesi ile noktaladı ve bir daha Güney Yarım küreye geçerken Olimpiyat ruhunu yanında götürecekti. 

1959 ile başlayan Roland Garros hiç mücadeleyi bırakmadan 1960'a taşıyacaktı. Aynı yıl İngilizlerin çimi Wimbledon'ı yarı finalde görecekti. Bunlar şimdi için bile bakıldığında ciddi başarılar. Fakat ne var ki bunlar Olimpiyatlar için ön hazırlık tadındaydı. 1968 Meksika Olimpiyatlarında altın madalyayı alarak geçmişine ve yaşadığı her anı herkesin huzurunda takdim etti.

Rekabeti dibine kadar gelmiş ve bunu başarıya çevirebilmiş tenisçi büyük bir sporcunun bizlerden en önemli unsuru nedir? Fiziki yapıları, çalışma disiplini, antrenmanları veya yetenekleri mi? Belki, hepsi!
En önemlisi baskı altında, binlerce kişi önünde güzel kalabilmeleri... 

16 Aralık 2016 Cuma

Efes'in Perasovic'i

Basketbolun en güzel yanı nedir biliyor musunuz? Aslında sadece tek bir sebebe sığdırmamaktır. Belki son saniyeler ki buna katılmayan kalmayacaktır. Hiç beklenmedik anda gelişen smaçlar, üçlükler belki de… ve yine bunun gibi onlarca hareket.
Türk basketbolunun da bütünleştiği takımlardan biri Efes Pilsen çok pardon Anadolu Efes, türk basketbolunu tanımlayan temel taşlarından biri. Kendi çizelgesini oluşturup, buna göre başarı yolunu özümseyerek, Avrupa Basketbolunun standart başarılı kulüplerinden biri oldu. Neden olmasın ki, onlar oynadılar, onlar coşturdular, onlar  kazandı ya da kaybettiler.

Kemikleşmiş bir kadroları olmasa da Ivkovic’leri vardı. Onun tahtı da sallanınca derin ve geniş alana yayılmış koç arayışları sürerken kariyerinde çıkış arayan, potansiyeli yükseklerde olan oyuncuların parlatma hamlesini uzun yıllardır yapan Anadolu Efes kısa dönemde olsa flört ettikleri Velimir Perasovic’i getirdiler.
Burada İspanya’nın en skorer oyuncusu olarak veya İspanya’da koşulan All-Star kadrolarına seçilecekti. Bu da yetmeyip Koraç Kupasına yine nefes aldıracaktı. İçinde yetenekleri ile parlayan küçük yıldız; milli takımlar düzeyinde hem de Olimpiyatlarda ilk üç basamakta bayrağını göndere çekecekti.

Perasovic Anadolu Efes ile bu sezon pek de alışıla geldik gibi başlamamış olsalar da bu sezon ki güzel hikayelerinin en iyi sayfalarını kaleme almaları değil mevzu, geri dönüş yaptıklarında hiç bu kadar sıcak hissetmemişlerdi. Zira atılan her üçlük her kritik anda tüm oyuncular yanıyordu. Çünkü istiyorlardı. Ve bunu sahaya yansıtabilecek bir Perasovic’leri vardı. Hatırlayalım bir önceki sezon Baskonia’nın başında iken olağan yapıyı bozmadan oynatıp fazla da hatta hiç radikal değişimlere uğramadan “düz” denilebilecek koç havasındaydı!

Bazen penetreleriyle ile savunmaya tehdit oluşturuyor bazen de müthiş şutör dengeleri ile üst seviyelere çıkartıyor. Yeri geldiğinde de sorumluluk alan ve takımı sırtlayabilecek  oyuncuları olmaları…
Yani işin özü bir arada takım olduklarında kontrol edilmesi çok zor bir takım profili oluşturuyor. Sanki takımın başında Perosovic yokta Dimitris Itoudis var gibi. Sahi ne oldu bizim bildiğimiz Perasovic’e!

13 Aralık 2016 Salı

Bir Zamanlar Zonguldak, Kömürspor...

Adalet hiç bir yerde tecelli etmediği gibi futbolda da hakimiyetini kanıtlar nitelikte. Küçücük bir çocuktum ve o sıralarda ofsayt kelimesinin mantığını idrak etmekle meşguldüm. Her terimi karmaşıklaştırmak olduğu için "ofsayt" futbolun kanayan yarası haline geldi. Ama benim için o yaşlarda anlam veremediğim bir ikilem vardı. 

Aristokrasi futbolu ve işçi sınıfı futbolu! Bana öğretilen; futbol futboldur. Altında başka mana aranmamalı! 
Zira aradan yıllar geçti, bu kadar belirgin değil belki ama halen daha devam bir tartışma konusu. Gösterilen en büyük örnekleri de Liverpool hiç şüphesiz, hemen ardından Borussia Dortmund ve Schalke takımları akıllara geliyor. İşin aslı hemen unvanlarının hem de oynadıkları futbolun hakkını veriyorlar... 
Uluslararası arena da daha net bir şekilde istediklerini, muhalif oldukları konuları açıklılık ile dile getiriyorlar.



Ülkemiz adına bakıldığında Zonguldakspor tam kıvamında bir emsal taşıyor. Şimdilerde isimleri Zonguldak Kömürspor olarak 2. lig de top koşturuyor olsalar da temelleri yakın döneme (Zonguldakspor 1966 yılında kurulmuştu.) 1986 yılına dayanan Kömürspor'un, istikrar durumu da epey şaşırtıcı!
Bölgesel Amatör Lig de oynarken yükselen ve istekli grafik sergileyip 3. lige terfi ettiler. Aradan 2 yıl geçtikten sonra ise rakiplerine üstünlük kurarak 2. lig de top cambazlığı yapmaya başladılar. Fakat Kömürspor'u daha "örnek profil" olarak gösteren durumlar zinciri farklı... Tabi bu hususta kime göre neye göre diye sormak da gerekir. 

