27 Aralık 2017 Çarşamba

Uçsuz Bucaksız Coubertin

Çocukluğumdan beri hayran hayran takip ettiğim biri var, son zamanlarda aramız epey bozuk. Aslında onunla da değil, günümüz olimpiyatlarıyla! Siz onun kim olduğunu çok iyi anladınız. Kendimi bildim bileli spor hayatımın her yerinde. Uğraştım, çabaladım, oynadım, izliyorum… Şimdilerde ise; dinliyorum, anlatıyorum, izliyorum… Günbegün daha da içinde oldukça doğasının kaybolduğunu görüyorum. Bilakis, uzaktan bakıldığında bile.

Benim yaş grubundakilerin hatırlayacağı ilk olimpiyatlar, Sydney Olimpiyatları olacağı kesin. Aklımda kalanlardan ise yüzme karışık stilde Amerikalı Tom Dolan’ın kırdığı dünya rekorları, çocuk aklımızla anlam vermek zor.
Mantık çerçevesinde bir yere oturtmaya çalışmaktı bizimkisi. Şimdiye dönelim, artık her başarı, diskalifiye, IOC, madalyalara ve kırılan rekorlara şüpheyle yaklaşıyoruz. Bir şey hariç Pierre de Coubertin’in modern olimpiyat oyunlarını kurarken hiç böyle hayal etmediği. Evet, en başından beri bahsettiğim. Olimpiyatların kurucusu, zanaatkarı Coubertin, aynı zamanda bir demokrasinin de havarisiydi…

Olimpizm doğuşuyla ortaya koyduğu mücadele dünyayı  sarmışken, bugün insanlığın epey uzağında bir görüntü bırakıyor. Hikayemizin adı uçsuz bucaksız Coubertin. Ve gerisi mi?
Dünyanın hizmetine sunan Fransız aristokrat, eğitimci ve tarihçi artık hak ettiği biçimle insanlıkla tartışılıyor. Soylu bir aile ile büyüyen, İngiliz ve Amerikan okullarında yetişen ve bu anlayışla gelişimini destekleyen bir Fransız'ın ötesinde.


Kelimelerin anlata anlata bitiremeyeceği, üzerine yüzyılların, oyunları ve çağları sığdırdığı Olympia’da eski oyunların gündeme gelmesiyle ilgi arttı. Coubertin’e de ilham verdi. Neden olmasın ki? Oyunların yeniden canlandırılma fikri hiç de fena sayılmazdı. 1894’de Sorbonne’daki fuarda organize ederek, tekrar başlamasına önayak oldu.

İlk iş de gayet makul kabul edilecek Uluslararası Olimpiyat Komitesini kurarak başladı. Her olimpiyat yılı canlanacak olan ülkede hummalı çalışmalar daha yıllar öncesinden feleğin çemberinden geçiyor. Coubertin’in asıl olarak üzerinde durduğu, eşitlik ve spor faaliyetlerinin önceliği daha o yıllarda ses olmuşken, şimdilerde durum biraz karmaşık.

O temel prensipler yerini ekonomik ve toplumda yara olabilecek çatlaklara dönüşmüş durumda. Zaten bunları çok iyi biliyoruz. İlk çıkış noktasının çok uzağına giden Olimpiyatlar, spor anlayışından uzaklaşıp ekonomik dengelerin ya da dengesizliklerin peşinde koşuyor.
Olympia’da doğan kardeşlik bozguna uğramış durumda. Coubertin’in sadece spor temelli uçsuz bucaksız olimpiyatlarına artık gölge düştü. Ve insanlık bundan hiç de şikayetçi olmuş durumda değil!

19 Aralık 2017 Salı

Ahşap İşçileri

Fransa, İtalya, İspanya… Bisiklet sıralamalarındaki en iyi yarışlarda yer alan üç ülke. Fazlasıyla şampiyonluklar ve yeni isimler kazandırdı. Bildiğimiz tek şey bu. Hayır, bunlara kenetlenip iki tekere sıkıştırmadık, sadece vitesi büyüttük. Bundan sonra bir de İskoçya’nın en ünlü viski firmalarından Glenmorangie var. Nedir bu viskinin sırrı?

Temelinde bir İskoç firması ile Portlandlı bir bisiklet üreticisinin ortak projelerinde buluşuyor olması ilgi çekici. Viski fıçıları ve bisiklet durumları daha da romantize etmeden, esas mevzuya gelelim. Son yıllarda, bisikletin, türlü türlüsü üretiliyorken, ahşap versiyonu en romantik hali değil midir?
Klasik, dünde kalan ve mistik oluşu cazibesini arttırıyor. Bu durumdan istinaden Glenmorangie, firması kendi perspektifiyle bisiklet yapımına ambargo koymuş durumda en azından nostaljik bakımından.

Yıllanmış viski fıçılarını söküp, el yapımı bisikletlere dönüştürmesi, bu anlamda ender örneklerden. Tamamıyla el işçiliği olarak üretilen, neredeyse tek bir bisikletin yapımı aralıksız 20 saati bulan bisikletler, yaklaşık 5200 sterline satışa sunuluyor.

Bisikletler için seçilen ahşaplar, Glenmorangie’nin İskoçya’daki damıtma fabrikasından, Portland’a ve daha sonraki süreçte, Oregon’a gönderiliyor. Neredeyse her bir bisiklet için 15 fıçıdan elde edilen ağaçlar kullanılıp, tasarım işlemine geçiliyor. 


Bu denli meşakkatli bisikletler, günümüzün dışında bir bir tarzı olduğunu yadsıyamayız. Renovo marka bisikletçilerin en büyük püf noktası da burada saklı. Her bir fıçı Glenmorangie viskileri için yıllandırma işleminden kullanılırken, bir nevi ahşap ustaları ya da ahşabın işçileri olmaktan gururlular.
Şimdilerde mümkün olduğunca hafif, pratik bisikletler türemişken, hatta elektrikli, tırmanırken kolaylık sağlayan bisikletleri bir kenara bırakmanızı sağlayabilir.

Biraz mühendislik biraz marangozların ellerinden geçen ve viski fıçılarının ihtişamı Renovo’da buluşması sıradışı kılıyor.
Renovo sahiplerininde belirttiği “sadece bir tanesini denediğinizde pürüzsüz, sessiz ve sihirli bir yolculuğa çıkıyormuş hissine kapılmanız an meselesi.” Aslında onlarda mistik ve şaşırtıcı bir ürün hayal etmiyordu. Bisikletin son yıllarda geçirdiği kötü ve dopingli skandallarına yeni bir sayfa açmaya davet ediyor.

Seyrettiği her spora hayran olup denemeye yeltenen çocukların ilk çıkış noktalarıdır, bisiklet. İşte, o çocuklar bu skandallarla kalpleri kırıkken, Glenmorangie ve Renovo sahipleri yeni bir sayfa açıyor. 

12 Aralık 2017 Salı

Unutulmazlar Arasında

Herkes, kazanmak ister, fakat bu hayatta bu düşünceyi mottosu ilan edecek çok fazla sayıda sporcu olduğu kaçınılmaz. Kazanmak en gözde ya da en havalı unvanlarını almanın bir tık gerisidir. Kimilerine göre! Bazense kaybetmek, kazanmaktan çok daha öğreticidir. Ve, o kaybettiğiniz an sırtınız bir düşes tarafından sıvazlanıyor ise aslında kazanmışsınızdır.

Hem saha içinde hem de dışında emsal teşkil ediyorsa, geriye kurulan cümleler teferruattır. Jana Novotna, bu anlatılanların üstüne çıkmış bir oyuncu.
Son zamanların en çok bahsedilen tenisçileri kortları sarsarken, peki ya unutulanlar? Hiç, düşünmeden Nadal, Federer,Williams gibi isimler neden iyi? Daha önceki isimler “iyi” oyuncular olunca kitleyi daha üste taşımak zorundaydılar. Ve bu yüzden tenis daha emin adımlarla büyüyor.

Gelgelelim Novotna, o derece kusursuz oynuyordu ki Çekyalı raket için her şey tam da istediği yolda gidiyordu. Yaptığı işi tüm sadakati ve özverisiyle ileriye taşısa da, konsantrasyonu ve hırsına yenik düştüğünde sonuçsuz kalabiliyordu.

1987 yılı itibariyle WTA seviyesine ulaşmış, teklerde oynamak yanı sıra çiftler kategorisinde de kendini bulacaktı. Hatta çiftlerde yıldızı parlayacaktı. 


Jana Novotna’nın göz bebeği çim kortun cazibesi, Wimbledon’dan başkası olamazdı. Adeta kendini buraya ait hissedecekti. Zira tüm zaferi ve acısıyla olsa da! Çiftlerde 1989 yılında ilk grand slam zaferini Wimbledon’da kazanacak ve bundan sonra grand slam kapıları sonuna kadar açılacaktı. O her çıktığı korta tenis tohumlarını serperken geriden gelen yeni isimleri de göz ardı etmeyecekti. En büyük rakiplerinin analizini yapmak, oyununun bir parçasıydı.

Onlardan biri de 1998’de Wimbledon tekler finalindeki Nathalie Tauziat’ı yenerek ulaşacaktı. Jana Novotna, WTA teklerde 24, çiftlerde 76 şampiyonluk yaşamış olsa da Wimbledon özeldi, onun için. Sona sakladığım gizli kalmış bir final sadece Jana’yı değil Steffi Graf’ı da bekleyecekti.
1993 yılında Graf’a karşı oynadığı Wimbledon finali unutulmazlar arasında. Nasıl olmasın ki? Tenis sever böyle finalleri.

İlk seti kazanmanın eşiğinden dönerek 7-6 kaybetmiş fakat ikinci set için feda edecekti kendini.  İkinci seti 6-1 kazanmanın haklı gururunu yaşayıp final setine taşıyacaktı.
O meşhur servislerini bu sefer ona çift hata, beraberinde kayıp giden Wimbledon finalini verecekti. Hayır, bundan sonra kendini bırakmayacaktı. Çiftlerde de kazanacağı grand slam kalmasa da aklı hep o finaldeydi.
Kazanmak, şampiyonluk yaşamak sporcular için mühimdir. Zira daha fazla kazanmak isterler. Kazanmak esastır lakin unutulmazlar arasında olmak eşsizdir.

