28 Haziran 2016 Salı

Tenis Sporuna Atfedilen Aristokrat

Onun için mesafesini koruyan, ölçülü bir tarz, saygın duruş ve kendini beğenmişlik denmez belki ama doğal bir uzvuymuş gibi duran asil duruş sergileyen Stefan Edberg. Aslında Edberg tenis sporuna atfedilen aristokratlığın resmiydi. O hiç terlemez; kıyafetlerinin hiç ütüsü bozulmaz ya da saçları ilk çıktığı anda ki gibi dururdu.

Kim bilir onu farklı kılan da bu özellikleriydi belkide. Günümüzün bir nevi Roger Federer'e eş değer yaşayış ve oyun biçimiydi. 1983 yılıyla beraber profesyonelliğe adım atmış, aralıksız yükselişinin sinyallerini vermeye başlamıştı. İlk Grand Slam başarısını ülkesinden (İsveç) çok uzaklarda, Avustralya Açık'ta verecekti. Hemen ardından gelen yılı 1 numaraya oturarak, bakışları üzerine çekecekti.



Tıpkı şimdilerde olduğu gibi 80'li yıllarda çekişmeli koltuk savaşları, file önü dengelerin değiştiği yıllara tekabül ediyordu. Akıllara durgunluk veren, Boris Becker rekabeti halen daha Djokovic-Federer ile birlikte bahsedilir.
Ivan Lendl'dan aldığı dünyanın 1 numarası unvanını bir kaç kez Boris Becker, iki kez de Jim Courier'e bırakmış ve geri almasını bilmişti. Bundandır bu rekabetin tatlı gelmesi. Bu arada 1.'lik unvanını toplam 72 hafta göğüslemişti.

O beyefendi çizgisinin altında yatan savaşçı ruhu, halen daha antrenörlüklerin de görmek mümkün. Hazır konu Federer'e gelmişken, esasında Federer'in idol olarak gördüğü ender isimlerden biri olduğu gerçeği ortada. Her ne kadar tenis hayatından sonra "antrenörlük" yapmayı düşünmese de söz konusu Roger Federer olunca elinin tersiyle itmek istemedi, denemeyi tercih etti. 

Karşı koltukta Federer'in 1 numaralı rakibi Djokovic tarafından Boris Becker atağı gelince kuşkusuz kendi tarafını eski rakiplere karşı kozunu ortaya koydu. Nitekim buraya kadar da gülen taraf hep Djokovic yakasıydı.
Uyumlu çalışmaları, benzer tarzları ve de hedefe odaklanmaları ile doğru bir tercih olmuştu. Ama bir yerde açık vardı. Bunu ararlarken bir türlü 1.'liğe ulaşamadı, 2.'liklerle yetindi. Ve böylece Edberg'in pek de uzun sürmeyen "koçluk" deneyiminin sonlarıydı. 
Edberg'in kıramadığı bir diğer şeytanın bacağı ise Roland Garros kehanetiydi. Yine de döneme kişiliği ile damga vuran tenis beyefendisiydi o!

24 Haziran 2016 Cuma

"Kralsın" Cleveland Cavaliers

Taraftarlar hayal kırıklığına uğrayarak LeBron'un formalarını yakıyorlardı. Hırsını alamayan argo kelimelere sığınıyordu. Ve de daha ilerisine...
Beklenen son gelmişti. Takımda yavaş yavaş yaprak dökümü başlamıştı. Taraftarlar, takım, oyuncular çaresizdi, bir o kadar da umut besliyorlardı. 

Yaşananlar 2009-2010 sezonunun makus tarihiydi. Her şey tam da üst üste gelmişti. Sakatlıklar bel bükerken, beklemedikleri oyuncu ayrılıkları ve takaslar peşini izliyordu. O gün stadı hışımla terk eden taraftarlar ve takım bugün nasıl bir ruh halindedir? 
Konuşmaktan keyif alacağımız gün 20 haziran 2016! Mutluluktan ağlandığı, kelimelerin yetersiz kaldığı şampiyonluk naraları... Fakat bundan öncesi var.


2015-2016 sezonu Golden State Warriors'ın arka arkaya aldığı galibiyetler ve yenilmezlik serisi finalin adının, kısmen bir tarafın hangi takım olacağı konusunda hem fikirdi. Warriors normal sezonu 73 galibiyet 9 mağlubiyet ile kapatırken final serisinin diğer takımı Cleveland 57 galibiyet 25 mağlubiyetle defteri kapadı. Hemen arkasında takipte olan Toronto'yu bir galibiyetle geçerken final maçının değeri daha kıymetli olacaktı. 

Final turları başladığında herkesin favorisi Curry'li Warriors'tı. Nitekim öyle de başladı. Peş peşe alınan zaferler sonucunda durumu 3-1'e getiren Warriors'ın bir maç kazanması halinde şampiyonluğu ilan edecekti. Öyle olmadı. 
Şampiyonluğu farklı kılan, ilk yapan da NBA tarihinde ilk kez 3-1'den geri gelerek şampiyonluk yaşayan ilk ve tek takım. Halbuki 3-1 olduğunda herkes şampiyonu belirlemiş tirbuşonları hazırlamışlardı. LeBron ve takım arkadaşları dışında.

Sezon başında 73 galibiyetle imkansızı başaran Warriors, Chicago Bulls'un 20 yıldır süren rekorunu kırmıştı. Pek emin olmadan önce karşıda yani, Cavaliers'ta, LeBron gibi Kyrie Irving gibi kaliteli ve kral oyuncuların olduğunu da es geçmemek gerek. Gerekti!