Yaklaşık 14 bin kapasiteli statlarına maç başına 10 bine yakın seyirci akını oluyor. Futbol için epey az gibi görünse de Türkiye koşullarında çok iyi bir rakam, üstelik alt ligler seviyesinde! Son yıllarda gelişen "passolig" uygulaması, taraftara kesilen cezalar var olduğu sürece maça gelen seyirci sayısı yedi binleri zorlamaz duruma gelir, doğal olarak!
Ya da birileri gerçekten gelmesini istemiyor. 
Kömürspor'un; Ultras Elmas ve Genç Zonguldaklılar olarak iki baskın taraftar grubu var ve ev sahibi oldukları her maçta tribünlerde boş yer bulmak imkansız!

Süper Lig'de oynanan maçlarda 8500 civarında bir tespit yapılmışken. Yeni yapılan statları içinde çalışma yapanlar teknik heyetin bir kısmından birkaçı var. 
Spor Toto 2. Lig Beyaz Grupta mücadelesini sürdüren Kömürspor, yine aynı grupta yer alan Amed deplasmanında takımlarını yalnız bırakmayan onurlu taraftar grubundan bahsetmeden olmaz. Büyük bir algı olarak gösterilen bu durumlar silsilesi örnek davranış olarak geri döndü.

Siyeseti yerin dibine batıran hem Kömürsporlular hem de Amed Sporlular fair-play ruhunu canlandırmayı başaracaklar! 

9 Aralık 2016 Cuma

FIFA 94,95….2015,2016….

Bir şey itiraf etmeliyim! Gerçekten şanslı bir dönemin çocuklarındandım. Kıl payıda olsa da 80’lerin sonuna yetişmiş çocukluk geçirdim. Bu beraberinde bir soruyu da kapıyı açıyor. Neden şanslıydık? Mahalle kültürü ile yetişme erdemine ulaşan son kesimdik. Ardından yerini “atari” salonları, internet kafelerine yüzünü çevirdi. Ne sokakta koşan bir çocuk ne de parkta taşlardan kale yapan mahalle takımı vardı.
Biraz buna sosyo-ekonominin koşullarına ayak uydurmakta denebilir. Bu duruma ayak uyduran spor mecraları baş gösterecekti. Tarihler 80’lere oldukça yakın üstelik. FIFA futbol oyunu olarak FİFA International Soccer olarak adlandırdığı futbol oyun sürümünü piyasaya sürecekti. İşte efsanenin doğuşu bu denli köklü geçmişe sahip.

İlk yıllarında görüntü ve sesin pek de önemi yoktu. Amaç kısa yoldan futbola ulaşmaktı. Ve amacına ulaştı, ulaşmaya devam ediyor. Oyunu sadece milli takımlar bazında tasarlayan, dolayısıyla hiçbir futbol takımını düşünmeden yola çıkılan proje tahminlerinde fazla üstünde satınca devamı da gelecekti.


Atarilerden bir farkı da farklı açılarla görüntü ve top kullanma olanağı sunuyordu. FIFA 95 serinin hemen ikinci oyunuydu. Bir öncekinden tek farkı, milli takımların yanına kulüplerin de eklenmesiydi. Küçük bir Ali Cengiz oyunu da hesaba katılmıştı. Futbolculara telif vermemek için isimlerinde bir takım değişikliklere gitti. Kimin umrunda!
Dolaylı yoldan reklamları söz konusuydu. Dönüm noktası FIFA 96’da olacaktı. Hem görüntü kalitesi bakımından hem de resmi anlaşmalar yaparak futbolcuların gerçek adları kullanıldı. Küçük bir ayrıntı da unutulmadı. Stadyum efektleri, taraftar sesleri…

FIFA 97, 98, 99 devam etti. FIFA 99 o döneme kadar yapılmış en iyi oyun konsolu özelliği de taşıyacaktı. 2001 yılında Türkler adına bir ilkte yaşanacaktı. Resmiyetle Türkiye Ligi’nin  olmasıyla beraber Galatasaraylı Hagi’yi kapağında kullanacaktı.
Peşi sıra izleyen yıllarda sürekli kendini geliştiren bir oyun haline dönüşmüştü. Oyuncuların hareketleri, görüntüleri vesaire vesaire… 
FIFA oyunlarına demir atanlarından biri de Wayne Rooney’di. Uzun yıllar kapağında olacaktı.
Hayatımıza iki taşın kale olarak bütünleştiği, derme çatma top yapılmış müsveddeler bize mahalle kültürünü öğretecekti. O kadar çok sevdik ki onun uğruna her şeyden vazgeçtik. Sanırım FIFA oyunlarında  pabucunun dama atılacağı bir oyun çıkmadıkça toz konmayacak.


6 Aralık 2016 Salı

Bizden Biri; Steven Gerrard

Ona tutkuyla bağlananlar ve saygıyla gıpta edenlerin hatta futbolla ilgisi olmayan her kimse Steven Gerrard ile bir bağ kurar. Neden mi? Gerrard bunlardan çok daha büyük bir şeyin parçası ve de Steven Gerrard herkesten bir saygı duruşunu hak ediyor. İşin aslı mübalağalı cümlelere sıkıştırılmış benzetmeler bizi aşıyor. Gerrard'dı da....
Çünkü o işçi sınıfının kahramanı! Liverpool'un sokaklarında yürüyen sade bir vatandaş. Anfield stadının kaptanı. Ve dahası...

Bir çocuk düşünün üstelik İngiltere'nin epeyce kuzeyinde. Liverpool çimlerinde! Gerrard futbola başladığında Almanya'yı ikiye bölen "Berlin Duvarı" halen daha yıkılmamıştı. Steven Gerrard Liverpool'un kapısından içeri girdiğinde sadece 8 yaşındaydı, devasa büyük gelen forması ve sıkı sıkı bağlanmış kramponlarıyla, her şutuyla dünyayı değiştirmişti. 
O kadar şanslıydı ki Liverpool altyapısında Michael Owen, Steve Mcmanaman, Jamie Redknopp gibi oyuncularla yetişme ve takım olma olgusuna erişti. 

