16 Temmuz 2020 Perşembe

Gizli Kahraman Higgins


Her basketbol takımında kıymeti gerektiği kadar bilinmeyen oyuncular vardır. Amerikalıların “underrated” diye nitelendirdiği bu oyuncular, bazen çok yetenekli olmalarına rağmen takımları için daha küçük rollerde büyük farklar yaratmasıyla, bazen de kısıtlı yeteneklerine rağmen oyuna “görünmeyen” açılardan katkı vermesiyle karşımıza çıkabilir.
Fakat onları daha sınırlı bir çerçevede toparlayacak olursak, bu ancak kıymetlerinin yeterince anlaşılmamasıyla olabilir. Basın, basketbol severler ve hatta kendi taraftarları bile onların sahaya koyduğu şeylerin önemini yeterince takdir etmez. Çünkü insanlar her zaman daha parlak şeyleri daha çok sever.

Hayatta olduğu gibi basketbolda da daha parlak istatistiklere, kariyerlere ya da hareketlere göre oyunculara olan sevgimiz değişir. Fakat basketbolda işler sıkışıp seviye yükseldiğinde “kıymeti bilinmeyenlerin” katkısı olmazsa parlak isimlerin fark yaratamadığı bir noktaya gelinir.
EuroLeague bu minvalde en iyi örneklerden! Göz alıcı yıldızları bir kenara koyup, ekmeğini taştan çıkaranları odak noktasına koyduğunuzda işler değişebiliyor. Hazırsanız, başlayalım! Cory Higgins, hem profesyonelliği ile, hem de oyunun tüm yönünü çok doğru oynamasıyla sonsuz övgüyü hak eden bir isim. Peki o bu günlere nasıl geldi?

Cory Higgins, tipik bir batı yakalı Amerikalı gibi basketbol konusundaki hünerlerini çok erken yaşta belli edip, Monte Vista High School’da basketbol hayatına başlamış. Ve tam 4 sezon (2007-2011) University of Colorado’da oynayan Higgins, Denver ve Charlotte gibi NBA takımlarının bünyesinde bulunsa da 2014-2015 yılında Royal Halı Gaziantep’te geçirdiği mükemmel sezondan sonra dönemin Banvit koçu Dimitris Itoudis ile beraber CSKA Moskova’nın yolunu tuttu.
Takım için çok değerli bir parça haline geldi. Kariyerindeki bu yükselişte ne kadar etkisi var bilinmez ama, Higgins çok mütevazi bir profil olarak bu günlere gelmiş. Medyadan ve algıdan kendini uzak tutmaya dikkat eden ve düşük profilli bir görüntü çizen Higgins, her zaman polemiklerden uzak olmuş ve kendi işine odaklanmış…



Her şeyden önce, topa dokunma oranı ve topla üretme sayısına göre son derece verimli oynayan Higgins, mükemmel de bir şutör. Gaziantep Basketbol’da geçirdiği bir yılın ardından, 2015-2016 yılında CSKA Moskova’daki çıkış grafiği takdire şayan, %54 gibi çılgın bir yüzdeyle üçlük atan Higgins’in daha ne cevherleri çıkacak merak konusu.
De Colo ve Rodriguez, hatta daha önceki senelerde Teodosiç gibi topla oynamayı seven ve oyunun merkezinde yer alan oyuncularla oynayan CSKA Moskova için Higgins’in topa minimum seviyede dokunarak verdiği bu katkı CSKA’nın oyununun çok kuvvetli olan taraflarından bir tanesiydi…

Bir diğer özelliği ise çok iyi bir kısa savunmacısı olması. Rakibin yıldız oyuncularına karşı çabuk ayakları ve atletizmiyle çok etkili savunmalar yapabilen Higgins, atletizmini ve çabuk ayaklarını sadece savunmada değil, hücumda da çok iyi kullanabiliyor. Ve belki de Higgins’i CSKA’da bu kadar parlatan ve onun Moskova ekibi için çok değerli bir oyuncu haline gelmesini sağlayan en önemli şey: Topsuz koşuları. Hem açık alanda, hem de sete set oyunda hücumun tıkandığı yerlerde çok etkili ve doğru yere koşular yapabilen, hücumun tıkandığı noktalarda bu özelliğiyle takımını rahatlatabilen birini Euroleague’in de aranan oyuncusu kıvamına geliyor.
2019 sezonu itibariyle Barcelona’nın vazgeçilmezi oldu. Dolu dolu geçen Rusya günlerinden sonra daha da ısınan Cory İspanya temsilcisi için gelecek vaat edecek.

