30 Ağustos 2016 Salı

Azeri Hakemden "Wembley Golü"

"Futbol istatistikleri mini eteğe benzer. Birçok şeyi gösterir ancak asıl merak edileni göstermez..." demişti ünlü bir İskoç teknik adamı. Evet, aklınıza hemen Sir Alex Ferguson geliyor. Bu sözlerde ta kendisine ait.
Doğrudur, çünkü maç esnasında detayı göremezsiniz. O an saniyelik anlar aklınızda bir kare olarak kalır ve biter. İşimize geldiği gibi algılamak isteriz.

Kader makinesinin çarkları bazen farklı şekilde işleyebiliyor. Aslında futbolda bu tip konuşmalar sıradan gibi görünse de mutfağında işleyiş farklı... Azerbaycan'ın spor ikonu olarak adlandırılan Tofiq, kimilerine göre Tevfik Bahramov'un tarihe geçen kaderi!

Futbol döneminin pek de parlak geçmeyen yine de 1940'lı yılların Sovyet Birliği zamanında yani Spartak Moskova takımında oynamış, kısa süren beraberlik Sovyetlerin bir diğer takımı FC Neftyanik Ufa ile birleştirmiştir. 
Bir türlü istenileni veremeyen Bahramov o dönem ki Sovyet Rejimi onunda hayatına mal olmuştur. Başka bir takıma transfer olmasını engelleyen ve bir de bunların üzerine ayak bileğindeki sakatlık üzerine tuz biber olmuştu.
Bilakis bu dezavantaj silsileleri gibi görünse de avantaja çevirmek için fırsat kollayacaktı.



Sakatlık sahadan uzak tutamadı belki ama ayağına top değmeden "keskin" gözleri sayesinde hakemliğe göz kırpacaktı. Aydınlık çağını futbolculuk hayatında yaşayamadıysa da hakemlik dönemi biçilmiş kaftandı. Dünya platformunda kendini ispatlayan, uluslararası organizasyonlar da görev alan Bahramov'un asıl hikayesine şimdi parantez açabilirsiniz.

1964 yılı itibariyle FIFA'dan özel resmi FIFA kokartlı hakemleri içerisinde yer aldı. Verdiği kararlardan asla tereddütte düşmeyen, ona göre net kararlar veren ve sahaya keyif veren maçların altında imzası olan kişiydi. Tartışmasız katı ve disiplinli duruşuyla o keyifli anlara "dur" da diyebiliyordu. 

Tevfik Bahramov asıl çıkışını 1966 yılındaki o zamanki adıyla Batı Almanya ve İngiltere Dünya Kupası finali ile yapmıştı. Elbette kimilerine göre çıkıştı bu!
Batı Almanya ile normal süresi 2-2 biten maçta İngiltere uzatmalarda gülen taraftı. Aynı zamanda Dünya Kupasında ilklerin gecesiydi. Direkten seken top çizgi üzerinden tekrar oyun alanına geri düşmüştü. Ve Azeri hakem Tevfik Bahramov İngilizlerin lehine golü vermişti. 
Hemen arkasından 119. dakika da golü atan yine Geoff Hurst ile birlikte skoru 4-2 yapmışlardı. 

Ve tarih sadece İngilizleri yazmayacaktı. Hem Alman basını maçın kahramanı "Rus yan hakem" olarak yazacaktı hem de Azeriler "Wembley Golü" olarak tarihe not düşeceklerdi. Futbol tarihinin belki de en ünlü yan hakemi unvanı halen daha ona ait adına heykeller dikilen, stadyuma ismi verilen biriydi o. Aynı zamanda "Wembley Golü" adı altında da methiyeler yazılan isimdi.

26 Ağustos 2016 Cuma

Başkaldırı!

İskandinav insanları için derler ki; pek fazla konuşmazlar, mimik ifadeleri neredeyse yoktur, yani kısacası soğukturlar. Kime göre, neye göre?
Severiz insanları, toplumları tanımadan ön yargıyı hazıra sunmayı. Bu davranış biçimleri popüler kültürdeki yansımalardan sadece birkaçı. Ama onlar popüler kültürü ne kadar umursuyor? Son derece açık bir konu.