Aslında Liverpool şu an sağlam temellere ve taraftara bağlı olmasının sebeplerinden bir kaçı... Bunlar hakkında saatlerce konuşup sonu gelmeyebilir. O kadar iştahla konuşulacak bir futbol adamı.



Tarihler 25 Mayıs 2005'i gösterdiğinde tam olarak İstanbul'un bir köşesinde yani yerinde efil efil rüzgarlar esen Atatürk Olimpiyat Stadyumunda herkes maça kilitlenmiş durumda. Çünkü düdüğü çalan hakem Şampiyonlar Ligi finalini yönetiyordu. Liverpool-Milan ile karşılaşmış maç 3-3 bitmesine rağmen penaltılarla Liverpool kupaya uzanmıştı. Buraya kadar olağan  futbol figürleri, ya maçın adamı! 
Şüphesiz Steven Gerrard'dı. O gün o maçı, o şampiyonluğu kazanmak için doğmuştu. Gerçekten bu hissi almamak mümkün değil. Liverpool'un altyapısında yetişen ve tadını çıkaran, bir çocuk vardı sahada ve o çocuk büyüdü. 

18 yaşında Liverpool'un A takımı kadrosuna girmişti çoktan. Steven Gerrard yoksa sahada da bir takım yoktu. Zira 1998-2015 yılları arasında iken neredeyse kazanmadığı şampiyonluk, ödüller kalmamıştı. Her daim sporculuğu ve oynadığı oyun ile değil karakteri ile de parmakla gösteriliyordu. Liverpool'a vedası da bir o kadar hüzünlüydü. Yine bir Mayıs gününde (24 Mayıs) Stoke City'de 6-1 yenilmişlerdi. Ve tek "şeref" golünü Steven Gerrard attı.
Bu elveda Premier Lig'eydi aynı zamanda. Ancak Los Angeles Galaxy takımına 1,5 sezonluk sözleşmeye imzaladı. Fakat o çocuk emekliliğini açıkladı. 

2016 yılı ünlü basketbolcu ve futbolcuların yaprak dökümü içinde geçti ve belki şu an bu okuduklarınızdan sonra yeni bir "şok" efekti ile vedasını okuyabilirsiniz. Şuna da bir açıklık getirmek gerek. Gerrard hiçbir zaman melek olmadı. 
Daha toy zamanlarında acımasız faulleri içine Ramos kaçmış bir edayla penaltılar yaptırdığı çoktu. Yine de o "kahramandı", işçi sınıfına zaferler kazandıran sıradan biriydi. Şu an pek bir şey hissetmiyoruz ama kısa süre sonra hatırlanan anları düşünürken bulacağız.

2 Aralık 2016 Cuma

Davis Cup'ın Renkleri

Çok samimi dört Harward öğrencilerinden Dwight Davis, Britanya’daki tenis turnuvalarına karşı koymak amacıyla tasarladıkları Davis kupası; şimdilerde dönüşüme uğrayarak Uluslararası Tenis Federasyonu olarak önümüze sürüyorlar. Hasbelkader Büyük Britanya ilk finalinde  “Amerikan Rüyasıyla” hayatını kabusa çevirmeyi başarır.

İlk Davis Kupası 1900 yılında Amerika-İngiltere karşısında kıyasıya mücadele ile başlasa da maç sonucu pek de öyle anlatmıyordu. Çünkü skor 3-0 gösteriyordu. Bu iki ülkenin hegomanyası her yerde baş gösterdiği gibi teniste de “çanlar kimin için çalıyor” kıvamına gelmişti. 1905 yılında Fransa, Belçika, Avusturya, Avustralya ve Yeni Zelenda gibi raketlerine sarılmış diğer ülkeleri kapsayacak biçimini almıştı. Tabi kalıbına sığmıyordu.

Zira kalıplara sıkıştırılmaya başlandığı an, spor özgürlüğünü bir başkasının kollarına bırakmaktan başka çaresi olmayan köleye dönüyor. Fakat Davis Cup renklerin raketiydi. Amaç her ne kadar İngiltere hakimiyetini bitirmek olsa da –ki bunu da başaramadı- diğer ülkelerin katılımıyla formatını genişletmesi kararına varacaktılar.


Tarihler 1920’li yılları gösterdiğinde 20’den fazla ülkenin buluşma noktası olacaktı. İyi ya da kötü devlet ilişkileri sürerken, bir yerlerde farklı bilinçle işleyen ellerin buluşması fazlasıyla rağbet görecekti. Dwight Davis’in 1900’lü yıllarda kurduğu Davis Cup her geçen yıllarda yeni şeklini alacaktı. Ve bunu sadece “spor” amacıyla yapacaktı. Her hangi art niyet olmaksızın o korta çıkıp topa vurabilmek için. İşte bundandır ki Davis Cup ülkelerin birbiri ile olan mücadelesinden çok dayanışmasını ifade ediyor.


Asıl şeklini 1980’lerle beraber almıştı ve işler hayalindeki tenis turnuvasından çok daha fazlasını aşınca rekabet dünya çapına taşınmak zorunda kalacaktı. Günümüzdeki en son haliyle 16 ülkenin katıldığı 4 gruba ayrılan (Asya, Avrupa, Afrika, Amerika) turnuva şekline büründü.

Bu kısımlarda derin bir nefes almanızı öneriyorum. Çünkü 32 şampiyonluk ile Amerika bayrağı elinde bulunduruyor. Yakın takipte bulunan Avustralya 28, Büyük Britanya'da 10 Davis Cup ile Amerikayı bu konuda yalnız bırakmıyor. Son yıllarda hiç beklenti içinde bulundurmadığımız ülkelerde atak yapmaya başladı. 
Açıkçası tadı kesinlikle böyle çıkıyor. Güçlü baş kahramanların "Dwight Davis" gibi karakterlerin korkusuz ve milliyetçi ruhuyla çıkıp,uluslararası alana yayılan sporcu çok nadir karşımıza çıkıyor. Ya da bağlantıyı milliyetçilik ve ulusal olarak algılamayıp; ilişkiyi bir tenisçiyle kurar ve o kişinin "raketinin arkasında" olduğunu hayal edersiniz. Veya etmelisiniz. 

