30 Kasım 2015 Pazartesi

Jamie Vardy Diye Yazılır, Rekor Kralı Diye Okunur!

Merak etmeyin, bugün ne bonservis rekortmenlerinden ne Harry Kane ve Eden Hazard veya Sergio Agüero ya da Mesut Özil'i, Premier Ligin ünlü isimlerini göremeyeceğiz. Üzgünüm! Hem bence dön dolaş sıkıldık. Yeni, taze soluk istiyoruz. Mesela Jamie Vardy gibi. Neden olmasın! Şaşırmaya hazırlanın. 
Avrupa'da değil sadece tüm Dünya altyapı girişimleri için kolları sıvadı. Bir de gözden çıkardıklarımız, çıkardıkları var. Tam 10 yıl önce karbon fiber üreten bir fabrikaya işçi olarak para kazanmaya başladı. Bir dakika izninizi istiyorum. Hayatına işçi olarak başlamadan önce futbol aşkıyla Sheffield Wednesday'in altyapısıyla o çok büyük tutkusu futbola ilk şutunu çekti. 

İşler istediği gibi gitmiyordu. Gidiyordu da gitmiyordu. Kulübü tarafından yeterli görülmeyince, serbest kaldı. İşte o dakika da futbol sevdasının bir kara sevdadan ibaret olduğunu anlar ve işçi olarak tutunmaya çalışır. İçindeki futbolu amatör ligde forma giyerek devam ettirir. Attığı gollerle amatörden çok daha fazlası olduğunu gösterir. O harikalar yazmaya devam ederken, diplerde yüzen FC Halifax Town takımını ayakta tutam adam olur. 1 yıl sonra da Fleetwood Town'ı profesyonel liglere sırtlayan futbolcunun çok ötesinde olmaya başlar.



Onun hedefi doğup büyüdüğü şehirde Sheffield'a hayallerini gerçekleştirmekti. Basit ve çocuksu bir hedef. Her çocuğun hayalini kurduğu gibi. Bir adım daha önde hayal! Tahmin edemediği futbolculuk kariyeri İngiltere sınırlarını zorluyor. Şimdilerde. 2012 yılında attığı imzayla Leicester City "değişim ve dönüşüme" hazırlanın dedi. Herkes takım elbisesini giydiyse yola koyulabiliriz. Bir sonraki yıl Premier Lige yükselen Leicester City sezonun en değerli oyucusu olmasıyla onurlandırıldı. Büyük onur!

İlk yıl takım sudan çıkmış balığa dönüşünce, ortalarda seyreden bir performansla gözlerden ırak bir futbol izlettiler. Bu arada Vardy sadece 5 gol atabildi. Fırtına öncesi sessizlikti bunun adı. Ya da adını siz koyun! Efsane gibi 2014-2015 sezonuna hazırsanız, hızlı bir başlangıç yapalım veya mahalle kültürüyle büyümüş, ideallerin peşinden yürüyen Vardy gibi.
Bir önceki sezona istinaden, istikrarlı ve hırslı bir Leicester City, Jamie Vardy vardı. Üst üste 9 maçta gol atarak bunu başaran ilk İngilizdi. Küçük bir engel vardı. Ruud Van Nistelrooy engeli. O gözüne kestirmişti bile. 



2015-2016 sezonu Premier Lig için çekişmenin hat safhada yaşandığı, ne ilginçtir ki Mourinho'nun söyleyecek hiç bir şeyinin olmayışı, Liverpool'da Jürgen Kloop'un transfer edilmesi konuşulurken, ilk yirminin sahibinin yer değiştirmesi rekabetin dozunu açıklıyor. Aynı zamanda yeni rekorların yılı. Üst üste 11. maçında da gol atarak Nistelrooy'un rekorunu geride bıraktı. Hem şu anda 13 golle gol kralı olarak başı çekiyor. 
Yani gerçekten "yok artık" diyebiliriz. 

Milyon dolarlık futbolcular konuşuluyor. Kimisinin gerçekten haklı olarak, gıpta ederek konuşuyoruz. Barcelona'daki muhteşem 3'lü gibi ( Messi, Suarez, Neymar). Kimileri de bencilliğinin ve egosunun kurbanı oluyor (Ronaldo). Bir de mütevazi olanları var (Lewandowski). Bir şekilde hepsi izlettiriyor kendisini. Ama Vardy için herhangi bir tanınmışlıktan bahsetmek zor, ta ki rekor kralı olana dek. Süre alamayan futbolcular, maç programlarının yoğunluğundan şikayet eden ilk 11'ler, baskılar ve mağlubiyetler. Bunlarda futbolun dikeni, katlanmasını bilene ki Vardy gibi kapılar her zaman açık kalır. 

Bir de o yeteneği görebilmek bu noktada Leicester City'nin şans tanıması ve takıma bu şansı yaşatması ayrı bir konu başlığı. Henüz ligin ilk yarısı, bu rekorun üstüne daha çok yazılıp, çizilir. Bir kez de paha biçilemez isimleri değil de gizli kalmış oyuncuları konuşalım ne dersiniz? 
Sizleri bilmiyorum ancak Jamie Vardy'nin sızlanan, şikayet eden oyunculara söylediği bir şeyler var. "Ben hiçbir şeyden şikayetçi değilim, hayat muhteşem bir şey!" Sanırım bu sadece futbolculara gitmemiş!

27 Kasım 2015 Cuma

Bunun Adı Tenis! Çok Sıkıcısınız!

Hayatınız boyunca peşinizi bırakmayacak dakikalar vardır. Ama iyi anlamda ama kötü. Artık yaşanmıştır, ya geride bırakıp devam etmeyi öğrenecek ya da ne olursa olsun tadını çıkaracaksınız. Sporu yaşamının bir parçası olarak gören çocuklar, amatörler, profesyoneller, taraftarlar veya o gün ilk defa izlediğiniz spora bağlanabilirsiniz. İyi-kötü, kazanan-kaybeden, şişman-zayıf... kendimizi enteresan bir şekilde istemsizce bu tip karşılaştırmaların içinde konuşlandırırız. Spor bu ikilemleri kaldıracak güçle değil, iyi ve kötü olman da değil. Neyi gerektiriyorsa onu yapman istenir, sadece bu kadar! 

Unuttuğumuz kısım ise hırs küpüne bulanmış vaziyette kazanma arzusu. Hep kazanalım istiyoruz. Doğal olarak. O noktada da zevk almayı unutuyoruz. Kazanmanın yanında keyif alma sosuna yatırılmış oyuncularda; yaptığı işe tiye alanlar vesaire. NBA dışında bu eylemi son yıllarda tenis kortlarında görmeye başladık. Devreye girenler oyuncular değil sadece belki geleceğin tenisçisi algısını oluşturan top toplayıcılar. Hizmetçi muamelesi görseler de yaptıkları; bir zamanlar Arda Turan gibi kenardan tatlı müdahaleleriyle maça katılmaktı. 
Oysa ki şimdi Barcelona takımına imza atmasını aylarca konuştuk. Anlatmak istediğim de tam olarak bu.

Melbourne'de bir Roger Federer maçında oyuncular konsantre olmuş, binlerce seyirci bir arada otururken bile çıt çıkmıyordu. Federer ikinci servisini kullanmaya hazırlanırken geriye dönen topu top toplayıcı çocuğa göndermekti amacı. Ancak kendisinin alkışlandığını fark edince mahcup bir ifadeye dönüştü. Acaba yanlış mı, kural dışı bir şey mi yaptım diye.



Şöyle özetleyeyim: Tarihin her zaman kazananı yazdığı, kocaman bir yalan. Kazanmak, kaybetmek belki berabere kalmak, spor dünyasının ruhunda var bu kabul. Dışarıdan gelen masumane hareketlere de karşı değiliz. Djokovic bir maçının dinlenme arasında şemsiyesini tutan çocuğu yanına çağırıp birlikte bir şeyler içmesini uzun uzun didikledik. O gün Djokovic'in maçı kazanması değil, bu beklenmedik davranış konuşuldu. Hey sen Dünya 1 numarasısın! Erişilmezsin! Böyle yapma!

Zengin sporu diye yanına yaklaşılamayan bir spor olarak görsek de bizlere kucak açmış durumda. Hadi sarılalım! Bir başka sansasyonellik ise; bu gerçekten kelimelerin kıyafetsiz kaldığı anlara tekabül ediyor. Wimbledon'da oynanan "herhangi" bir maç. Gayet sıradan bir oyun. Aldanmayın! 



90'ların sonu 2000'lerin başı gibi henüz son teknoloji ile üretilmeye başlanan raketlerle oynandığı, hızlıca tahta raketlerin unutulduğu zamandan bahsediyorum. Rakip oyuncu vuruşunu gerçekleştirdikten sonra, karşı oyuncu raketini havaya fırlatarak -ne tür düşünceler dahilinde yaptığını pek merak konusu olmayacak şekilde- topa vuruyor. Pardon raket vuruyor! 
Daha sonra taptaze ilginç sayıyı hanesine yazdırıyor. Bu spordan nasıl zevk alıyorsunuz diyenlere küçük bir notum var. Küçücük!
Her an her şey olabilir. O anları canlı izlemek, izleyemedin mi? Keyifle oynayan oyuncuları bir nebze olsa tekrar tekrar görme fırsatını yakalamak. Mimiklerine, hareketlerine yansımayan size bıraktığı duyguları bulmak. İşte hepsi bu kadar.

26 Kasım 2015 Perşembe

Gölgesinde Olmak Ya Da Olmamak; Andre Greipel

Ne konuda olursa olsun ev sahibi olmak beraberinde birçok sorumluluğu da getiriyor. Bu spor anlamında çok daha fazlasını istiyor. Ateşli taraftarı sakinleştirmek için morfin etkisi yaratan yöneticilerin maç öncesi yatıştırma teknikleriyle ateşini alır. Bu anlatılanlar çoğunlukla hentbol, basketbol, voleybol türündeki salon sporlarında ve de yere göğe sığdıramadığımız futbolda karşılaşılan bir durum. Gelin görün ki bisiklet sporunda destek için ya başlangıç ya da bitiş çizgisinde sevgi gösterisi yapabilirsiniz. Bu da açık ve geniş alana yayılmış sporları handikabı. 
Bu noktada devreye ev sahibi olmak giriyor. Yani özellikle bisikletçiler için! Bu konuda Alman Andre Greipel bizlere ders verir nitelikte.

Greipel diğer oyunculara göre çok daha tecrübeli ve bunu konuşturmasını bilen bir oyuncu. Genellikle takım arkadaşlarının yardımına koşan, kendisi ikinci planda kalmayı tercih etse de bilhassa Türkler çok yakından tanıyor, takip ediyor. Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turunda kazandığı etaplar, birincilikleri yanı sıra eğer finişe giderken yanınızda Andre Greipel varsa usul usul kenara çekilin, çünkü artık kazanma şansınız yoktur. 
Bu yıl Tour de France'de yaşanılan kazalar damgasını vurdu, buradan kendini sıyıranlar, yarış sonlarında gövde gösterileri yaptılar. 



Greipel bu yıl Fransa'da 4 etap kazandı. Tırmanış etaplarında dakikalar sonra geriden gelse de akıl dolu sprinter olduğunu hatırlattı. İtalya, İspanya, Fransa turları dünya çapında üne yayılmış organizasyonlar ve hem bunların üzerinden yorumlar yapılıyor hem de Dünya Bisiklet Şampiyonası üzerinden. Bir de pek bilinmese de UCI Bisiklet yarışmasının önemli etaplarından biri olan Vattenfall Cyclassics Hamburg Turunu ev sahibi Andre Greipel kazanması. Burası benim mekanım dercesine kazandı. 
Bu etabı daha önemli yapan Hamburg ve çevresinden olmak üzere 800.000 insanın bir arada izliyor, salon sporlarına meydan okuyor olmasıydı. Greipel ev sahipliğini yapmadan önce yaşadığı misafirlikler çok canını yaktı belki ondandır, ondan hızlısının olmaması, bir haykırış, başkaldırıdır. Cevap Andre Greipel'de. Ama bazen de görünen köy kılavuz istemiyor. 