7 Aralık 2017 Perşembe

Doğa Adam: Douglos Tompkins

Tarihler 1972’yi gösterirken, Amerika’da yeni bir dünya markası kurulmanın eşiğindeydi. Habersizce! Aylar geçtiğinde değişik şehirlerde atılımlarını yapmıştı bile. Tam olarak dünün, şimdinin ve yarının adamıydı, Douglas Tompkins.
Tüm bu anlatılanlar The North Face markasına götürecekti. Farkındayım, yazıya girişim bir markanın tanıtımından fırlamış gibi adeta. Hayır, reklam peşinde değil, mevzunun içinde markanın kurucusunun ta kendisi var.

Fakat üstteki yazılanlar artık biraz buruk. Şimdi her şeye en baştan başlayalım. San Francisco’da başlattığı spor malzemeleri satan ufacık bir dükkan ile başlaması fazlasıyla tanıdık gelebilir. Yine de o tek başına bir kurucudan çok daha fazlası.


Douglas Tompkins, çevreci aktivist, tüm dünyanın peşinden koştuğu organik tarım modelleri geliştirdi. Pek tabi ki bunları da yeterli görmeyecekti. Ruhuna işlemiş sporcu ruh, bazen tırmanış yaparken bazense kayak yaparken bulacaktı. Bu bağlamda uslu durmayacaktı. İyi ki de durmadı. Ekolojik vakıf kurdu. En başta gözüne Güney Amerika’yı kestirecekti. 


Şili ve Arjantin başta olmak üzere vahşi doğayı korumayı görev edindi. Sonrası mı? Yine, Şili’de Pumalin Parkında terk edilmeye bırakılmış uçsuz bucaksız bölgeyi Valvidian Yağmur Ormanlarını satın alarak himayesine almış ve bu araziyi yanındaki parselleri ekleyerek büyütüp, yaklaşık 280.000 hektarlık alanı tekrardan doğaya kazandırdı.

Daha da çarpıcı olanı ise; Şili hükümeti Douglas Tompkins tarafından korunan bölgeyi milli park ilan etti. İlham verici değil mi? Evet, Tompkins bu ilhamla durmak bilmeyecekti. Arjantin’deki Ibera sulak alan projesi tıpkı bunlardan biriydi. Dünya, birileri doymamışçasına betonarme inşaatları bitmeksizin inatla doğa adamı planlarını dantel gibi işleyecekti.

Tam olarak her şey temellerini  1964’te attığı Douglas ve Susie Tompkins’i kamp ve dağcılık ekipmanlarının perakende satışı, nam-ı diğer The North Face ile başlayacaktı. 5000 dolar kredi çekerek kurduğu dünya markası şimdilerde her ne kadar Tompkins ile bağı kalmasa da onun ruhuyla yaşıyor.
Esasında bu kadar anlatmakla bitmeyecek yaşamını trajik bir ölümle sonlanması… Şili’de 2015 Aralık ayında kano yaparken alabora olması sonucunda şiddetli hipotermiden yaşamını yitirdi. Doğa ile buluşan Douglas aslında ölümüyle yine doğanın peşinden gitmişti. Bir o kadar dramatik bir o kadar manalı…

29 Kasım 2017 Çarşamba

Joel Embiid – Bir Nevi Kumar Kendisi

Unutamadığım yazılardan biridir, Mehmet Okur’un basketbol kariyeri. Çoğu, yeni yeteneklere ilham vermiştir. Hem kişiliği hem de oyuna verdiği karakteri ile başka profil çizmiş, NBA’de sağlam temeller kurmuştur. Onu diğer oyunculardan farklı kılan ise, çok geç yaşlarda basketbolla tanışmasıydı. Bu minvalde yeni bir isim NBA parkelerinde çığır açmanın peşinde.

Joel Embiid, evet. Embiid’in basit biri ve yeteneksiz olduğunu düşündük. Artık, böyle olmadığını itiraf etmeliyiz. Yaşının, diğer takım arkadaşlarına bakış, her hareketini anlamlandırmaya meylettik. Tıpkı, Mehmet Okur gibi çok geç yaşlarda basketbol ile haşır neşir oldu. Ve bambaşka biri karşımızda.


Kamerun doğumlu olması bir yana 17 yaşında keşfedilmiş bir isim aynı zamanda. Pek tabi ki kaşifi de yine Kamerunlu NBA oyuncusu Luc Mbah olacaktı. Bu uğurda, ülkesinde ayrılıp NBA topraklarına taşınması an meselesiydi. Adaptasyon ve uyum süreci  sandığı kadar kolay olmasa da hakkından gelmesini bilecekti.


Embiid’in henüz tam pişmemişliğine, tecrübesizliğine ve de Kamerunlu olmasına rağmen en çılgın ve gelişime açık oyuncusu olduğunu kabullenmek gerek. İşin aslı onu izleyenlerin çoğu da Hakeem Olajuwan benzerliği de dile getiriyor. Mesele, tarzı, oyun zekası, uzun bacaklarına rağmen hızı ve ribaundları da ayrı konu başlıkları…
Sahne ne kadar büyük olursa olsun, bunları açık oynamaktan alkoymuyordu kendini. Büyük beklentilerin tam da karşılayamadığı bir ilk sezonun son haftalarıydı. Ancak ayağında olan sakatlık sebebiyle bir anlamda takımda ilk beşte olmanın hesaplarını yaparken, salon çalışmalarında bulacaktı.

Bunların hiç biri sorun değildi. Joel Embiid, koymuştu kafasına bir kere. Saatlerce, günlerce, aylarca antrenman yaptı. Sonunda Philadelphia’nın kıskacına girecekti. Hem sağlık hem de daha bu parkeler için çok tazeyken bir nevi kumardı kendisi.
Nevi şahsına münhasır tavrıyla ve son derece özgüveni ile yeni bir pivot doğuyor demek hiç de haksızlık olmayacak.

Çoğunluğun kafasında benzer sorular var. Sahip olduğu özellikleri düşününce bu fiziğe nasıl barındırıp, yücelttiği merak konusu. Bu sorular bitmez. Bu tavrı ve kendini geliştirmeye devam ederse Shaq çıkmaması işten bile değil. Ne var ki Amerika dışından gelen oyuncuların kaybedeceklerin bir şeyin olmaması. Hele bir de Afrika’dan geliyorsa…

22 Kasım 2017 Çarşamba

Benim Yolum

Frank Sinatra’nın en bilindik şarkılarından “My Way” hemen hemen herkesin kendinden bulacağı mısraları, bundan sonra ülkemizin ender bulabileceği sporcusu Naim Süleymanoğlu’na atfetmek istiyorum. Zorluklarla baş etmek, aslında öyle kelimelere döküldüğü kadar da kolay değil. Hele ki çocuk yaşta, bir başınaysanız kaotik bir duruma düşmesi an meselesi.

Bulgaristan’ın çoğunluğun Türklerin oluşturduğu bölgede kısa sürede üne kavuşacaktı. Naim Süleymanoğlu, yaşıtlarına rağmen kısa boylu fakat bir o kadar da güçlü olması sebebiyle önce Bulgaristan ardından ülke sınırlarını aşarak cep herkülü mahlası yakıştırılacaktı.
Henüz 9 yaşındayken halterle tanışan Süleymanoğlu o anlardan sonra tarihe adını yazdıracağına inancı tamdı. 14 yaşına geldiğinde Brezilya’da düzenlenen Dünya Gençler Halter Şampiyonası’nda iki altın madalya kazanacaktı.

Tüm bu gelişmeler yaşanırken, Bulgar devletinin diğer sporculara tanıdığı hizmeti, haltere eli gitmeyecekti. Üstelik bundan iki yıl sonrasındaki denemeleri, şampiyonlukları beraberinde rekorları da getirecekti. Birbirini izleyen dönemlerde yeni rekortmen unvanlarına alışmaya çalışıyordu. Keza Süleymanoğlu unvan peşinden çok haltere, kendisine yatırım yapmanın arayışındaydı.


Vücut ağırlığının üç katını kaldıran 2. halterci olarak tarihe geçecekti ve bundan sonraki halter dünyasına yeni bir başlık atacaktı. Bulgar hükümeti 1984 yılına girildiğinde, Sovyetler Birliğiyle aynı düşünceyi benimseyerek Los Angeles Olimpiyatlarını boykot kararı aldı. Bu karar aynı zamanda Naim içinde büyük anlamlar içeriyordu. Süleymanoğlu dönemin Bulgaristan Devlet Başkanının uyguladığı baskıcı politikalardan son derece rahatsızdı.
Bu baskılar sonucu, Türkiye adına yarışabilmek 1986 yılına denk gelecekti. Avustralya’da düzenlenen Dünya Halter Şampiyonası için Türkiye Büyükelçiliğine sığınarak çareyi bulacaktı.

Zorlu sürecin nişanesi Seul Olimpiyatlarına 6 Dünya 9 Olimpiyat rekorunu sığdıracaktı. Üstelik Seul’a gitmeden önce ciddi hastalık geçirse de o yolunu seçecekti. Peşi sıra 1992 Barselona Olimpiyatları ve “Dünyanın En İyi Sporcusu” seçilmesi Naim’i daha da hırslandıracaktı, 1993-1994 yıllara 5 Dünya rekoru bırakacaktı.
Rekorlar, madalyalar Türk spor tarihinin taçlandırırken adeta devleşecekti. Ve sonunda durdu. Son görevini üstlenerek Uluslararası Halter Federasyonunda astbaşkanlığa seçilerek... Sonrası mı?

Kaçış, rekorlar, dünya basını ve daha fazlası, Naim Süleymanoğlu’nun bir bütünü. Sinatra’nın dediği gibi…
Gerçekten hissettikleri ise söylediği şeyler birinin diz çökerek söylediği kelimeler değildir o zaman kayıtlar gösteriyor rüzgara kapıldım ve kendi yolumu çizdim!
Evet bu benim tarzımdı!