Son maçta, şampiyonun belirleneceği anlarda devreye 27 sayı 11 ribaunt, 11 asist ile (triple-double) "King" sahnedeydi. Çok konuşulan Iguodala'ya yaptığı bloktu. Maçın belirleyici hareketlerinden de biriydi.
2010 yılında bir parçasını Cleveland'da bırakan LeBron James 2014 yılında "Cavaliers'ı şampiyon yapmaya geldim." vecizeleriyle taraftarına meydan okuyordu. Kırık ve güvenini kaybetmiş taraftara. Kabul edin ki yaktığınız formaların pişmanlığını yaşayan Cavaliers taraftarı var. Hemde çok. 

Şimdi yenilerini, şampiyon olarak yenilenmiş formalarıyla göğsünü kabartırken LeBron o anlarda gözyaşlarına hakim olamadı. Krallar da ağlar. Mutluluktan!

21 Haziran 2016 Salı

Dostun Düşmanın Tanıdığı Tenisçi

Şu anki vizyonla ve başarı silsileleri ile örnek gösterilecek tenisçiler su götürmez gerçek ki Serena Williams, Federer ve Djokovic üçlüsü arasında, kimi zamanla sürpriz isimlerin dahil olmasıyla değişkenlik gösterir. Williams ve Federer yıllardır tüm tenis yolundaki sporcuların emsalleri. Üzerine taptaze, ortalığı kasıp kavuran Djokovic eklendi. 

Bu isimlerin çok daha önceleri var. Hem kişiliği hem de tenise farklı perspektifle bakmamızı sağlayan Pete Sampras. Evet, bu isimler tenisle hiç ilgisi olmayan sıradan bir insanın bile tanıyacağı isimler. Ancak öyle biri var ki bu isimleri tanımakla kalmayıp, hayatına şekil veren yıldızlar olarak belirleyip, yön vermiştir. 
Onların antrenman sahalarına konuk oluyor, nasıl servis attığına veya backhand vuruşarına dikkat kesiyor. Williams ve Sampras'ın cesur maçlarına şimdilerde ortak oluyor.
Muguruza şimdilerde çocukluk hayalini bizzat Serena Williams'ın karşısında oyun alırken görebilir ve maçı kazanabilirken görebilrsiniz. 



Daha önce Roland Garros'ta Serena Williams'a kortu dar etmiş, kariyerinin dönüm noktası denilebilecek başarıya imzasını atmıştı. İlham kaynakları Williams ve Sampras olsa da daha çok Steffi Graf tarzı bir oyun çiziyor.
Ace'leri ile vurucu, yere sağlam basan ve güven tazeleyen genç bir yetenek. Çoğu tenis yorumcusuna göre gelecekteki bir kaç yıl içindeki WTA Şampiyonluğuna kesin gözüyle bakıyorlar. Neden olmasın? Muguruza'nın bu önlenemeyen yükselişi ise rakiplerine birer darbe olarak inerken affetmeden göz dağı veriyordu.

Beijing'te final oynadı ve bu sayede 4.'lüğe kadar uzandı. Şu sıralarda onu saran başka heyecan ne sıralama ne de şampiyonluk. Belki şampiyonluk da olabilir. Roland Garros'ta Williams ile oynadığı final. Muguruza sayesinde Serena Williams'ın insan olduğunu hatırlattı. Serena'yı yenebilmek şöyle dursun kolay kolay övgü dolu cümleler işitmek yok denecek kadar azdır.

Çocukluğunda televizyon karşısında "Baba ben Serena Williams gibi olacağım" cümlesinin büyüklüğünü bize bu denli kolaymış gibi gösteren Muguruza adını dosta düşmana tanıtmış oldu, bir kez daha.
Oynadığı oyunla heyecan yaratan, Williams'ı vurucu darbeleriyle sağa sola koşturan Muguruza inişli çıkışlı dönemlerin ardından dikiş tutturmak istiyor, Grand Slam'lerde. Kim bilir belki yıllar sonra Garbine Muguruza için bu cümleleri sarf eden, onu idol gören küçük bir kız çocuğun backhand'lerini veya ace'lerini konuşuruz.

17 Haziran 2016 Cuma

Kimdir Bu Henri Delaunay?

Fransa'ya hoşgeldiniz! 
Futbol şöleni kıvamında olan turnuvaya, holiganların ve terörün karıştığı değil. Seneler önce bir gün Avrupa'da bir futbol turnuvası organizasyon planı ortaya atan Henri Delaunay, Fransa'ya ve Avrupa futboluna ilk kez açık konuştu ve de bu fikri ortaya attı. Bu ancak Delaunay'ın ölümünden sonra düzenlenmeye başladı. Ve şimdi...

Fransa'da Euro 2016 oynanmaya başlandı. Ama oraya gelmemize biraz daha var. Peki kim bu Henri Delaunay ki biz onun sayesinde futbola farklı perspektifle bakıyoruz? Futbolculuk kariyeri ile başlayan ve oldukça kısa süren futbol adamı demek çok daha yakışacaktır. 
Bir tarafını da futbolda bırakan Henri Delaunay kopamaz. Yeşil sahalara ayağındaki futbol topu ile değil, düdüğüyle geri dönüş yapar. 
Beklenmeyen son burada da yakasına yapışır. Yönettiği bir maç esnasında yüzüne aldığı darbe sonucunda yaralanır ve hakemliği de bırakmak zorunda kalır. 



Ama o durmayacaktı, görüşlerini hayata geçirmek adına yeniliklerle karşımıza çıkacaktı. Şimdiki adıyla Fransa Futbol Federasyonunun kurulmasında büyük adımlar atmıştır. 13 yıl süren bu kuruluş sürecinde genel sekreterlik olarak göreve atanır. 
Ve şimdilerde hatta şu dakikalarda Euro 2016 maçlarını izlememizde ki futbol/emek adamıdır. Avrupa Futbol Şampiyonası kurulduğu andan (1954) Delaunay'ın ölümüne kadar olan süreçte de tıpkı Fransa'da olduğu gibi UEFA Genel Sekreterliğini üstlendi.