Tarih Alman bisikletçi için her zaman doğru yönde ilerlemedi. Yapraklar çoğu zaman aleyhine dönmüş olabilir, engeller çıktı önüne bazen aştığı, bazen takıldığı... Lakin tarih 2012 yılının Temmuzunu gösterdiğinde lehine dönmüştü. 


Hamburg Bisiklet Turu
Mark Cavendish aynı zamanda Greipel'in takım arkadaşı. Ne arkadaş ama! Sürekli kavgalı olduğunu ima eden dedikodular ki çok da haksız sayılmazlar. Greipel'in bir kez dahi pes ettiğini, lanet okuduğunu, belki de bir kötü bakışını dahi göremezsiniz. O sadece görevini yerine getirir, sahneyi şov yapanlara bırakır. 
İlginçtir ki 2012 yılında Cavendish bitime bir kaç kilometre kala düştü ve oyun, sahne, kürsü hak edene 6 yıldır Cavendish'in gölgesinde kalan Andre Greipel'e kaldı. 

Artık o özgürdü. Tabii ki de kariyeri boyunca karşısına çıkan tek isim Cavendish olmadı, olmayacakta. Onun tek amacı yeteneğine ihanet etmemekti. 
O gün Mark Cavendish düşmese bütün bunlar yaşanacak mıydı? Hiçbir zaman bilemeyeceğimiz belki ama Greipel intikam yemeğini soğuk bakışlarıyla yedirmişti. Hem ne fark eder ki o gün düşmese, etkili silahları, zafer ve yetenek onun içinde var olduğu sürece!

25 Kasım 2015 Çarşamba

Basketbolun Mozart'ı Drazen Petrovic

Yedekte oturmak, bench'in koltuklarını aşındırmak takım sporlarının kaderidir. Bu kader dediğimiz kelime olumsuz algılansa da ileride adınızın sayfa sayfa okunmasına engel değil. Hiç kimse de yeteneği ne olursa olsun birden bire sahalara geçiş yapmıyor. Önce altyapılarda sınanıyorlar, A takımı derken "o" anı değerlendirmek oyuncunun karakterine kalıyor. Evet, insanoğlu olarak iyi ve kötü özelliklerimiz var, farklı yönlendirmelerle bizlere başka sonuçlar verecektir. 
Örneğin inatçılığımız, proaktif ve yetenekli olduğumuz alanlara kanalize edildikçe bir başka ifadeyle enerji pozitife çevrildikçe ortaya ellerinizle fırça darbeleri attığınız tablolar çıkıyor.

Zamanla bu tablolar müzelerde sergilenmesi de takdir edersiniz ki en büyük payı oyuncuya bırakıyor. Bu tabloları bize hayran bıraktıran basketbolda okyanusun bir ucu "Amerikan Rüyası" Michael Jordan, içinde bulunduğumuz sularda ise Drazen Petrovic gibi örnekler oyunun tarihine silinmeyecek tablolarına fırça darbelerini anlamlı şekilde yansıttılar.
Jordan ismini neredeyse duymayan kalmadı. Avrupa tarihinde efsanelere gerekli özen verilmediği için - o dönemlerde insanlar iç savaş döneminde olmasıyla - daha yüksek sesle duyurmak bizlere kalıyor. 



Petrovic'in hikayesindeki en önemli kıvılcım ve ilk ateş aslında 20 yılı bulan Yugoslav basketbolundaki emeğin yansıması. Çocuk yaşta spor salonun anahtarını alıp sabahın ilk ışıklarıyla herkesten önce antrenmana başlayan, disiplin olma bilincine sahip Petrovic önemli yol gösterici olacağının sinyallerini veriyordu. 13 yaşında Sibenka takımında aldığı süreleri değerlendirip takıma etkisini çabuk gösterir ve 2 yıl sonra A takımında yer alır. Ancak onun içinde kolay olmayacak. 
Takım arkadaşları arasında Dario Saric'in babası Predrog Saric, Zoran Slavnic gibi isimlerle oynamak bunun yanı sıra koç deneyimlerine yeni yeni başlayan ama otoritesini ortaya koymuş Teodosic'in gözüne girebilmek kolay değildi. Hiç kolay değildi. 

Yugoslav dominasyonunun ve açık alandaki keyif verici basketbolunun, başka deyişle 1989 finallerinde Yunanistan'ı sürklase etmenin ana noktası "çabukluk" kavramıydı. Sibenka'daki yaptıkları kısa sürede okyanusun öbür ucunda duyulmuştu. En önemli makas değişimi için karar vermek zorunda kalır. Petrovic çocukluk anılarının yolunu tutar. Cibona Zagreb ile anlaşmaya varır. Burada abisi ile beraber rüya gibi sezonlar geçirir. Lig ve Kupa Şampiyonlukları yanına Avrupa'nın en prestijli kupasını 36 sayı atarak Euroleague kupasını evine götürür.



Artık Amerika rüyasını ne olursa olsun gerçekleştirmek ister. Söz hakkını Euroleague finalinde ezip geçtikleri Real Madrid'e transfer olur. 2 yıl önce Portland Trail Blazers tarafından draft edildiğinde şansını halen daha Avrupa'dan yana kullanınca Madrid'e 1 yıl yararlanma şansı kalıyor. Real Madrid bir türlü elde edemediği sevgilisini de elinden kayıp gitmesine izin verir. 1989 yazı itibariyle Vlade Divac'la birlikte NBA yolunu tutar. O yıllarda yeni yeni dışarıdan oyuncu alımına başlayan NBA bu ikilideki toleransı sonsuzdur.

Portland'da arzuladığı süreleri alamayınca yedek beklemeye başlar ve harekete geçer. Onca yıllık -gel de gel- baskısı bu muydu? Amaç Petrovic'i bitirmek miydi? Sancılı sürece dur diyen Petrovic Nets'in teklifine evet der. Bu noktada mola istiyorum. Çünkü Petrovic Nets'e geçerken daha uzun süreler almak istediğini, bunu başarabileceğinden emin olan bir insanın yalvarışıdır. 
Onu takımında görmek isteyen onca takım varken koç-oyuncu arasında taşlar yerine oturmuştu. Aldığı süreler, şut yüzdeleri, sayı ortalamaları NBA'in elit isimleri arasında yer alıyor.
1992-93 sezonu NBA'deki en iyi yılıydı, son yılı oldu. O yıl Almanya'da geçirdiği trafik kazası sonucu Avrupa, Yugoslavya karanlığa gömülür!

Temposu artan-azalan ikileminin oranını eş zamanlı yapabilen, saf bir skorerdi. Tüm bunlarla kendi notalarını yazabilen müzik eseri gibi. İşte bu yüzden Petrovic basketbolun Mozartı denilmekte. Farklı bir açıyla Jordan'ın Avrupa yansıması!

24 Kasım 2015 Salı

Yeni Biri Olmanız Dileğiyle; Shevchenko

Ballon d'Or şimdilerde sponsor oldukları giyim firmaların savaşı, Messi-Ronaldo ikilemleri arasında gel-gitler yaşıyor. Geçen yılki ödülü Neuer'in alması beklenirken hiç şaşırmadığımız bir şekilde kameralar karşısında hüngür hüngür ağlayan Ronaldo oldu. Bu ödülü gerçek anlamda sahiplerinin bulunduğu yıllar yok mu? Herkesin bakış açısına göre değişir. Ama benim tanıdığım nam-ı diğer Sheva, Andriy Shevchenko var. Kariyeri boyunca hep bir dönüşüm içindeydi, bunu bozan son zamanların kehaneti, kara bulutları beraberinde taşıyan Mourinho olacaktı. 

Sheva futbola ülkesinin neredeyse tek büyük işlere adımını atan Dinamo Kiev ile başladı. 5 yıl durmaksızın Ukrayna şampiyonluğu yaşamak, beraberinde Şampiyonlar Liginde yarı final oynadıklarından, Avrupa'da iyice ünlenmişti. Üstelik 60 gol atması, artık ülkesinde kalmasına kimse ihtimal vermiyordu. 1999 sezonu pek çokları için milat bir yıl olmuştu. O sezon sonunda Milano'nun yolunu tuttu. Milan'ın sıkıntılı dönemine denk gelen Shevchenko, çok da büyük başarılar beklemiyordu. 

Bu kötü gidişata dur diyecek isim 24 gol atarak gol kralı olmasıyla nikah tazeliyordu. En azından takımdan birileri gözünü karartmıştı. O dönem takımın başında Fatih Terim'in olması ayrı bir ironiydi. Çünkü kalemi kırılan ilk isim İmparator'un çöküşüydü. Takımın başına önce Carlo Ancelotti, daha sonra deyim yerindeyse Sheva hariç takım yenilendi. Bir nevi kumar oynadı. Ya tetiği başına çekecekti ya da rakiplerine!



Kesintisiz 7 yıl boyunca ilk 11'de forma şansı bulmuş, bunu da fazlasıyla ( 297 maç, 173 gol) şereflendirmişti. Hedeflerini Şampiyonlar Ligi zaferiyle başlayıp yerini dramatik maçlara bıraktı. İstanbul'da oynadıkları Liverpool- Milan maçında kaybettikleri penaltılardan dolayı bir daha doğru düzgün UEFA'ya bile çıkamadılar. Manidar tarafı ise, o gün Shevchenko penaltıyı kaçırmasa bu kötü sona başlatmayacak olabilirdi. Kim bilir! 

Milan'da da inançsız oynanan futbol, gelecek görememesi 7 yıllık beraberliğin noktalanmasıyla son buldu. Tam bu noktada yağmurdan kaçarken doluya tutuldu. Onun için Chelsea yılları başlayacaktı. Ukrayna'nın en pahalı oyuncusu olarak tam 45 milyon Euro karşılığında bir transferden söz ediyorum. Ancak her şey para mı yıllardır tartışılan bir konu. Chelsea'de geçirdiği 2 yıl boyunca onun için bitmek bilmeyen bir işkenceye döndü. Bu işkencenin adı Mourinho olunca; hem egolarıyla hem de ilk 11 için acı çekmeye başlayacaktı. 

Yıldızları bir türlü barışmayan ikilinin arasında win-win ilişkisi başlamıştı. Mourinho zar zor Abramovich baskısıyla oynattığı Shevchenko'yu ilk raund da 22 gol atarak varlığını hissettirdi. Yine de Sheva saha da güçsüz, eski performansını göstermekte zorlanan grafik çiziyordu. 



2,5 yılın sonunda devre arasında bu ızdıraba dayanamayan Sheva tekrar Milan'a döndü. Belki aradığı ışığı burada bulabilirdi. Herkes ondan eskiye dönmesini beklerken, İtalya'da kendine geleceğini ümit edenlere... Ama olmadı dedirtti. Dönüşümün sonuna gelmişti. Kiev'de başlayan kariyer, Milano'da hayat buldu, sonra Chelsea de koca bir hayal kırıklığı, tekrar yuvası Milan'a döndüyse de o gerçek evini özlemişti. 