15 Kasım 2017 Çarşamba

Soğuk Gün

Yazmak, bir şekilde yazmak elbetteki basit. Lakin, içerik zorlar insanı. Yaşanmışlıklar, akla gelen bir kare veya hayaller… Bunları yazmak fazlasıyla keyifli. Ya ölüm! Acı ve soğuk. Anımsadıkça, unutmak istercesine.
Mehmet Baturalp ismi yazıldığında biraz içimiz buruk artık. Ancak geride bıraktığı hatıralar bizi hala ayakta tutabiliyor, hala idrak edemediğimiz vedasına kadar. Basketbola adanmış koca bir ömür. Ve hala daha bizlerle paylaşamadığı yüzlerce an, birikim. Ve de geride bıraktığı sayısız ödüller.

Mehmet Baturalp, pek o bildiğimiz oyunculardan, koçlardan değil. Oyuncuları bırakın, pek o bildiğimiz insanlardan da değil. Onun hikayesi, yaptığı işin, yaşadığı hayatın hakkını verme hikayesi. Aslında hepimizin de peşinden koştuğu fakat bir türlü sırrını bulamadığımız hayattan, o basketbolla adanmış ömrüne formülünü bulmuş bir isim. Esasında söylemesi çok kolay, uygulaması zor bir reçete. Zira Mehmet Baturalp bunu başarmış biri. 


Genelde onu sahada yaptıkları, sayıları, ribaundları, kazandığı maçlarla tanıyor ve örnek alıyoruz. Çoğu kez de gıpta edip, hayran kalıyoruz. Ancak o herşey önce sahada değil, hayatta üstlendiği rol ve gösterdiği çabalarla, o kalabalıktan sıyrılıyor.
Yıllarca, takım adamı olarak tanıdığımız Baturalp’i sarı-lacivertli formayı terletmesi bir yana üç Türkiye Şampiyonluğu, yedi İstanbul, dört Fedarasyon Kupası ve Türkiye Kupası Şampiyonluğu ile ayrıca not etmek farz.

Toplamda 73 kez milli formayı giyme onuruyla şereflendik. Ve bundan sonrası antrenörlük dönemlerine takabul edecek. Fenerbahçe, Paşabahçe ve Eczacıbaşı takımlarını çalıştırdı. Bu süre zarfından sonra yaklaşık iki yılda milli takımın ona koç olarak ihtiyacı olacaktı. En son olarak televizyon dünyasının nasibini aldığı yorumculuğu en yakın ve net haliyle hayatını adadığı basketbolun yorumculuğunu yapacaktı.

Mehmet Baturalp gibi insanları tanıyıp, izleyebildiysek ilham almamak imkansız. Aslında son derece basit olan sorunları ne kadar büyüttüğümüzü ve yaşamın ne kadar güzel haliyle hatırlatan özel kişilerden biri Baturalp.
Uğruna yaptığınız ne olursa olsun ona adanmak, fazlasıyla basitmişcesine yaklaşmak tıpkı Mehmet abi gibi… Şimdilerde bu samimi günler yerini soğuk o güne bıraktı. Yine de yaptıklarını, basketbola katkılarını düşünmek diri tutacak bizi.

8 Kasım 2017 Çarşamba

Kartallar Yüksek Uçar

Aslında birazdan okuyacaklarınız yazım” Eddie The Eagle” filmi ile aramızda bir mesele değil. Ya da Büyük Britanya’nın hiç değil. Spor aleminin meselesi, bizim meselemiz. Bugüne kadar masıl olup da bir Michael Edwards filmi çekilmediğini merak eden bir yönetmen –Dexter Fletcher- daha önceki filmlerinine dayanarak “Eddie The Eagle” projesini beyaz perdeye taşır. Peki kim bu Eddie?

Eddie, namı diğer, Michael Edwards gönlünü olimpiyatlara kaptırmış bir çocukluktan, sporculuğa kadar bu tutkusundan vazgeçmemiş bir kartal. Olimpiyat sporcusu olmanın hayaliyle yanıp tutuşan Eddie, herkes tarafından dışlanan, pek de müsait olmayan vücut yapısı, akıl almaz irade ve cesaret tam olarak onun için biçilmiş kaftan cümleler.

Britanya Olimpiyat Komitesinin zorladığı koşullar ve dışlarcasına sergilediği tavır bir yana dursun sıvacılıkla geçimini sağlayan babasının da oğluna inancı olmaması, açıkçası umurunda dahi değildi. Kış Olimpiyatlarının en zor dalları arasında gösterilen kayakla atlamada karar kılan Eddie, bu uğurda tüm zorluklara göğüs gerecek, binlerce kilometreyi, biraz sevinç biraz stres ve duygu karmaşıklarına rağmen pes etmek neydi unutacaktı.


Film de bu ayarda içine işleyecek ve gerçek hayattaki Eddie’den biraz abartarak da olsa film lezzetini sonuna kadar yaşatacaktı.
Gerçek olayları, yaşanmışlıkları her zaman etkileyici bir vuruş yaptığının kanıtı bu film. Hayattaki Eddie ile filmdeki arasında en benzer yaşananlar ise; 1988 Kanada Calgary Kış Olimpiyatları olacak şüphesiz. İngiltere ilk defa kayakla atlama adına yarışmak için sabırsızlanmıyordu, bilhassa önüne taş koyuyordu.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen Olimpiyatlara katılıp ilk atlayışında Büyük Britanya’nın “ilk Olimpiyat rekorunu” kırması üzerine sergilediği sevinç ve kartal çırpınışları yapması, onu diğer isimlerin önüne taşıdı. Hayatında ilk defa 90 metre atlayışı yapan Kartal; herkese birkaç saniyeliğine de olsa nefesini tutturacaktı. Koçu Bronson Peary ile adeta birbirine zıt iki insanın bir amaç uğruna tüm tabuları yıkılacağının güzel emsallerinden.

Sonuçta, yüksek uçan kartalı al aşağı edebilmek adına Michael Edwards’ın 1994-1998 olimpiyatlarına katılamadı. Çünkü Britanya Olimpiyat Komitesi “Kartal Eddie Kuralı” olarak adlandırdığı yeterlilik standardını yükseltti.
En iyi spor vakası örneği miydi? Belki hayır. En imkansızı mıydı? Buna da hayır. Zira, kesinlikle benzersizdi. Eddie, olimpiyatın kurucusu Coubertini son derece haklı çıkarıyordu. “Olimpiyat oyunlarında mühim olan, kazanmak değil, katılmaktı. En iyi şekilde mücadele etmektir.”

2 Kasım 2017 Perşembe

Bilmediğiniz PSV Eindhoven

Aile gibi olmak… Gel gör ki sadece biyolojik yapının üstünlüğünü ya da kan bağının ötesinde ibaret olmadığını çok iyi biliyoruz. Futbol tam da bu cümlenin hayat bulmuş hali değil midir? Bilhassa Hollanda ekolü ile büyümüş isimler sırtını dayayacak birilerini ararlar ve en yakınında da ailesi yani futboluyla istişare ederler.
Daha az bilindik takımlardan olarak görülen PSV Eindhoven aile kavramını yeşil sahalarda sıkı bir şekilde sarılarak gösterecekti.

1913 yılında Philips işçileri tarafından kurulan PSV takımı o zamandan günümüze kadar tüm sadakatiyle kalmış durumda. Dönemin zorlu koşulları belki de ailesinden daha çok gördüğü “fabrika arkadaşlığı” yerini hem bir kulübün oluşmasına hem de ailesi yerine koyabileceği takım arkadaşlığının doğacağının farkında olmadıkları kesindi. 
Aslında bir spor kulübü olarak inşasını kursa da, daha sonralarında futbol alanındaki başarılarıyla ilerleyince, yeşil sahalar baskın gelmiş.
Ağırlığını meşin yuvarlağa vererek PSV Eindhoven takımı kurulmuş. Esasında alt metinde yatan Philips Sport Vereniging’in anlamı Philips gücü olarak çevrilirse ne denli manidar olduğu çıkar.


Bu durumlarda futbolda çok karşılaştığımız işçilerin, madencilerin, mahallenin takımları gücü olarak değiştirmek fazlasıyla ironik… Hollanda Ligini de düşünürsek, hayır, dünyanın en iyi oyuncuları burada oynamıyor. Gelir en üst seviyelere ramak kalmış olsa dahi, futbol kalitesi düşük, heyecan aman aman değil. Avrupa futboluna kıyasla pek de ileriye saramıyorlar. Şimdilik! Zira, PSV takımının en iyi yaptığı işlerden biri de futbolcu fabrikası gibi işliyor olmasıydı.

Yetiştirdiği, geleceğe yatırım yaparak transfer ettiği genç isimleri gelecek adına büyük meblağlar karşılığı gelirini en üst seviyelere taşıması, Ajax ve Feyenoord yani diğer Hollanda takımlarında bundan hiç geri durmayacaklardı. Belki de bu yüzden hep bir geri adım görünüyor. Ajax ve Feyenoord’u düşününce futbolu iki senede bir karşısına yazlık ilişki olarak gören de PSV takımı eski hakimiyetini kaybetmiş durumda. Fakat Hollandalıların tıpkı bizler gibi ortak görüşte buluştukları çok net biliyoruz.

Hepimizin isteği aşağı yukarı aynı diyebiliriz. Bol aksiyonlu, en üst seviyede tempolu, çok gollü maçlar izlemek. PSV Eindhoven’da ise, son yıllarda eski görünümüne kavuşmak üzere. Belki yine hemen Şampiyonlar Ligi Kupası, UEFA Kupası veya Hollanda’da alınabilecek kupalar hemen beklenemez. Fakat daha önce bunu başardı. Neden olmasın? Hazır, ligde birincilik koltuğuna fazlasıyla ısınmışken, tadından yenmez.

26 Ekim 2017 Perşembe

Futbolun “Derbilerle” İmtihanı

Futbol maçı izleyenlerin, cümlemi düzeltiyorum özellikle derbi maçlar için anlatacaklarım var. Şimdi kalan cümleme devam edebilirim. Bu maçları izlemek de ayrı bir meziyet. Belli kısmı evde tek başına izleme tarafında olsalar da, pastanın büyük dilimlerini oluşturanlar, bir ortamda (cafe ya da kıraathane vb) derbi maçların tadını doruklarda yaşarlar.
Ancak asıl olan kesim ise, bizzat canlı canlı stadyumda izlemenin keyfini bulmak çok zor. Ne var ki en ızdıraplı ve insanın kendini tükettiği anlarda stadyumda hayat bulur.