Bisikletin anayurdu olarak varsayılan kuzey ülkeleri kendi başlarına bırakılmışlığın tadını çıkarıyor. Hoş görülmeyen bisiklet kullanımını hayatlarının odak noktalarına koydular. Avrupa'nın görmezden geldiği bisiklet onlar için sıradan bir iki tekerden çok öteydi.
Kanunları; kişileri de bisikleti de çok iyi tanırlar. Bir bisikletli gideceği yola kadar, arabayı, trafiği dert etmeden basar pedala.

Bilhassa İskandinavlar, kornaya basan şoförleri, küfür eden sürücüleri, karşıya geçen yayaları yokmuşcasına  üstüne süren araçları görmek imkansız. İmkansız kelimesinin vücut bulmuş hali İskandinavlar gün geçmiyor ki yeni bir hayret verici yüz ifadesi ile bizi bırakmasınlar.



Ona deli veya çıldırmış demek için fazlaca sebepler sayılabilir. Eirik Ulltang Norveçli bisikletçi bugüne kadar hep bisiklet adına başkaldırı olarak nitelendirildi. Haksız da sayılmazlar. Aynı zamanda Norveç Milli takımında da bisikletin ilahı, sınır tanımayan bisikletçisi...
Geçen günlerde bir kez daha herkesi sürklase etti. Norveç'in kuzey doğusundaki adalardan oluşan Lotofen'de 400 metre yükseklikteki iki kaya oluşumu arasındaki atlayışı ile adeta nefesleri kesti. Gerçekten de!

İlk önce arkadaşlarının çektiği video sayesinde Lotofen kasabasında çığ etkisi yaratırken kısa sürede, dakikalar sonra... Norveç medyasına yayılmıştı. Eirik Ulltang sırtladığı bisikletiyle -can yoldaşıyla- tepenin zirvesine ulaşmıştı.
Yapması gereken bir iş daha vardı. "Konsantrasyon". Sakin duran bedeninin yanına, heyecanlı atan kalbi eşlik ediyordu. Tepe de tam 1 saat boyunca mental olarak hazırlık yapan Ulltang arka tekerlek üzerine kalkarak karşı tepeye atlayışını gerçekleştirdi.

Tam burada tuttuğumuz nefesleri rahatça bırakabilirdik. Ve her şey sadece bir saniye içinde bitmişti. Eirik Ulltang bu atlayışı epey süredir hayal ettiği manzaraydı. Her anlamda...
Ve dünyanın bisiklete olan bakışını başkaldırı ile sürdüreceğini yüreklilik ile gösterdi. 
"Güç ölçülebilir, hızı saniyelerle... peki ya cesaret?"

23 Ağustos 2016 Salı

Alışa Gelmedik!

İstanbul'da klasik yaz günlerinden biri kesinlikle deği! Sabah evden çıkarken esen şiddetli poyraz ve tabi ona eşlik eden gri bulutlar...
Tahmin edebileceğiniz gibi bir saat sonra yağmur tüm şehri esir alacaktı. Okuyacağınız bu yazıda tam olarak böyle kişileri anlatmaktadır. Nasıl mı? Rio Olimpiyatları pek de beklenildiği gibi gitmiyordu. Bazı favoriler aldıkları altınlarla beklentileri karşılıyor, bazıları ise sürprizlere açık kapı bırakmamız gerektiğini hatırlatıyor. 

İsmini duymaya hiç alışık olmadığımız Monica Puig ismini dillendirmeye başlanmış, öbür taraftan yıldız olarak gösterilen çoğu isimler (Wozniacki, Williams...vb. ) elenerek durumun aidiyetini anlayamamıştı. 
Puig'i soğukkanlı duruşuyla anlamak da güçtü doğrusu. Ancak gizliden rakiplerini darmadağın eden bir yapısını da yok sayamayız. 
Aslında 2016 sezonunun başında Sydney'de müthiş bir başlangıç yapmıştı. Elemelerden gelip birer domino taşı gibi yıkmaya başlamıştı. 



