25 Şubat 2020 Salı

Fırtına Sörloth


Sıkıcı olun. Evet yanlış duymadınız sıkıcı olun. Fantezi futbol adı fantezi diye fantezi üretmenizi gerektiren bir yer değildir. Çok seksi seçimler yapıp “Abi bu sene patlayacak bak görürsün, dağıtacak ortalığı yakıp yıkacak” diye herkesin ilgisini çeken seçimler yaparak iyi bir iş yapmış olmazsınız.
Büyük riskler büyük ödüller getirebilir elbette ama adı üstünde risk. Biri patlamazsa öbürü patlar. Seksi olacağım diye ucuz ve sonunda rezil olursunuz. Kimi seçmeniz gerekiyorsa onu seçin.

Misal Alexander Sörloth, Trabzonspor’u seçmek için hiç de cazip biri değil. Seçin. Hiç çekinmeyin. Zaten söylememe gerek yok ama yeri gelmişken belirteyim. Sakatlık riskine fazla girmeyin. Genelde risklere girmeyin de sakatlık riskine hemen hiç girmeyin.Peki ya Sörloth için ne demeli? 
Futbol mesleği ise ailesinden kalan bir miras. Babası Göran Sörloth’te Norveçli eski futbolcu ve oğlu gibi forvet pozisyonunda oynuyordu. Hatta biraz daha samimi ve fantezi yapmak istersek; Baba Goran Sörloth’u bir sezon yani 1993 - 94 yılında Türkiye’de Bursaspor’da forma giydiğini hatırlamadığınızı tahmin edebiliyorum.

Su götürmez bir gerçek ki, pek de futbol ülkesi olarak bakılmıyor Norveç’e. Ancak son yılların istatistiği sizi epeyce şaşırtacak düzeyde. 2020’nin Mayıs ayında, Karadeniz’de büyük bir ihtimalle bir köfteci de bir akşam... Sörloth, şampiyonluk yarışında lider çıkabilmek adına şampiyonluk golü için Cemil Usta sezonuna teşekkür konuşması yapmak üzere sahneye geliyor. Kale bir kez daha havalanırken, Trabzonspor tarihine de uzun aradan sonra şampiyonluk rekorları gelecek mi? Emim ki bunu dileyen nice taraftar var ve bunun gerçeği yansıtabilmesi için kısa bir süre kaldı.


Sörloth bu tarihi yazabilmek için takımına fırsat tanıyor lakin kendisine de! Ama perde arkasında neler yaşandı bir oradan başlamak gerekir.
Alexander Sörloth’in kariyerine gelinecek olursa, futbola Norveç takımlarından RBK Alt yapısından başladı. Ardından Rosenborg’tan Bodo Glimt’e kiralık, ve sonrasında Hollanda kulübü FC Groningen’e ise 550 bin Euro karşılığında bonservisiyle satıldı. Buradan da Danimarka takımı FC Midtjylland’a 450 bin Euro’ya satılan Sörloth, 2017 - 18 sezonunda İngiliz ekibi Crystal Palace’ye ise 9 milyon Euro karşılığında transfer oldu. Oyuncu Crystal Palace tarafından geçen sezon Belçika ekibi KAA Gent’e 350 bin Euro karşılığında kiralandı. Sonrası malumunuz.

Buraya kadar bu sarmal klasik bir sporcu geçmişinden ibaret olsa da, Trabzon şehrine bambaşka bir özgeçmiş yazarak başladı.
İlk Süper Lig sezonuydu ama epik bir sezondu. Bana öyle gelmişti belki sadece, ama dinleyin biraz daha. Henüz sonuçlanmadan hüküm kesmemek bizim ligimiz için sağlıklı olacak. Nispeten kadife bir sol ayaklı santrafor, sol açık. Premier Lig sevdasına tutunabilmek adına, form tutturmak kolay değil. Sörloth'un İngiltere kariyeri Cenk Tosun'unki ile tamamen paralel. Falcao'nun bile zorlandığı bir lig. Başarılı olabilmek için birçok şeyin altından kalkabilmek gerekiyor ve en başında da Süper Lig’de ispat ederek kendine yol açmak gibi.

Konuşmayalım hakikaten, atıp tutuyoruz zaten. Biraz daha veriye ihtiyaç var, biraz daha içine girmek lazım işin. Bir futbol izleyicisi olarak salt haliyle izleyelim Sörloth’u. Özel bir sene olsun fırtına çocuk için. Yirmi yılda hayatında çok fazla şey değişmiştir eminim, ama futbol onun hep tutksu olarak hep oradaydı. Şimdi sessizce sonuçları izleme zamanı tabi buna Sörloth izin verirse.