29 Kasım 2016 Salı

Ve Oleg Tinkoff!

Paranın her kilidi açacağını düşünenlerden olmak ne denli doğru, tartışma konusu. Ancak öyle ciddi meblağlar söz konusu ki, ürettiğimiz her türlü aksi tezi çürütüyor. Hele ki futbolda kara borsa misali paralar kazanılıyor. Ve bu ne yazık ki ticarete dönüşen “spor endüstrisi” biçimine dönüştü. Bir de şike, iddia ve doping boyutu var. Bu konuda bisiklet epey yara aldı. Maalesef sarabilmiş değil.

Her geçen gün bir yenisini ekleyerek büyüyen skandallar dur durak bilmiyor. Zira bisiklet sporunun gelişmesi için birtakım ataklarda yok değil. Rus iş adamı Oleg Tinkoff, ismi bir anda aşina olamayacağımız bir milyarderden başka isimmiş gibi gelmiyor. Keza bu adın altında son yılların en büyük bisiklet takımlarından Tinkoff’un sahibi yatmakta.

Medyatik bir kişiliğin yanı sıra iki teker ile özümsenmiş bir ruh var onda. Fazlasıyla gazete ve dergilerin manşetlerinde yer alan ve sansasyonel haberlerin peşinden koşan Rus iş adamına yükleniyor olmak serbest bu noktada. Lakin bisiklete verdiği değer yadsınamaz.

Aslında temelinde Danimarkalıların; iletişim, sadakat, bağlılık, saygı ve ekip ruhunu bir araya getirmek amacıyla kurduğu daha sonra Oleg Tinkoff'un dahiyane Rus zekasıyla bütünleştiği bir takım haline geldi. Tabi yanına yandaş bir sponsor alarak yoluna devam etti.


Uzun bir sponsorluk anlaşma sürecini süzgecinden geçirerek Saxo Bank ile ilerleme kararı aldılar. Bunlar beraberinde çok daha fazlası ile dönecekti. Alberto Contador, Peter Sagan, Pavel Brutt, Ivan Basso gibi pedalları dahil edip büyük sükse yaparak başlangıç yapacaktı.
Daha taze bir hatırlatma;2016 yılı içerisinde Dünya Yol Yarışı ve Avrupa Yol Yarışı şampiyonaları altında Tinkoff - Saxo Bank formasını birincilik ile terleten Peter Sagan'dan başkası olamazdı.

O da tıpkı Oleg Tinkoff gibi medyanın göz bebeği olanlardandı. Hatta bazen abartmasıyla tanıyoruz. Tahayyül etmesi zor olsa da bu ikili zaman zaman bir sonraki yılın kutlamalarını erkenden yapıyordu. Haklı kısımları var! Ve bu bisiklet tutkusunun sadece heyecan verici tarafını değil, sorunlu kısımlarını da ayaklar altına seriyordu. 

Tinkoff madencilik eğitimi alırken, kendisine bir yol bisikleti aldı ve artık onun damarlarında o tutku dolaşıyordu. Zaten hiçbir zaman madencilik üzerine çalışmadı. Esasında bisiklet pedalına da basmıyordu. En azından o dönemler için...
Hazır bir yemek şirketi ve peşi sıra bira fabrikası! Bütün hikaye bundan ibaret. Bir de ileri görüşlülüğü ve biricik sevgilisi bisiklet... Zaten gerisini biliyorsunuz.

25 Kasım 2016 Cuma

Ya Hep Ya Hiç...

Bu yılki ATP Dünya Turunda enteresan eşleşmeler fısıltılar eşliğinde büyüyordu. Hemen hemen herkesin dilinde Murray-Djokovic çekişmesi geçiyordu. Keza öyle de oldu. Nadal sessiz bir şekilde kendinin ayağını kaydırdı. Zira Federer 2017’ye saklıyor. Bu su götürmez bir gerçek. Asıl fırtınayı bir sonraki yıla öteleyen bir beden büyük tenisçiler, yerini hızı epey yukarıdan olan “genç” isimlere bırakıyorlar. Bu aslınsa yavaş yavaş tahtı bırakmanın da sinyalleri…

Mevzubahis gençler olunca o hikâyenin bir yerinde Dominic Thiem ile karşılaşmanız olası. Onun hakkında; Avusturya’daki turnuvalarda parıldaması dışında bir şey göremedik eleştirilerine maruz kalan Thiem’e son derece haksızlık edildiğini kanıtladı. Dominic Thiem için kariyerinin en önemli galibiyetini Kitzbuhel Turnuvasında finali 2-0 alarak başladı.  Daha öncesi de var.

ITF Gençler kategorisinde (2011 yılında) dünya 2 numarasında iken Fransa Açık’ta pek de beklenmeyen mağlubiyet sonucunda, şampiyonluk ellerinin arasından kaydı. Thiem diğer genç yeteneklerden ayıran özelliği ise; mücadeleyi asla bırakmaması. Bir de servisleriyle her daim oyunda kalmayı başarabilmesi. 2014 yılında dünya 101. Sırasında iken sadece 2 yıl sonra dünya 7. Olmayı başarmış ender ganimetlerden, sessiz ve derinden çıkıp gelen Dominic, ara sıra şaşırtan geri dönüşleri de yapmayı ihmal etmiyordu.


2014 Mayıs ayında Madrid Open’da ilk sette Wawrinka karşısında varlık gösteremese de geri dönmeyi çok iyi bilecekti. O dönemde ATP ilk 100 arasındayken dikkatleri üzerine çekecekti. ESPN’de dahi Dominic Thiem cümle içinde kıyıda köşede değil ana başlık altında yerini buluyordu. Thiem’in saf gücüne set çekmeye muktedir görünenlerde var.  Bir diğer genç yetenek Sascha zverev gibi…

Murray, Nadal ve Wawrinka gibi tenis yıldızlarının karşısında geri adım atmaması çok şahane bir referans ki onlar karşısında hiçbir zaman sinmedi ve bu yüzdende yeni yetenek olduğuna herkesi ikna etti. Nadal’ı da! Sık sık Nadal ile yarı finallerde karşılaşan ve birçok yönüyle de Nadal’ı andıran Thiem çizgi gerisinden karşıladığı oyun ile toprak tenisçilerden bir adım öne taşınıyor.