Günümüze bakış amiyane tabirle hayal satmadı, gerçeklerin farkındaydı. 1960'larda Avrupa'nın bulunduğu durumlardan ötürü Avrupa Kupasına bir kaç ülke dışındakiler katılamaz. İlginçtir ki o zamanki adıyla SSCB yani Rusya kazanır.
Tabi ilk turnuva olması sebebiyle Fransa'da gerçekleşir. Ve bu süreçler beraberinde değişimi getirmiştir. Önce 8'li takım dönemiyle dönüşüm başladı. 1996'ya kadar "Avrupa Futbol Şampiyonası" adıyla oynanan turnuvanın son bulmasıydı. 

Bir parantez açmak da yarar var. Futbolcu isimlerinin formanın arkasında yazıldığı ilk futbol şampiyonası olmuştur. Bunları 16'lı takım dönemi ve son olarak bu yılki Euro 2016 Fransa ile 24'lü takım dönemiyle (15. Avrupa Futbol Şampiyonası) en son ki şeklini aldı. 
Delaunay FIFA'ya, UEFA'ya ve en önemlisi Fransa futboluna verdiği özverili çalışmasının sonucunda şu an Fransa'ya konuk olabiliyoruz. 
Kısacası Avrupa'daki futbol fethinin mimarlarından biridir Henri Delaunay...

14 Haziran 2016 Salı

Arthur Ashe ve Ötesi...

Efsane Wimbledon Tenis turnuvasının ilk siyahi şampiyonu Arthur Ashe kan naklinden bulaştığı AİDS’den ölüm döşeğinde idi. Hayranlarından biri sordu;
"Neden Tanrı böylesine kötü bir hastalık için seni seçti?"
Arthur Ashe buna şu cevabı verdi:
"Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar, 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir, 500 bini profesyonel tenisi öğrenir, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50'si Wimbledon'a kadar gelir, 4'ü yarı finale, 2'si finale kalır. Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Tanrı'ya 'Neden ben?' diye hiç sormadım. Ve bugün sancı çekerken, Tanrı'ya 'Niye ben?' mi demeliyim? Mutluluk insanı tatlı yapar. Zorluklar güçlü yapar. Hüzün ise insan yapar. Yenilgi mütevazı yapar. Başarı insanı ışıldatır. Ama yalnız Tanrı, yolumuza devam etmemizi sağlar. Tanrı'ya asla 'Niye ben?' diye sormayın... Ne olacaksa olacak. Onun kendine has usulleri vardır. Her şey kendi iyiliği için olur. İnancınızı koruyun..."


Böyle veda etmişti. Buna veda da dememeliyiz. Arthur Ashe giderken, acı çekerken ya da şampiyonluğu kutlarken de keyfini çıkarıyordu. Onun hikayesi 5 yaşındayken annesini kaybetmesiyle başlamıştı. İki kardeş ve günlük tamirat işleri yapan babalarıyla birlikte günlerini geçiriyorlardı. 



Zayıf ve güçsüz oldukları için babaları futbol oynamalarını yasaklamıştı. Ne tenis oynayabilecekleri kadar zenginlerdi ne de babalarının otoritelerinden çıkacak kadar güçlüydüler. Ama meraklıydı ve yeni bilgiye, insanlara o denli de açıktı. 
Hemen yakınlarındaki tenis kortunda yaşamının geri kalanına "ace" atmak için sabırsızlanıyordu. Gel zaman git zaman tenis vuruşları öğreniyor, geliştiriyordu. Önüne yani kapılar açan Ashe ortaokul itibariyle devlet bursuyla ve okul yardımlarıyla yavaştan profesyonel hayata geçiyordu. 

Başarılar birbirini izledi. California University'den burs kazandı, Sports Illustrated'in dikkatini çekmeyi başardı. Pes etmeyen kendini geliştiren Ashe halen daha günümüzde kırılamayan bir ilkin sahibi. 3 Grand Slam kazanan ilk siyahi olmanın yanı sıra insan hakları savunucusu. 
4. Grand Slam'i (Roland Garros'u) çiftlerde kazandığını belirtirsek.

O dönem için hem siyah hem de yetenekli olmak epey zorluydu. Geçirdiği ameliyat esnasında verilen kanda HIV virüsü bulaştı... Ve bundan sonrası tepetaklak. Onun için değil bilakis hayranları için. O önce dünyada yaşayan milyonlardan biriydi.
Sonra 50 milyon çocuk, tenis oynamayı öğrenen 5 milyon, sonra ise 500 bin profesyonelden biriydi. Asla durmadı. Şampiyon oldu. İnsanların kaybetmeye yüz tutmuş değerlerini hatırlattı.

10 Haziran 2016 Cuma

İz Bırakmak; Beyaz Gölge

1980'ler ve onu takip eden yıllar... Bir dönüm noktası! Tamam, hemen akıllara siyasi çıkarlar, hayatlara vurulan darbeler gelmiş olabilir. Ki bunları da yok sayamayız. Çok uzaklara gitmeden mutlaka aile yakınlarınızdan birinin de okul hayatına set çekilmiştir, hakları elinden alınmıştır. 

Kimi hayatlara evlere hapisken kimisi bunu dışarıya açılan pencere olarak gördü. Siyaset konuşmayı sevmem, ne haddime. Açıkçası hiç de ilgi alanım değildir. O yüzden kendi alanımdan yani basketbol parkelerine, bir camın arkasından tanıklık edeceğiz. İlginçtir ki, konu başlığı basketbol olunca hemen hemen her yaştan ayrı dili konuşabiliyor veya heyecanları paylaşabiliyoruz. Yıl 1980 olsa dahi! 



