30 Eylül 2016 Cuma

Penaltının Adı Panenka!

Prag şehrine kapılıp gitmeniz dakikalarınızı bulmayacaktır. Neredeyse her köşede bir sanat eserine karşılaşabilir, nutkunuzun tutulması an meselesidir. Burada tam anlamıyla "sanat" için yapılan tartışmalara son vermek mümkün gibi duruyor. Sanat, gerçekten toplum için!
Vltava nehrini iki yakasını bir araya getirmez Charles Köprüsü, yani Karluv'un üzerinden daha önce kimlerin adım attığını düşünsenize. Şüphesiz başı çekenlerden ilk isim Antonin Panenka.

Oynadığı futbolu sanata çeviren nadide sporculardan. Zira Panenka'yı farklı kılan oynadığı futboldan çok sıradışı penaltısı ile nam salmış bir yıldız. Amiyane tabirle kaleciyi aşağılamak için seçilen en basit yol!
Esasında basit değil, basitmiş gibi gösterilen bir emeğin ürünü. Hemen küçük bir açıklama ile virgül atmak istiyorum. Topa doğru son hamlesini yaparak vuracakmış gibi yapar ve kalecinin herhangi bir köşeye doğru yatmasını sağlar.

İşte o anlar kale ile karşı karşıyadır. Panenka akla gelmeyenin senaryosunu 2 yıl önceden çizmiştir aslında. Kalecinin şaşkın ve sinir bozucu bakışları arasında ortadan hafif havaya doğru filelerin havalanması sonucunda topun ağlarla buluştuğu ana "Panenka Penaltısı" olarak dillere pelesenk olmuştur.



Yalın haliyle kelimelere dökülen lakin dünya da bu penaltıyı sayılı atan ismin olduğunu söyleyerek noktayı koymak gerekiyor. Kimi İtalyan futbolu sevenlerine göre ise, "Totti Penaltısı" adı altında söz ettirenler de var. Euro 2000'de İtalyanların Hollandalılara karşı filelerin havalandığı penaltının altında Totti imzası taşır.

Gerekçe olarak da; vuruşun ardından da bir anlık tereddüt, -endişe veya edilen son dualar- adını siz koyun bu vücut dilinin Totti'de olmaması. Panenka penaltısını kimselere yedirmeden önce Avrupa Şampiyonunu belirleyecek penaltı olduğunu bilmek de yarar var. 
Fakat Antonin Panenka o anı, o kareleri için seneler önceden hazırlık yapmaya başlamıştı. Panenka'ya göre; "hiçbir kalecinin penaltı kurtarışı esnasında penaltıyı kullanmadan hareket etmeyeceklerini biliyordum". 

Buna göre tasarlanan bir penaltı geliştirmeliydi. "1976 Avrupa Futbol Şampiyonası için her gün penaltı çalışıyordum. Her şeyden önce bunu kendi ligim de denemeliydim. Denediğim iki penaltıyı da Euro 1976'nın en iyi kalecisi seçilen Ivo Viktor'a karşı olacaktı ki ikisini de olağanüstü başarıya not düştü. Brezilyalı Pele "böyle bir penaltı kullanmak için birinin ya dahi ya da çılgın olması gerekir."

27 Eylül 2016 Salı

Yerinde Duramayanların Raketi

Hatırlayın! Olimpiyatlar Erkekler Tekler finalinde, olimpiyat altınına anlam kazandıran isim Juan Martin del Potro'ydu. Spor veya hayatımızın hiç bir zaman beklenildiği gibi gitmiyordu. Çoğu kez sürprizler ve şans kapınızı "tanrı misafiri" misali çalıveriyordu. Zira Potro'nun bırakın final oynayacağı daha ilk turda Djokovic eşleşmesinde sayı alabildiğine dahi şans verilmiyordu.

Kendi şansını kendi yaratan Juan Martin del Potro altın madalyaya filede takıldı. Yaptığı, kazandığı başarı uzun süre dillerden düşmeyecek, buna eminiz! Yine bu tatta gizemli bir isim daha var. Henüz kendini tam anlamıyla ifade edemese de tenis kortlarının çılgın ve zıpır çocuğu Gael Monfils!

Dişe kemiğe dokunan türden bir başarıya henüz ulaşamamış olabilir, lakin Monfils'in korttaki duruşu dahi seyirciyi içine alabilen cinsten. Aslında biraz çocukluğuna indiğimizde kalıbının dışına taşan yeteneği keşfedebiliyoruz. Bilhassa 2004 yılıyla beraber "altın çağını" yaşayacaktı. 
Önce Avustralya Açık ve kapanışı da Wimbledon'da yaparak, o yılını uluslararası Tenis Federasyonun Dünya Şampiyonu olarak kariyerinin en anlamlı "aces'ini" atacaktı. 