Avustralya Açığın güçlü isimlerinden ev sahibi Stosur'u yenerek girizgahını yapsa da yarı finale ulaşamadı. Yine de Porto Riko adına mesafeleri kısalttı. Rio Olimpiyat Oyunlarında tek kadınlarda da Muguruza'ya tıpkı Sydney'deki gibi aynı tarifeyi uygulayarak yenmeye başlamıştı. 
Patladı patlayacak derken Kerber ile finalde karşılaşan Puig 6-4, 4-6 ve 6-1'lik çekişmeli mücadele sonunda Rio Olimpiyatlarında altın madalyayı kazanarak ilkler tarihine geçecekti.

Ülkesi adına ilk madalyayı kazanan Puig, bunu altın ile taçlandırmayı es geçmeyecekti. Artık kadın tenisinde dominant isimlerden söz etmek güç. Her an herkesin yeni bir atakla açılış yaptığı dönemlerde alışa gelmedik isimlere yer açma zamanı.
Altın madalya kazansınlar ya da kazanamasalar da Puig gibi Güney Amerika'nın mücadele ruhunu oluşturdular. İşte bu zincirin ilk halkası...



Bu zincirin onur yürüyüşünde olanlardan biri de Juan Martin del Potro... En verimli diyebileceği yıllarında el bileğindeki sakatlıkla set çekildi. Sakatlığı tam geçmeden, anlık heyecanların semeresini ameliyat masalarında geçirerek aldı. 
Peş peşe yaşadığı sakatlık ve ameliyatlar onu yıldırmadı. Bu zamana kadar ki en büyük başarısı 2009 yılındaki Amerika Açık şampiyonluğu... Üstelik yılların eskitemediği Roger Federer'e karşı!

Rio oyunlarıyla dünya 1 numarası Djokovic'i eleyerek, inanması güç başlangıçla hızlı giriş yaptı. Yarı finalde bir başka kort efsanesi Nadal'ı eledi. Tenis dünyasına fersah fersah manşetlerden söz edilirken, finalde Andy Murray'e boyun eğmek zorunda kaldı.
Juan Martin del Potro zamanında talihsizlikler yaşamasa belki de tenis tarihinde kendisine yer bulabilecek bir yetenek.

Henüz geç değil. Bizler alışa gelmedik tenis severler olarak, 35 yaşına gelmiş Roger Federer için halen daha tarihin en büyük favorilerindense, bu bile; onun büyüklüğünü, tenisin farklılığını açıklamaya yetiyor.

19 Ağustos 2016 Cuma

Bırakın Fileleriniz Havalansın!

Nasıl başladı biliyor musunuz? Açıkçası biraz evvel zamana gitmek gerekir fakat o kadar zamanınızı almayacağım. Socrates dergisinin 2015 Haziran sayısında Uğur Meleke'nin yazısıyla adeta büyülendim. Bir arka sayfaya geçmeye elim varmadı. Çünkü tadı damağımda kalmıştı. 1 kez daha okudum, bir kez daha...

Belki sıradan bir konu içerikliydi, kimilerine göre. Lakin benim için çok özeldi.Ve dergiyi bir kenara bırakarak neden Uğur Bey'e mail atmıyorum ki dedim. 15 dakika içinde dolu dolu bir sayfalık mail yazmıştım. Nasıl olsa geri dönüş olmayacak diyerek fazla da umutlanamadım.
Üzerinde 7-8 saat geçmesine rağmen kısa ve öz bir cevap yazmıştı bana. Evet, hep spor ile iç içe oldum. Profesyonel hayatım yanı sıra oynadım, izledim ve artık elime kalemi almaya başladım. 
Bitti denildiği anda hep yeni bir alternatifle zorladım. Şimdi mi?

200. yazımı sizlere bırakıyorum. Bu sefer biraz benden, kabul! Yazılarım hakkında her zaman başkaları tarafından bir köşede duran "kuşku bulutu" misali yaklaşıyorlardı. Esasında "başkalarını" umursadığım sürece kendin olamazsın mantığıyla yazmaya devam ettim. Israrla! 