Bir döneme iz bırakan ve de bırakmaya devam eden "Beyaz Gölge" bizlere basketbol coşkusunu aşılayan bir televizyon dizisinden çok daha fazlasıydı. 
Chicago Bulls takımının forveti olan Ken Reeves'in geçirdiği sakatlıktan ötürü mecburi emekliliğini açıklamaktadır. Ancak hayatı olan basketbolu bırakması söz konusu dahi olamaz. Artık nefesini Los Angeles Carver lisesinin basketbol koçluğunu üstlenerek verir. Aslında bir gerçekte var ki "koçluk" kavramı Beyaz Gölge dizisiyle müdahil olmuştur.

Dizinin basketbolu neden bu denli sevdiğimizi sebeplerinden biri de siyahi gençlerin şehirde yaşadığı sorunlarına odaklanmasıyla basketbol oynamanın yanı sıra hayat dersi niteliğindeki öğütlere yer vermesinden de geçer. 
Amerika'da başlayan ve her birimize dokunan "Beyaz Gölge" ülkemizde de 80'lere damgasını vurmuştu. Neşeli, farklı farklı oyuncuların buluştuğu Carver takımının koçları Reeves'e sırtlarını dayamışlardı. 

Beyaz Gölge'yi izlediğiniz takdirde Türkiye'de "Koçum Benim" dizisiyle akıllara geliyor. Her ne kadar ülkemizde bir dönemin basketbolu sevdirmiş olsa da halen daha konuştuğumuz ve izlediğimiz Beyaz Gölge bir döneme sığdırılamayacağının kanıtı niteliğinde.
Beyaz Gölge dizisi eleştirilere maruz kalmadı değil. Malumunuz Amerika'da hiç bitmeyen ırk ayrımı tartışmaları baş gösterdi. Esasında dizinin içinde bu ayrımın son bulması için yapılan uğraşlar varken anlamak güçleşiyor...
Ken Reeves rolünü canlandıran Ken Hovard bir kaç ay önce yaşamını yitirdi. Dizide de dediği gibi Beyaz Gölge misali...

7 Haziran 2016 Salı

Sağ Ayağına Top Değmeyen Santrafor

Futbolcu bir babanın oğlundan isteyebileceği en büyük arzusu ne olabilir? Çok basit. Futbolcu olması... Buna benzer çok da örnek verilebilir. Ancak en 'baba' isimde açık ara Ferenc Puskas örneğidir. Tüm dünyaya mal olmuş serüveni ve ünü, futbol için sihirli bir değnek. Ne var ki bu değnek, kilometrelerce yol katedecek hatta üzerine bir de Dünya Savaş'ının bitmesini bekleyecek bir süzgeçten geçecek.

Sıkı çalışma ve yüksek sabır isteyen özelliklere sahip olmak gerek. Bunları çocuk yaşta, yaşadığı bölgenin takımı olan aynı zamanda babasının teknik direktörlük yaptığı Kispest takımında yerini alarak gösterir. Hiç şüphesiz ilk 11'de. Kendini ispatladıktan sonra gururlanan babasına A takımda rolünü üstlenir. Fakat küçük bir sorun vardır. 



1940'lı yıllarda Dünya Savaş'ının sona ermesini beklemek zorundadır. Savaş'ın bitişiyle hemen Milli takıma çağrılır.  Üstelik sadece 18 yaşındadır. Ülkeyi savaşın etkileri sarmışken bir nebzede olsa sıyrılmak ister kana bulaşmış topraklardan... 
Ve soluğu yeşil sahalarda alır. Yanı başındaki komşuları Avusturya ile oynadıkları maçta, milli formayla ilk golünü atar. Gollerine ve top cambazlığına Kispest ve Milli takım da devam ettiren Puskas o dönemlerde dahi "Sihirli Macarlar" olarak anılan takımın kaptanlığıyla taçlandırılır. Zira her şeyin yolunda gitmesi beklenemez!

Savaşın sona ermesini fırsat bilen Macaristan Savunma Bakanlığı komünist rejimle, Kispest takımında da nasibini alır ve takımı ordunun kulübü haline dönüştürür. Dolayısıyla futbolcu olan her oyuncu yollarına rütbelerini alarak yola devam etmek zorunda kalırlar. 
Bu takım ya da ordu, Puskas önderliğinde sansasyonel fark yaratacak galibiyeti, İngiltere'de almayı başarır. Wembley ışıkları altında yanan skor 6-3'tür. İngilizleri yenen Macarların en büyük payı da Puskas'a bırakıyorlardı. 

Kısacası önüne gelen tüm takımları deviren Macarları durduran Almanlar olacaktı. Bir yandan Macaristan'da halk ayaklanır ve işler hiç de istenildiği yöne gitmez. Bilbao ile oynayacakları maçı Belçika'da oynamak zorunda kalırlar ve çarşaf çarşaf idam haberlerini okuyan Puskas ülkesine dönmeyi reddeder. 
Aslına bakılırsa yeşil sahaların gelmiş geçmiş en büyük sol ayağına doğuşu da bu vesile ile başlar. Puskas kendi yolunu açarken 31 yaşında Real Madrid'e imzasını atar ve bu serüven tam 8 yıl tarihe altın harflerle not düşecek bir efsaneye dönüştürür. 



La Liga'ya fırtına gibi bir giriş ile 4 hat-trick'ten fazlasıyla imzasını atar. Yine de şampiyonluk için biraz bekleyecektir. Sabır onun başarı hikayesinin bir parçasıdır. 
Takım arkadaşı Di Stefano ile yakaladığı "ruh" hem üst üste şampiyonlukları hemde gol krallığını getirecekti. Bir de bu ikiliye "Les Galacticos" isminin hakkını.
39 yaşında yeşil sahalarda kramponlarını bırakır.... Beraberinde 528 maçta 512 gollük inanılmaz istatistikleri de Madrid sahalarına kazır.