Derbiler, bu üçlü keşmekeşin arasında sıkışıp kalmıştır. Bunun en önemli sorusu derbinin kiminle oynandığı pek ala! Şüphesiz, ele alacağımız ve ilk akla gelen, Galatasaray-Fenerbahçe derbisi olacak. Bu noktada araya girip, derbi kelimesine açıklık getirmek gerek. Derbi, en yalın haliyle, büyük karşılaşma, büyük maç anlamındadır.

Bu ulvi cümlenin alt zeminini doldurmak ülkemiz futbolu adına zor! 


Pazar günü (22.10.2017) oynanan Galatasaray-Fenerbahçe derbisi, futbol tartışmasından daha çok, maçta oluşan polemiği, hakem kararları ve teknik adamları tartışmaktan hiçbir zaman öteye gidemiyoruz. Bir kez olsun, belki de bundan 20-25 yıl önce olmuştur.
Bir duvar pasının muhteşemliğini, düşen futbolcunun yardımsever efendiliğini veya futbol maçında olabilecek klas hareketleri konuşmak nerede kaldı? Epey uzakta.

Yüzdelerle, istatistiklerle konuşmanın veyahut bu hususta abartmanın, futbolun naif dilinin için de pek de sabit ve çok sağlam bir yere sahip olduğunu da kabul etmek zorundayız. Lakin, bu istatistik çalışmaları ülkemizde işleyemiyor.
Hangi kanalı gezerseniz gezin, hangi ulaşım aracına binerseniz binin, ya da iş yerinizdeki konuşmalar aslında futbolun “derbilerle” imtihanı, naçizane ülkemizde yine sınıfta kaldı.
Ligde oynanan Anadolu takımları maçlarının 3-3 biten en sade versiyonuyla 1-0 sona eren maçta dahi kıran kırana bir 90 dakikanın bitmemesine talipsen, derbilerle hocam maçı bitir artık dediğimizi çok iyi biliyoruz.

Bir El-Classico, Premier Lig de oynanan derbiler “büyük buluşmalardan” söz edecek olursak, işte o noktada istatistikten ki tartışmak mümkün ve son derece keyifli. Zira, bazen de olsa böyle hesaplamalar yaptığımız olmuştur. Mesela en son oynanan derbi karşısında o yüzde yüzlük golü kaçırmasa, acaba maçın seyri nasıl olurdu? sorusu aklımızı kemirmiyor mu! Asıl istenen de o pozisyonlar, şu kaçan goller ve tadı damağımızda kalan derbiler şeklinde hayıflanmak… 

19 Ekim 2017 Perşembe

Açılış Sam Bennett’ten Ya Sonrası?

Yaklaşık bir yıldan daha fazla bir sürenin ardından, Türkiye Bisiklet Federasyonu kartlarını açık oynamaya başlıyor. Fazlasıyla yorumlar yapılırken sessiz kalmayı tercih etseler de, tarihler Ekim 2017’yi gösterdiğinde mikrofon uzatmamak mümkün değil. Her yıl İlkbahar döneminde düzenlenen organizasyon yönünü, mevsimini şaşıracaktı, doğrusu sporcular ve seyirciler de!
Yine de bu sene ilk kez World Tour takviminde yer alacak. Ancak klasikleşen Alanya-Kemer etabı her zaman olduğu gibi ilk etap koşusunu kaptırmadı.


Ne yazık ki bisikletin acımasız çelmesi  “kazalar” ilk etap dinlemeden koşuya set çekecekti. Yine de beklenmeyen birincilik, Sam Bennett tarafından göğüsleyecekti. Bennett ismi yazıldığında karşılarına İrlandalı henüz 20’lerinde biri çıkacaktı ve bu zamana kadar kendini gösterememişti. 53. Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu’nun sonbaharında  Bora Hansgrohe takımı adına fazlasıyla bahsedecekti. Hemen arkasından Kumluca-Kemer etabını da birincinin söz sahibi Sam Bennett birincilik demeden ısınacaktı.


Adeta Türkiye’nin güney kesimini keşfedecekti, birincilikleriyle. Dur durak bilmeyen İrlandalı ilk üç etabın sonunda diğer sporcular kazalar, rakipler ve engellerle boğuşurken, Sam’e ise dokunmayacaktı. Bir etap mola (4. Etap) vermişse de beraberinde hız kesmeyecekti. O gün İzmir’de (5. Etap) Ahmet Örken’de ikincilikte yerini alacaktı.

İşin aslı sondaydı. Yani İstanbul! Ne var ki Sam Bennett, İstanbul’a adapte olamayacaktı. Dört etap kazanan Bennett İstanbul’da finale 200 metre kala düşünce Trek takımından Edward Thenus’a yarım kalan işi bitirmişti bile.
Zira, bu şampiyonluklar, madalyalar ve skorlar… yerini genel klasmanda birinciliği UAE Emirates takımından Diego Ulissi alacaktı. Asıl olan ise, kapanışı beklenenin aksine Edward’tan olmasıydı.

Son ana kadar nefes kesen yarış sonbaharın güneşli bir gününde açılışın Sam Bennett’ten ya sonrası olarak düşündürdü. Adından söz ettirebilmek yalnızca pedal koşan için önem arz etmiyor, yanında getireceği ülkenin güzelliklerini bir şekilde “pinliyor.”
Doğan güneşin mi, yoksa batan güneşin mi? Bisikletin şaheser başlangıcı, sonraki günün habercisi… Aslında Bennett ismini duyurmak adına eşsiz bir açılışa sahne oldu. Kim bilir kapanışı nerede olur!

12 Ekim 2017 Perşembe

Türk’ün NBA ile İmtihanı

NBA başlıyor, hazır mısınız? Bu soruya bu yıl pek bir heyecanla başlayalım. Farklı bir sezon bizi bekliyor. Kimileri için nefeslenme süresi, kimileri için yakınma…
Gittikçe Avrupa’ya açılan NBA’in, diğer yıllardan ayıran ise; Türklerin NBA ile imtihanı olacak. Soracaksınız ki, daha önceden de Türk isimler yok muydu? Bu sefer gerçekten farklı.

Daha öncesinde gençler de Avrupa’ya nam salmış Cedi Osman ve Furkan Korkmaz isimlerini NBA parkelerinde izlemek doyumsuz olacak şüphesiz. Ancak biraz fark var! Süre! Nasıl mı? NBA’e adım atan en iddialı oyuncularımız arasında malumunuz Cedi Osman listeyi zorluyor.

Aslında peşimizi bırakmayan bir takım sorular yok değil. Cedi neler katabilir, ne denli başarılı olur, ondan neler bekliyoruz…sorular yanıt beklerken, Doğu konferansının ekiplerinden Philadelphia 76ers’da Furkan Korkmaz kadroyu zorlamaya çalışacak.


Aslında Furkan, NBA’in Yaz Liginde her ne kadar takımının oynadığı maçta yenilmiş olsa da, hem ilk beş çıkıp hem de skorer ismi olarak performansı ile umut oldu.
Pek tabi ki burası Avrupa arenası değil. Ve süre, forma şansı bulmak böyle yazıldığı kadar kolay olmayacak. Ancak söz konusu oyun ise, ne Lebron ne de Durant vb. gibi isimlerde elini kolunu sallayarak çıkmadı en nihayetinde.

İşin en can alıcı kısmı da bu değil mi? Anadolu Efes’te hemen hemen her maçta ilk beşteki yerini ayırtan Cedi için Cavs’ta işler hiçte bu kadar kolay olmayacağı kesin. Bir hamle sonrasını düşünebilen ve atik tarzıyla, Cavs’a gelen teklifleri geri çevirmesine yetecekti.
Wizard ile oynanan hazırlık maçı sonrasında istatistiklerde son derece haklı gösteriyordu. Belki sayı konusunda henüz yüzdelerle anlaşamasa da, çıkış bulacağı kesin gözüyle bakılıyor.

Peki ya Philadelphia cephesinde neler oluyor? Yıllardır, aynı takımda “kardeş” gibi oynayan ikili rakip artık. Üstelik basketbolun kalbinde. Daha çok fiziki açıdan soru işaretleri birbirini bırakmasa da, büyük gelişim kaydedip bu noktalara geldiğini göz ardı etmemek gerek!
Furkan’ın son dönemdeki çıkışları yukarıya taşımış olsa da yedek kulübesinde kaybettiği zamanı affettirecektir.

Son zamanlarda NBA izleyen çoğu kişinin hep bir ağızdan aynı cümlenin döküldüğüne şahit olmuşuzdur. Hiçbir zaman peşimizi bırakmayan “kazanç” konusu. NBA sezonlarını övmelere doyamadı kimse. Haksız kazanç ve konuşulan büyük meblağlar, konu başlıklarını değiştirdi.
Değişen basketbol düzeninde, yeni NBA’de, yeni isimlerle aramız pek iyi olacak. Bir de şu saat farkı olmasa!  

6 Ekim 2017 Cuma

İtalya'da Aşk Başka Mıdır?

İtalyanları her daim kendimize pek yakın görmüşüzdür. Hatta daha da ileriye gidip sevmişizdir. Çoğu konuda benzerlik bulma da çekinmemişizdir. Yemek kültürü açısından bakıldığında ortak noktada hemfikiriz. Bence bunun içine dahil edilecek çoğu konu başlığını sığdırabilmek de hünerlerimiz arasında. Ne var ki ayrılan keskin bir konu yok değil. Futbol! Ah şu futbol her yerde sekteye uğruyor. Lakin bu sefer durum karmaşık.

İtalyan futbolunun fazla sinir bozucu sakinliği, defansa yönelik anlayış ve hiçbir zaman ileriye gidememe... Ancak popüler futbola fazlasıyla futbolcu ve antrenör sığdırmayı başarmışlardı. Mutlaka devamı da gelecek, şüphesiz. Son zamanların en konuşulan adamı, ilk akla gelen İtalyan Carlo Ancelotti. Tipik bir futbolcu gibi ilk topa vurduğu, aynı zamanda doğup, yaşadığı kent Reggiola ona futbolu bahşedecekti.
Daha sonrasında üç yıl devam edecek olan Parma birlikteliği yerini Roma ve Milan ile izleyecekti. Tıpkı Totti gibi İtalya dışında hiçbir takıma kapılarını açmasa da teknik adamlık kariyeri çok farklı yollardan geçecekti.