Her ne kadar kelimelerin içine sıkıştırıp, tarif etmeye çalışsak da, net ve göz dolduran şampiyonluğa veya Grand Slam finaline uzanabilmiş değil. Kritik anlarda sakin kalabilirse ilk üç sırayı zorlaması şaşırtmayacak. Bence fazlasıyla Grand Slam finali oynamayı sonuna kadar hak ediyor. Tabi burası kurtlar sofrası…

22 Kasım 2016 Salı

Hollanda Ekolü: Edgar Davids

Şimdiki zamana bakış dünyada futbola dair ekolden söz edebiliyorduk. Daha özeline inersek futbolda “Hollanda Ekolü” tabirini bize öğretenler, izlettiren futbolcuları konuşmaktan hiç çekinmezdik. Hunharca eleştirir, attıkları gollerle nefesimiz kesilebilirdi. Veya bir duvar pasının; sıradan bir duvar pasının ne kadar zekâ dolu olabilir ki diyerek cevapsız soruların içinden çıkmaya çalıştık.
Ancak biraz daha geçmişe dönük baktığımızda unutulmayacak bir dizi okutan futbolcularla baş başa kalıyoruz. Açıkçası en sıradışı ve etkileyici olanı Edgar Davids’di. O yalnızca oyun tarzıyla değil, farklı giyimi ve gözlükleriyle bir futbol figürüydü.

90’lı yılların sonu 2000’lerin başı itibariyle yüksek dozda heyecan yaratmıştı. Oynadığı maçlarda. Tüm zamanların en iyi fundamentaline sahip nadir futbolcularındandır. Totalde 5 yıllık Ajax kariyerini İtalya’ya açılacak bir kapı olarak görecekti. Ki o dönemlerde İtalyan “futbolu” konuşuyordu. Hemen hemen tüm yıldız futbolcuların şimdilerdeki Barcelona, Real Madrid rekabetinin oyuncağı olma yolunu İtalyanlar kullanıyordu. Keyfini çıkara çıkara… Uzun sürmeyecekti.


Ajax 90’lı yılların şahane kadrosundan ayrılan furyaya dahil olacaktı. Dudak uçuklatarak, rekor ücretle Milan’a transfer olacaktı. Futbolun nazarından mı bilinmez ayağı kırılan futbolculardan olması sebebiyle Ajax dönemini arar olacaktı. Tecrübeli orta saha toparlar toparlamaz, gelen teklifleri değerlendirdi ve yabancıya değil, Torino ekibi Juventus’a imza attı. Çıkış yakalayan grafiğinin kaldığı yerden devamını çekecekti.

Muhteşem refleksler, olağanüstü top kontrolü ve de ölümcül zihinsel koordinasyon, sonucunda yeşil sahaların dokunduğu futbol cambazıydı. Onu farklı kılan futbol anlayışını kabul ettirdi. İyi ki de!
Lakin Glokom hastalığından (göz tansiyonu) dolayı taktığı özel gözlüğü ve rastalı saçlarıyla ilginç bir şekilde yakaladı bizleri. Ajax takımındayken oynadığı futbol ile hatırlatıyor kendini. Hollanda da iken neredeyse kazanmadığı kupa, şampiyonluk kalmadı. KNVB kupasından tutun da Şampiyonlar Ligi kupasına kadar…


İtalya’da daha çok ulusal kupalarla yetinmeyi tercih etti. İşin aslı buna pek fırsatı olmadı. Bugünlerde biz futbolseverlerin bu dozda futbolculara, belki yöneticilere aşırı derecede ihtiyacı var. Hollanda ekolünün sona ermesiyle beraber başlayan depresyon yavaş bir biçimde tedavi ediliyor. Sancıları da bize kalıyor. Evet, hala Hollanda Futbolunun hangover’ındayım. Pardon TDK’ya göre hengosundayım. Ya siz?

18 Kasım 2016 Cuma

Hırs: Marina Maljkovic

Rüzgar misali bir amaç uğruna savrulmaktan “ben ne yapıyorum” sorusunu sorana kadar yıllar yıllar geçmiş oluyor. Bunun sonucunda asıl olmamız gereken yerde olacağımız gemiyi kaçırmış oluyoruz. Zira bu durum sporcular için rüzgârdan çok tufan etkisi yaratabiliyor. O zamanlamayı ayarlanmadığı takdirde sıradan bir sporcunun ötesine geçemiyor.

Hiçbir hırsın ve başarının beklenmediği bir ortamda, hayal kurmak imkansız. Ancak en sevdiklerimizden; imkansızı gerçeğe dönüştürebilenleri hayranlıkla izlemek! Kendini izleten ender kadın basketbolculardan, en doğrusu antrenörlerden Marina Maljkovic…
Yüzündeki hırs ve heyecan ders olarak okutulsa “hayır” demeyiz. Denmemeli! Çünkü yeterince bastırılan kadınların en azından paradigma olarak önümüze sunulmalı, ateşlemeli! O isimlerden biri Marina Maljkovic.


Fransa’nın Abeilles de Rueil takımının genç kızlar kategorisinde oynarken asistan koçluk görevi omuzlarında hiç de ağırlık etkisi yaratmayacaktı. Kendisinin saha içi mi yoksa saha kenarı tarafında mı olacağını gözüne kestirmişti. Hem takımda oynayarak oyunun içindeydi hem de dışarıdan gözlemleme mertebesine ulaşacaktı.