Futboldan sonra teknik adamlık görevini üstlense de futbolculuk hayatı kadar performans sergileyemez. 5 kıta gezer ne var ki başladığı nokta Macaristan Milli Takımında son bulur. Ölmeden efsaneleşen Puskas hayatının geri kalanının hastalık mücadelesi vererek geçirir. Ne yazık ki kazandığı ödüller ve de altın ayakkabı ödülünü dahi satmak zorunda kalır.
FIFA Puskas'ı unutmaz ve ilham veren biri olarak 2009 yılı itibariyle yılın en estetik golünü atan futbolcuya FIFA Puskas ödülleri altında ödüllendirir. 

Ve veda zamanıdır...
"Futbolda iyi oynadığın sürece yaşarsın. Seyirci iyi oynadığın sürece alkışlar. Alkışlara aldanmayacaksın ve iyi oynayıp sahada ter dökeceksin. Futbolcunun başka çaresi yoktur. Eğer kötü oynarsan o alkışlayan ellerin bir anda sana doğru sıkılan yumruklara dönüştüğünü görürsün. Kesinlikle kızmayacaksın, gücenmeyeceksin ve yılmayacaksın. Yapacağın tek şey var. Daha çok çalışacaksın ve o yumrukların alkışa dönüşmesini sağlayacaksın. Futbolun değişmez yasasıdır bu.”
Ferenc Puskas!

3 Haziran 2016 Cuma

Futbola Güzel Yakıştırması; Evren Göz


Futbola Güzel Yakıştırması; Evren Göz


Halit Kıvanç “Futbol ne güzel şey” dedi ve bir kez daha hayatlarımıza dokundu. Onlar gibi değerli bakış açılarına sahibiz ki spor bilhassa futbol için umutlu olabiliyoruz. Ancak artık yavaş yavaş yerini yeni fikirlere bırakıyorlar.
Bunlardan vizyonuyla, imza attığı işlerle örnek diyebileceğimiz isimlerden biri hiç şüphesiz Evren Göz’dür. O da Halit Kıvanç gibi futbola kendi üslubuyla yaklaştı ve “ güzel oyun” olarak kapılarımızı çaldı.
Yakında yeniden başlayacak olan Güzel Oyun'u ve bu programın emekçisi Evren Göz’ü yani Güzel Adamı tanımaya ne dersiniz?

-          2013 yılı itibariyle NTV’nin yeni Galatasaray muhabiri olarak evlerimize konuk olmaya başladınız. Samimi ve içten yorumlarınızla sizi tanıyoruz. Peki, gerçekte Evren Göz kimdir?

11 Ocak 1983 doğumlu İstanbul’da doğmuş muhabir… Galatasaray Muhabiri. Ve de 2005 yılları itibariyle sektöre ANS Prodüksiyon da başlayan bir televizyoncu ve spor aşığı… Futbol özellikle, babadan kalma alışkanlık. Futbol güzel bir oyundur.


-          Sizin için ekşi sözlükte dahil güzel adam, “güzel oyunun” emektarı olarak bahsedilmekte (Kanal 24). Yakınlarda da tekrar NTV Spor’da başlayacağının haberleri de gelmişken, nedir bu “ Güzel Oyun”? Daha önce Galatasaray özelinde; Metin Oktay, Hagi, Tanju Çolak, Özhan Canaydın, Uefa Kupası gibi yine bu tarzda mı bir program bizi bekliyor?

Yine aynı tarz. Artık kameralar da gelişti, o yüzden daha canlı bir program olacak. Taffarel ve Gökhan Zan bölümlerini çektik. Güzel Oyun'un format genişliği var ki; sadece bırakanlar değil, aktif olanlarla da yapmak istiyoruz. Güzel Oyun eşittir, oynayan futbolcuların hayatı değil.  Takımları da içinde barındıran ya da spikerleri de anlattım. Güzel Oyun futbola dokunmuş, futbolun içinde olan (medya mensubu da olabilir, bir taraftar da olabilir.) Alpaslan Dikmen (UltraAslan Kurucusu) o da olabilir, Fenarbahçe’de Amigo Paşalı Birol da olabilir, Güzel Oyun'un çok geniş bir formatı var. Sadece eski futbolcuların hayatı değil… Daha geniş bir formatı olan program.

-          Muhabirlik bir anlamda; zira takım muhabirliği sağlam verilere dayalı istihbarattan da geçmekte. Bilhassa transfer döneminde uzaktan bakış, dünyaca ünlü sporcularla bir arada hatta onların kamplarında berabersiniz. Bu işin görünen tarafı mı yoksa zorluğu var mıdır?

Her gün trafik yoğunluğu, futbolcularla ve teknik direktörlerle iletişim halindesiniz. İç içesiniz. Bunun saati, zamanı yok. Bu 7/24 devam eden bir haber. Sürekli canlı, gece de olabilir, sabah da… Transfer dönemi özellikle, menajerlerden, futbolculardan yoğun bir tempo, sağlam bir ayağınız olması gerek. İnsanla alakalı bir durum. Onlarla güven bağı kurmak ile ilgili. Örneğin Galatasaray’da son zamanlarda sürekli teknik direktör değişimi ya da başkan değişimi bizi de etkiliyor. Tam yöneticileri alışıyorsunuz, bu sefer de sistem değişiyor. Beşiktaş ve Fenerbahçe’de böyle değil. Daha istikrarlı bir yapı var.


-          Bu arada Messi’ye benzetilme gibi yazılara rastladım Haklılık payı var mıdır? Bence kısmen var.

Benzetiyorlar evet. Belki gözlerden dolayı. J

-          Açıkçası Messi’ye ben şu şekilde benzetiyorum. Bu yaz, yanlış hatırlamıyorsam. Hamza Hamzaoğlu ve ekibiyle oynadığınız maçta Hagi’yi anımsatan orta sahadan ve klas bir vuruşla golünüz vardı. Futbol anlamında bir yetenek var gibi.