Hiçbir ücret talep etmeden başladığı yere geri dönmüştü. O takımları için yaptıklarının yanında, milli takım için taşının altına elini koymasının önemi tartışmasız başarı, azim çabası... Sıradan futbol ülkesi Ukraynayı bir kaç basamak üste taşıdı. 
Aslında mesele Ballon d'Or almak, ego savaşları içinde mücadele vermekten çok ötesinde. Eski Alman futbolcu Stefan Effenberg çok güzel özetliyor. "Ben özel biri değilim, normal biri de değilim, yeni biriyim." 

23 Kasım 2015 Pazartesi

Finalin Kıyısından Dönmek! ATP World Tour Finals

Ben bugün kazananı değil, kaybedeni yazacağım. Adı kaybeden olunca, yanıltmasın sizi. Roger Federer'in bir gün bile pes ettiğini göremezsiniz, 2013 yılındaki sakatlık dönemi dahil. Tenis tarihinin gördüğü en büyük oyucu dersek diğerlerine haksızlık olmaz. İsmi lazım değil Novak Djokovic'le aynı döneme denk gelmekten bir kez yakındığını duymazsınız. Bir kez bile. Gerçek bir sporcunun yapacağı gibi sonuna kadar mücadele eder, ipi göğüslemek ister ve başarsa da başarmasa da geriye dönüp pişmanlık duymaz. Asla! 

Djokovic birçok tenisçiyle orantılı daha düz ve basit oynuyor. Olmayacak zamanlarda kazandığı sayılar ve servis atışlarıyla basit oyununu şekillendiriyor. Zaten kimse de oyuna değil sonuca endekslenmiş durumda. Ne yaptığının, nasıl oynadığına bakmıyor. Konsantre olup, Dünya 1 numarası çizgisinden kopmak istemiyor. Sezonun özeti niteliğinde olan ATP World Tour Finals ( sadece dünya en iyi 8'nin oynadığı turnuva) Londra'nın soğuk havasına lodos etkisi yarattı, nefesleri kesti, bitmesini istemediğiniz bir hafta yaşattı. Etkisi bir haftanın dışına taşması muhtemel! 

Kısaca turnuvayı özetlemek gerekirse; İki gruptan oluşan Stan Smith grubu: Novak Djokovic, Roger Federer, Tomas Berdych, ve Kei Nishikori olarak sıralanırken Ilie Nastase grubu: Andy Murray, Stan Wawrinka, Rafael Nadal ve David Ferrer isimleriyle heyecanlı maçlara tanık yapacağız dediler. Bizler için hava hoş. Seyirciye heyecan olsun yeter! 



Belli başlı favoriler vardı ama büyük hayal kırıklığı yarattılar. İskoçlu Murray İngilizleri her zamanki gibi ilk maçıyla allayıp pullasa da daha sonra soğuk su içirtiyor. Geçen yıl olduğu gibi gruplarda elenenler kervanına dahil oluyor. Nastase grubunda namağlup Nadal ile tek mağlubiyeti bulunan Wawrinka rahatlıkla geçmeyi başarıyor. Ancak asıl çekişme Stan Smith grubunda Djokovic-Federer arasında olacaktı. Nitekim başta ben olmak üzere, yanımıza totemlerimizi alarak maçı izlemeye başladık. 

Servis oyunlarıyla bambaşka bir Federer var. Arka arkaya alınan Ace'ler, drop shotlar, tek el backhandleriyle ve arkasına seyirciyi de alarak kelimelerin anlam bulduğu bir maç izletti. 7-5, 6-2'lik setlerle adeta Novak Djokovic'i saf dışı bıraktı. İşte o dakika itibariyle gözüne kestirdiği ceylan gibiydi Federer. 23 maçlık galibiyet serisini bozması bir yana, maçın içine bir türlü girmeyi başaramadı. Nereye, hangi kaçış noktasına gitse karşısında Ekselansları vardı!



Yarı finallerin adları belli olmuş; Djokovic-Nadal ile öbür tarafta ise İsviçre düellosu Wawrinka- Federer karşılaşması vardı. Hızlı başlayıp, etkili devam eden maçta finalin adı da bir o kadar hızlı cümlelere döküldü. Tamam, tamam şaşırmadınız. Dün farklı bir gündü. 44. kez karşılaşmaları değil elbet. Her şeyi yapmaya muktedir iki ismin sezonun son maçında iddiasını sürdürebilmesi açısından farklı. 
Finalin başlığı Djokovic-Federer olarak artık tarihe gömülmüştü. Gruplarda kaçırdığı galibiyeti finalde almak isteyen Djokovic, öbür köşede geçen yıl belindeki ağrılar nedeniyle final maçına çıkamayan Federer vardı. 

Anlaşılan iki tarafta acısını çıkarmak isteyenlerin maçı için kuşanacaklardı. Korkulan olmadı demek için zamanı geriye almak isterdim. İlk sette iki kez servis kırmayı başaran Novak Djokovic 6-3 ve son sette 6-4 kazandığı şampiyonlukla üst üste 4. kez toplamda 5 kez ATP World Tour'un şampiyonu oldu. Sezonu güçlü açtı, kısmen sönük kapadı. Kabul ediyorum kupalar bu durumun tersine işaret.



Dün oynanan oyun sıradan bir maç gibiydi. Federer'in yaptığı basit hatalar maça damgasını vurdu. Servis yüzdesini hesaplamak için çok ileri teknolojiye gerek kalmadı. Kılavuz istemeyen bir Federer sundu bizlere. Evet, yine de seyircilere kendine hayran bırakan sayıları vardı, ama onlarda kurtarmaya yetmedi. Kurtarma operasyonunda mağlup olan taraftık ve bize kalan enkazdan ikinci olarak evimize dönmekti. 
Yenilmiştik ama beraberinde kazandıklarımızla. 

Novak Djokovic'in duvarının nasıl yıkılacağını, planlarını bozguna uğrattığını, asla ve asla pes etmemeyi, çok büyük sevinçler yaşamamayı... Bu turnuvada rekor 6 şampiyonlukla halen daha onda olduğunu ve yaşının 34 olduğunu unutturan Ekselansları yıllardır biriktirdiği ve nerede olursa olsun destekçilerin sayısı milyonları aştığı taraftarı görünce ne çok para kazanmak, kupa kaldırmak değil de dili, dini, ırkının önemsiz olduğunu hatırlattı. 

İkinci olurken nasıl kazanılır? Taraflı tarafsız nasıl alkışlanır? sorularına cevapları uzaklarda aramayın. Roger Federer için yazılacak çok cümle, gösterilecek fazlasıyla fotoğraf var.
Şimdi bunları bir kenara bırakalım ve sezona hazırlanalım! Bu arada kirli sakal çok yakışmış Federer.

20 Kasım 2015 Cuma

O Sizin Bildiğiniz Kızlardan Değil; Louisa Necib

Zidane'nın her zaman rol modeli ve idolü olduğunu söyleyen çokça insan söyleyebiliriz. Şu da bir gerçek ki sıra dışı bir futbolcu ve kendine has oyun stiliyle izleyenleri büyülüyor. Söylemeden yapamayacağım agresif yanlarının ağır bastığı maçlarda biraz Pepe biraz Melo karışımı bir futbolcu izlettiriyor bize. Kendisini yazarken bile konudan sapabiliyorum. Şimdilik Zidane ara verelim. Bu benzetmeleri bir kadın için yapsalar. Mesela, Kadın Futbolunun Zidane'ı gibi hatta kendisi de idol görüyorsa o tam olarak bir Fransızdır.
En azında %50'si Fransız %50'si Cezayir için atan kalbi olan Louisa Necib'ten söz ediyorum. 

Genellikle Kadın Futbolu denildiğinde akla ilk gelen isim Alex Morgan'dır. Alex kadar popüler olmayışı onun için avantaj, tamamıyla maça konsantre bir kadın. Onun hayatı bilindik kızların çocukluğu gibi olmamış hiç bir zaman. Barbie bebeğine Ken arayan, pembe kıyafetlere bürünmüş masal kahramanından daha çok, Nazan Öncel'in şarkısında dediği gibi "ben sokak kızıyım". Yani sokak kızı derken ucu açık bir cümle oldu. 
Mahallede çocuklarla top oynayan tek bir kız. 


Amacı futbolcu olup, gelecek planlaması yapmak değildi. Necib'in kadın futbolundan dahi haberi olmayan sıradan bir çocuktu. İşler çocukluk eğlencesinden çıkıp, kendini keşfettiğinde 13 yaşında Fransa'nın en çekici bölgesi Cote d'Azur bölgesini temsil eden Marsilya'da oynamaya başlar. Onun hikayesi 28 yaşında olmasına rağmen kaldığı yerden devam ediyor. Çocuksu, hırslı, oyun zekasıyla "10 numara" formanın hakkını sonuna kadar veriyor. 
Sağ ayağını kullanan klasik orta sahalar dışında sol forvette olgunlaştırdığı atakları sayesinde o son dokunuşu yapan isim oluyor. Doğal olarak hem kulüplerin hem de milli takımın olmazsa olmazı yapıyor.

Yaratıcılığının yanında bitiriciliğini de gösteriyor. Gerçekte, hız, güç, kuvvet gibi fiziksel özellikler değil yeteneği ve oyun zekasıyla var olmayı biliyor. 2007 yılında Lyon takımıyla imzaladığı sözleşme onun ikinci evi olacağından habersizdi. 8 yıldır takımının vazgeçilmezi. İnce bilek hareketleri, aklınıza gelebilecek her tarz da pası ve şutu yapabilecek yeteneği birleştiren Necib, erkeklere taş çıkartan orta sahaya yüksek perdeden giriş yapıyor.



Bu yıl Kanada'da düzenlenen Kadınlar Dünya Turnuvasında tek bir faulün "sert faulün" olmadığı, fair-play ruhuyla örnek oluşturan kadınlar, günlerce dünya medyasından düşmedi. Artık bu oyun anlayışına hasret kaldık. Hatta bu turnuvadan sonra kendisinin zayıf yönleri olarak daha sert ve kavgacı oyun stiliyle oynaması gerektiğini belirtti. Zaman zaman topu kaybettiğinde veya devamlılığını yitirmesinden ötürü orta sahadan forvete evrilen sebeplerden biri oluyor. 

Bu sebepler milli takımda yaşına rağmen 50 golle ulaştırdı bile. Alex Morgan, Louisa Necib gibi kadın futbolunda devrim yazanlar bazı şeyleri kolay gösteriyor olması, aslında sahada onları izlediğimiz dönemin dışında; gözler onun üzerinde değilken ki gelen, yıllardır yaptıkları çalışmaların bütününü yansıtıyor. 
Dünya'da Ronaldo, Messi, Neymar gibi isimlerin dışına taşma vakti geldi. Benden duymuş olun! Futbol sadece erkek sporu değil, bir hatırlatayım istedim.

19 Kasım 2015 Perşembe

Saniyeler Hayatınızda Ne Kadar Etkili Olabilir? Sporda Çok!

Teknolojiyi hayatımızın parçası haline almışken ve bilakis onsuz bir şey yapamayacak bireylere dönüştük. Sosyal veya iş yaşamının yanında spor dünyasında sağ kolu olma yolunda yol katetti. Mesela yıllar önce teniste Şahin Gözü olsaydı dünya sıralamalarında, maçın gidişatında da muhakkak etkili olacaktı. 
Büyük uçurumlar olmasa da itirazların haklı tarafını konuşacaktık. Basketbol ve Voleybol'da da kamera sistemleriyle karar değişikliğini sıkça görmeye başladık. Atletizm, motor sporları, at yarışları gibi bisiklet sporunda da fotofiniş teknolojisi hayati değerler taşıyor sporcular için. Belki o teknoloji sayesinde Dünya, Olimpiyat rekorları kırıldı. En büyük örneği Usain Bolt'tur. 