Bu istekler Maljkovic’i karşılıksız bırakmayacaktı. Sırbistan’ın 3. Lig takımlarından KK Usce’nin başına getirilerek (kısa sürede asistan koçlukta terfisini alarak) kafasında oluşturduğu planları işletecekti. 3. Lig takımını fire vermeden iki yıl içinde 1. Lige çıkarıp, iddiası olan bir takıma dönüştürdü. Tek başına takımlarını değil, kendisini de!
Asıl sorun dışarıdaki zafere kolay yoldan ulaşmaya çalışan takımlardaydı. Maljkovic ilk keşfeden ilk hamlesini yapmıştı bile. ZKK Hemofarm takımı vakit ve nakit kaybetmeden transferi gerçekleştirmişti. Bilakis burada da Sırbistan’da elde edilebilecek bütün başarıları yastık altı yapacaktı.

Hedeflerinin daha da büyüten Marina Maljkovic şöhretiyle nam salmış Partizan takımına imzayı atacaktı. Pek tabi ki kadın takımına. Kendini kadın sporuna adamış olduğunu Partizan takımıyla ispatlayacaktı. Kısaca Sırbistan kariyerini açıklamak gerekirse; lig şampiyonluğu yaşadığı takımların arkasında hep “yılın koçu” unvanı olacaktı. Ve daha sonra dışarıya açıldı. Aslında çok da yabancısı olmadığı Fransa’ya uzandı. Lyon’a… 2011 yılı itibariyle Sırbistan Milli Takımın başında, 2015 Avrupa Kadınlar Basketbol şampiyonu yapacaktı.
Üstelik bu Sırbistan tarihinde de bir ilk olacaktı. Son sezonda da takımının başına “acil” koç arayan Galatasaray, Maljkovic’in kapısını çalacaktı. İşin aslı uyuyan bir takımı uyandıracaktı 35 yaşındaki Marina Maljkovic!


15 Kasım 2016 Salı

Basketbol Gurusu; Dean Smith

"Bana sadece basketbolu değil, hayatı da öğretmişti." Dean Smith'i bu sözlerle anıyordu, Michael Jordan. Ya da daha özele inmek gerekirse şayet, Michael Jordan'ı yaşayan efsane olarak dillendiriyorsak temelinde Dean Smith'ten başkası olmayacaktı. Şimdi biraz basketbol tarihine tanıklık etme zamanı...

Basketbol otoritelerinin ve disiplinli anlayışıyla yeni bir soluk getiren, 2015 yılını her ne kadar hatırlamak istemesek de; Amerikan basketbolunu yıllardır takip edenlerin sonsuz saygı ve minnetle baktıkları, hatta North Carolina denilince Michael Jordan'ın da akıllara düşmesini sağlayan Dean Smith'i kaybettiğimiz yıl geliyor ne yazık ki!
Hayatını North Carolina'ya adamış bu özel adamın izahı yok... Zira insani tarafının ağır bastığı, yardımseverliği ve ikili ilişkileri tarafından bakıldığında inanılmaz bir figürdü.



O basketbola başka pencereden bakmayı öğretti. NBA'de hiç koçluk yapmadı! Buna rağmen adını "Bay Basketbol" olarak anmaktan kimse kaçınmadı. Sadece ve sadece kolej basketbolunda yetiştirdiği yıldızlar, oyunun ivmesini değiştirdi.
Yeni bir akım başlattı. Eski köye yeni adetlerin devamı gelecekti. Örneğin kırılması güç rekorlara imzasını atmayı esirgemeyecekti.

23 NCAA turnuvasına katılacak bu alanda diğer koçlara hükmedecekti. Bunların yanı sıra 879 galibiyeti ile tarihte en çok galibiyet alan 10 koçtan biri olarak; onun ne kadar önemli bir basketbol adamı olduğunu tekrar tekrar gösterecekti. 
1967 yılında, ayrımcılığın ve ırkçılığın yoğun olduğu dönemlerde, Charlie Scott'ı transfer ederek aynı zamanda ilk burs alan siyahi basketbolcu olmasını sağladı.
1976 yılı hem ABD için hem de North Carolina için devrim niteliğinde bir karar ile Dean Smith'i ABD Milli Takımı'nın başına getirilecekti.


Smith asla oyuncunun ismini önemsemez, doğrusu oyunun önüne geçmesine izin vermezdi. 1981 yılında Dean Smith'in dikkatini çektiği ve ilk beşin bir parçası haline gelen Michael Jordan'ı keşfeder. Bu beş hayal bile edilemeyecek başarılara ulaşır. Çok geçmeden Dean Smith, Michael Jordan ikilisi dilden dile köşe bucak her noktaya ulaşır...

1982 yılında Jordan'ın son saniye basketiyle (Georgetown'a karşı) kazandığı şampiyonluk unutulmazlar arasında yerini alacaktı. North Carolina maçlarının oynandığı stadın adı Dean Smith Center olarak değiştirilmiş ve şaşırılmayacak şekilde devasa bir Michael Jordan forması asılacaktı. 
Basketbol ekolü olan Dean Smith; hayatını bilakis Michael Jordan'nın gelişimi için de adamıştı. Sadece Amerika Basketbolunun değil mütevazi ve disiplinliği ile dünyaya örnek profildi.

Bakınız Michael Jordan ne de güzel tarif ediyor: “Ailem dışında kimsenin hayatımda koç Smith kadar etkisi olmamıştır. O bir koçtan fazlasıydı. Akıl hocam, öğretmenim, benim ikinci babamdı. Ne zaman ihtiyacım olsa o hep yanımdaydı. Bu yüzden onu çok seviyordum. Basketbolu öğretirken, hayatı da öğretti." 
Teşekkürler Dean Smith!

11 Kasım 2016 Cuma

Temiz Ayaklar... Calciopoli...

Şimdilerde İtalya denilince akla pizzası, oldukça karizmatik erkekleri, tasarımları ve saymakla bitmeyecekleri şöhretleri geliyor. Haksızlık etmeden, turistik bir ülke olduğunu es geçmemek gerek . Tebdili mekanda ferahlık uzun sürmeyecekti. Yani Torino için…
Ve birkaç şehri için daha… Bilhassa son yıllarda  Milan’ın, Inter’in yokluğunda İtalyan kulüpleri arasında en başarılılardan biri olan Juventus 2006 yılında şike iddiası ile deyim yerindeyse futbol depremi yaşandı. Çünkü sadece İtalya için değil, uluslararası alanda da ilkler yaşanacaktı.
Sadece Juventus değil, İtalyan futbolu ciddi anlamda prestij kaybı yaşamış ve bir daha toparlanması yıllarını alacaktı. Dürüst olmak gerekirse en ağır darbeyi alan Juventus sağlam adımlarla yükselişe geçecekti. Geçmeye devam ediyor.