Futbol açısından değil belki ama ben zaten sağ ayağımı kullanıyorum Messi solak :)

-          Sempatik bir Galatasaray muhabiri diyoruz da Galatasaray’ı mı destekliyorsunuz? (Webaslan da köşe yazarlığını yaptığını düşünürsek.)

Taraftarlık duygusu bambaşka bir kavram. Zaten taraftar gibi olunmamalı, çünkü objektif bir iş yapıyorsunuz. Galatasaray camiasının içindeyim ve beslendiğimiz nokta kuşkusuz Galatasaray. Ama Galatasaraylı mısınız sorusu muhabirin tuttuğu takım olmamalı. İşe yansıtırken dikkatli olmalı. Objektifliğinizi kaybederseniz o sizi zorlar. Tabi ki Galatasaray çıkış noktası. Ama kulüp taraftarlığı gibi olmuyor. Kulüpte yanlış giden şeylerin olduğunu da anlatmalıyız insanlara. Çok fazla fanatik olup muhabirlik yapıyorsa insan kulübünün  yanında olur. O zaman da işini yapamaz. Ben doğrunun tarafındayım.
Webaslan ise; köşe yazarlığı teklifi geldi ve ben de severek kabul ettim. Galatasaraylı taraftarların olduğu, takip ettiği site. Hatta askerdeyken dahi bazı yazılar yazmıştım. Yazı yazmayı seviyorum.

-          Biraz daha genel bir soru ile devam etmek istiyorum. Her geçen gün gelişen futbol endüstrisinde futbolu nerede görüyorsunuz? Ekonomik kazanç? Sadece spor mu?

Futbol son 20 yılda özellikle ŞL. Gelirleri, bilhassa 90’ların ortasından sonra iyice artmaya başladı. Eskiden Şampiyon Kulüpler Kupası vardı ve eleminasyon sistemi uygulanırdı. Şimdi onu lige doğru dönüştürüp para havuzu ve reklam gelirlerini arttırdılar. Dolayısıyla insanların beklentileri değişti. Öncesine baktığımızda hep birbirine benzer… Son 10 yılda bakıldığında ise Arap Şeyhlerinin, Rusların ayrı bir taraftan, Çinlilerin ve Amerikalıların ayrı iş adamların –paralı iş adamlarının- sektöre girdiğini görüyoruz. Özellikle elit kategorideki 5-10 takımın diğer takımlarla arasındaki fark çok fazla.
Eskiden PSG Avrupa kupalarında istikrarsızken, şimdi Ibrahimovic ile Thiago Silva’yla, David Luiz ile kadrosunu inanılmaz güçlendirdi ve istikrarlı bir çizgi yakaladı. Yıldızlar değişse bile belirli bir anlayışa sahipler. Arkasında sermaye var. M.City de öyle. Tarihinde hep United'ın ardında ikinci planda kalan takım nerelere geldi. 
-          Passolig görüşlerinizi de merak ediyorum. Ülkemiz dışında İtalya’da da denendi ancak 1 yıl olmadan geri çekilen bir uygulama oldu. Ne amaçlanıyordu… Şiddet, güvenlik… Daha kötü olmadı mı?

Passolig, biraz daha düzenleme amacıyla çıktı bence ama o düzen sağlandı mı? Hayır. Taraftarı maçlardan soğuttu. Nasıl bir ara çözüm bulabilirler bilmiyorum. Kaldırmak da bir çözüm fakat kulüplere belli miktar paralar verildi.  Ona karar verilecektir. Ancak Passolig geldiğinden beri sayının düştüğünü görünce bizler de etkileniyoruz. O yüzden çok sağlıklı olmuyor. Umarım ara bir çözüm bulunabilir. Çünkü futbol tribün dolunca keyifli oluyor, seyirci ile güzel oluyor.

-          Geçen ay Galatasaray Basketbol takımı EuroCup’ı alarak hem kupa hem Euroleage biletini aldı. Sanki basketbol, futbola göre daha Anonim. Katılır mısınız?

Basket tribünleri daha farklı. Başka bir kesim geliyor ve o tribünlere de yansıyor. Keşke basketbol seyircisi gibi olsa futbol seyircisi de.
-          Dikkatimi çeken konulardan biri de İngiltere’de, Almanya’da veya İspanya’da ailecek gidilen bir futbol kültürü varken, Türkiye’de nerede hata yapıyoruz? Neyi aşamıyoruz?

Biraz spor kültürü ile ilgili. Bu ülkelerle karşılaştırdığımızda, sporla bağdaştırıyoruz hep, aslında sanayiyle, sanatla, müzikle, sinema ile birçok şey ile karşılaştırmak lazım. Spor onlardan bir parça sadece.
İngiltere’de bir maça gitmiştim. Restoranda yan masada bir aile geldi. Anne-baba ve 7-8 yaşlarında bir çocuk, menüye baktıktan sonra çocuğa yemeğini sen karar ver dediler;  çocuk ne yiyeceğine de kendi karar verdi. Orada birey olmayı çok erken yaşlarda elde ediyorlar. Bizde küçükler anlamaz, sen sus mantığı… Spora, futbola da yansıyor. Örneğin İngiltere’de bazı tiyatro biletleri, futbol maç biletlerinden daha pahalı. Spor sadece onlardan bir kısım. Bizde o yüzden tribün mantığı oluşmaz. Çok fazla hayalperest olmaya gerek yok. Maalesef bizdeki kültür şiddetle doğru orantılı, söylemedikleri şeyleri futbola aracılığı ile dışa vurumu. İşten keyif almıyorlar. Bir duvar pasının ne kadar güzel olabileceğini düşünmüyorlar. Rahatlama aracı olarak görüyorlar. Dolayısıyla bizler de bundan etkileniyoruz.