Evet, 2004'te US Open'da kazansaydı, Golden Grand Slam ile tacını giyecekti. Fakat buradan ders çıkarmayı unutmadı. 2005 yılıyla birlikte Florian Mayer'i yenerek Sopot Açığa şampiyon olarak noktayı koydu ve daha sonrası...
Peşini bırakmayan ikincilikler ve kıyısından dönülen kupalar... Monfils 24 Temmuz 2016 pazar gününü gösterdiğinde ki bizler pazar kahvaltısı miskinliği içinde iken kilometrelerce uzaklıktaki ülkede Monfils'in şampiyonluğu kutlanıyordu.

Şeytanın bacağının kırıldığı anlar... Her şeyi bir kenara bıraktı ve sadece Amerika Açık finaline endekslendi. Djokovic ile oynadığı için baskı altında değildi. Neşeli ve kendine münhasır tavrı ile Amerika seyircisini arkasına alarak, zaten 1-0 önde başlamıştı ki bilirsiniz seyirciler Djokovic'i çok severler!
Maç boyunca yetişemediği top yoktu. Mutlaka klas bir hareketi ile süsler sevincini dışarıya vururdu.

Bir de comeback hareketleri... Seyircinin en sevdiği.Yerinde duramayan zıpır çocuk edası ile eller ayaklar "herkesin" hareket halinde. Djokovic'in aşırı ciddiyetinin yanında alışa gelmedik bir durum. Federer'in yokluğu, Djokovic'in ne yapacağı belli olmaz tavrı, Nadal'ın sakatlık sorunlarının baş göstermesi, tüm oklar Monfils'ten yanaydı.
Üstüne üstün çok şanslı bir kura çekmişti. Ama olmadı. Göz dağı verdi. İşi bazen şova dökse de, ilginç bir tarzı var kabul! İçi kıpır kıpır olanların, biraz çocuksu raketi...

23 Eylül 2016 Cuma

Parkeden David Rivers Geçti!

Aslında hikaye Nikola Tesla'ya kadar uzanıyor. Dusan Ivkovic'in akrabası olan Tesla, hayatında kime dokunduysa etkisini görmek için çok çabalamazsınız. Buna pek gerek yoktur. Dolaylı yollar itibariyle Ivkovic'in yolundan geçen de Tesla'nın izlerini bulabilirsiniz. 
Hemen günümüze dönelim. Anadolu Efes ile iki yıllık beraberlik bu yıl sona erse de, yeni yeteneklerin doğuşunu canlı canlı izletme fırsatlarını sunacaktı. Keza ayrılışı da bir o kadar sessiz ve derinden!

Gelelim asıl meselemize bir dönemin ardından söz ettiren Olympiakos'una. Çünkü o dönemlerde oynayan öyle biri vardı ki NBA'den Avrupa basketboluna ve hatta TOFAŞ'a kadar uzanan bir basketbol adamı. 
Pek aşina değil gibisiniz. Biraz geriye gitmekte yarar var. Basketbola hep biraz geriden bakarak ilerlemek güne ışık tutacaktır. David Rivers; basketbol adamı sözüne yakıştırılıp, bırakılacak bir yıldız değil! Basketbol parkelerinin dünya standartlarının dışına taşan David Rivers basketbol kariyerine başlarken bir yandan da dünyanın sayılı üniversitelerinden Notre Dame'de eğitimine serüveni başlayacaktı.
Bu yılların takibinde geçirdiği trafik kazası hayatına mal mı olacaktı derken, hayret verici bir şekilde sahalara geri döndü.



Bu dönüşüyle fırtınalar estirecek, kuşku uyandıran performans sergileyecekti. Sıradan bir sakatlıkta dahi 3-4 hafta sahalardan uzak kalabiliyorken insanüstü çabasıyla ayakta alkışlanmayı hak ediyordu. Zira 87 sezonunda All-American'a seçildi. Aldırış etmeden kariyer planlamasını bir bir gerçekleştiriyordu.
Üniversite tarihine damga vuran, asist, top çalma ve skorlarıyla bir guard oyuncudan istenebilecek tüm performansı sahneliyordu. Kaza sonrası (1988) LA Lakers tarafından biraz geriden gelerek 25. sıradan draft edilmişti. Zira o yıllarda Kareem Abdul Jabbar, Pat Riley, James Worthy isimlerin var oluşu diğer yıldızların parlamasının önüne geçti.