Bugünlerde çalışmalarına devam ediyor ve kafasına eserse dostlarıyla ortak çalışmalar yapıyor. Yeteneği hala sonsuz! Hatırı sayılır bir basketbol tecrübesi, genç yaşamına çok daha fazlasını sığdırması da eşlik ediyor.
Oynadığı oyuna odaklanın, takıma katkılarına göz gezdirin. Bir noktada yakalar sizi; bazen kaldırıp NBA hissi verdirir bazen elinizden tutup tanıdık Avrupa semalarına getirir. Bir süre sonra onun oyununu tanırsınız. Emin olun.

7 Temmuz 2020 Salı

Stan Smith Stili


Şampiyonluğun kıyısında dolaşanlar çoğu zaman benzer senaryolarda buluşur. Önce umut sahne alır, her ne olursa olsun. Ve her daim var olur! Genç bir çekirdek yakalarsınız ve yolun başında yenilmek o kadar büyük problem olmaz. Her zaman bir sonraki yıl vardır. Sonra karamsarlık meydana çıkar. Ertesi yıllar sona ermiştir. Bir zamanlar hayal edilen gelecek planları suya düşer, zafer için artık kimsenin pek fazla şansı kalmaz. Ancak teniste bu ikilem hep biri ile kavga halindedir ki bu da onları daha iştahlı yapıyor.

İştahı kursağında kalanlarda yok değil! Stan Smith nispeten iyi bilinen bir tenis oyuncusu ancak ismi ağzımızdan çıktığı an ayakkabı ile kişiselleştiririz. Onun dönüm noktası mı? Kaderin cilvesi onu daha çocukken yakalayacaktı. O yaşta çalışma isteği ile Davis Kupası için top toplayan çocuk olarak iş başvurusu yaptı zira elemelere kadar kaldıysa da organizatörler çok sakar olduğunu düşündüğü için kort dışına itti. Ama onu bu zemine çeken başka güçler olacaktı.
Smith'in iki büyük single'ını Wikipedia sayfalarına kazıyarak yazsa da, bizler son model dokunmatik telefonlarımızla bir çırpıda bitirecektik. Halbuki işin mutfak kısmı var.

Önce kendi memleketinden başlayarak, tarihleri geçmişe çevirip, 1971 US Open finalde Jan Kodes’i devirerek ilk Grand Slam’ini kaldırıyor. Ve arayı çok açmadan 1972 Wimbledon finalinde Ilie Năstase’e geçerek çim korta izini bırakacaktı. Single başarıları şöyle dursun çiftlerde de son vuruşları yapanlardan biri olacaktı. Bilhassa Wimbledon’ın kıyısından köşesinden dönen ama “Amerikan Rüyasını” dört kez gerçekleştiren Smith ülkesinin tenis anlamında gurur kaynağı. Bu minvalde toprak zemin için iki kez söz söylemiş biri aynı zamanda. Fransa Açığı çiftlerde iki kez müzesine götürmek istese de final tadı damağında kalacaktı.
Stan Smith bu çıkışıyla beraber Dünya 1 numarasına kadar yükselecekti. Aslında, onu çoğunlukla oynadığı oyundan ziyade adını ayakkabıya vermesiyle tanıyoruz. Hatta o kadar ileri gitti ki, nevi şahsına münhasır moda ikonu oldu.