Şimdilerde fotofiniş uygulaması sayesinde galibiyetler gerçekten finiş çizgisinden ilk geçene ve hak edene veriliyor. İşte bu noktada genelde alışageldiğimizin haricinde bir bisikletçinin elini havada, sevinç kutlamaları yaparken görmekten mahrum kalabiliyoruz. O dakikada kutlamalar yerine gergin bekleyiş başlamış oluyor. 2012 yılı bisiklet adına büyük adımlar atıldı. En başta ülkemiz adına adımlar.

Türkiye Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu, Avrupa Turu kapsamında en yüksek kategoriye yükselince uluslararası bir çok takımında ilgisi artmış oldu. İşte o dönemeçte 2012'de kırılma noktası yaşadık. Öyle yarış sonları izlendi ki şampiyonu öğrenebilmek adına nefesler tutuldu. Tam olarak orada teknolojinin yani fotofinişin yardımına ihtiyacımız olacaktı. Hazır ülkemize konuk olmuşken tadını çıkaralım. 


Mark Renshaw & Matt Gass mücadelesi!
Genellikle finiş sprintine ikili mücadelelere sahne olur. Nitekim o günde Mark Renshaw ve Matt Gass ikilisinin inanılmaz mücadelesine tanık olduk. Bitiş çizgisine yaklaşırken hatta saniye farklıyla bisikletini öne doğru atıp çizgiyi aşmaya çalıştılar. Aşıldı aşılmasına da rahat bir yutkunma olamadı. Sonuç açıklandığında "vav" efektleriyle 0.0008 saniye olarak dile getirildi. O kadar imkansıza yakın bir mesafede bitirildi ki onlarca kez izlendi, tekrarlandı, karar değiştirildi, sonunda fazlalıklar atıldı. 
Farkı 0.0003 saniyeye indirerek açıklandı. Peki kim saniyeler, saliseler farkıyla kazanmıştı? Kim ikinciliğin burukluğunu yaşayacaktı? Sorular cevaplarını ararken, o gün orada aslında 2 kişinin çekişmesi, profesyonelliğiyle 1. olmuştu. 

Yarıştan sonra yayınlanan karelere bakıldığında dahi hangi tekerleğin önde olduğunu söylemekte çekiniyorsunuz. Ancak heyecan dorukta, galibiyeti 0.0003 saniye farkla Mark Renshaw'ın oldu. Gözlerinize güveniyorsanız, buyurun sizi şu tarafa alalım. 


Mark Renshaw o yıl alabildiği tek galibiyeti Türkiye Fethiye-Marmaris etabıyla sonlandırdı. Bu finiş çok konuşuldu. Zamanlaması oldukça manidar. Çünkü o gün aynı zamanda Avustralya ve Yeni Zelandalılar için Anzak Günü olarak kutlanıyordu. 

2012 yılında bir başka saniyelerin konuşulduğu Londra'ya dönelim. Adrenalin zirve yaptığı, 2 güçlü kadın devreye giriyor. Victoria Pendleton 6 sprint Dünya, 2 takım, 1 Olimpiyat, onlarca Britanya yarışlarında şampiyonluğu yaşarken diğer köşede Anna Meares Olimpiyat dereceleri, zamana karşı Dünya şampiyonlukları ve rekorları bulunan çılgın istatistikler ve başarılar. İki isimde kısa mesafe sprintlerde rakip tanımayan isimler olunca ortalık darma duman oluyor.



İkili öyle kaptırıyor ki kendilerini kolları ve omuzlarıyla birbirlerine temas edip üstünlük kurmaya çalışıyorlar. Son güçleriyle sprintlerini atıyorlar ve bu ikili neredeyse bitiş çizgisinden aynı anda geçiyorlar. Ortalık kızışacak gibi derken 0.001 saniye farkla Pendleton kazanıyor. Ancak o da ne! Bitişten önce birbirleri ile temasları sonucunda galibiyet ve zirve yer değiştiriyor. 

Anna Meares zoru başarıyor. Saniyeler, saliseler hayatımızın çok büyük payını oluşturuyor. Fark etmesek de! Kimi zaman saniyelerle kaçırdığımız metro veya takımı galibiyete taşıyacak son saniye üçlüğü. O saniyelerde yaşadığınız sevinç ya da üzüntü her şeyi anlatıyor aslında.

18 Kasım 2015 Çarşamba

İşte O Gün Hem Liverpool Hem de İngiltere'de Çok Şey Değişti; Hillsborough

Şunu hiçbir zaman anlayamıyorum. Ölüm olmadan gerçeklerle yüzleşemiyor muyuz? Çok geç öğreniyoruz, değerlerimizi. Tıp okursunuz doktor olursunuz, mühendislik okursunuz alternatif dallarda mühendis olursunuz, futbol oynarsınız ya da basketbol belki pedal çevirirsiniz ama bunların hiçbirinin okulu yok. En azından şimdilik yakın gelecekte bu konuda planlar yapılıyor. Peki ya körü körüne bağlanılan taraftarın eğitimi olur mu? 
Bu soruya kısmen cevap verilebilir. Aralarında belki mühendis, doktor, öğretmen hatta sporcu da olabilir ama demek istediğim bu değil. Taraf olmak, bir maçın, olayın arkasında durmak, destek vermek... Bunun eğitimini tartışsak saatler yetmez. Lakin spor bağlılık, tutku, kültür ve saygı içerir. Ve bence çok daha fazla kelimeler sığdırılabilir. Bu kadar çok kelimenin barındığı taraftarlığa bizler insanlığı sığdıramıyoruz. 

Heysel faciası başlığı dahi ürkütücü, bununla kalmayıp içeriğinde 39 taraftarın, sadece evinde futbol maçı izlemek yerine duygularını şelale kıvamında dizginleyip maç izlemekti ama o gün 39 kişi evine bir daha dönemedi. O gün Juventus-Liverpool maçı oynandı, boş tribünlere karşı oynandı. 



Hiç uslanmamış gibi üstelik bu maç Avrupa, daha çok İngiltere tarihinde bir takım kuralları değiştiren maç olmasına rağmen tam 4 sene sonra çok daha büyük kara leke sürülecekti. Tarihe kara bir leke olarak sınırlandırılan bir şeyin büyük, küçük olması beklenmemeli. 1 kişinin yaralanması, bunları da geçin hakarete uğraması bile çok büyük bir lekedir, kara leke! Heysel faciasına benzer şekilde 96 kişi aynı takımı desteklemesi, aynı marşları söylemelerinin hiçbir önemi kalmamıştır artık. Çünkü taraftarlar maçı izleyebilmek adına ne pahasına olursa olsun 96 kişi ezilerek oracıkta can vermiştir.

Çığ gibi büyüyen felaket 766 kişinin de yaralanmasıyla futbola anti-taraftar yaftası konduruldu! Hillsborough felaketi 20.000 taraftarın Liverpool'a, takımına destek vermesi amacıyla yola çıktıklarında, kanlarına işlemiş "taraf"ın zehrini akıttılar. İşte o gün hem Liverpool hem de İngiltere'de  futbol tarihinde çok şey değişti. Ne değişti? Çok şey, insanlık adına çok şey!



Liverpool yaşanan faciadan sonra her deplasmanda taraftar kenetlenip ve hatta karşı takımın taraftarı da dahil olarak "Justice For The 96" pankartlarıyla 1989 ruhunu yaşatmaya çalışıyorlar. Üzerinden 20 küsür yıl aşılmış olsa da Belçika, İngiltere, Almanya, İtalya ülkeleri 96 kişinin yaşatılması sağlanıyor. Bu facialar genellikle emniyetin zaafından bahsediliyor. Bu can pazarının yaşanması tek başına emniyete dayandırılmamalı. Oradaki tüm taraftarlar birbirlerinin emniyet gücü, birlikte varlar. 

O gün Liverpool, İngiltere karanlık dehlizlere yuvarlandı. Son zamanlarda ülkemizde basketbol sahalarında bu tip olaylara karşı karşıya kalıyoruz. Maalesef ölen kişiyi gördükçe karanlığa gömülüyoruz. Okuduğumuz okullar, aldığımız eğitimleri boşverin, taraf olmanın bilincine varalım. Evinden ayrılan insanların futbol maçından sonra evine dönebileceği maçlar izleyelim.

17 Kasım 2015 Salı

İskandinav Ruhu Björn Borg

Klasiktir ilk defa gittiğiniz ülkenin, şehrin panoromik görüntüsüyle tanışırsınız. Benim de İsveç'e olan tutkum böyle başlamıştı. Büyülenmiştim. Düzenli, yemyeşil, biraz modern biraz tarihin birbiriyle uyumlu geçişi sizi şaşkına uğratacaktır. Bu şaşkınlığınız zil sesiyle bozulur. Hayal dünyasında değilim, aklınıza ev zili geldiğine eminim ama burada İskandinavya'da yaşasalar da bisikletlerinden vazgeçmiyorlar ve de bisiklet yolunu işgal eden bir Türk'ü uyarmaktan alıkoymuyor. 
Stockholm sizi Gamla Stan'a (eski şehir) götürüp tarihi dokuların kucağına bırakırken hemen yanından akan nehirde yeşil yolculuğa çıkarıyor. 
Dip not düşmek istediğim bir konu var ki hepimizin aklındaki tezi çürütecek nitelikte. Soğuk insanlar kavramını üstlerine yapıştırmışız gidiyor. Kesinlikle yanlış!

Bir başka çürütülecek tez ise sadece kış sporlarının yapıldığına dair. Bu konuda gerçekten iyiler ama şehrin hemen her kesiminde sizi sıklıkla karşılayan tenis kortları var. Oynamak için epey sıra bekleyebiliyorsunuz. Hatta Oslo'ya gittiğinizde daha çok karşılaşırsınız. 
Bu soğuk toprakların bize en büyük efsane ismi Björn Borg'u kazandırmıştır. Böyle efsane deyince Grand Slamleri süpürmüş Djokovic havası oluşuyor. Kısmen doğruluk payı da yok değil. Ancak Björn Borg'u farklı kılan Madame Tussaud Müzesindeki bal mumu heykelleri gibi soğukkanlı, ifadesiz oynaması. Büyük bir hata yaptığında veya kritik puan kaybettiğinde bile tepki vermezdi. Duygularını saklamayı başaran nadir tenisçi.



Monica Seles'in çıldırtan hareketleri halen daha hafızalarda, Björn ise kurşun geçirmez bir adam gibi maçlar uzadıkça kazanma olasılığı artıyordu. Bu durumu lehine çeviren eski Dünya 1 numarası rakiplerinin sinir sistemlerini çökerterek avantaja çeviriyordu. İsveçli arka arkaya aldığı 5 Wimbledon ve yanına ilaveten 6 Fransa Açık şampiyonluğuyla 70'li yıllara soğuk hava dalgası getirdi. Böyle büyük ismin Avustralya ve Amerika Açığı kazanamaması eksikliğini hissetmiş olacak ki 90'lı yılların başında geri dönme teşebbüsü olduysa da nerede o ruh!

90'lı yıllarda yaptığı dönüşte tenis sporuna kazandırdığı "donnay" marka tahta raketleri meşhur etti etmesine aradan geçen 15 yılı gözetmeksizin tekrardan tahta raketlerle sahalara dönmesi; bu sefer bizim yüzümüzde ifadesiz yüz belirdi. Neyse ki durumu fark etti bu seferde eski performansını arayan Borg fazla tutunamadı.