18 Şubat 2020 Salı

Limitsiz Martinez


Biraz geçmişe 2016 yazına gidelim mi? Aslında sevdiğimiz yerden, Premier League’den gelecek. Evet bahsi geçecek teknik adamın adı biraz naftalinleşmiş olabilir. Ama çok tanıdık gelecek…
Roberto Martinez, şimdilerde Belçika Milli takımın başında olsa da aklı halen daha Ada’da kalmış gibi! Kendisinin bir cümlesi ile İngiltere’ye girizgah yapmıştı: “Beni son üç ay ile değil, üç sezon ile değerlendirin!” demişti. Evet, ben de öyle yapacağım. Hak vermemek elde değil.

Son gidişatının üzerinden neredeyse dört yıl geçmiş ve pek de romantik ayrılmamıştı. Martinez’in kovulacağının belli olduğu FA Cup yarı finalinden bu yana birkaç kez ne yazmam gerektiği üzerine düşündüm. Çalıştırdığı takımları en azından bir kaç sezonluk kısmını takip etmişliğim dahi var ve fikirlerimin en net biçimde revize olduğu Everton dönemi ile, Martinez fenomeninin bir dramatik adama dönüşmesiyle sona ermişti. Sanırım bahsetmek istediğim çok şey vardı, ama nereden ve nasıl başlayacağımı bilemiyordum.

Yani ne vardı ki mesela? Martinez, oyunu savunma ve hücum olarak iki ayrı aşamada görmezdi. Ki bence de bu kadar basit indirilmeli miydi tartışma konusu! Gol yememekle ilgilenmediğini defalarca söylemişti. Buna da ayrı bir başlık açılmalı şayet. Önemli olan topa sahip olmak ve oyunu dikte etmekti. İşte bu kadar basit!
Martinez, başkaları tarafından tanınmak için bir şeyler yapmaz, kendi değerleri için çalışırdı. Bunu her mikrofon uzatıldığında manşet atılırcasına dile getirmekten çekinmezdi.




Şu noktada ona katılmak istiyorum, belki subjektif olacak. Bu da Martinez’i İngiltere Ligi’nde farklı yapar mıydı? Kornerleri kısa kullanmaktan yanaydı, çünkü uzun kullanmak ancak kontrolü kaybetmenize ve kaosa yol açardı. Aslında bu daha çok bizim gibi karmaşık liglere yönelik olacak türden bir teori.
Başkaları için tam olarak bu sebeplerle Martinez bir karikatürdü ve asla en üst seviyeye ulaşamayacaktı. Fakat ben bunların hiçbirini önemsemiyorum ve bu Roberto Martinez’i daha yakın kılıyor. Çünkü işin başka bir yanı daha vardı ve zayıf oldukları alanları geliştirerek değil, ancak iyi oldukları alanlarda kusursuzlaşarak daha iyi bir takım olabilirlerdi.

Martinez klasik bir İspnyol’un dışına çıkıp tabuları yıkmaya başlamışken, kendisini Belçika’da bulacaktı. Esasında çok da sürpriz olmayacaktı. Bu cümleyi istemeye istemeye kursam da kendi nevi şahsına yenik düşecekti. Martinez, başarısız sonuçlar aldığı bir sezondan harika bir deneyim olarak bahsederken bizlerle şakalaşmadığını net bir şekilde anlayabiliriz. Çünkü tüm bunlar daha büyük bir planın parçası. FA Cup’ı kazandı, üstelik finalde Manchester City karşısında üstün oynayarak.

Martinez, kazanmakla o kadar da ilgilenmiyor. Onun asıl ilgisini çeken, her zaman için limitleri kaldırabilmek olmuştu. Sorun şuydu ki, Martinez asla söylediği kadar iyi olamadı. Takımları gerçek bir aşama kat edememişti, asıl sorun buydu.
Everton, bu anlamda daha büyük bir hayal kırıklığı oldu. Takımın berbat goller yemesi şöyle dursun, gol pozisyonu dahi yaratamaz hâle geldiler. Bu kabul edilemezdi. Martinez açısından bakacak olursak, takımın önemli aşamalar kat ettiği doğruydu, ama bir takımın bu kadar çalkantı yaşaması kesinlikle doğru değildi.