O zamanlarda takımın mekaniği, orta sahada etkili işler yapmış, 338 SerieA maçında 35 kez fileleri yerinden etmiş bir isim. Bunun yanı sıra İtalya milli takımın görev adamıydı. Ta ki 1995 yılına kadar. Kalben ve manevi düşünceleri baskın gelmiş, Reggiola takımının başına geçmiştir. Ve bundan sonra futbolun daha içinden olmaya başlayacağından habersizce İtalya'da aşk başka mıdır? sorusu hafiften yaklaşıyordu.


Parma takımının başına geçtiğinde en köklü ve kaliteli kulübü neredeyse çıktığı maçların yarısını kazanabilme başarısından Juventus’a transfer olmuştur.
Kaldığı süre boyunca (1.5 yıl) sadece İntertoto kupasıyla beraber yollar ayrıldı. Türkiye ile kesişen yollar Milan’dan geçecekti. 2001 yılında Fatih Terim’in sözleşmesini fesh edip, Carlo Ancelotti döneminin duyurusuydu. Milan'da totalde 8 yıl geçiren Carlo, iki Şampiyonlar Ligi ve UEFA Süper Kupasını kazanmış, bir Dünya Kulüpler Kupası, bir İtalya SerieA ve dahasını kazanmış bol sürpriziydi.

Bu başarı grafiğinin hemen ardından Chelsea ile el sıkışmış, İngiltere’de ulusal başarılarının devamı niteliğinde. İki yıl kaldıktan sonra PSG’ye yatay geçişte, başarı grafiği hız kesmeyecekti. Ve sonunda dünya devi Real Madrid’in aklını çelecekti. İki yıllık beraberliğin sonunda Şampiyonlar Ligi, Süper Kupa ve İspanya Kral Kupası bulacaktı.
Ve bir de Bayern Münih… İşte bu yüksek yüzdeler Alman disiplini ile zıt düşünce bir anda ipler gerildi.

Uzaktaki hakkında konuşmak pek çok yönden daha kolay olabiliyor. Mesela yorum yapmak hafifletiyor. Lakin daha da önemlisi, insanların uzaktakiyle duygusal bağı çok da fazla değil. Birini, bir futbolcuyu  ve hatta bu yollardan geçipte, teknik adam kariyerini tırmanmış Ancelotti, şüphesiz bunları hak etmiyor.

28 Eylül 2017 Perşembe

Dragic’in Sesli Düşünme Seansı

Türkiye, altı yedi yıl önce ev sahibiyken, parkelerde bağımsızlığını kazandığından beri elindeki en dar kadroyla oynamak zorunda kaldı. İşin doğrusu uzun süredir beklediğimiz günler için fazlasıyla can sıkıcı bir durum. Bir türlü aşılamayan mental eşitlik, takımda belli başlı sürükleyicilik ve turnuvanın reklamlarını süsleyen isimlerin dar rotasyonda baş etme cabası. Fakat yine de grupları aşıp, elemelere kalabilmek yeni kadro için epey büyük bir başarı.

Şaşırtıcı ve sürprizli takımlar boş olan sahneyi doldurmaya  çoktan hazırdı. Aslında hava atışında geri sayım sona erdi, muradımıza erdik. Kapanışı ya da açılışı Goran Dragic’e bırakıyoruz.
Çünkü bu onu sonuna kadar hak etti. Çocukluk döneminde saatini üçlere dörtlere kuran, Iverson ve Jordan hayranlığıyla büyüyen Goran Dragic’in temelinde sadece ülkesinin başarılarından biri olmaktı.


İlk olarak yedi yaşında Slovenya’nın alt liglerinden Ljubljana takımında başlamış olsa da asıl çıkışını birkaç yıl sonra İspanya’nın CB Murcia takımıyla ivme kazanacaktı. Ve iki yıl sonra… NBA yolları… Kısa ve meşakkatli geçen takas döneminden sonra parkeleri arşınlayacaktı.
Her daim kadroda yerini garantilemiş, kendisini bir adım öne taşıyıp ilk beşte yerini alacaktı. NBA’deki ender Avrupalı olarak yüzünü aklayacaktı.

Üstelik bunları yaparken de 32 sayılık Utah Jazz maçını anımsatacaktı. Tarihler 2011 yılını gösterdiğinde ise Dragic, Houston Rockets formasıyla masaya oturmuştu bile. Zira, başarıları burada gerçek anlamda da kendini gösterecekti. Açılışını triple double ile yapan Goran, kısa bir molanın ardından eski takımıyla 30 milyon doları aşan anlaşmayı yapmıştı bile.

Tüm bunlar yaşanırken, kökenini asla unutmayarak, esas rakipleri Avrupa takımlarına diş geçirecekti. Şüphesiz alt yaş kategorilerinde altın madalyanın tadına varacak olsa da MVP seçileceği Avrupa şampiyonasını Dragic için ayrı önemi vardı.
Namağlup olarak karşısına çıktığı Sırbistan maçı eşi benzeri olmayan heyecanla büyüleyecekti.

Avrupa da hem hücumda hem savunmada bu denli iyi ve kaliteli bir kısa yetişmemişti. Özellikle savunmada sergilediği müthiş sezgileri sayesinde yenilgi yüzü görmeden şampiyon yapmak ayrı bir meziyet. İki milyon gibi küçük bir ülkeyi başarı basamaklarını tırmanmasında Dragic’in sesli düşünme seansı ile başlayacaktı. Büyük ihtimalle, şampiyonanın dört yılda bir düzenlenmesiyle bu seansları başka Dragic’lere devretmesi muhtemel!

22 Eylül 2017 Cuma

Biraz Kenara, Maç İzleyeceğiz

Canlı ve somut başarıların listeleri çıkana kadar kadın futbolunun “gerçek” olduğuna, hakikaten izlenebilir, erkek futbolu dışında da lezzet veren duvar pası, klas bir gol veya kurtarılan gollere inanmamıştı çoğu. Evet, vardı.
Bazı olayları yaşayana kadar hiç olmayacakmış gibi düşünürsünüz ya, Lieke Martens de futbolcu olarak kafamızda aynı etkideydi.

Bas bas bağıran erkek futbolcularla arasındaki çekişmenin ve hatta ince atışmalardan herkesin bir haber olduğu dönemde, gündem olacak mühim konularda yok değil. UEFA Şampiyonlar Ligi yılın oyuncuları açıklanırken, şüphesiz Ronaldo, Messi çekişmesi kulaktan kulağa dolaşırken, Ronaldo instagram da sergilenecekti bile. Mevzu bu değil.

Kadınlarda, sessiz ve mütevazi ödül töreni ve birkaç kelimeye sıkıştırılmış haber başlıkları… Artık kabul edilmesi gereken “gerçeklik”... Son zamanların güçlü adayları Pernille Harder ve Dzsenifer Marozsan’ı geride bırakmayı başaran Lieke Martens aynı derece de olmasa da Ronaldo etkisi bırakacaktı geceye.

Martens dendiğinde klasik bir Hollandalı edasıyla herkes Cruyff yakıştırması yapmaktan çekinmeyecekti. 


Almanya, İsveç, Brezilya ve sayılacak pek çok ülke, futboluyla gündemlerine parantez açıyorlar. Artık Hollanda’da! Kenetlenmiş milli takımın simgesi haline dönüşen kanat oyuncusu Martens; UEFA’nın yılın sporcusu kategorisinde güven verdi.
Düşünün, kadın futbolunun tartışmasız en iyi kanat oyuncuları Lucy Bronz ve Lieke Martens gelgitleri yapabiliyorsak bizim gibi seyirciler ve sporcuların özümsemesi sonucunda yılın kadın futbolcusu kararsızlığını yaşarız.

Yani kadınların “özgürlük” mücadelesi her yerde, her alanda ilham vermeye devam ediyor. Yeşil sahalarda da öyle. Lieke, ödülünü kaldırdığında fazlasıyla manidardı. Bazen bir fotoğraf çokca anlam yüklüdür, bazen de hiçbir şey ifade etmez. Kimi zaman bu iki uç arasında sıkışıp kalınır. Martens tam anlamıyla iki ucun simgesi niteliğinde.
Evet, kendi önlerinde kariyerli, örnek profil oluşturacak var olması teşvikleri arttırıyorlardı.

Kadın futboluna şimdilerde “biraz kenara, maç izleyeceğizi” çok yakıştırdık. Hem belki bir yerlerden tanıdık gelir. Son zamanlarda bir türlü bulunmayan sol ayak, Lieke Martens tarafından boşluğu dolduracaktı. Ardı arkası kesilmeden toplanan puanlar ve takım oyunu cabası…
Bunların hepsinde Martens’i keşfedebilir veya içinizdeki Lieke’yi bulabilirsiniz. Belki ekran başından izleyerek dahi. Pardon, biraz kenara, maç izleyeceğiz.

29 Ağustos 2017 Salı

Kelimeler İçinde Kayboldum

Biz onu, bisikletin şampiyonu, üstadı ilan etmiştik, o sonra hem ülkesinde hem de iki teker dünyasında bizlerle hemfikirdi. Ruhani yaşantısıyla baş edememişti ancak. Ve kendisine ölümü seçecekti. Avustralyalı bisikletçi, Stephen Wooldridge hiçbir zaman pes etmediği pedallarıyla mücadele etmeyi seçerken, hayatı en kısa ve kolay yolun peşinden gidecekti.

Yıllarca antrenörlüğü yapmış Sutton; “Steve, kesinlikle bir beyefendi ve çoğu kişinin rol modeliydi, ben bu durum karşısında sözcükler içinde kaybolmuş durumdayım.” Net bir şekilde açıklıyor. Stephen Wooldridge'ı… Avustralya basının “en iyi bisikletçileri” arasında ilan ettiği modern zaman idolüydü.
Olimpiyatların başkenti, Atina’da 2004’ü gördüğümüzde altın madalyasıyla hatırladığımız, daha sonra kabına sığmayıp, dünya şampiyonluğunun sınırlarını yeniden çizdi.