 Birçok farklı Garnd Slam kazanamamasına rağmen oynadığı dönemlerde İngiltere ve Fransa'daki muhteşem başarılarından dolayı akla ilk gelen tenisçi sıralamasına ilk 10'dan giriş yapıyor. Passing shotları, rakibi fileye geldiği zaman çapraza, paralele veya lob atışlarıyla en doğru şekilde oynar ve maçı kazanmasını bilirdi. Velhasıl kariyerinin zirvesine tırmanmışken kortlara 26 yaşında veda eder.
Kısa spor yaşamına başarılarına sıkıştırmış olması bir yana genç yaşta tenisi bırakması ayrı bir trajedi olarak dünya tenis literatürüne girmiştir. 

Bu cümlemin başında İskandinav büyüsüne kapılmış anlatırken, bunların biraz rahat olduklarını söylemeyi unutmuş olabilirim. Görünüşe göre Björn Borg'dan sonra tenis dünyasında adından söz ettiren çıkmamış. Bu denli yatırımlar yapılırken yakın yıllarda yeni bir Björn Borg çıkabilir. Çıksa iyi olur birinin Serena Williams veya Novak Djokovic'e dur demesi gerikiyor.

16 Kasım 2015 Pazartesi

Hey At Şu Adımı! Rafer Alston

NBA farklı kılan nedir? Mesela kendine has kuralları var. Tüm Dünya'da geçerli kuralları yok sayıp kendi hegomanyasını oluşturmuş. En basitinden basketbolun temel taşı adımları serbestçe atabilirken uluslararası alanda (FIBA) attığınız 3. adım için stepsle cezalandırıyor. NBA ise o 3. adım sayesinde oyunu şova, görsel şova çeviriyor. Sanki basketbol değil de aylarca hazırlanmış kareografi gösterisi havasında oluyor. 
Tabii ki bunun tek sebebi o fazla adım değil. Oyuncular, sınırlandırılmaksızın oynamaya çıkıyor. Kazanıp kaybetmekten çok hayatını adadıkları sporun keyfini çıkarıyorlar, çemberin etrafında. 

NBA bize kazandırdıkları rahat kurallar dışında, çoğu basketbolcunun içindeki yeteneği, sihirbazı dışa vurmasıdır. Öyle ki halen daha adını andıklarımız, ismini duyunca aklımıza gelen efsane hareketleriyle derleme sırasına koyarız kafamızda.
Vücuduna NBA zehrini almış biriyseniz, bu oyun sizi yiyip bitirmesine izin vermiş oldunuz. Bunun için NBA maçı izlemenizi de gerek yok. Aslında var da sizi büyüleyen bir fotoğraf, röportaj, belgesel, belki bir arkadaşınızın notları veya Youtube videosu ile farklı görüşe sahip olabilirsiniz. 
Yine de kimi zaman her başarı hikayesi karşılık bulamayabiliyor. Earl Manigault aklıma ilk gelen isim ancak "the goat" daha gizli bir mabet olduğu için bugünlük pas geçiyorum.



2005'in başı itibaren Houston Rockets sallayan, ilginç görüntüleriyle 24 saniyenin geri sayımını kendi belirleyen bir adamdan söz etmek istiyorum. O daha çok "skip to my lou" olarak biliniyor, ancak isimini lütfetmekte yarar var. Rafer Alston sokak basketbolunun efsane isimlerinden. Sokakta sergilediği inanılmaz hareketleri izleyenleri büyülese de henüz aynı başarı NBA parkelerinde arz-ı endam gösteremedi. Benden duymuş olun NBA'de değeri bilinmeyen ender oyunculardan.

Takımında hep arka planda kalması, yaptığı estetik hareketleri takımların sistematiğinin dışına çıkması onu bench'e itti. Elbette onu keşfeden bir takım çıkacaktı ve bunun bedelini 6 yıl bekleyerek verecekti. Tüm dikkat çekici istatistiklerini Houston'da kaydederken başına ördüğü çoraplarında bedelini ağır ödüyordu. 2007 yılında karıştığı kavga sonucunda kodese kadar düştü ama şimdi konumuz bu değil. 
Bugün halen daha birçok kişi tarafından sokaklara geri dönmesini dilediği hayranlarıyla dolup taşıyor. Sokak basketbolunun özlenen ismi "skip to my lou" adından anlaşılacağı üzere süratlı ve maç esnasında yaptığı inanılmaz bilek hareketleriyle, rakiplerinin soğuk terler dökmesine neden olan maçın 6. adamı. 



Tüm eleştiriler sokak basketbolunun, salon basketbolunun disiplinine ayak uyduramaz eleştirilerine Miami Heat'teki süper çıkışıyla yanıtladı. Ancak asıl patlama Houston'da olacaktı. Fast breakleriyle rakiplerine zor anlar yaşatmış, turnikeye gireceği zaman bloğa uğrayacağını anlayınca sağ eline geçirirken verdiği pas ile akıllara durgunluk vermiştir. 
Elinde yoyo oyuncağı bulunan çocuk gibi topla nasıl oynanır; özel bir point guard. 
Baştan uyarayım Youtube'da göreceğiniz videolar öncesi kendinize getirecek, onu canlı seyretmemiş olmak kayıplarınıza bir yenisini ekleyecektir. Tüm yeteneklerine rağmen kendi özel yaşamı da bir sebep olabilir, yine de son adımı atamaz. 

Tabi "the goat" gibi değil bu son adım. Seyircilerin isyan ettiği oyuncu ilk 5'te yerini alamaz o yüzden NBA'deki çöküşüne de zemin hazırlar. En son Miami'de görülse de Çin Ligi ardından D-League'de oynamaya başlar sonrası sıradan bir emeklilik işte. 
Rafer Alston NBA sunduğu en büyük nimeti 3. adımı bir türlü atamaz ama bize bıraktığı videolarla bir nebze de olsa eserlerini tatmamıza fırsat sunar.


13 Kasım 2015 Cuma

Novak Djokovic'ten Kortlara Ambargo

Top ağır aksak yuvarlanarak ayak uçlarına kadar geldi. Eline aldığı toptan başını kaldırdı ve hafifçe esen rüzgarın, etrafa serpiştirdiği hüznü, acımasızca hasar görmüş tenis kortu ve duvardaki mermi izleri karşısında 6 yaşındaki bir çocuğa fazla gelmişti. Bosna Savaş'ının vahşet ve kan dolu olduğu, gece gündüz demeden birbirini öldürmek isteyen katliam ve ölümler yaşanıyordu. Bu kötülüğü dünyasına kabul etmeyenler vardı ki; bizi her daim ayakta tutan çocuklardı.
Barut kokusunun, yıkık dökük binaların arasından sıyrılıp her sabah derme çatma tenis kortunun içinde buluyordu. Her gün yüzlerce kişinin ölümüne neden olan mermilerden hiç korkmayan çocuk sadece topu ve raketiyle işine bakıyordu. 
O zor koşullara rağmen çocuğunu yalnız bırakmayan ailesi ve antrenörü ile beraber. 

Küçücük bir olumsuzluğun arkasına sığınmak veya vazgeçmek yerine mücadeleleriyle dik durabilmek kelimesine yeni boyut kazandırdı. İşin aslı şu an kendisi Dünya 1 numarası olduğu için tenis raketleriyle yazmaya devam edecek. 1990'lı yıllarda Bosna Savaş'ının yankıları tüm dünyayı sarmışken savaşın alanları günbegün genişliyordu. O yıl 6 yaşından olan Djokovic 10 yıl sonra profesyonelliğe adım atacağı sürpriz olmadı. Öyle ki şimdilerde rüya gibi bir sezon yaşıyor. Bu yıl 3 Grand Slam kazanan Dünya 1 numarası bir rekora daha imza atıyor ve üst üste 6 kez Masters şampiyonluğuna ulaşıyor. 
Paris Masters'ın onun için ayrı önemi 3. kez kazanması ve tabii ki de bu yılı da boş geçmiyor. Novak Djokovic kendi belirlediği kurallarla maçı yönetiyordu, biraz dışına taşıp esprili diliyle oyuna seyirciyi de çekmeyi başarıyor. Onda kesinlikle şeytan tüyü var.


6 yaşındaki Novak İle Dünya 1 numarası 
Savaş yıllarında büyüyen çocuk çektiği cefanın yıllar boyu sürecek başarılarla dolu maçlara bırakacak. Savaşta kendisiyle, kana bulanmış kortlarda azmini peşinde götürüyordu. En stresli ya da işler aleyhine gittiği zamanlarda bile keyfini çıkaran, gülmeyi ve her zorluğu aşabilen yapısı sayesinde kurşun geçirmez adam gibi. Bu özellikleri bir yana rakip tanımaz bir insan haline geldi. Amacım Djokovic'in hayatını yansıtıp nasıl bu aşamalara gelmiş niyetinde değilim. Sadece küçük bahaneler ardına saklanıp köşesine çekilenlere kulak verilsin istiyorum. 

Ana Ivanovic, Jelena Jankovic ve daha birçok çocuğun tenise nasıl tutundukları dile getirmek amacım. Her saat yanında bir kişinin eksildiği, belki sıranın "size" geleceği savaşta, aralıksız derin yaralar alıyordu. Altyapının olmayışı, imkanların sadece "yaşamak" için kullanıldığı, beton zeminden bozma tenis kortlarındaki antrenman yapmaları, diğer tenisçiler portakal suyunu yudumlayıp yorgunluğunu atarken, savaşın içinden gelen çocuklar geleceğinin hayallerini kuruyordu. 



Şu an Sırbistan'ın başkenti Belgrad'a gittiğinizde sizi karşılayan Tuna nehrinin müthiş manzarası, mimari, tarihi binalar dışında tenis kortlarından gelen sesin yükselişidir. Tenis sporuyla ilgilenmeyenler dahi Novak Djokovic ismini duymuşlardır. Bence onu bundan sonra farklı bir açıyla izleyeceksiniz. 
Yılmamanın, iradeli durmanın hangi koşullarda, kaç yaşında olursanız olun sporu devletin yürüttüğü spor olarak değil, sporcu-ebeveyn-antrenör arasındaki özel bağlarla açıklamak pek tabi ki doğru olur!

Novak Djokovic bir hafta önce oynadığı Andy Murray maçında (Paris Masters) fileye takılan top yuvarlanarak ayağına uzanmıştır, tıpkı 6 yaşında olduğu gibi ama bu sefer etrafında tıklım tıklım doldurulmuş seyircilere gönderiyordu altın değerindeki topu. 6 yaşındaki küçük Novak gibi saf, umursamadan ve vazgeçmeden ıskalamayın yaşamınızı.

12 Kasım 2015 Perşembe

Greg LeMond'un Başkaldırışı

Doping yapmayı savunanlar bisiklet dünyasında rastlanır bir durum oldu. Açıklamaları ise; insani güçle çıkılamayacak rampaların arkasına sığınarak "doping" yapmaya teşvik edici cümleler sarf edilir. Hiç bir şekilde doping yapanların tersini ya da itiraz edenleri göremedik. İşte bir ilke hazırlanın! Greg LeMond biz bisikletseverlerin, bisikletçilerin kısaca insanlığın hakkını koruyan kalkan görevinde. O bu aktivistliğini bilhassa Lance Armstrong'a karşı katı tutumuyla dile getirdi, getirmeye de devam ediyor. 
Büyük yeteneği tek başına aktivistliğe sığdırılmaz, çok da büyük başarılar da imzası bulunuyor. Fransa Turunu kazanabilen tek Amerikalı üstelik 3 kez (1986, 1989, 1990) Armstrong'la ve Landis'in şampiyonlukları ne olacak derseniz az önce dopingle iliştirilerek "kendin ettin, kendin buldun" dünyasına dönüşüveriyor. 