Uğur Meleke'nin bana yazdıklarının içinde hep yazmam gerektiğini ve hatta kendine ait bir blog hazırlayarak ana akım medyada yer bulabileceğimi söyledi.
15 ay geçti ve 200 sayı yazarak ilk hedefime bu önerisiyle ortak oldum. Aslında hep futbol, basketbol, bisiklet ve tenis üzerinde yoğunlaştım. Çünkü bu konularda tam olarak hakimdim. Gerçeği söylemek istersem gizli kalmış ilgi alanlarım da var. Her ne kadar mazi de kalsa da Formula 1 bunlardan başı çekiyor.

Brezilyalı efsanevi yarışçı Ayrton Senna; 80'lerin ortasında başlayan Formula 1 kariyeri bu sporu seven, sevmeyen herkesi ekrana kilitliyordu. Senna azimle ve fazla sinir bozucu sakinliğiyle rakiplerinin teker teker alt ediyordu.
Fazlasıyla merhametli, utangaç ve de bir o kadar da koca yürekli ( Ülkesine milyonlarca bağışta bulunan) bu adam 1994 yılında yarış esnasında virajı alamayıp beton duvara çarpan Senna, direksiyondan kopan bir parça kaskını delerek başına saplanması sonucu pistte yaşam savaşı verdi.

Biraz biraz da Formula 1'de seyircilerin kopmasına neden oldu. Öyle sporcular var ki insanı hayata bağlayabiliyor ya da koparabiliyor. 


Bir de neden bu kadar çok futbol tutkunu olduğumu sorgulamadım. Ailem bunun için biçilmiş kaftandı. Bilhassa da babam tam bir "demokrasi" adamıydı. Hiçbir zaman kendi tuttuğu takımı desteklemek için zorlamadı. Keyif almak önemliydi onun için. 
İşte tam bu sırada; 2011 yapımı Will (Babam İçin) filmi 25 Mayıs 2005 tarihinde İstanbul'da oynanacak Liverpool - Milan Şampiyonlar Ligi final maçını izleyebilmek için hayaller kuran küçük bir çocuk olan Will'in babasıyla birlikte İstanbul biletlerini almasıyla başlar hikaye.

Ne var ki yolculuğa kısa bir süre kala babasını yaşamını yitirir. İçindeki Liverpool tutkusuyla, hayallerin peşinden koşmaya başlar. Okuldan kaçar ve Paris'te eski futbolcu Alek'le yolları kesişir. Bir süre sonra fenomen olmaya başlayan Will, dünyanın hemen her yerinden destek görmeye başlar. 

İstanbul'a geldiklerinde asla vazgeçememenin simgesi haline gelir. Elinizden tutan ve destekleyen bir parçanız varsa yolun yarısına gelmişsiniz demektir. 
Gelelim Filesine Kavuşmayan Top'a...
Kimi zaman sporcularla/spor yazarlarıyla röportaj yapma imkanım oldu. Socrates Dergisine yazma fırsatı dahi buldum. Bırakmadım! 

Ve şimdi geçen zamana bakınca daha sıkı tutunuyorum. Hiçbir zaman "sen kızsın ne anlarsın demeyip" yanımda olan babam ve abime, ılımlı yaklaşan anneme de teşekkürlerim az kalır. Uğur Meleke'nin bana son yazdığı cümle ile veda etmek isterim. 
Spor sevginizin hiç bitmemesi dileğiyle...

16 Ağustos 2016 Salı

Pas Shankly, Kurtaran Hope Solo!

Neden her çocuk futbolcu olmak ister? Doğrusu her erkek çocuğunun mühim sınavıdır futbol! Hadi futbol yolunda büyük yolculuğa başladı. Neden her futbolcu forvet pozisyonunda oynamak iççin ter döker. Çünkü futbolun altın kuralı "gol atmaktır" bu kısır döngü içinde döneceğini sanarlar. Kısmen doğruluk payı var. 