-          Keskin hatlı geçişlerimiz var. Futbol, erkek sporu, voleybol kadın vesaire ama sanki yavaş yavaş tabular yıkılıyor. Çok mu geriden geliyoruz? Sizin futbol dışında, takip edebildiğiniz spor var mı?

Diğer alanlara da bakmamız gerek. Yani, futbol benim ağırlığım. Basketbolu da çok seviyorum, tenisi de… Kanal 24’te iken basketbol muhabirliği de yapmıştım ama futbol önceliğim.

-          2015 yılında Kanada’da gerçekleştirilen Dünya Kadınlar Futbol Şampiyonasında fair-play örneğiydi. Alex Morgan gibi kadın futbolcuları konuşmaya başladık. İşin aslı kadınlara haksızlık ediliyor.

Evet, haksızlık. Biraz da Amerika ve Almanya’da kadın futbolu yaygın. Kanada ve Rusya’da da. Kuzey ülkeleri de keza.
Bizde TFF’nin yaptığı güzel çalışmalar var. Milli takımlar seviyesinde birkaç röportaja gitmiştim ve orada bayanları futbola teşvik edici projeler vardı. Bilhassa Doğu illerinde evlere kadar gidilip, çocukları milli takım düzeylerine çekmeye çalışıyorlar. Altyapılarda dahi bir maça çıksanız hayatınızı güvenceye alacağınız bir maaş teklif ediliyor. Genel değerlendirdiğimiz zaman kadının yeri ile alakalı. Maalesef bizim kültürümüzde kadının yeri erkeğini destekleyen, girişken değil pasif insan oluyor.

-          İkinci olmak, sonuncu olmak mıdır?

Nerede ikinci olmak? Türkiye’de maalesef lige bakılacak olursak öyle. İkincilik başarısızlık olarak görülüyor. ŞL de iki takım gidiyorsa önemli bir başarı. Tabi daha zorlu bir ön elemeden geçiyorsunuz. Bence Avrupa kupalarına gidememek başarısızlık. Şampiyonluk yarışının içindeyseniz çok kötü değildir ikinci olmak…

-          Ülkemizde spor programlarına yer verilmediğini düşünüyorum. Manasızca artan futbol yorumculuğu dışında. Mesela “Güzel Oyun” gibi programlar neden TV’lerde yer bulamıyor?

Biz aslında bunu kırmıştık. (Kanal 24’te iken) Salı günleri 20’de yayınlanıyordu. Önce Cumartesi günleri 12-15 arası başladı. Sonra Pazar gününe alındı ve son olarak Salı gününe saat 20’de ilk 3-4 bölümden sonra (95 bölüm yapıldı)  yaklaşık bir sene kadar internet sitesinden tekrarı istenilen program listesinde uzak ara “Güzel Oyun” hep hafta birincisi çıkmaya başladı. Hafta sonları da tekrarları yayınlandı. Bu ezberi bozduk zamanında, yine bozmak gerekiyor. Çünkü TV’de hep devam ettirmek zorundasınız. Bir şeye ara vermeye başladığınız zaman kırılıyor.
Bu sefer olaylar da anlatacağız. Sadece futbolcu, takım ya da insan değil. Olay anlatımı bana daha heyecanlı geliyor; çünkü olayın içindekileri anlatıyor ve keyifli oluyor. Sadece bir kişiyi anlatmak eğer hikaye parlak değilse izleyiciyi sıkabilir.

-          Aynı şekilde dergilerde yeni yeni kalitesini bulmaya başladı. En büyük örneği Socrates dergisi.

Güzel Oyun'a benziyor, mantığımız aynı. Socrates’i kuranlar, yazanlar aynı zamanda bizim arkadaşlarımız. Bizim yabancısı olduğumuz bir yapı değil. Keşke artsa fakat alıcı konusunda emin değilim. Bu tarz yazı türünde mi satın almak isteyenler fazla yoksa anlık ve gelip geçici yazıları okumak isteyen kuşkusuz daha fazla. Bunlar artarsa bu bilinç olur. Aksi takdirde duvara toslanıyor. İşin bir de maddi boyutu var. Artsın tamam ama ömrünü ne kadar devam ettirecek o önemli. Avrupa’da çok yaygın, işte bu noktada yine kültür devreye giriyor.
Saffet Sancaklı bunu çok güzel ifade etmişti. Beşiktaş'ta çok genç yaşlarda oynarken. Süleyman Seba Başkan ve bayramlarda Süleyman Seba’nın elini öperdik o bize harçlık verirdi diyor. Hiçbir zaman Beşiktaş’ta para konuşmazdık, Süleyman Seba babamız gibiydi biz de onların oğulları gibi.
Galatasaray’a transfer oluyor ve 90’ların başı kampa giriyor takım ŞL'deki Barcelona maçı öncesi. Takımda şu konuşuluyor: Biz Barcelona’yı orada nasıl yeneriz? Barcelona’nın efsane olduğu bir takımı yenmekten bahsediliyor. İspanya’da nasıl yeneceğiz? Bunun dışında inanmaktan ve Avrupa takımlarını yenerek başarılı olmaktan söz ediliyor.
Fenerbahçe’ye transfer oluyor; Orada da yerel ligde şampiyonluğun en önemli amaç olması ve Galatasaray maçlarına çok özel hazırlanmak… Psikolojik ve yoğun maç öncesi kamplar vesaire… Varsa yoksa Galatasaray maçları ya da şampiyonluk. İkinci olmak sonuncu olmak mıdır sorusuna da dönüş yapacak olursak ikinci olmanın başarısızlık olduğunun düşüncesi doğuyor.


-          Bir de unutmadan Bu yıl Premier Lig’de inanılmaz bir başarı ile Leicester City şampiyon oldu. Çok mütevazı bir kadro ile nasıl değerlendirirsiniz?