Daha da enteresan kısmı bu zamana dek dopingsiz olduğu düşünülen ender yarışçılar listesine birinci sıradan giriyor. LeMond takım lideri Bernard Hinault'u bisikletin geleneğinden ötürü sarı mayoyu taşıması da ayrı olarak Hinault'u 5. kez sarı mayoyu üstüne geçirmesindeki büyük payı üstleniyordu. Bu turu ikinci olarak bitirse de düzen değişmeliydi.
Bir sonraki yıl tarihler 1986'yı gösterdiğinde sararan tek şey takım arkadaşlarının yüz ifadeleriydi. Bunca yıldır, tüm emirlere uyan askerken şampiyon olmanın tadına varacaktı. Oldukça yüksek form grafiği, kararlılık ve takım arkadaşı Andy Hampsten'ın yardım eliyle ilk perdeyi aralayacaktı LeMond. 


Bu birincilikle Fransa Bisiklet Turu'nu kazanan ilk ve tek Amerikalı bisikletçi oldu. Greg Amerika kıtasına son derece sınırlı ve profesyonellikten uzak Amerikalılara ölçülemeyecek başarılar kazandırdı. Kimin umurundaki sonuçta Amerika'da popülaritesi kıtaları aşmış basketbol sporu varken. 
Bunlara rağmen boyun eğmeyen, başkaldıran LeMond olumsuzluklara aldırış etmeden Avrupalı bisikletçilere şans tanımıyordu. Fransa Bisiklet Turunun açılışını 1986'da yapsa da gençler kategorisi, sahne yarışları ve Dünya Yol Yarışı Şampiyonluğunun 1983 yılına dayandırıyor. 

Solo çıkışıyla temposuna ayak uyduramayan rakiplerine fark atan Greg yol yarışı şampiyonu olmuştur. Buradan sonra da gözünü Tour de France dikmişti. Beraberinde izleyen başarılar, doping yapan Amerikalıları boykot etme eylemleri derken dünyanın en çok konuştuğu Amerikalı oldu. 


Aslında basın bu tipteki sporcuları sevmezdi. Başarıları konuşulacak sadece sansasyonel bir haber çıkmayacaktı. O yüzdendir ki Lance Armstrong hep bir adım öndeydi. Karalar bağlayıp kenara çekilmek yerine ders vermeye devam ediyordu efsane isim. 1989 yılında yine Fransa Turunda bitime 8 saniye farkla birincilik kürsüsüne çıkacaktı. 8 saniye farkla kaybeden Fransız Laurent Fignon üzerine yapışan etiket oldu ama o her zaman daha önce 2 kez kazandığını basa basa belirtti. Yine de nafile!

Günümüzde halen daha bisiklete olan tutkusunu hem yorumculuğuyla hem de yatırımlarıyla dile getirmeye devam ediyor. Emeklilik döneminde dopinge olan aktivistliğini sınır tanımayan Greg LeMond "asla kolaylaşmaz, sadece daha hızlı gidersin" sözüyle 12'ye vurulmuş ok gibi saplıyor. 
Ancak yarışlarda doping skandalları da devam ediyor. Şimdilik LeMond sesimize kulak verse de bunun sınırı yok gibi.
Bazı kişiler hikayenin ta kendisi oluyor. Ve bu hikaye spora gönül verenleri bir noktada içine alıyor. 

11 Kasım 2015 Çarşamba

Yazılarda Buluştuk. Filesine Kavuşamayan Top!

Başlangıçlar önemlidir! O yüzden nereden başlasam...? Yıllar yıllar öncesinden mi...? Kararsız kaldığınızda ya da cesaret toplamanız gerektiğinde fazla düşünmeden yola çıkmanız gerekir. Aksi takdirde o havuzda boğulursunuz. Boğulmadan önce yüzmeyi öğrendiğimiz yaşlara, çocukluğa dönmek istiyorum. Çok da değil aslında 6'lı 7'li yaşlara. Zaten daha öncesini genellikle pek anımsayamıyoruz. Okula başlamak üzere olduğumuz dönemler. Esasında hayatımızın en büyük "Devrim"idir. Tamamıyla yataktan kalkış saatinden, düzene, harçlıklara, kıyafetlere,...derya deniz değişiklikler. Bir de fırsat yaratılırsa ki her şekilde yaratılır, okuldan sonra boş zamanda top oynanır.

Bunlara istinaden ebeveynlerin çocuklarını kulüplere yazdırma arzuları. Arada keşfedilen çocukları da görmek gerekir. Şimdi dönelim sokağa. İki taş bulunur kale yapılır, biraz inmiş topla futbol oynanır, pota yoksa arkadaşının kolları çepeçevre sarar, basket atılır (yüze gelen toplar hariç.) Voleybol desen hiç bir zaman fileye gerek duyulmadan bir o ele bir bu ele döner dolaşır. Hele ki bisiklet 4-3-2 derken tekerlek sistemimizi oluştururuz. Tenisten söz etmek isterdim lakin yeni yeni tanışır olduk. 90'lar da beraber taşa, elle yapılan manuel potalara paydos derken yerini sahalara bıraktı. 
Ancak orada şöyle bir sorun vardı. Ne kalenin ne potanın ne de voleybol sahasının filelerinden yoksun oynardık. Emin olunmadan verilen goller, uzaklardan atılan üçlüğün tam olarak kestirilememesi derken zevk verirdi bu belirsizlik. 

Bu bize, çocuklara, adil olmayı kimi zaman bağrış çağrış hakkını aramayı da öğretti. Hak hukuk demişken Bayer Leverkusen - Hoffenheim maçını hatırlatıyor. Oyuncu serbest vuruştan şutunu çektikten sonra enteresan, skandal şaşkınlık içeren bir sevinçle golünü arkadaşlarıyla kutlar. Gerçekte topu yan ağlarla kaleye yakın mesafeye gönderen oyuncu filenin delik olduğu noktadan kalenin içine düşer. Bu olay Almanya'da büyük yankı yapsa da gol geçerli sayılır. 



Şimdi gelin görün ki bu Türkiye koşullarında yaşansaydı eğer pürtelaş itiraz edilirdi. Çünkü geçmişten gelen büyük tecrübelere sahiptir Türk sporcular. Öyle böyle bizim nesil biraz sofistike biraz teatral sokağın sahnesinde başroldü. Şimdi bizi boşverin diyeceğim ama büyük haksızlık olacak bizlere. Modern çağımızın en büyük sorunsalı "teknoloji" onu nasıl hunharca kullandığımız bir yana, yapayalnız kaldık. Sokaklarda artık futbol, basketbol ve hatta artık tenis sahalarının görüyoruz, onlar da yalnız. 

Tüm spor alanları çocukları beklerken, ellerindeki telefonlarda, tabletlerin emirlerine itaat eden köle gibi sporunu dahi burada icra ediyor. 
Zamanında (yaklaşık 10-15 yıl önce) derme çatma spor alanlarımız olmasına rağmen çocukluğun tüm alamet-i farikalarını yaşarken, şimdi modern çağda bitmek bilmeyen istekler ile baş başa fileleri havalandıran top yok, dokunmatiğe hırsla basan parmaklar var.
Çocukluğumda yaşadıklarım, şimdi hayallerimle gerçekten özgür olduğunu biliyorum. Filesine kavuşamayan top benim kalemimden böyle tahayyül ediyor. 


Bu yazıları sizlerle paylaşmadan önce her daim bilgi paylaşımı ve desteğinden ötürü Semih Yazla'nın da düşünceleri almak istedim. Bu sefer bu konuda tek başıma değilim. İşte Semih Yazla'nın Filesine Kavuşamayan Top hakkındaki yazısı.


Mahallede çocukken yaptığım maçların aklımda en kalanları toprak basketbol sahasında yaptıklarımızdı. Burada hem basketbol hem de futbol oynardık. En sevdiğimiz rutinlerden biriydi okul sonrası toprak sahaya kaçıp oynamak..
Ancak bir gün nasıl olduysa buradaki potalara birisi file takmaya karar vermişti. O günden sonra toprak saha, futbol sahası kıtlığı çeken biz ahaliye, '
fileli potalar'dan sonra tamamıyla basketbol sahası oldu.. Filesi olan potalar birdenbire basketbol aşkımızı alevlendirdi. Artık o sahada futbol oynamaz olduk, top yerde sektikçe toz kalksa da topu fileli çembere atmak daha bir zevkli gelmeye başladı bize..


Herkesin çocukluk anıları buna benzer anlarla dolu olabilir. Çoğumuz sokakta iki taş koyup kale yapmaya, "kames topumuz" ile futbol oynamaya bayılırdık. Komşu teyzeler gürültü yapmamıza kızar ve hep de aynı şekilde tehdit ederlerdi: topu kesip patlatmak... 


Basketbol oynamamız daha da zordu, basketbol topu lazımdı bir kere. Hadi komşu arkadaşlardan birinde vardı, ama bu sefer de daha 'büyük' bir eksiğimiz vardı: pota. Basketbol oynamak zor işti vesselam ama yine de apartman kirişlerinde hayali çemberle oynamışlığımız ne çoktu..

Mahalledeki boş toprak sahaya konulan iki pota birçoğumuzun hayalini gerçekleştirdi hem sahamız oldu hem de potalarımız. Ancak yer sorunu nedeniyle burada aynı anda iki üç grup maç yapmak zorunda kaldığımız ne çok olurdu. Bir potada sokak basketi ile maç yapan grup diğer potada da benzer grup ve iki pota arasında ise pota direkleri kalenin bir kenarları yapılan bir futbol maçı aynı anda oynanmaya çalışılırdı.
Ancak ne olduysa o fileler çembere giydirildiyse tüm mahalle çocukları basketbolcu olduk çıktık. Bursa basketbolunun da Türk basketbolunda Tofaş SAS başta olmak üzere Oyak Renault, Mako, Bosch gibi takımlarla fırtınalar yaptığı zamanlardı..

Mehmet Okur, Asım Pars, Murat Konuk gibi abiler idolümüz oldu o zamanlar hep. Semtimizde bu basketbol ilgisi ve sevgisi meyvelerini de vermeye başladı. Birçok arkadaşımız bu kulüplerde oynamaya başladı, kimisi yıldızlar takımına kadar seçildi, çoğu ise başka yönlere daha sonra dağıldı. Ama o sahaya filenin konulması bizim gençliğimize de örülmüş bir gelecek bıraktı sanki!
Anadolu birçok isimsiz kahraman ile dolu hep... Keşfedilmeyi bekliyor... Kimisinin topu kimisinin kramponu yok ama hepsinde o azim var. Onlara siz file verirseniz, sanki kaleyi veya çemberi filesizken bulamayacak toplar gol veya sayı olacak gibi hissettiriyor bana.

Filesine kavuşamayan top da aynı bizim gibi bir şeylerin eksik olduğunun sözlerde anlam bulmuş yansıması gibi...

Semih Yazla'nın kaleminden...

10 Kasım 2015 Salı

Bir Türk Dostu Andre

"Spor yalnız beden kabiliyetinin bir üstünlüğü sayılmaz. İdrak ve ahlak da bu işe yardım eder. Zeka ve kavrayışı kısa olan kuvvetliler, zeka kavrayışı yerinde olan daha az kuvvetlilerle başa çıkamazlar. Ben Sporcunun zeki çevik aynı zamanda ahlaklısını severim."
Mustafa Kemal ATATÜRK

Tarihi günlere has insan bir iki kelam etmek istiyor. Lakin Gazi Mustafa Kemal Atatürk nice anlamlı sözleriyle tamamlıyor tüm boşlukları. Küçük bir sus işareti ile okuduklarının içinde geçmişten, günümüze ve geleceği kapsayan özdeyişleri tüm açıklığıyla imzasını atıyor. İleri görüşlülüğüyle beden eğitimi dersini ilk olarak müfredata dahil eden devlet büyüğü oldu. Yaptıkları sadece toplum ve siyasi anlamında değil, ülkenin refahı ve gelişimi için kültür ve spor alanında da çalışmalarını sürdürdü. Bunları açık ve net yaşayarak biliyoruz, benimsiyoruz. 
Daha farklı perspektiften bakarsak, Türkiye'ye gelmiş yabancı bir sporcunun amacı oyunu sergileyip belki kupayı hedefleyip adından söz ettirmek. Kimisi kabul görüp takımlardaki sürdürelebilinirliğini devam ettirirken kimisi başka takımlarda deniyor şansını. Fazlasıyla ülkemizi özümseyip, Türk vatandaşlığına geçenler oldu. Gerçi burada ay yıldızlı formayı giyme girişimleri olarak bakılsa da iyi niyetiyle yaklaşanlara haksızlık etmemek gerek. 