Ekranlardaki, tribünleri tıklım tıklım doldurmuş seyirci gol görmek şanındandır. Kimse düşünmez ki şık bir ara pası veya defansın gole giden forvetten topu klas bir hareketle rakipten kapmasını kimse estetik bulmaz. Veyahut kalecinin kurtardığı şutlar... Hayretin bir başka konusu ve tabi ki kadın futbolcular... 
Onlar için bu kadar keskin bir ayırım yok. İlk amaçları fair-play doğrultusunda olmaları. İlginçtir ki, az önce söz ettiklerimizin zıttı bir durum var. 

Hope Solo ismini belki kimilerimiz duymuştur. Amerikalı, milli takım kalecisi. Ancak Solo'yu diğerlerinden ayıran farklı konu başlıkları mevcut. Lisede okurken okul takımının istisnasız forvet oyuncusuydu. Bacakları o kadar süratliydi ki gollerine yetişmek doğal olarak mümkün olmuyordu.



2 yıl aralıksız 109 gol atarak, okul takımının 3 yıl üst üste lig şampiyonluğu ve bir de yanına bonus olarak eyalet şampiyonluğu ekleyerek takımını sırtladı. Tabi bu bir takım oyunuydu!
Ancak düzen değişmeliydi. Sadece onu rahatsız eden bu mevkiye dur diyebilecek tek kişi de kendisinden başka kimse olamazdı. 

Üniversiteye geçince pozisyonu da değişti. Böylece kalesini gole kapayan, en çok kurtarış yapan ve en az gol yiyen kaleci unvanına kısa sürede elde etmeyi başarmıştı. Ve hikayesine böyle başladı Hope Solo. 
Avrupa futbolu gelişen, kalitesi ve itibari ile cezp ediciydi. Futbol değişiyordu. O halde erkek futbolu hegomanyasında kırılmalarda olmalıydı. Oluyordu da... Halen daha bu hakimiyetten vazgeçemeyenlere istinaden, araştırma, bir kaç tutam yenilik ve bunları yaparken çekinmeyen, bu karışımı kişisel beceri şovuyla besleyen Hope Solo buna verilecek en iyi örnek.

Amerika'dan 2004 yılı  itibariyle Göteborg takımına transfer olmasıyla Avrupa kervanına katılanlardan oluverir. Almanların ve İsveçli kadınların "kadın futbolunu" domine eden ülkelerini de unutmadan yoluna devam eder Solo.
Çok vakit eylemeden Fransa'nın Lyon takımında boy gösterir. Bundan 4 yıl sonra ise yolu yine yeniden Amerika çimlerine uzanır. 

Bu arada milli takım filelerini boş bırakmayan Solo, 1054 dakikalık gol yememe serisini Fransızlar karşısında kaybetse de kadın futboluna tarzıyla not düşer. Düşmeye de devam...! Shankly'nin dediği üzere; "futbol basit bir oyundur, karmaşık yapan insanlardır."

12 Ağustos 2016 Cuma

Arka Kapıdan Çıkış; Paul Pogba

Bir dönemin futbola uzun süre ev sahipliği yapmış Fransa, son aylarda Avrupa Şampiyonası ile ataklarına hız verdi lakin sonunu getiremedi. Fransız futbolunun en büyük ismi ile şüphesiz Zinedine Zidane'den başkası olamaz. Zira henüz yeri doldurulabilmiş değil. Bir de çıkmaza girdikleri konu yeni bir yıldız doğuyorsa Zidane olarak lanse edilmekten çekinmiyorlar. 

Belki Zidane için değil ama Patrick Vieria'nın yerini doldurabilecekleri yıldız doğuyor diyebiliriz. Juventus forması ile adından söz ettiren Paul Pogba...
Futbolla lise yıllarında iken Le Havre takımının alt liginde adım atan peşi sıra boyu, üstün fiziğiyle, sağlam top kontrolü ve top cambazlığıyla potansiyelli orta saha oyuncularının arasında gösteriliyor. Şayet haksız da sayılmazlar. Çünkü bir de yaş faktörü devreye giriyor.