Peki nereden çıktı bu şike davası? Calciopoli skandallarının hemen arkasından Juventus’un şampiyonluklar, başarılarla dolu geçmişinin gölgede kalması ve eski itibarını kaybetmesine sebebiyet veren olaylar zincirinin temelinde yatan Calciopoli davasından başkası olmayacaktı. Her şey tesadüfen başlayan polis-medya kovalamacasının sonucunda başladı. Devamındaki süreçte polis “Temiz Ayaklar Operasyonu” olarak sürdürdü.


Büyük bir soruşturma neticesinde sadece Juventus yara almamıştır. Ya da Juventus kadar çalkantılı olmayacaktı. Milan ve Fiorentina gibi dev kulüplerin yer aldığı; maçların sonucu için hakemlerle anlaştıklarına dair bir davaydı bu. Bu yolda Juventus’un direkt olarak bir alt lig (Serie B’ye) düşürülmüş ve -9 puandan başlatılmasına karar verilmişti. 2005 ve 2006 yıllarındaki unvanları, şampiyonlukları geri alındı.

UEFA’da cezasını kesecekti ve iki yıl boyunca men edilmesine karar vermişlerdi bile! Milan, Fiorentina gibi takımların sadece (-) puanlarla başlaması uygun görüldü. Şimdi bu kadar üst seviyedeki kulüplere ceza verilir mi? Evet. Üstelik ilk olacaktı. Tabi takımlar bu denli ciddi cezalar alırken, esas kişiler yani yöneticiler ve hakemler men cezalarını alacaktılar.


Futbol bu kadar kirli bir oyun olmuş, spor endüstrisinin ağına düşmüşken, geçmişe dönmeyi borç bilmeliyiz. Son zamanlarda UEFA ‘da yaşanan skandallar, menajer + futbol ilişkilerindeki tiki takalar vesaire vesaire… Hatırlatalım! İtalya Serie A’da ne Roma’nın ne Inter’in ne de Milan’ın esamesi okunmuyorken Juventus yeşil sahaları silip süpürüyordu. 

8 Kasım 2016 Salı

Mini Mourinho

"Tutku, ormana giden yol değil, ormanın ta kendisidir. Ormanın en derin ve vahşi tarafıdır hatta. Aynı anda perilerin hala dans ettiği ve zehirli yılanların dallarda uyukladığı..." demiş Tom Robbins. 

Kulübün telefonu aralıksız çalıyordu. Arayanlar büyük ihtimalle basın mensuplarıydı. Peşi sıra kesilmeyen röportaj istekleri bitmeyecek gibiydi. Ancak ne kulüp ne de Nagelsmann dışarıya açılmak istemiyordu.
Son zamanlarda yakaladığı başarı/lar bir anda medyanın kucağına oturmuş olarak bulacaktı. Julian Nagelsmann henüz 29 yaşında fakat Alman basını peşini bırakmıyor. Ne oynadığı futboldan ne de yaptığı açıklamalardan ötürü değil! 

Futbola FC Issing'te başlayan Nagelsmann, altyapı seviyelerinde Münih ve Augsburg takımlarının U-19'lar takımında oynayacaktı. Hatta kaptanlığını dahi yapacaktı. Augsburg'da yaşadığı sakatlıklar nedeniyle maç yapamayacak hale gelmişti. Böylece üst üste aldığı darbeler sonucunda U-19 kategorisinde futbolu bırakmak zorunda kalmıştı.



Spor hayatını, en azından şimdilik bitiren Julian Nagelsmann bu boşluktan kariyerine üniversitede devam ettirmeye başlayacaktı. Devamında spor bilimlerine geçecekti. Yani kapı kapıyı açacaktı... Biraz da insan kendi şansını yaratır felsefesi ile eski takımı Augsburg'a döner.
Bu sefer teknik direktör olarak! Zira bir dönem Thomas Tuchel ile çalışacaktı. Eskiyi yad eden Nagelsmann, bir diğer eski takımı 1860 Münih takımının hocalığını yapacaktı. 

Kendine yer bulmakta pek güçlük çekmeyen yetenekli genç yetenek, en son olarak TSG 1899 Hoffenheim takımına geçti. Önce U-17 klasmanında 4 yıl hem kendisine hem de oyuncularına hocalık yapacaktı.
Bir dönem A takımın yardımcı antrenörlüğünü yaptığında hocası Tim Wiese; Nagelsmann'a "Mini Mourinho" yakıştırmasını yapacaktı. Gözünü hırs bürüyen, bir o kadar sakin yapısı yapısı ile Julian, Uu-19 takımı ile Almanya şampiyonluğu yaşadı. Bu arada U-19 liginde şampiyonluk yaşayan en  genç teknik adam oluverdi.

Lakin A takımın teknik adamı yaşadığı rahatsızlıklardan dolayı takımın başına Nagelsmann'ın geçmesine karar verdiler. (10 şubat 2016) ve bundan sonra film başlayacaktı.
Şimdilerde Bundesliga'nın yenilgisiz üç takımından bir olmuştu. Bu yıl Bayern Münih'e kancasını takan bir diğer takım olmayı başarmak pek ala zor iş...
Şampiyon olsun ya da olmasın Almanya'ya damgasını vuracaktı.

4 Kasım 2016 Cuma

İtalyan, Nibali...

Yaşamınızdaki her şeyi tanımlayabilir misiniz? Ulvi bir gücünüz yoksa çok zor! Bazen gerçekler yerine duygular devreye girer. Bazen hissetmek gerek. Örneğin sanatı… Daha da kişiselleştirirsek, müzik mesela, Rock yıldızlarından Joe Satriani; “Ne zaman albüm çıkarsam bazı hayranlarımın şok olmasına, bazılarının şaşırmasına ve bazılarını serseme dönmesine alıştım. Bu iyi bir şey. Hak ettiğimi elde ediyorum, çünkü yaratıcılığı takip ediyorum.” Anlatmak istediğim bu nokta!