Türk futbolseverlerin bu konuda diğer sporculardan sıyrılan Andre Moritz ile bir hayli sıcak ilişkileri bulunuyor. Andre'nin sempatik tavırlarından ziyade Türkçeyi öğrenme çabaları ve bunu gerçekte de konuşarak yansıtması Japonya'da Türk lokantası bulmayla eş değer yapıyor. 
Andre'nin Türkiye tanışıklığı 2007 yılındaki Kasımpaşa transferi ile gerçekleşti. Burada oynadığı futbol Kasımpaşa'nın açığını kapatması bir yana centilmence tavırlarıyla beğeni topladı. Bu performans diğer takımların transfer listesine girmesiyle önce Kayserispor ardından Mersin İdman Yurduyla karşılık buldu. 

Ancak Kasımpaşa günlerini arayan Moritz İngiltere'ye gitme kararı aldı. Asıl vurgulanması gereken taraf ise geçirdiği yıllar için spor televizyonlarına röportaj verirken "eğer Türkiye'de futbol oynuyorsam Türkçe konuşmalıyım ve de bu konuda ilerletmeliyim" diyerek milli formayı giyip de Türkçe konuşamayanlara tokat niteliğinde cümlesini gönderdi. 


İsteyerek değil belki ama bir sporcunun uyum süreci kendi ülkesindeymiş gibi inanılmaz akıcı Türkçesiyle şaşırmak serbest. Dilimizi benimseyen Moritz aynı zamanda Türk topraklarında yaşayan Türkler gibi Atatürk bilgisi ve sevgisine sahip. Mütevazi tavırları, engin dil anlayışı toplanınca nasıl bu kadar sessiz ve fark edilmediğini merak ediyorum. Onun Atatürk sevgisi öteye geçince İngiltere'ye transfer olduğunda Londra'da Atatürk heykeliyle çekildiği fotoğrafı olay etki yaratmıştı. 
Şu an Hindistan'ın Mumbai City takımında oynayan Moritz acaba şimdi de Hintçe'yi mi öğreniyor diye aklına takılıyor. Türk gibi yaşayan, öğrenen Andre emsal teşkil ediyor, sadece yabancı oyunculara değil. 

"Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kafidir."
Mustafa Kemal ATATÜRK

9 Kasım 2015 Pazartesi

Radyonuzun Ayarlarıyla Oynamayın!

Hayatımızın en önemli parçası olacağını kimse bilmiyordu, bilmiyorlardı. Onlar o kadar çok vaktimizi çalıyorlardı ki kendi şekillerini daha estetik hale getirerek vazgeçilmez oluverdiler. Bu konu da bizler de epey yardımcı olmadık değil. Önce gri olan renklerine hayat verdiler, sonra tek başlarına yeterli olamayınca imdadına bilgisayarlar ve cep telefonları koştular. Onlar da kalıplarına sığmadılar, inceldiler, uzadılar, tek bir hareketimize bakar oldular. Bizim ile var olabilmek için kılıktan kılığa girdiler. Fazlasıyla başarılı oldular. Kendi içlerinde rekabete başlayıp sınırlarını zorladılar. 
Evet, biz insanoğlu kendi bedenimize sığamayıp önce yakınımızdakine, sonra şehrimize ve hatta öbür kıtalara sıçradık. Saniyeler içinde dünyanın öbür ucundaki arkadaşımızla sohbet ettik. Dijital sektör her şeyi yapma hakkı tanıdı. Sınırlarımızı bilmeden.

Önceden televizyonla sınırlıydı herhangi bir maçı izlemek, bilgisayarlara, tabletlere ve elimizi hiç bırakamayan cep telefonlara kadar inişimizi gerçekleştirdik. Bir şekilde maçları izleyebildiğimiz kanal vardı, onlarda teknoloji çağıyla birlikte paranın kölesi olanlar furyasına katıldı. Şifreli kanallar derken, maçı televizyondan izleyebilmek için ekstra paralar ödemek zorunda kaldık. Stadyumu evinize getirdik mesajıyla ağzınıza bal çalıyorlar. 



Bundan önce ne yapıyorlardı maçı izlemek isteyenler. Stadyumlar dolup taşıyor muydu? Kısmen evet, bilet bulamayanlar izlemek ne lüks, radyo varken dinleniyordu. Spiker maçın havasına sürükleyip, hayal gücünüzü test eder. "Metin çok şık bir asist yaptı ve goool...." diye bağıran spiker bizi Metin ile baş başa bırakır. Sahanın hangi bölgesinde olduğu ve asisti nasıl yaptığını düşünürken, spikerin tok sesiyle düzelirsiniz. Arada bir yayın cızırtılı sese dönüşür. O zaman da parmaklarınızla narin dokunuşlar eşliğinde maça devam edersiniz. Kulağınız radyoda gözünüz saattedir.
Günümüzde radyoları rafa değil depoya kaldırıyoruz. Onun yerini alan televizyonlarla sevinip üzülüyoruz.

Anımsadığım anlardan biridir. 2010-2011 İspanya Basketbol sezonunda Real Madrid - Malaga maçının son saniyelerinde karşılıklı üçlükler şaşkına uğratırken maçı anlatan spikerin kendinden geçişi ve sevincini, dışa vurumu, konsantremi tamamen spiker odaklı hale getirdi. Maçı kenara bırakıp, yorumlayan kişiyi taramaya başladım. Maç heyecanlı evet, ama kişinin tüm duyguları hissetmesine yardımcı olanda spiker olduğu aşikar.



Moladan sonra herkes kendine çeki düzen vermiş, maçı ne tip taktiklerle kazanacağın hesaplarını 1 dakikalık molaya sığdırılmıştı. Spikerin ses nüanslarıyla kendini tekrar hatırlatması uzun sürmedi. Şimdi gözlerinizi kapayın, maçı görmüyorsunuz ancak sesi gümbür gümbür duyuyorsunuz. Tıpkı radyonun yıllarca bizde bıraktığı etki gibi. Bu noktada spikerin mağfiretini konuşturması ayrı bir konu başlığı .

Çok çabuk unutuyoruz "eski" değerleri, sürekli yenilenen teknolojiyle, az önce güncellenmiş uygulamayı dahi unutmamız an meselesi. Futbolda hayal etmek daha kolay geçmiş yıllardaki tecrübelerle ancak basketbolda hayal gücünüzün renklerini spiker oluşturuyor. Real Madrid-Malaga maçı milat niteliğinde. Maçtan ziyade spikeri. Basketbol maçlarında alışkınız her türlü cümle tasvirlerine ama bu gerçekten farklı. 
Şimdi bu yazdıklarımı unutup gideceğiz. Hatta gözünüz kumandayı arayacak ve başlayacaksınız, maçı izlemeye.  

6 Kasım 2015 Cuma

Vaka-i Mourinho

Bütün gözlerin onun üzerinde olduğunu bilir fakat bu onun için alışılageldik bir durumdur. Ağzından çıkacak cümlelere bakılır, futbol üzerine sohbet edilebilecek biriymiş gibi durur lakin yanılırsınız. İmalı bakışları, kinayeli sözleriyle yerer, sonra da hiç bir şey yokmuş gibi arkasına bakmadan gider. Pozunu iyi keser, şaşkına dönersiniz. Yani her şey ona bağlıdır.
Jose Mourinho yaptıklarından çok söyledikleriyle gündeme gelir. Aman efendim, şampiyonlar ligi kupası almış, kayıpsız lig şampiyonu olmuş hiç o toplara girmeyin kendisi de ilgilenmiyor çünkü. İyi gidişatın sonunda Arsene Wenger'e laf atar. O buna laf atar, Jose, Arsene cevap verir, konu dışına sapılır. Sonra sar başa. Mourinho'nun sivri dili, "acayip bu adam" dedirtse de son derece normal bir adam en azından kendisine göre. 

Bırakın teknik adamlığı konuşsun olmaz, bazı filmlerin net bir sonu yoktur, yorumu seyirciye bırakır. Mourinho'da bu edayla sözlerini "ok yaydan çıkmış bir kere" cümlesindeki rahatlığıyla hiç alakası olmayan spor adamlaına kadar dokunur cümleleri. Mourinho'nun bu asi çıkışına kendi son verecek gibi yakın zamanda. Ardı arkasını düşünmeden oynanan maçlar ve sonrasında alınan mağlubiyetler; çok yakında bu çöküşü birilerinin üstüne atacak kurban bulacaktır. Aksi takdirde ipi boynuna dolayan kendisi olacak. 



Real Madrid'ten istifa ettikten sonra tekrar "evine" Chelsea'ye geri döndü. 2013 yılıyla özlenen hasret bitmişti "Emekliler" de. Üstelik bir umutla beklenen maçları ve kendi has üslubuyla. Bu çıkışı 4 yıllık uzatılan sözleşmeyle ödüllendiren Abramoviç vardı. Kötü başlangıç ve esrarlı mağlubiyetler serisi, daha da Jose'nin başını yakmazsa 3 yıl 7 ay sonra görevini sonlandıracak. Bu son sezonu kelimelerle anlatmak güç. Çok güç! Meşhur uzun Armani paltosunda karizmatik ve alaycı duruşu yüzünü Chelsea atkısıyla örtmeye çalışan Mourinho kaçış planları tasarlıyor. 
Hızını alamayıp cezalı öğrenci gibi tribünlerde ayakta izliyor maçı. Önünde hesap vereceği Abramovic varken. Arka arkaya aldığı mağlubiyetlerle Premier Lig'de zor günler geçiriyor. Bir darbede kendi evinde aldığı Liverpool maçı yenilgisi sonrası "Çanlar kimin için çalıyor?" Mourinho dedirtiyor. Klopp Liverpool'daki kötü gidişata dur dediği maçın Chelsea'ye gelmesi ayrı bir ironi. O gözlüğünün arkasından Jose'ye cevap verirken; Jose ısrarla "söyleyecek hiçbir şeyim yok" diyecek hallere geldi. 



İnanmak çok zor, kale önünde otobüs çeken, röntgencilikle suçlayan Portekizli'nin ne koşulda olursa olsun lafını esirgemez, onu kurtaracak kelimelerden Mourinho stili ortaya çıkardı. Gündem Manchester City galibiyetleri veya Klopp'un Liverpool'a gelişi olarak bir türlü yer bulamıyordu. Esasında sessizliği dahi yankı buluyordu. Peki ya taraftar ne durumda?
Tamamıyla kafası karışmış Mavililerin, bir grup Stamford Bridge'de açtıkları pankartlarla ne olursa olsun kabulümüzsün şeklinde iken, bir kesim kibar ve net ifadeyle istifa etmekte erdemdir mesajı veriyor. 