Neden Zidane değil de Patrick Vieria'ya benzediğine gelirsek; tekniki yapısı bununla birlikte ara pasları ile orkestrasını yöneten maestro özelliğine sahip.
Paul Pogba'nın bam teline dokunan ise şaşıracağınız bir isimden gelecek! Pogba'yı Fransa'nın milli takımında (alt yaş kategorisinde) ilk keşfeden Sir Alex Ferguson...



70 yaşına bir hayli oyuncu, yetenek ve tecrübe sığdıran Sir! Ada futboluna da çok gecikmeden 17 yaşında iken Manchester United'a kazandırdı. Açıkçası o yıllarda eleştiri oklarının hedefiydi, Ferguson. Uzun sürmeden Le Havre takımıyla davalık oldu.
Bu durumdan nasibini Pogba alacaktı. Manchester United'ın A takımında şans bulamayınca arka kapıdan çıkışı için sebep olacaktı.

Evet, herkes, tüm camia aynı kanıdaydı, Pogba'nın kendini ve yeteneğini geliştirmesi gerekliydi. İtalyanlarda aynı düşünce ile Pogba'yı Juventus'un renklerine bağladı ve yatırımını düşünmeden yapacaktı. Taraftar, kulüp endişeliydi Pogba için, daha yeni yetme bir futbolcunun Pirlo ve Vidal varken ilk 11'de nasıl yer bulabilecekti diye dert yanarken, takımın değişmeyen ismi oldu. 

Genç, girişken ve sürekli geliştiren, potansiyelli orta saha oyuncusu için 40 maç forma şansı buldu. Ferguson keşfetti belki ama tadını çıkaran Conte oldu. 
İki yönünü de kullanan ve gelişime açık olduğunun sinyallerini veren nadir orta saha oyuncularından. Pogba her seferinde bahsi geçen uzun bacaklarıyla top kapmayı rahatça yapabiliyor.
Birbiri ile bağlantılı bu noktaları da birleştirince kolay kolay Juventus'un bırakacağı bir oyuncu olmadığı şüphesiz...
Fakat artık tadını çıkaran ne Conte ne de Juventus olacak! Eski yarım kalan Manchester defterini kapatmaya geliyor. Biz sürprizleri severiz...

9 Ağustos 2016 Salı

Meşaleleri Yakın! Olimpiyatlara Gidiyoruz.

İlk olarak 1936 Yaz Olimpiyatlarında yanan meşale, günümüzde Rio'yu aydınlatmaya devam ediyor. Aslında Olimpiyat ateşinin doğuşu; "silahların bırakılması" mesajını içererek yola koyulmuştur. Tabi bu tartışmaya oldukça açık...
Yunanistan'dan çıkarak oyunların yapılacağı şehre, çeşitli ülkeleri seyahat ederek yakılma fikri ile hemfikirlerdi. Not düşmekte yarar var, bu fikri ilk ortaya atan Carl Diem'den başkası değildi.

Dünya'nın en geniş spor faaliyeti olarak kabul gören Olimpiyatlar, 5 farklı kıtadan katılan sporcuları temsil etmekte. Bu noktalarda da Olimpiyat halkalarının hikayesi yazıldı. Mavi halkanın kaçınılmaz Avrupa'yı, sarı halkanın Asya'nın etnik yapısını, siyah halka ise Afrika'nın el değmemiş toprağını, yeşil halka, Avustralya'nın yalnızlığını ve su götürmez bir gerçek ki kırmızının Amerika'nın hegomanyasından gelir.



Antik Yunan'a kadar giden kökler, günümüze kadar evrilerek son haliyle 400 metreye koştu. Sporcu rekoruna, dünya rekorlarına bazen doping skandallarına ama ne olursa olsun mücadele için koştu tüm sporcular.
Antik Yunan'a tekrar geri dönecek olursak Olimpiyat sayesinde spor eğitim düzenine dahil oluşunu ve yıllanarak güçlenmesini izler bulduk. Bazıları buna seyirci kalmayı redderek, yarışmayı tercih etti. Böylece adı dilimize pelesenk olmuş oyuncuları dillendirmeye başladık. Bazısı unutulmaya yüz tuttu, aralarından sıyrılıp efsane olanları ayrı kefeye konuldu. Aslında konu başlığı spor adına sığınılsa da altında politik, ekonomik ve sosyal olayların bir bütün içinde saklanmış halinden gelir. 