1965 yılında, Adidas’ın kurucusu olan Adolf Dassler’un oğlu Horst Dassler, o dönemin ayakkabı dünyasına bomba gibi düşecek olan bir anlaşma yaptı. Bu anlaşma dönemin önemli tenis sporcularından olan Robert Hailet’la yapıldı. Anlaşma gereğiyle Robert Haillet ismiyle bir tenis ayakkabısı sunuldu. Bu model, döneminde tenis ayakkabıları arasına “görsel sanatı” olarak oturacaktı. Bu modelin dil kısmında Robert’ın imzası yer alıyordu.
Takvimlerde yıl 1973’ü gösterdiğinde Robert Hailet, profesyonel kariyerini noktaladığını açıkladı. Bu olaydan sonra yeni bir isim arayışana giren Adidas, bu modelin isim babası olan Wimbledon Grand Slam gibi büyük turnuvaları kazanmış ünlü tenisçi Stan Smith devam edecekti.

Yaptığı bu anlaşmayla sahip olunan modellerde değişikliğe giden Adidas, beyaz ve yeşil uyumunu yakalayarak tüm dikkatleri üzerine çekti. 80’li yıllarda bu modelle alakalı olarak bir kimlik krizi çıktı. Çünkü bu modelde Robert Haillet’in dil kısmında imzası, Stan Smith’in ise yüzü vardı. Bu karmaşa
aslında bu modelin ününün artmasına yardımcı olmuştu. 60 ve 80’li yıllarda çokça tenis kortlarında görülüyordu. Daha sonrasında tenis kortlarında azalarak yavaş yavaş silinmeye başladı. Günümüzde hiçbir tenis oyuncusu Stan Smith giymiyor ve giymeleri önerilmiyor. Çünkü artık tenis için gerekli olan teknolojilere sahip olmaması onu modaya itti. 2012 yılında üretimini duran bu model, 2 yıllık bir aradan sonra 2014 yılında tekrardan üretimine başladı.

Stan Smith eğer tenise daha uzun soluklu devam etse bunlar yaşanır mıydı? Bilmiyorum, belki de her şey farklı seyrederdi. Bilmiyorum, belki de değişen bir şey olmazdı. Yine de ayakkabının ünü bu kadar olur muydu?  telefon konuşması…
Herkes daha ileriye gitmek ister. Esasınsa Stan Smith de yaptı. Ne olursa olsun… Özellikle tenis gibi “gösterişli” spor branşları pazarlamayı da oyun biçimine dahil ediyorlar. İşin parçası bu… Smith bundan sonra nereye giderse gitsin, kuru bir teşekkürden, akıbeti spor mu ayakkabı mı diye sorulardan daha fazlasını hak ediyor.
Her şeyi bir araya getiren tenis ve stilinden fazlası değildi. Keşke dahası olsaydı…

1 Temmuz 2020 Çarşamba

Vefakar Lampard

Yasın beş evresini bilmiyorum ama ayrılık acısının aşamalarını sayabilirim. Sevdiğiniz bir futbolcunun takımınızdan ayrılmasıyla da fena halde benzeşir aşk acısı. Önce öfkelenirsiniz, sonra hak verir, “Hatanın birazı da bendeydi” dersiniz. Yine de intikam alıp onsuz ayakta kaldığınızı göstermeye çalışırsınız. Esasında ne kadar zaman geçse onun ayrılmadığı, hala sizle olduğu bir paralel evren düşlersiniz. “Ya hala birlikte olsaydık?” Ayrılık acısı bazen iyi de gelir, daha güçlü yapar ama mutlaka kalbinizi ağrıtmadan o çetrefilli yollara da girmez.

Frank Lampard’ın Manchester City’e gittiğini 2014 yazında, tesadüfen öğrenmiştim. Batı hayranlığıyla büyütülmüş her Türk gencinin ilk yurt dışına çıkışında olduğu gibi, en sıradan, en doğal şeyleri bile büyük merakla takip ediyordum. Lampard’ın Amerikan Ulusal Ligi olan MLS ekiplerinden New York City FC’e transfer olduğunu anlamam içinse büyük bir dil bilgisine gereksinimim yoktu. Her şey ortadaydı. Altın çocuk, “dünyanın en görkemli futbol gösterisinin” bir parçası olacak, dünyanın en pahalı barajında Andrea Pirlo’un, Bastian Schweinsteiger’in, Zlatan Ibrahimovic’in yanına geçecekti.