Üç yıl üst üste, totalde dört kez şampiyonluk kutlamalarına ülkesini çok uzaklardan çağırarak dahil etti. Sakin ve kendi şahsına münhasır tavrıyla dikkat çekerken, bir gün kendisini psikolojik bunalımın önüne bırakan bir adam. Bir insan. Boynunda çarmıh gibi taşıyamadığı hüznüyle düşündüren, üzen hatta bundan birkaç hafta önce binlercesini ağlatan… 


Mühendislik eğitimi almasına rağmen baskın olan yollar... Ve iznini isteyip iki teker ile sil baştan olacaktı.
Tam olarak adını da Atina’da duyuracaktı. Brett Lancaster, Peter Dawson, Luke Roberts gibi idolleriyle bir ekibin içinde bulacaktı kendini. Umut vaad eden Avustralyalılar yarışlara katılmadan hemen önce gelecek aşıladılar. Bilakis Wooldridge fiziki açıdan çoğuna göre çelimsizdi. O konumlara gelebilmek için çabaladı ve takımdaki yerini pekiştirmiş oldu. Yol başarısı öyle bir anda çıka gelmedi.

Gözlemledi, denedi ve yarıştı. Atina’daki performansları, diğer bisiklet turlarının da yüksek mertebeden işareti olacaktı. Böylece ilk madalyasının ve bunlara açılan kapıyı aralamış oldu. Ve daha sonrası…
Spordan emekliliğini isteyip mühendisliğe döndü. Bazense “yardım” amacıyla yapılan etkinliklerde, Avustralya bisiklet konfederasyonlarından aktif görevler üstlendi.

Adına yazılacak, müzelere taşınacak madalyalar, kelimeler içinde kaybolur. Tıpkı, Steve’in kaybolduğu gibi. Onun içini kemiren eksik parçayı bulamadı. Son verdi. Yapmak istediği her şeyi yaşamıştı. Geriye yaşanmadık bir ölüm kalmıştı. O da buldu onu… 

23 Ağustos 2017 Çarşamba

Übermensch Zverev

Yeni nesil yıldızı parlayan sporcuların, çok büyük çıkmazı vardır. Bir önceki şampiyonun “veliahdı” olarak görüp, aradığı Zidane, Jordan veya Boris Becker buldu gibi benzetmeler, bazen can sıkıcı da olabiliyor. Bunda kesinlikle kendini beğenmişlik aramayın! Bazıları dışında… Almancılar, teniste epey süredir arayış içindeler. Futbolla bulandıkları anda çıkışı teniste bulacaklarından habersizce… Bir de seyir zevki. Bu hususta araya giriyor.

Malumunuz, seyircilerin, spor alanındaki terazileri biraz bozuktur. Ancak, yeni oyucular, zira parlayan isimler her şeyden önce umut verirler… Ne var ki gerçeklikten epey uzak başka kurallar da işler bu muhakeme boyunca. Raketi eline geçiren ve ATP düzeyinde kendini “diğerlerinin” arasından sıyıran isim/ler büyük ölçüde sportif kriterlerden değerlendirilir.
Bir istisna var ki teniste bunlardan uzak ara sıyrılır, hatayı asla affetmez, seyirci başarı/başarısızı anında süzgecinden geçirir.



O zaman perde aralansın. Son zamanın mütevazi yıldızı, Alexander Zverev, her ne kadar temelleri Rusya’ya dayansa da, tamamıyla Hamburglu olan Zverev yeni Federer yakıştırmasını kazandı bile.
İşin aslı bu ondan çok memnun. Kimin idolü değil ki Federer! Babasıyla benzer kariyeri takip etse de Zverev en son kazandığı Rogers Cup ile ayak sesini duyurdu.

Daha öze indiğimizde anneden, kardeşlere kadar yüzde yüz tenis ile yoğrulmuş durumdalar. Rogers Cup sonrası, teniste yeni bir devrin başladığını ilen edenler de var. Aceleci olmamak gerek. Finalde iflah olmaz Federer hayranlarının da aynı kanı da olduğu, çok rahat bir galibiyet aldığı Zverev.
O andan itibaren herkes orta payda da buluşmuştu bile. Huzurlu, dingin, naif kişiliği yanına genç yaşını alması puzzelı tamamlıyordu.

Ne demiştik acele yok! Gerçekte ne olduğuyla pek ilgilenmiyoruz. Müthiş bir oyun ve Federer’i saf dışı ettiyse muhakkak übermensch’tir Zverev.
Djokovic ve Murray seviyelerinde ve  çoğu kişiye göre daha yüksek bir oyuncu. Hızlanıp, kuvvetlenince şüphesiz ilk 20’yi zorlayacaktır. Backhand down the line vuruşuyla yüksek performans çizgisinde. Servisleri ise, Zverev’i bir adım öne taşıyor.

Alex’i şu aralar ortalıkta bangır bangır görünmekten imtina ediyor. Çünkü sporda dün veya yarın yok, bugün var. Ve bugün, ne izlenim, oyun bırakırsa var. Her an Zverev için çok büyük umutların günü.. Esasında Rogers Cup’tan sonra…. 

18 Ağustos 2017 Cuma

Guliyev’e Tanık Olmak

Olimpiyatlar üzerine yazmaktan korkar durumdayız. Bazen izlemek dahi acı veriyor. Ama bir iki kelam etmek, gerçekleri yüze vurmak ve artık mutlu olmak için harika bir zaman. 2017 Ağustos itibariyle artık yüzler gülüyordu. Bilakis bunun hemen önceki günlerinde gümüş madalya ile coşkunun doruklarındaydık. Şu an tüm dünyayı ve hatta tüm sporcuları sarmış doping skandallarından en çok nasibini alan şüphesiz Olimpiyatların kalesi olan ülke Rusya oldu.

Spor dünyası bu çıkmazla çalkalanırken, bunun yanı sıra “bağımsız” olarak nitelendirilen bir ekiple sporcular basamaklara çıktılar. En son olarak Londra’da yapılan Dünya Atletizm Şampiyonasında bolca sürprizler, vedalar, unutulmayacak fotoğraf kareleri ve madalyalar… Londra’da en çok konuşulan isim su götürmez bir gerçek ki Usain Bolt’tu. Her zamanki karakteri ile seyircilerin, tribünlerin baş tacı oldu.
Ve unutulmayan bir yarış ise, 4x100 bayrak yarışının son saniyelerinde sakatlanarak, yıllardır üzerinde olduğu zeminde son verdi



Bizim için daha önemli bir yarış vardı. İlk defa İstiklal Marşımızın Olimpiyatlarda okunmasıydı. Ramil Guliyev 200 metre de ciddi rakiplerini saliselik farkla sollayıp altın madalyanın sahibi olacaktı. Hepsi bir yana bu sevinç ve kutlamalar yaşanırken, Guliyev üzerinden yapılan devşirme tartışmaları hemen masaya oturtuldu.
Bir de bunlara ilave olarak Aslı Çakır, Gamze Bulut vb. isimlerden apayrı bir konumda mı olacak yoksa karanlık bir dünya bizi ve Ramil’i ne şekilde bekleyecek konuşmaları, taaaa Londra’ya kadar ulaşmış durumda.

Şimdi mi hepsini boşverin. Şimdilik! Çünkü zaten içi içinizi yiyecek. Dünya'nın en hızlı sprinterlerindan Ramil Guliyev Avrupa sahnesinde. Tüm devşirme cümlelerine, yazılanlarına karşın hem Azerbaycan hem de Türkiye bayrağı ile karşılık verdi. Daha da gözler önüne serdi esasında.

Guliyev bunların içinde en iyi örneklerden. Ancak atletizmi farklı yollara başvurarak zirveye, başarıya çıkmaya çalışan sporcu örneği çokça mevcut. Çoğu da yasa dışı olmayan bir yolla ülke değiştirerek kendilerine yeni bir hedef yaratma peşindeler. Buna şüphesiz, Zharnel Hughes Karayiplerden İngiltere vatandaşlığına geçerek cevapladı.

Devşirme tartışmaları artık bir yana koymamız gerekiyor. Asıl başarı o noktaya kadar gelip, şampiyon ve madalyalı almakta.

10 Ağustos 2017 Perşembe

Sadece Bir Gol...

Tarih değil buradakini mühim kılan… Lakin vermesek de yarım kalır izahı. 1994 Amerika’da yapılan Dünya Kupasını çoğu noktanın buluşma arenası oldu. Zira, futbolun pek de “sevilmediği” düşünülen Amerika’da oynanıyor olması en başından eleştirinin hedefine oturacaktı.
Ancak kimsenin hayal edemediği 3 milyon 587 bin 538 kişiyi açıkçası kimse tahmin edemezdi. İşin daha da çarpıcı yanı bu sonu gelmeyen rakam tüm kupa tarihinin en fazla seyircili şampiyonasıydı.

Sanırım bu kadarını kimse beklemiyordu. Bir diğer sansasyonel haberin alameti farikası da Maradona'ydı. Şu efsanevi ve yıldızlar kategorisinde sığdıramadığımız Arjantinli Maradona’nın dopingli çıkması rekorlu seyircinin önüne geçmesini engelleyemedi.

Esasında keşke bunlarla sınırlı kalsaydı diyeceğimiz çok daha vahim bir olayla karşı karşıya kalacaktık ne yazık ki.


Futbol bu, goller atılır, bazen kurtarılır bazen dostluk fotoğrafını 24+1’e sığdırmaya özen gösteririz. Bazense ölüm bu kadar basitçesine gün yüzüne çıkar. Ne var ki futbolu spor kategorisinin baş kahramanı yapsak da politikayla kan bağı oluvermiştir.
Kolombiyalı futbolcu, Andres Escobar’ın takımı ABD’ye 2-1 yenildiğinde akla hayale sığmayacak cinayet ile son bulacaktı. 

Kendi kalesine gol atan Escobar, sadece turnuvadan da elenmesiyle bitmeyecekti. Fakat bu kadar klasik ve olağancasına yazılıp sonlanmadı. Kolombiya mafyasının bu maç için fazlasıyla yüksek meblağlar da bahis oynaması sonucunda gelişecekti, her şey!
Kendi kalesine atılan golü sindirememeleri bir yana “tonla” kaybedilen para futbolun, insanlığın o gece için sonunu getirecekti.