Bu kadar güllük gülistanlık değil elbet, tarih boyunca sıradışı olaylara sahne olmuştur, spor organizasyonları. En ilginç olanı; 1908 yılında Londra'da yapılmasına karar verilen olimpiyatlar, kraliyet ailesinin izleyebilmesi adına maraton Windsor şatosunun önünden başlanmasına karar verilir. 
Final ipini ilk göğüsleyen sadece 1. değildir. Aynı zamanda 42195 metre koşulmasıyla olmuştur. Tarihe 42195 metre koşusu böyle yazılmıştır.



Bir başka efsane için 1912 Stockholm'e backpack yapıyoruz. Güreş maçının finali; tam 9 saat geçmiştir fakat bir türlü 1. belirlenememiştir. En sonunda hakem heyeti iki güreşçiyi de 2. olarak gümüş madalya sahibi yapmayı uygun görmüştür. 
Ben her okuduğumda beni şaşırtan olay ise 1932 Amerika, Los Angeles'ta gerçekleşti. Bir hayli enteresan...
Polonyalı Atlet Stanislawa Walasiewiczawna, 3 aylıkken ABD'ye taşınan ailesinden çok kendine düşen payı fazlasıyla alır. Lakin 21 yaşına geldiğinde hiçbir şekilde ABD vatandaşlığına geçmesine izin vermezler. 

Stella Walsh (ABD'deki ismi) 1932'de 100 metre altın için 12 saniyenin altına inerek (11.9 sn) dünya rekoru kırar. Buraya kadar gayet normal başarılar... Altın madalya ve dünya rekoru hariç. Ancak 48 sene sonra bir soygunda can verirken, otopsi sonucuyla erkek oluğu anlaşılır...

Ben üç nokta koydum fakat, Olimpiyat sloganı ile sonlandıracağım. "Daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü" ya da " En önemlisi kazanmak değil, katılmaktır." Adını siz koyun!

5 Ağustos 2016 Cuma

Issız ve Sıradışı...

Tribünler boş, bomboş... Atmosferde klasik bir tenis kortundan epey farklı... Fazlaca epik spor bu. Üstelik kortlarda dünyanın ilk 10 sıralamasındaki tenisçilerden bahsetmeyeceğim bile. Biraz fazla ıssız... Aslında kendine münhasır hali de buradan gelmekte. İskoçya ve hatta İskoçya'nın biraz kuzeyi. Belki tenis yapmak için elverişli bir hava yokmuş gibi algılansa da bu sefer bu durum çok farklı!

Kuzey İskoçya'da Harris Adasın'da bulunan bir tesis. Dünya'nın en ıssız, sakin tenis kortu olarak yer bulmaya başlandı. Ya da henüz onu tahtından indirecek başka kort veya kortlar olmadığı sürece. Hem dağ hem de körfez manzarası ile karşı karşıya. İşin içinde farklı gizemin olmasında buradan gelir. Yarı toprak yarı çim profilindeki kortta tek bir seyirci olmadan oynamak söz konusu. 



İskoçya'daki Bunabhainneadar tenis kortu sadece 9 kişiden ibaret. O derece ıssız. Tabi ayrı bir konu başlığı, tartışma konusu... ne denli zevkli bir tenis maçı olur tartışılır. 
Kabul edelim ki müthiş bir manzara var. O zaman tenise başka bir perspektifle bakabiliriz. Daha çok Bask bölgesinde oynanan tenis, daha doğrusu raket sporu Basq ve Pelota olarak da bilinen tenisin yeni konuğu aynı zamanda.

Özellikle İspanya ve Fransa coğrafyasında çıkıp spor dünyasına en süratli sporu olarak tanışıyoruz. esasında yeni bir spor olarak algılansa da soy ağacı 13. yüzyıla kadar başka adlarla yer bularak kortlarda yerini almış. Bunu teniste biraz farklı kılan ise bileklere sarılı rakete benzeyen tahtalarla, topu duvara vurmaya çalışmaktan geçer.