Mourinho bu başarısızlığıyla Süper Lig ekiplerinden birini yönetseydi, görmediği muameleye tanık olurdu. Chelsea taraftarına boşuna Emekliler denmemiş. Sabır "baş taçları" da nereye kadar. Aynı istikrarsızlık Şampiyonlar Liginde de sürdüren Mourinho'nun acil B planı yapması ya da uygulaması gerekiyor. Kaybettiği her maç özellikle devler liginde Abramovic'in de alacağı yatın da tarihini ertelemekte. 

Şimdi mikrofonu uzatsak "söyleyecek bir şeyim yok deyip" kestirip atabilir. Bence bu Jose'nin yeni taktiği gibi. Onun bu üzülmüş halleri inandırıcılığını kaybetti. Aslında bunu kendi pişirdi ve şu sıralar yiyor. "Lütfen küstah olduğumu düşünmeyin ama ben bir Avrupa şampiyonuyum ve özel biriyim." cümleleri kısa zaman içinde tarih olacak, bu gidişe nokta koymazsa.
Özel biri olduğunu hissettir bize Mourinho, yani en azından Emeklilere! 

5 Kasım 2015 Perşembe

%100 Wilt Chamberlain

Hiç kimse bilemezdi 2 Mart 1962 gününün sıradışı geçeceğini. Ütopik bir yaşam sürdüren, egolarından beslenen, ilgi odak noktası olan bunları da bir arada tutabilmesi için vücut yapısına ayrı bir özen gösteren Wilt Chamberlain, tasvirlerin ucu bucağı olmayacak bir yaşam sürdürdü. Çoğu NBA oyuncusuna göre kendi tasarladığı ve her geçen gün küçük dokunuşlar yaparak kurduğu Jenga'sında nefes alıyordu. Güzel kadınlarla vakit geçirmek, dilediği zaman antrenmanlara katılmak, eksik etmediği gece kulüplerine gitmek, bazı geceler farklı mekanlarda uyanmak ve bu kadar hızlı yaşarken kendine dikkat etmek. 
Gerçekten böyle mi yaşamak istiyordu yoksa NBA tarihinde oynanan en çarpıcı oyuncu profili çizdiği için mi bu yoldaydı? Cevabı öğrenmek için epey geciktik ancak ilki daha olasılıklı gibi. Çünkü o basketbolun George Best'tiydi. 

Bu kadar keşmekeş bir Jenga'yı devirmeden kolon görevi görecek nadide sporculardan. Bunları bir kenara bırakıp 2 Mart gününe dönelim. 
O gün Wilt Chamberlain takımı yani Philadelphia, New York Knicks'le oynayacakları karşılaşma için yola koyulmuştu. Tek bir farkla takım arkadaşları maçın ruhuna girebilecekleri, birbirleri ile moral depolayıp şakalaşırken, Chamberlain her gece yaşadığı rutine farklı bir kızla eğlence tavan yaparken sabahleyin, lüks otomobiliyle yolu yararak geliyordu. Tek bir fark biraz eksik olmuş! 



O gün tam anlamıyla Chamberlain günü olacağının kokusunu almaya başlamıştı. Knicks'in değerli ve ilk 5'de olmazsa olmazı Phill Jordan rahatsızlığından dolayı yatak döşek yatıyordu. Daha sonra oyuna başlamadan hatta Manhattan'ına gelmeden 1 oyuncu eksiltmeyi başarmıştı. Psikolojik olarak moralli başlayan Philadelphia takımı bu ekstra motivasyonu hava atışında adeta havada asılı kalarak gösterdiği güç mücadelesi bugün buradan bir efsane geçecek bakışıyla tamamlıyordu. 

Wilt sadece tek başına normal istatistiklerde bir takım hanesinde yazılacak 41 sayıyı tek başına göğüslemişti. Wilt'i durdurmak aklınızdan bile geçirmeyin yoksa olacaklardan korkun! Knicks antrenörü çaresizce mola alıyor, farklı oyun taktikleri ile sağa sola dönüyordu. Ne yazık ki elinden bir şey gelmiyordu. Bugün onlar için güneşin batıdan doğacaklarını bilseler büyük ihtimalle Wilt'in otomobilinin tekerleğini patlatma planları yapıyor olacaklardı. Çünkü ancak öyle durdurulabilirdi. Chamberlain rekora koşmuyordu, depar atıyordu. 

Maçın bitiş düdüğü çalındığında istatistikler de Wilt'in karşısında 100 yazıyordu. %100 Wilt Chamberlain yapımı. Sanki 2 Mart akşamı yaşanacakları sadece o biliyormuşcasına rahat, özgür ve gece hangi mekanda geçireceğini planlayan biri duruyordu. Hadi ama bu şahane bir rekor. 100 sayı tek başına 100 sayı atmak. Bu rekor için bile ayrı kitaplar yazılır. Keza yazıldı da.



Bu maçı yerinde izleyen az sayıdaki seyircileri çok ama çok değerli maçı, canlı canlı izlediler. O yıllarda kameraların yer paylaşmak için tartışmadığı, ilginin az, ligde 8-9 takımın mücadele ettiği, yaşam telaşındaki insanların yanlarından geçen bir maçtı sadece. Büyüleyici maç, büyülenmiş seyirciler ve büyüleyen Wilt Chamberlain vardı. 2 Mart 1962'de New York'tan sert bir rüzgar geçti., efsane geçti, egoların tavan yaptığı, herkesin Wilt'i konuştuğu rüzgar. 
Bir başka rüzgar var ki Wilt'in yanından esip gürleyen; Bill Russell kasırgası. En büyük rakibi, bitmeyen kapışmalar ve göz dağları. Bill Russell'ın say say bitmeyen şampiyonlukları, yüzükleri kat kat üstünde. Bunlara bakarak karar vermek kahve dükkanında çay içmeye benzer.

Kariyerindeki başarılar taşarken, bastığı smaçlar ve hücumlardan dolayı çoğu NBA kuralını değiştirmiştir. Kapılardan geçemeyen aslında kalıbına sığamayan Wilt "Big Dipper" lakabını da hak ediyordu. Emekli olduktan sonra (1973) koçluk deneyimi olduysa da bu karakterdeki biri için dar geliyordu. Onunla ilgili söyleyecek çokça cümleler sarf edilir, edilir. Hepsi de farklı bir tat bırakır. Geçmişte kırdığı rekorlara bakınca onun 100 sayılık el yapımı rekoruna en yakın Kobe Bryant'ın 80 sayısı tekabül ediyor. 

Ne gündü değil mi ama. Onun için farklı olan gün bu değildi. Bakınız kendi ağzıyla itiraf ediyor. 
"İnsanların benden bahsederken sürekli 100 sayılık maçı hatırlatmaları garip. Sanırım ben o maçı hepinizden daha az düşünüyorum. Aslında 55 ribauntluk rekorumu daha çok sevdiğimi söyleyebilirim. Hem o gün karşımda Bill Russell vardı."
Merak edenler için 100 sayı attığı gece Knicks'i 169-147 yendiler.

4 Kasım 2015 Çarşamba

Hollanda Ekolünden; Edwin van der Sar

Göç etmek veya daha kibar hali taşınmak. Sporculuğun geninde var olan ve olmaya devam edecek duyguların beslendiği kavram. Geride bırakılanlar, zorunluluktan başka takıma transferler, belki biraz pişmanlık veyahut beklentilerin üstünde misafirperverlik. Sürekli kenarda hazır bekleyen valiz ve jet lag bir yaşantı. Arkanıza dönüp baktığınızda kişiyi görememe ihtimalinizin yüksek olduğu bir süreç. 
Sporculuğun ruhunda var göçebe yaşam. Buna bir de ruhani yapınızın üzerinde oynayarak hareket etme hali var. Sporda bu göçün haline transfer adını veriyorlar. 

Bu durumda tek bir kişinin ilgili olduğu durumdan çok, takımların düşüncesinden beslenen ve büyüyen bir olaylar sarmalı. Hava limanlarında coşku silsilesi şeklinde karşılamalar, her an imza atılacak sözleşmelere bir adım daha yaklaşılırken oyuncunun tarafından yani mutfak kısmından da göz atmak gerekir.

Yeni bir oyuncunun doğuşuna ya da memnuniyetsizliği sonucunda bir sporcunun da sonuna da. Daha farklısı zaten çok iyi takımlarda koşturmuş, emekliliğin sonuna yaklaşan bir oyuncunun jübile öncesi son sıçrayışları olabilecek oyuncular. (Drogba, Gerrard, Lampard, Eto'o vb.) Almanya, Hollanda, İngiltere ve İspanya gibi futbolun su gibi içildiği ülkelerde bu göçebe yaşamdan ünlü birçok oyuncu kazandırmıştır.
Ancak son 1 yılda çöküşte olan Hollanda futbolu ya da ekolünde grafik aşağıyı göstermekte. Sürekli eski oyuncuların veya 30'lu yaşlarını geçirmiş oyuncuları örneklendirip "eskiden böyle miydi?" söylemine çıkarıyor. Bir eksik de kaleci, Almanya ve Hollanda gibi kalesinde devleşen oyunculara müthiş yatırımların yapıldığı ülkelere ne oldu?



Edwin Van Der Sar desem. Kariyerine orta saha denemelerine bakarak yol aldıysa da doğru mevkinin kalecilik olduğunu kısa süre sonra bulacaktı. Buna en çok katkıyı başka bir Hollanda ekolü Ajax takımıyla görecekti. Ajax takımıyla bulacağı sadece bu değil, tam 226 maça UEFA Kupası, Süper Kupa, Lig Şampiyonlukları gibi ulusal ve uluslararası başarılarını sığdıracaktı. 
Geçirdiği 9 yıl ona evi gibi etki yaratacaktı. Yanlış yok evindeydi zaten. Sadece birkaç kilometre uzaklıktaki ev. Ajax'ta geçirdiği süreç de sözleşmesi uzatılan Van Der Sar derin bir "oh" çekiyordu. Ancak ayrılık vakti geldiğinde hiç alışık olmadığı futbol stili İtalya'nın dev kulüplerinden Juventus'a geçti. Artık yuvadan uçma vakti geldiğinde içine sinmeyen transfer gerçekleşmişti. 

Juventus'un Sar'dan beklentileri yüksekti. Riski sevmeyen, ağırlıklı savunma oyunu oynayan İtalyanlara ayak uyduramamıştı belki de onlar Van Der Sar tarzına alışamadılar. Bu yolun sonu pek de hayra alamet değildi. 



Ne yazık ki Sar'ın üzerine gül koklayan Juventus Buffon'u transfer ederek yedek kaleciliğe geçiş yaptı. Hazin son gibi yaşananlarda 15 yıldır süren Buffon beraberliği doğacaktı ve keza devam edecekti. Daha fazla yedek olmaya katlanamayan Sar kendi spor anlayışına yakın İngiltere'ye Fulham'a taşınır. Tam da istediği buydu. Bunca olumsuzluk sonunda gri İngiltere havasına güneş gibi doğmuştu.Oradan oraya derken son durak dünya devlerinden Manchester United'a transfer oldu.
İyi performans, mutlu transfer, memnuniyeti takımdaki kaleci açığını kapatmak derken formda ve rahat futbolunu; birincisini gerçekten evi Ajax'ta diğeri ise manevi evi Manchester'da oynadı. Bunlara ilave milli takımdaki başarısından hiç ödün vermeyen, topu oyuna çabuk sokan, soğukkanlı oyunuyla en çok forma giyen futbolcu yaptı.

Basit bir dille transfer deyip geçiştiriliyor ancak hem mental açıdan hem oyuncu açısından ciddi kararlar. Hele ki gittiğiniz yere ısınamazsanız. Çanı kendi elinizle ipini sallarsınız. Göç, taşınma, transfer adına ne derseniz deyin içinde duyguların barındığı unutmayın! Bir oyuncuyu eleştirirken de bir kez daha düşünün.