Lampard telaffuz edildiğinde akıllara Chelsea gelse de -ki onunla özdeşleştiğini yadsımadan- West Ham United gerçeğini dilimize pelesenk ettiğimizi unutmayalım! Profesyonel olduğu günden beri, görev aldığı bütün kulüp takımlarında orta sahanın can damarı olmuştur. Ve hatta bu mevkide dünyanın en iyileri arasında kabul edilmiştir. Frank Lampard, inanılmaz bir futbolculuk kariyeri geçti. Olumlu noktalara fazla odaklanıp olayın büyüsünü kaçırmak istemedim.
Chelsea’ye geldiği andan itibaren tabii ki ne yapması gerektiğini biliyordu. West Ham United ile yakaladığı seviyeyi hepimiz hatırlamıyoruz. Malum yaş engeli! Heyecan verici ve çok kaliteli bir oyun ile kafayı bozmuş klasik bir İngiliz. Tabii ki beklenti o seviyeleri tekrar zorlamasıydı. Ancak başlangıç inişli-çıkışlı oldu. Zaman zaman ışık verse de istikrarsız performanslar görüldü.



Lampard, kariyerine babasının eski kulübü olan West Ham United'da başladı. 1994'te genç takıma giren, 1997-1998 sezonu itibariyle de ilk 11'deki yerini garantiledi. 1998-1999 sezonunda takımının bir önceki sezon yakaladığı ve en büyük başarısı olan beşinciliği korumasına yardımcı oldu. 2001 yılında West Ham'dan Chelsea'ye 11 milyon sterline transfer oldu. Adım adım ilerliyordu.
Yürüyüş bunlarla bitmedi. Futboluyla, takımını birleştiremeyen, başarıyı kalıcı tutamaz. Lampard tam olarak bu köprüyü kurdu ve takımın ayrılmaz parçasına büründü.
2001 ile 2014 yılları arasında 13 sezon boyunca Chelsea’nin formasını giyen, bir dönemde kulübün kaptanlığını yapmış olan Lampard, Chelsea ile 3 Premier Lig, 1 UEFA Kupası ve 1 de UEFA Şampiyonlar Ligi zaferi elde etmesi şöyle dursun; 13 sene içinde, 429 Premier Lig müsabakasına çıkıp, 147 kez de gol sevinci yaşamıştır.
Orta sahada yer almasına karşın çok yüksek bir gol yüzdesine sahip olan kaptan, Chelsea ile beraber 2012 yılında UEFA Şampiyonlar Ligi şampiyonu olmuştur.

Bence Chelsea’nin tekrar en üst seviyeye çıkışının başlangıç anı, Frank Lampard’ın koşmaya başladığı andır. Uçağın tekerlerinin yerden kesilme anı. Hiç yorulmadan koştu Lampard. Futbolda rakip defansları parçalamak için en önemli aksiyon, onların koşmasını sağlamak. Bunu milli takımlar seviyesinde de görmemiş miydik? Milli formayla ilk karşılaşmasına Ekim 1999'da çıkan ve toplamda 20 gol atan Lampard, 80 kez İngiltere için ter döktü. 2004 ve 2005 yıllarında İngiltere'nin en iyi futbolcusu olarak seçildi. Euro 2004'te oynayan Lampard, İngiltere'nin oynadığı 4 karşılaşmada 3 gol attıktan sonra turnuvanın takımına girmeyi başardı. 2006 Dünya Kupasında, eleme turlarında 5 golle takımının en golcü oyuncusu oldu. 2010 Dünya Kupası elemelerinde 4 gol atarak takımının Güney Afrika'ya gitmesinde rol oynadı. Dile kolay!

Ancak ne var ki, Chelsea, geçmişte ve gelecekte bırakacağı izleri düşünmeden kaptanı gözden çıkardı. Ve böylece kiralık olarak Manchester City, ardından Amerika’ya gitmek zorunda bırakıldı.
Futbol efsanesi Johan Cruyff, onun için; “Avrupa’nın en iyi orta sahası" şeklinde konuşurken, bu değerlendirme de esas alınan kriterlere bakış galibiyet, atılan gol, yapılan asist ve oynanan maç bazında bize yasında beş evresini öğretmiş oldular. Vefakar Lampard şimdilerde Chelsea’ye kaybettikleri imajı ve takım ruhunu geri getirmeye hazırlanıyor. Gerisi teferruat!