Escobar, şampiyonadan döndükten hemen sonra Kolombiya’da silahlı saldırı sonucu yaşamını yitirdi. Şimdi, kaçımız bu olayı anımsayacak, herhangi trajik hikayeden biri deyip geçilecek.
Aslında spor, uyuşturucu, kaçakçılık; yani özetle suç dünyasının başlarından sayılacaktı... Escobar yine kendi ülkesinin kurbanı oldu. Tıpkı; Pablo Escobar gibi…Ülkesini etkileyen iki kişinin de benzer ölümlerle veda etmesi düşündürücü.

Daha enteresanı da sadece bir gol ve yitip giden koca bir hayal. Bu olayı çok daha derinden etkilenenler de yok değil! Jeff ve Micheal Zimbalist kardeşlerin ödüllü belgeseli, tam da şöyle girizgahla karşılıyor. “ Pablo Escobar ölmese, Andres Escobar da ölmeyecekti…”

3 Ağustos 2017 Perşembe

Kazanan Yok Aslında Kaybeden de!

Yolda olmak, vesselam tarifsiz… Zira, bu günlük yaşantınızdan daha ileriye taşımak yaşamınıza elbette ki yön verebilir.
Yol, bisikletin en prestijli yarışlarından. Bu işin içinde yok yok! Her şeyden önce selenin üzerinde dünyanın neresinde olursanız olun, bir bisikletliye rastlamak mümkün. Birileri işe gidiyor veya spora dahil olmanın tarifini bisikletiyle çiziyor olabilir. Ya da başkaları gibi velespitin üzerinde şiirler de yazıyor olabilirsiniz.


Bir Britanyalı Fransa Bisiklet Turu’nu kazandığında yer yerinden oynamamalıydı. Ama oldu. 50 yıl sonra ilk kez… Sadece bu mu? Yanılmak için pek çok rivayete sahibiz aslında. Bradley Wiggins 2012 yılında Paris-Nice etabını kazandığı çoğu spor medyasının birkaç saat sonraki haber başlıkları belirir gibiydi. Olimpiyat madalyalarını sığdıramadığı evini de unutmadan tabi…


Bu yazılanlar eminim ki hayatımızı değiştirmeyecek ancak virgül koymamız gerektiğini hatırlatacak. Türkiye koşullarını düşününce tüm bisiklet sporlarının hepsine açıkken neden hala bir isim parlatamadık soruları günbegün artıyor. Torkuspor’dan Ahmet Örken Uluslararası Bisiklet Federasyonunun (UCI) takviminde bulunan Tour of Qinghai’deki lider koltuğunda sesimize kulak verecekti.


Peki, biz neden spor medyasında birkaç saat sonra futboldaki transfer haberleri dışında bir şey göremedik… Burada üç noktaya bırakıyorum. Malumunuz devamını çok iyi biliyoruz. Ne yazık ki! Bir başka Büyük Britanyalı Chris Froome üst üste kazandığı büyük turlar ve karakteri ile popüler çoğu bisikletçiyi birinci viteste bıraktırıyor. Yani, biz bu ismi daha çok duyacağız mesajını kürsüye çıksın çıkmasın hatırlatıyor.


Warren Barguil ya da başka bir Fransız Romain Bardet ve son yıllarda Güney Amerikalı isimleri yaz yaz bitmek bilmeyen isimler bizleri çok alıştırdılar.
Zira, bu sporun kazananı yok aslında kaybedeni de! Her gelen bir sonrakine tadını çıkarması için imkan yaratıyor. Sadece bu anlatmak istedikleri.


Bazen teknolojiye de ihtiyaç duymak adrenalin dozu için aranılan tat. O zaman da nadide parçamız foto-finiş ile soluğu alıyoruz. Fizan’a kadar ulaşan bisiklet ve yol birlikteliği herkes için farklı anlamlar barındırsa da, bir kez izledin mi “epik”kelimesini kullanmaktan kaçınmayacaksınız.

20 Temmuz 2017 Perşembe

Sekiz, Evet!

Düşümü gerçekleştirmekten korkuyorum, çünkü o zaman yaşamak için bir sebebim olmayacak.”
-Paulo Coelho, Simyacı kitabından.

İnsanoğlu geçmişe daha romantik gözle baksalar da belki de 10-15 yıllık hayli geniş zamana yayılmış periyotta tenise bu denli hükmeden başka bir oyuncu hatırlamıyoruz. Başka isimlerle kendinizi allak bullak etmeyin.
Açık ara Federer kulaklarda çınlıyor. Sürekli harikulade performans sergileyen, kazandığı her “ace” sayısının hiçbir şekilde bozulmayan hareketleri ile kutlarken daima kazanan Roger Federer gibisine rastlamak mümkün değil!

Şimdi Djokovic ile Nadal’ı hakkını da sezara verin deseniz de geçmişten günümüze sil baştan yaptığınız da 19 Grand Slam ve en son kazanılan Wimbledon zaferinin toplamı “8’i” buluyor. Dile kolay! Ekselanslarını daha kusursuz yapan en önemli hareket “davranışları.” İnsanı her daim kalıcı kılan da…
Mükemmeliyetçiliği , daha epik olmayı ve talepkar olmak şiar ediniyor.


Sadece altı ay öncesine kadar, kortlara sakin bir giriş yapan FedEx, kimseyi inandıramamıştı. Ancak siz daha durun! Federer’in içinde yanan bu ateş onun daha önce verdiği Grand Slam, Masters’ların mücadele iksiriydi. Bu ateştendir ki en yüksek irtifalardan yere çakıldıktan sonra dahi kendini bırakmadı ve raketinin peşinden koşmaya devam etti . Ve bundan sonrası; onun mirası, karakteri müzesine envanter kaydı yapılmış kupalardan, şampiyonluklardan ve kesinlikle rekorlardan çok daha fazlası olacağı aşikar.


Pek tabi ki bir şeye tutkuyla bağlı olmanın anlamı gibi. Ya da üzülmenin, sevinmenin boyutlarını tartarak tepki vermesi. Bu yılın başında olduğu gibi, herkes Federer’ten bir beklenti içinde olmazken, kendine inanması mesela. Hayaller kurmaya devam etmek,inandığın yoldan kopmamak… en başta yazdığım gibi, Paulo Coelho’nun üstüne basa basa kaleme aldığı yazının adeta aksini yaşar gibi sanatını icra ediyor.

Wimbledon, bu yıl Avustralya Açığa benzer bir finalin senaryosunu yazarken, şaşırmaya açık olmanız gerektiğini belirtmemişti. Ve, evet “sekiz”oldu. Medya kuruluşları “Roger Federer” harflerine sekizi kondurmaktan alıkoymazken, Amerika Açığı iple çeker olduk.

Konfüçyüs’ün dediği gibi; “Sevdiğiniz işi yapın ve hayatınızın tek bir günü bile çalışmış olmazsınız.” 

18 Temmuz 2017 Salı

Herhangi Biri Değil; Mrs. Kath Cassidy

“Kim demokrasi dese, sırtımızda taşırdık. Onları taşımakla sabrımızı sabrımızı taşırdık. Ne aklımız vardı ki, olanı da şaşırdık… Ne sağcıyız ne solcu… Futbolcuyuz, futbolcu!” Aziz Nesin , Sporcu Milletiz Vesselam kitabında yeşil sahalardan epey uzakta, mürekkebi hiç kurumamış hissiyle karşılıyor olacak.
Futbol, damarlarımıza kadar öyle ince işlenmiş ki, az ötedeki güzellikleri görmekten yoksun olmuşuz.

En göz önündeki top toplayıcının sahadan gelen topla yapacağı top sektirmesinden sonra hiçbir şey olmamış gibi kenarda topları beklemesi gibi mesela… Ya da malzemecinin en az teknik direktörler gibi tırnaklarını yemesi mi? Belki de nizami şekilde topladığı havluların, takımı 1-0 öne geçmesiyle heyecanla konfeti şeklinde dağılması konumuzdan epey uzak. Ancak bağlantılı. Konumuz tamamıyla futbolla ilgili, bir o kadar “aile” olmakla…

Newcastle United’ın büyük emektarı asıl mevzu. O takımın her daim uzaktaki oyuncusu. Nam-ı diğer “Tea Lady” Kath Cassidy’den bir başkası olamazdı. 1963 yılından bu yana o meşhur İngiliz çayının bergamot kokusunu St. James Park’ta yayılmasını sağlayan gizemli bir kadın aynı zamanda.

Sevgili Cassidy 88 yaşında emekli olduğunda taraftar ve takımdaki her bir kişi gözyaşlarına engel olmayacaktı.


Ada'nın futbola günahkarca kucak açtığı günlerde, iyi olan mevzu bahis yok denecek kadar azdı. Newcastle’ın başına gelecek en iyi şeylerden biriydi, Mrs. Cassidy. Bir spora, futbola “kadınların güçsüz ve anlamaz gösteriyorsun diye sormanın nasıl mantığı olmadığını kanıtlıyor, Newcastle takımı.
Her şeyi görmek istediğimiz gibi görme işini futbola şarj etmek de büyük haksızlık olduğunu gözler önüne seriyor.

Kath Cassidy yaklaşık yarım yüzyıldır kulübe sadık bir şekilde desteğini esirgemeden gösterdi. Onu tanıyan, hatta takımdaki tüm oyuncular onu “harika bir kadın” olarak nitelendiriyor. Ne yazık ki ölüm haberi sarstı. Mart 2017’de 90 yaşında Newcastle United’ın efsanevi “Tea Lady’si” olarak ayrıldı. Hiçbir zaman herhangi biri olarak görülmedi. Takımın on numarası ya da teknik adamı ile aynı statüdeydi.

Kath Ada’da doğdu, Newcastle’lı oldu. Her defasında sahaya çıkmışcasına ışıl ışıl olur, gözleri dolardı. Keza, sevinçten. O adeta sahne alır gibi yeşil sahalardaydı. Ona olan minnet borcunu Newcastle takımı her zaman yaşatmaya devam edecek… Cassidy sıradan çay üreten bir kadından çok ötede. Teşekkürler Kath, teşekkürler Newcastle…

13 Temmuz 2017 Perşembe

Ben Demiyorum! Modern Futbol Bunları Dedirten!