9 Şubat 2020 Pazar

Herkesten Daha Hızlı

Çocukluk, gençlik, sürekli çalışma, kaybediş, düşüş, vazgeçmeme, azim, kan, ter, gözyaşı, genler, aile, efor ve zafer... Bütün mesele bu değil, Mathieu van der Poel’i özetlemek bu kadar basitmiş gibi görünse de genler bu çocuk için çok fazla önem teşkil ediyor.
Raymond Poulidor, Poel’in büyükbabası 11 kez katıldığı Fransa Bisiklet Turunu tam 7 kez podyumda bitirmesine rağmen hiç kazanamamış Fransız efsane, lakabı da buradan yola çıkarak "eternal second"dır. Yeni nesil bisikletçi Poel şimdiden bisiklet efsaneleri arasına girmeye çalışırken büyükbabasının üstüne yapıştırılan bu yaftayı silmek üzere!

Poel’in Amstel galibiyeti malumunuz, sanıyorum beş yıl içinde Ronde ve Paris Roubaix gibi anıtsal yarışları domine edebilecek potansiyelde. Öncesi var. Amstel yarışını izlerken acaba ben mi abartıyorum derken, son bir kilometrede yaldır yaldır gelirken en az onun kadar efor sarf ederek yerimde duramadım. Lakin sonra Twitter'a bakınca sırf ben değil tüm bisiklet dünyası bu şekilde ayağa kalkmış. Armstrong gibi, Rasmussen gibi...

Henüz kariyerinin çok başında olmasına rağmen modern bisikletteki en acayip zaferlerden birini kazandı ve belki de kariyerinin geri kalanında da bu kadar görkemli bir zafer elde edemeyecek. Bunu deneyimlemek için sabırsızlanıyoruz.
O yüzden de hikâyesini geriye sarıp okumaya başladığınızda aynı temaları görüyorsunuz. Herkes genç yeteneğin nasıl doğuştan şampiyon olduğundan söz ediyor. Efsane Poupou, Mathieu’yü şimdiden ailedeki herkesten öne koyuyor, “Hem benden hem babasından daha yetenekli” diyor. Kendisi de bisikletçi olan kardeşi David, yine Liberation gazetesine “Playstation ya da Monopoly, fark etmez. Yenilmekten nefret ediyordu” ifadelerini kullanıyor. Dediğim gibi, Mathieu hakkında çizilen portrelerde sıkça yer alan ifadeler bunlar.


Erken yaşta kendisini gösteren parlak bir yetenek, kaybetmekten hiç hoşlanmayan bir karakter, ailesinin bütün engellemelerine karşın 16 yaşında okulu bırakıp tamamen spora odaklanmaya karar veren özgür bir ruh, Cyclocross’ta altyaş şampiyonalarından itibaren kazanmaya adanmış olan genç bir şampiyon ve kimseden korkusu olmayan özel bir rekabetçi.
Zira iki teker, 2010’dan beri yeni bir isim için can atacaktı. Çünkü bisiklet çok yara aldı. Şüpheler, dopingler ve basında çıkan manşetler insanları ambale olmuştu.

Aslında Mathieu yarış taktiklerine şimdilik yüz vermeyen bir yetenek. Ama tek derdi eğlenmek değil. O aynı üç farklı disiplinde kazanmaya çalışan; yolda, dağda, cyclocross’ta rakiplerini mağlup etmeye uğraşan bir çılgın rekabetçi. İlk etapta babasının kazandığı büyük yarışları hanesine yazdırarak yola çıkmak istiyor. Bunu başarıyor da… Yüzlerce parametre bir bisiklet yarışının galibini belirliyor. Parkurun yapısı, yolların durumu, bacaklardaki güç, beslenme durumu, mekanik şartlar ve rüzgârın geldiği açı vesaire. İşte bu noktalara, dersini çalışan bir yetenek olarak çıktı karşımıza Poel.

Amstel’i izlerken, en başta, yarış bir fırtına gibi geçmişti. O an, gördüğümüz şeyin karmaşıklığı aklımızı başımızdan almıştı. Oysa gördüğümüz, son derece basit bir şeydi. Mathieu van der Poel hızlı gitmişti. Herkesten daha hızlı. Ve bu durum bir süre daha böyle olacak. Biz de onu takip edeceğiz.