Bisiklette bu ayarda benzetmelere oldukça uygun. Bilhassa özel klasman turlar. En başında Fransa Bisiklet Turu… Neden dünyanın en büyük yarışı? Net ve dürüst cevap vermek güç, bunu anlamak için belli bir saatinizi ayırıp etabı baştan sona izlemeniz, yaz sıcağının ortasında Fransa’nın yağlı boya tablosundan fırlamış kasabalarında soluğu almanız gerekebilir. Ne var ki spor endüstrisi burada da baş gösterecekti. Çünkü artık adı Fransa Bisiklet Turu olan yarışın başlangıç noktası İngiltere’ye kadar uzanacaktı. 
Ancak kadro da Froome, Contador, Nibali, Quintana… bir geri gelin ve orada bir müddet ara vererek devam edelim.


Vincenzo Nibali bir İtalyan olarak Fransa turuna farklı bir dokuyla işleyecekti yolları. Ki diğerleri bilindik isimlerdi. 2014 yılında Nibali’nin Tour de France’ı kazanırken sergilediği form, bu dörtlü isim arasında nadide bir yer edinmesine neden oluyordu. Aslında bu tabloya baktığımızda kurgunun sınırlarını zorlamak mümkün.

Artık bilindik isimlerin yanına yeni yeni pedallar yazılırken, Nibali bir pedal ile öne çıkıyordu. 2002 yılıyla Gençler Dünya Zamana Karşı etabında dünya şampiyonu olan Nibali’yi henüz durdurabilen olmadı. 2005 yılıyla profesyonel ekibe adımını attı. Önceliğini günlük turların cazibesiyle tatlandıran peşi sıra kendi toprakları İtalya’da Giro’yu kazanan bir Nibali var olacaktı... Ve hemen İspanya ve İtalya’nın özel klasman yarışları ve Fransa Turu…


Onun için şampiyonluklardan çok kendisinin ne kadar üstüne çıkacağıydı. Zira hedeflerinin üstüne her pedal basışı ile vitesi yükseltiyordu. Büyük turların hepsini en az 1 kere kazanan oyuncular listesine adını yazdırırken mahlasını oracıkta kazanacaktı. Bir İtalyan edasıyla “köpekbalığı” benzetmesini yakıştıranlara da her zaman ki gibi sessiz kalacaktı. Açıkçası o da Joe Satriani gibi hissederek yaratıcılığını ortaya koyuyordu. Gerisi mi? Teferruat!

1 Kasım 2016 Salı

Arjantin'de Tabularınızı Yıkın!

Biraz gerçeklerden biraz da temennilerle birlikte yola çıktığımızda mutlaka varırız. Ya da öyle olmasına kesin gözüyle bakmak isteriz. Tabi çoğunlukla böyle ilerlemez. Durumu yıllardır domine eden bir sporcu veya takım vardır. Zira onlarda geçilmez kıvamdadır. Bu yıldız isimleri yendiğinizde anında kahraman olmuşsunuzdur. Üstelik sadece ulusal anlamda değil dünya çapında da!
Bu tabuları yıkan yok değil mi? Leicester City takımı geçtiğimiz sezon bunu pek ala başardı. Futbolda artık bu duvarları kıranları görmeye ısındık ya diğerleri…

Misal basketbol da epey yıllar oldu. Amerika’nın kırılmaz, geçilmez durumu sinir bozucu olmaya başladı ama ilginç tarafı keyif alabiliyoruz. Bir zamanlar kimisi yakın zamanda olmakla beraber Arjantin Basketbol Takımı güneyin esintileriyle kırıp döküyordu. 1950 yılında basketbolun esamesinin yeni yeni okunduğunda Dünya Şampiyonasında altın madalya almayı başarmışlardı. Daha alışık olduğu coğrafya da Pan Amerika Oyunlarında gümüş madalyasıyla Olimpiyatlara hazırlık yapacaklardı.


Güney Amerika Kupasında kazandıkları şampiyonluklar için müzede yer bırakmayacaklardı. Lakin onlarında baş belası olacağı bir takım vardı. Amerika’nın kurduğu basketbol cumhuriyeti diğer ülkeleri zorlasa da daha yakındakilerin canını acıtmak daha kolay olacaktı. 
Bu kâbustan uyanan ülkelerin başında Arjantin’den başkası olmayacaktı. 2011 yılında FIBA Amerika Şampiyonasında birincilik tahtına oturan Arjantin, Manu Ginobili ve Luis Scola’nın MVP ödüllerini kendi aralarında paylaşmaları diğer takımlar için pek hoş karşılanmayacaktı.

Scola ve Ginobili bu ödülleri karşılıksız bırakmayacak NBA’de deyim yerindeyse parkede izini bırakacaktı. Güney Amerika’da sadece Arjantin varmış gibi konuşmamak gerek. Brezilya Basketbol takımı da bu konuda hiç fena sayılmaz. Yakın zamanda Güney Amerika’nın Leicester City takımı çıkacağından hiç şüpheler yok. 
Yine de Arjantin’e dönecek olursak; Ginobili, Scola, Pepe Sanchez, Hermann gibi yıldızlarıyla 2002-2012 yılları arasındaki rakiplerine korku salmış bir takımdı.

Bu oyuncuların muntazam saha görüşü olmasından ötürü, çevirdikleri top ile rakip taraftarları dahi coşturdukları çok olmuştur. Gözlerin bu efsane kadroyu aradığından dolayı Amerika’nın hükümdarlığına boyun eğilmesi bundandır.

Beklentilerin aksine Güney Amerika’da futbolla kurdukları net bağlantı sadece biz, olmasını diliyor ve bunun peşinden iz sürüyorduk. Haklı çıkmak, gerçeklerimize oturtmak için…