Futbol sezonu neredeyse kapanmasıyla açılış yapması bir oluyor. O kadar yakın olmak istiyor ki aslında taraftarında arzuladığı esas konu buyken, her geçen gün futbol sezonu daha hızlı başlamak için kanımıza girmeyi başarıyor.
Avrupa kupalarında ön elemeler oynanmaya başladı bile. Normalde isimlerini dahi duymadığımız, pek de izlenmeyen liglerin takımları bu sayede göz önüne gelmiş oluyor.

Şampiyonlar Ligi’ne gitmek mesela, prestij meselesine dönmüşken, kulüpler kasaların dolmasının planlarını çiziyor. Ekonomi sürekli politik çıkarlar için kullanılmış, farkında olmadan sporla iç içe geçmiş bir bilim kıvamında. Modern futbolun oluşturduğu havuz da ekonominin ve bununla dolaylı bağlantılı olan politik çıkarların radarında.

Aslında bizler modern futbola giriş derken, bilerek ve isteyerek modern futbolu endüstrinin kurbanı mı yaptık! En bilindik örnekle başlamaya ne dersiniz?

Dünya futbolun beşiği İngiltere; aslında futbol endüstrisinin fişine çeken ülke bile desek karşı duran olmaz.
Arap ve Rus milyarderlerin yatırımlarıyla ivme kazandı. Son yıllarda Hintlileri de unutmasak iyi olacak. Yani Büyük Krallık yeşil sahaların en tatminkar futboluyken, aynı zamanda bir ekonomi havarisiydi. En son Everton takımının %49,9’luk hissesini satın alan İranlı Farhad Mashiri, Premier Lig’deki yabancı hissedarların sayısını arttıran kesimden oldu.


Mashiri esasında Everton ile bağı yok. Arsenal’in %14,65’lik hisselerinde de parmağı var. Yani, Mashiri sadece takımlara değil kendisine de doğru yatırım yapmış tanıdık simalardan. İngiltere pasaportu da bulunan ve yaklaşık 1,5 milyar dolarlık serveti bir kenara koyulmalı.
King Power takımı da bir önceki yıllar düşünüldüğünde oldukça yakın bir şirket olarak gelmesi mümkün. Leicester City’nin şampiyonluğunun ve finansmanı tam da Taylandlı King Power şirketi.

Son yıllarda Çinliler hem futbollarına hem de dışarıya yatırım yapmaktan çekinmeyen hissedarlardan. Manchester City’nin ayağa kalkmasını sağlayan sadece %13 payıyla Arapların yoluna set çektiler. Arap milyarder Şeyh Mahour yeniden yapılanmanın fişini çeken isim olacaktı. Vincent Kompany, Agüero, DeBruyne gibi isimleri takıma kazandırırken, en zengin kulüpleri arasına alacaktı. Ve kuşkusuz ilk akla gelen Chelsea…

Adeta şampiyonluklara ve lige ambargosuyla ses getirecekti. Rus Milyarder Roman Abramovic futbol dünyasının en zengin iş adamı olarak tanınmaktan onare duyuyor. Küçücük bir çocuğu hayali ya da ayağı alınan ilk top, etrafımızdaki büyülenmiş izleyiciler hepsi bir kenara…! İstatistikler, borsadaki hisse değerleri, reklamlar, forma satışları marka değeri artık bunları konuşmanın zamanı. Ben demiyorum! Modern futbol bunları dedirten!

7 Temmuz 2017 Cuma

En İnatçı; Adam Hansen

Ayakkabılarını giyerken epey zorlandı, biraz çekecek yardımı ile oldu bile. Ve istemeye istemeye işe koyulmuştu. Zira, istemediğimiz bir gerçekti. Sevmediğimiz bir işle bütün kıvama gelmek. Bu giriş cümlesinden emin olun ki fazlasıyla insan tanıyoruz. Kabul!
 Hatta, belki okurken, kabullenemediğimiz kendimizi görmüşüzdür. Pekala o zaman, kendi hayatınızı kim kurtarır? Anneniz? Babanız? Sevgiliniz? Bu yazı da; D) hiçbiri şıkkını işaretliyorum. 

Bir de hayatımızda bu iki işi bir arada götürebilenler vardır. Ve çoğunlukla gıpta edilir. Avustralyalı bisikletçi Adam Hansen, bunun için biçilmiş kaftan. Velhasıl, nevi şahsına münhasır olmaları bir yana yazılım mühendisliğine devam ederken, hobi olarak ürettiği bisiklet ayakkabılarını giyerek pedala basmak Hansen için “onur” işidir. 
Peki, bugüne kadar görmediğimiz ne vardı Adam Hansen’da? Kağıt üstünde hiçbir şey görünmesi sinir bozucu. Sadece bunlar yetmeyecekti. Adam, hemen hemen daha önce kimsenin yapmadığı şeyleri yapacaktı. 


Altı İtalya ve İspanya Turu, beş Fransa Turunu ard arda tamamlayabilen ender bisikletçilerden. Pekala bunları tüm pedalcılar yapıyor görünse de, buradaki maharet yarışları sonuna kadar bitirebilmek. İstatistiği kağıda döktüğümüz de 17 büyük turda yarışmış ve hepsini sonuna kadar bitirmiş bir isim var cümlenin sonunda.
Sonuçlar her zaman istediği gibi gitmedi. Çoğunlukla gitmedi. Ancak yılmayan pedal olarak kulaktan kulağa yayıldı. Zira Hansen, bilinenin dışında takım arkadaşına destek olmaktan çok bireysel alanda ilerlemeyi farz kılmış vaziyette.

Adam Hansen’in takımdakiler onun için rüzgara set çekenler olup, minimum düzeydeki rüzgarı arkasına alıp takım olmayı seçtiler. Evet, bezen onları su yetiştirmeye uzanan el, bazense tekerlek değişim sürecinde yol olduğunu görebilirsiniz.
 Sonuçta en inatçı bisikletçilerden. Adam Hansen söz konusu! Engin tecrübeleri ve ekibin lideri statüsünü olduğunu da her seferinde hatırlatıyor. Bir de Avrupa dışında, bisikletçi pek de çıkmıyor diyenlere yeni tartışma konusu.
Avustralyalıyı kaçış gruplarından sıyrıldıkça tartışma konusunun tezini çürütüyor. Şu sıralar kendi tasarladığı ayakkabılarıyla bisikletine ve aynı zamanda takımı Lotto Soudal’a hayat verme görevinde.

Bernardo Ruiz’in üst üste 12 büyük tura katılıp bitirme rekorunu, kendisini de egale edip, 16 ile geçecekti. 2015 Vuelta a Espana bunlara tanıklık ederken, onu en inatçı haliyle yeni rekora; şu sıralar hiç de ihtiyacı olmayan veya kaçış grubunda bir sonraki tura göz kırparak bulmak mümkün olacak!

30 Haziran 2017 Cuma

Vazgeçilmeyen Eldiven

Oynanan futbol, yıla adaylığını koyacak onbirler veya sessiz kalan kaleciler futboldan çok gelip giden futbolcular hep konuşulmaya mahkum bırakıldı.
En büyük yıldızların beklentileri karşılayamadığı, kazanılan hep bir puanın şampiyonluk yarışında tarifsiz olduğu, maçların hakemi aldatmak için tiyatrolanan hareketlerin gölgesinde kaldığı sezondan her daim dert yanmışızdır. Ne var ki bunların aksine, futbolun ve sessizliğin alamet-i farikası olan kalecilerin nedendir bilinmez o on birin içine alamayız.

Onların  tek görevi kaleyi korumaktır! Sanılanın aksine çok daha fazla fedakarlık ve zeka oyunu onların ki. Bundan tam 44 yıl önce Napoli'de oynanan İtalya-Türkiye maçında herkes gözlerini kalecilere dikmişlerdi. Kalesinde büyüyen, harikalar yaratan ve tüm gazetelerin göklerde gezdirdiği kaleciler.
Türkiye'nin kalesinde Sabri Dino, İtalya tarafında Dino Zoff ismi vardı. Bu iki kaleci arasında o kadar çok benzerlik vardı ki şaşırtıcı düzeydeydi. 



Doğum tarihleri 1942 yılını göstermesi tek başına yeterli olmayacaktı. Ayakkabı numaralarından boylarına ikisinin de kaleci olması bir yana, formalarını giydikleri takımlarının dahi siyah beyaz oluşu fazlasıyla ortak noktalarıydı. 
Bir yandan Juvenstus'un olmazsa olmaz oyuncusu Dino Zoff, öbür yandan Beşiktaş'ın vazgeçilmeyen eldiveniydi. Tarihler 13 Ocak 1973 yılını gösterdiğinde Napoli'de yanıyordu. Maç bittiğinde kazanan yoktu belki ama Avrupa bu iki kaleciden asla vazgeçmeyecekti. 

Dino Zoff, spor kariyerini sonlandırsa da, İtalya futbolu peşini bırakmayacaktı. Öncesinde peşi sıra izleyen İtalyan takımların, sonrasında İtalya Milli takımın teknik direktörlüğünü üstlenecekti. 
Aslında Zoff, hep futbolla yoğrulurken, Sabri Dino'nun yolu başka yöndeydi. Dino, tamamıyla futboldan bağımsız, tekstil sektörüne atılmış ancak işler ve ekonomi pek de iyiye gitmeyince iflas bayrağını çekmek zorunda kalmış. 
Keşke böyle kalsaydı... Çünkü tüm bunlar ağır gelince yaşamına son vermeyi çözüm olarak seçmiş Sabri Dino.

Sabah erkenden kalkmış, aracına binmiş ve aracını Boğaz köprüsünde el frenini çekmişti. Ve...
Size bir soru! Kale arkasında hiç maç izlediniz mi? İzleyenler iyi bilir; ceza sahasında çokça futbolcu vardır. Kaleyi gören futbolcu da şutunu çeker. 
Aslında o hengamede topu seçmek ne mümkün! Lakin sahada bir kişi "o" topu takip eder. Gole yaklaşan anda, bir el uzanır ve top ceza alanından uzaklaşır. Bu kurtarış, özetliyordur kalecinin mühimini.