5 Şubat 2020 Çarşamba

Etkileyici ama Kısa Değil


Kort üzerindeki ilk kahramanımı 2003 yazında buldum. Aslında bundan birkaç yıl önce, milenyum yıllarının namı yürüsün diye Andre Agassi’nin karşısında olan rekabetlerinde bir taraf tutmak zorunda hissedip Roger Federer’in peşine takılmıştım. Ama aynı şey değildi. Agassi’nin en iyi günlerini ıskaladığımı baştan kabul etmiştim. Daha emekliliğini açıklamamışken bile, başka bir çağa ait bir oyuncu gibi duruyordu. Bu anlamda Magic Johnson’dan pek de farkı yoktu. Federer’e duyduğum hayranlık da klasik maçlarını seyrettikçe katlanarak artacaktı. Ama izlediğim görüntüler bugünü yansıtmıyordu ve bu gerçek, kurulan ilişkinin canlılığına bir parça hasar veriyordu. Çünkü tutkuyla izliyor(d)um!

Raketinin arkasına geçtiğim ilk tenisçi Roger Federer’di. 2002’den 2006’ya kadar, lise yıllarımla iç içe geçen bir dönemde, takip ettiğim neredeyse tek oyuncuydu. Bu da bir anlamda diğer oyunculara pek de sağlıklı bir bakış açısına ters düşüyordu.
Yalnızca yaz tatilini müjdeleyen toprak sezonunu kaçırmak istemediğimden bir istisna yapmıştım. Federer’in ilk turlarda elenmeyi adet edindiği Roland Garros’u da sonunda İspanyol, Arjantinli ve Brezilyalı tenisçilerin kazandığı, tura paralel ilerleyen daha değersiz bir yarışma olduğunu varsayarak izledim. Tabi her inişin bir de çıkışı olmalıydı ve 2009 yılında Fransa’da güneş İsviçre tarafından doğacaktı.

Yine raketinin arkasına geçtiğim 2020 yılında Federer artık gençlik baharını kenara bırakmaya niyetli olmayacak gibi kortlara çıkıp, Avustralya Açık’ta zor da olsa rakiplerini muntazam maçlarla eliyordu. Yarı finalde yılların eskitemediği “dostluk” Djokovic ile eşleşecekti. İşin karşı tarafında Nadal’a sürprizi olan Dominic Thiem file önüne slice bırakacaktı.
Nadal’ı kortun hemen hemen her köşesine koşturmayı başaran Thiem çeyrek finalden çıkmayı başardı. Karşısına da dimdik duran Zverev çıkacaktı ki, Nadal’ı elemiş birini yarı final rüzgarı etkilemezdi.


Kendinden emin ve Thiem’in raketin arkasında olması harika bir histi. Güven vericiydi. Kolaymış gibi gösteriyordu rakip kim olursa olsun. Biraz özgüven ikmaline ihtiyacı olan 11 yaşındaki bir çocuk, bunu tenis dünyasının önemli hocalarından Günter Bresnik’le çalışmaya başlamasıyla meteor yağdıran servislerinde bulabilirdi. Bir tenis seyircisi olarak sadece Federer maçlarını izlemenin bir köşesinden sessizce izlerken, o hikayenin bir yerinde Dominic Thiem ile karşılaştım.

Tarihe şu an için Grand Slam şampiyonluğu yazılmasa da bunu vadediyor. İkincilik başarısızlık mıdır yıllardır tartışması sürer fakat Thiem bu tartışmaya virgül koyanlardan olduğunu sayılarıyla, mücadeleci tavrıyla ve şampiyonlara kafa tutması sanırım bunları kanıtladı!
Akılda kalan 2016 Roland Garros’un üçüncü turunda, bir süredir Top 10 istidadı gösteren bir başka genç Sascha Zverev ile eşleşmişti. Son bir ayda rakibine iki kez kaybetmiş olmasına rağmen Zverev, Thiem’in saf gücüne set çekmeye muktedir gözüküyordu. Dördüncü oyun sırasında, Thiem’in erkekler tenisinde uzun yıllardır görmediğim kadar estetik bir tek el backhand’i olduğunu düşündüm.

Thiem, Zverev’den sonra Granollers ve Goffin’i de eledi ve kariyerinin ilk slam yarı finalini Novak Djokovic karşısında oynadı. Yine Djokovic. Maç boyunca, belki de biraz abartılı jestlerle, sayısız övgü aldı, ancak set alamadı. Bundan dört sene sonra ise neredeyse maçı alıyordu. Ve iki set aldı.
Böylelikle insanlar haklı olarak temkinli yaklaşıyor, bu performansın toprak kort dışında da yinelendiğini görmek muazzam. Dominic ismini daha fazla duymayı umut ediyorum, tıpkı Federer’i yıllardır seyretmekten keyif aldığım gibi. Thiem’in kariyerinin zirvesinin “etkileyici ama kısa” olacağını söyleyenlere ise aldırmıyorum.