Bu oyunu süratli yapan ise; tenis raketlerindeki özel tasarlanmış tellerden geçmekte, teller tenis raketine göre daha gevşektir. Bu yazılanlar daha çok Rene Lacoste gibi tenis ustalarının dönemini de hatırlatır.
Daha az kural ve tahta raketlerle oynanan bir spor türü. Şimdi günümüz tenise dönmeden önce biraz geçmişin farklı bölgelerine veya çok uzaklaşmadan farklı kıtalara gidilmeli.

2 Ağustos 2016 Salı

"Bela" Geliyorum Demez... "Benfica"

Gigi Datome'nin harikulade bir sözü var. Bir nevi "motto" niteliğinde sayılabilecek türden. "Bazen kazanırsın, bazen kaybedersin... Her zaman zirveye aday olmak en önemlisi." Kesinlikle doğru. Kelimesi kelimesine... Özellikle futbol dünyasında ikinci olmanın başarısızlık olarak damga vurduğu acımasız spor dünyasında başa çıkabilmeyi öğrenmiş sporcular gerekli.

Rekabetin bu denli çekişmeli olduğu futbolda Portekiz devi iki takım rekabet kelimesine yeni algı ile yaklaştılar. Futbol devleri Benfica ve Sporting Lizbon...
Daha çok halkın sesi olmayı başarmış Benfica bir grup öğrenci tarafından meşakkatli yollarla kurulmuş, en büyük rakibi Sporting Lizbon ise maddi açıdan refah seviyede temellerini atmış iki rakip. 


Lizbon, Benfica'nın iyi oyuncularını transfer edebilmek için sporculara, maçlardan sonra sıcak duş vaadiyle transfer yolunu aralamıştı. Parayı veren düdüğü çalar misali... Bir nevi savaş ilan etmişti Lizbon'da karşılıksız kalmayacaktı. 
Bunun bir kazananı da olmayacaktı. Benfica çok daha büyük bir adım attı. Aslında en büyük eksikliklerinin teknik direktörden kaynaklandığını düşünerek arayışları başlattılar. Macaristan ve Amerika'da oynadığı başarılı futbolculuk kariyerinin sonunda kariyerine teknik adam olarak devam etmeye karar verir. Kim mi? Malumunuz Bela Guttmann! 

Porto, Milan ve Benfica gibi takımların başında hocalık yapmaya başlar. İşte kırılma noktamız Benfica'dan ibaret. 1959'da Benfica'nın başına getirilen Bela Guttman ilk buluşma noktaları olacaktı. Bir Benfica efsanesi... İyi olarak söz etmekten ziyade, kehaneti ile anılır, Bela; 1961 ve 1962 yıllarında takımı 2 kez üst üste şampiyon yapar (Şampiyon Kulüpler Kupası) ve kendince bir takım istekleri artar. 


Aslında tüm istekleri gayet yerindedir. Sözleşmeyi uzatmak ister keza aynı zamanda maaşına zam da! Hiç tereddütsüz red cevabını alır Bela Guttmann. Vizyonsuz yönetim hiç beklemediği bir şekilde Guttmann'dan cevabını alır. "Benfica" 100 yıl boyunca Avrupa Kupasını kazanamayacak" diyerek kehanet ya da adına ne derseniz deyin!
İşin aslı kehanet yerini bulmaya başlar. Benfica takımı müthiş oynayan ve bilakis finale kadar uzansa da şampiyonluk ve kupalar ellerinin arasından kayar.

Bu lanetin panzehirini de çaresizce 1981 ylında hayatını kaybeden Bela'nın mezarında bulmaya çalışırlar. Nafile! Yaklaşık 60 yıla yakın süre geçer, dualar işe yaramaz. En azından şimdilik geriye daha bir 40 yılın var olduğunu düşünelim. 
Tabi unutulan bir diğer unsur diğer takımlarında müthiş bir atak yaptıklarını, yıldızlar topluluğundan kurulu kadro oluşturduklarını unutmamak gerek. Kötü şansın ne demek olduğunu  sadece Benficalılar bilir....