Bir başarı hikâyesi. Bir mucizeyi gerçekleştirdi. İstatistik biliminde de illa ki kırılma noktaları vardır. Bu da onlardan bir tanesi. Doğru futbolcuları bir araya getirince, biraz da o büyük takım dediğimiz takımların boş geçirmelerine bağlıyorum bu yılı. Seneye böyle olmayacaktır.
Manchester United Mourinho ile Chelsea Conte ile Manchester City Guardiola’yla. Şimdi şöyle bir durum var. 2004 yılında Porto – Monaco oynadı (Ş.L finali). O sezon da Yunanistan Avrupa şampiyonu olmuştu. Her 10 yılda bir böyle bir kırılma noktaları oluyor.

-    Hagi’nin tarifi var mıdır? Galatasaray için dönüm noktası oldu diyebileceğimizi bir isim. Hatta haftasonu oynanan derbide taraftarların çoğu kenarda Hagi var neden onu oyuna almıyorsun… sözleri anlatıyor tüm hikayeyi.

Onu anlatmak için çok fazla kelime kullanmak yeterli olmuyor. İzlemek, onun saha içerisinde yaptıklarını görmek ve ne kadar başka bir yerden baktığını, futbolu güzelleştirdiğine şahit olmak lazım.  Şahit olanlar daha iyi anlatabilir.
Bizim nesil Metin Oktay’ı izleyemedik mesela tıpkı bize büyüklerimizin anlattığı gibi biz de Hagi’yi göremeyenlere anlatıyoruz. O saha içinde bir sanatçı gibi. Suat Kaya’nın güzel bir tabiri vardır; O bir sanatçı, biz veririz o işini yapar. Biz arkada ona güzel pozisyon hazırlamakla yükümlüyüz. Hagi bir futbol aşığı…

Hagi ile ilgili hazırladığım belgeselden de yola çıkarak, çocukluğunda yoklukla büyüyen bir çocuk. 4-5 yaşlarında iken ailesinden istediği, ilk hediye “futbol topu”. Komünist rejimde Romanya’da çok sınırlar kırılamayan, kendi içinde yaşayan bir ülkede başlıyor hikaye. Komünist rejim yıkıldıktan sonra Romanya kapılarını dışarıya açtıktan sonra Hagi Steaua Bükreş macerası başlıyor ve ardından İspanya macerası… Belki o rejim yıkılmasa Hagi uluslararası şöhrete kavuşamayacaktı. O yokluklarla başladığı için çok büyük yeteneğin çok büyük bir disiplin altında, işini çok ahlaklı ve ciddi yapmasından kaynaklanıyor.
Bunu şimdi Messi’de görebiliyoruz. Keza Ronaldo da aynı şekilde. Hem yetenek hem de iş disiplini birleşince başarı ortaya çıkıyor. İkisi birleşince efsane oluyorsunuz. Hem keyif alıyorsunuz izlerken hem de madalyalar, şampiyonluklar ve unvanlar geliyor arka arkaya.
Teknik adamlığında ise olmadı. Ama Guardiola bunu değiştirenlerden. Örneğin Almanya’ya gidip Almanca öğrenerek basın mensuplarına bu şekilde açıklama yapması. Kendinizi ispatlamak için ülke değiştiriyorsunuz, kültür değiştiriyorsunuz ve takım değiştiriyorsunuz. Ki bence Guardiola İngiltere’de de başarılı olacaktır. Oynadığı futbol onun karakterini çok yansıtıyor. Ve İngiltere’de bunu yapabilirse çok heyecan verici olabilir…

-     90 Dakika Haşmet Babaoğlu, Hıncal Uluç ve Kenan Onuk’un futbol adına kazanılmış programdı ki bence onun üstüne de bir program yapılamadı ve ondan sonra değişen çok şey oldu.
      Ana mesele değişim! Futbol bakış açısını değiştiren biri var mıdır? Aslında bu soruyu tek başına futbol adına sormak haksızlık olur. Mesela Kenan Onuk’un belgeselini izledikten sonra “değişimi” yaşamışız. Ya sonra?

Ben çalışma fırsatı bulamadım ama ekranda hep örnek aldığım bir isim. İdollerimden biridir. Kendisi çok değerli televizyoncu olmasının yanı sıra, büyük de bir entelektüel kişilik. Müzik kültürü inanılmaz ki daha önceki belgeselimde de bunu vurgulamıştım. Sinema kültürü, hayata bakışı, çocuğu ile ilişkisi ne yazık ki zamansız ayrıldı aramızdan.
Kenan Onuk gibi kişilerin bizim sektörde olmasından yanayım. Sporun sadece 3 direk arasından giren bir futbol değil de hayatın bir parçası olarak görmeleri. Hayat ile ilgili başka fikirlere sahip olmaları gibi. Spor sektöründe çalışan insanların yönetici bazında özellikle bu kültürle olmaları ekrana yansıyacak bilginin de insan kalitesini de beraberinde arttırır. Spor kültürü böylece doğar. Siz insanlara ne verirseniz insanlar onu alır.

-     Sepp Blatter ve Michel Platini futbol sahalarının kralı olarak sürdürdü Ancak artık “kral çıplak” bu zamana kadar nasıl göz yumulabilir?

Paranın çok olduğu yerde insanların buna karşı aciziyeti de olabiliyor. Para çok çok fazla! Ekonomik kazanç arttıkça bu tarz şeylerde artıyor. Eskiden daha azdı. Örneğin Şenes Erzik ile yaptığımız belgeselde; UEFA bir binanın içinde iki kattan ibaretti demişti. O   radan buralara gelmek büyük iş. Şampiyonaları belirleyen UEFA ve FIFA. Dünya Kupası'nın bir ülkeye gitmesi demek inanılmaz rakamlar demek. Çok çok fazla… Ve o pasta büyüyünce, insanlar farklı yöntemlere başvurabiliyor maalesef. Umarım bundan sonra futbol adına daha temiz bir gelecek olur.