Yeterli süreleri alamayınca kardeş takım Clippers'a transfer olacaktı. Aynı sorunlar baş gösterince Avrupa macerasının startını verdi. Açılışını Fransa Ligi ile yapan Rivers burada Antibes takımı ile şampiyonluğu (1995) tadar.
Bir dönemin efsane Yunanistan basketbolu şaşalı dönemlerini yaşarken Rivers'ta hasbelkader Olympiakos ile el  sıkışır. 



Burada onu fark edecek koçu ile tanışacaktı aynı zamanda. Ivkovic ile uyuşan kanları Euroleague şampiyonlukları ile perçinleyecekti. Sadece kendini değil Ivkovic içinde parlayan dönem geçişiydi. David Rivers kısa bir İtalya turundan sonra soluğu Türkiye Basketbol tarihinin canlı tutulmasını başaran TOFAŞ'a transfer olur.

Bocaladığı takımından belki de çoğu kişinin Tofaş taraftarı olmasını sağlamıştır. 1998-2000 Türk Basketbol tarihine parantez açan koca adam bir ilke imza atmadan ayrılmayacaktı. İlk triple-double'nı yaparak taraftara şapkasını çıkartmıştır. 
Bir dönemden, Türk basketbol tarihinden geçen David Rivers yıllar boyunca tek yaptığı, çalışmak ve basketbol oynamaktı. Ne yaşarsa yaşasın! Hiç şikayet etmeden! 

20 Eylül 2016 Salı

Kaybetmek, Çoğu Kez Kazanmaktır.

Tenis son zamanlarda, çıkmaza sürüklenmiş durumda! Zira Amerikalıları bu konuda daha da çok sıkıntı bekliyor gibi. Şaşalı temsilcilerden başka kimleri konuşuyor?
Belli isimler var ki bunları hiç yadırgamıyoruz. Çünkü tenisi bir adım ileriye taşıdılar, bir nevi sırtladılar. Williams Kardeşler dışında bir isim yineleniyor mu, ya da yeni yeni isimler...
Açıkçası pek de yolunda gitmeyen bir döneme girmişler iken, biraz geriye sarma zamanı da gelmiş demektir.

2003 yılının sonlarına doğru dünya 1 numarası Andy Roddick rüzgarları esiyordu. Bu fırtına 9 yıl boyunca tribünleri biraz daha doldurmayı başaran isimdi.Tribünleri bir kenara koyalım; Andy Roddick'in oynadığı tenis maçlarını izlemek için epeyce sebepler sayılabilir. Rakibinin kuşanmadan, kaç kilometre hızla servis yollayacağı, hangi kör noktaya topu fırlatacağı, hakemlerle "tatlı tatlı" tartışmaları veya kendi içinde verdiği savaşlar, bunlardan sadece birkaçıydı. 
Ve bu nedenlerden ötürü kumandanızın kırmızı tuşuna çokça bastık.

Kimilerimiz onunla aynı duygularıyla izlerken kimileri rakibin tarafıyla adrenalini tattı. Bununla beraber emekli olmasını bekleyenler oldu.



Nedendir bilinmez sahaya kattığı enerji sayesinde emekli olmasını bekleyebilir miydik? Kocaman bir hayır! 2012 Ağustos ayında yaptığı açıklama ile "Amerika Açık son turnuvam olacak" demesiyle kafamızda deli sorularla baş başa bıraktı.
Klasik bir sporcu gibi peşinde bıraktığı başarısızlıklar inişler, çıkışlar bıraktı elbet fakat onu hatırlatan kendi oyununu kazansın kaybetsin rakibine oynata bilmesiydi. Ve bir de yenilse dahi yüzünün hep gülüyor olmasıydı.

Andy Roddick'i farklı kılan bir diğer hususta kaybedilen vefa duygusunun bizlere hatırlatmasıydı. Amerikalı vatandaşı ve partneri Mardy Fish tenis kariyerini sonlandıracağını söylediği anda ikili için son bir fırsat kalmıştı. Sonuçta onların kortlara dönüşüydü, çiftler klasmanı da olsa başarılı ve göz dolduran ender çiftlerden.

Andy Roddick; Grand Slam şampiyonluğu (3 Kasım 2003 US Open), kupalar, tişörtünü çekiştiren adam olarak hafızlara kazındı. Farazi cümleler, farazi sohbetler...
Ve bundan sonra onun için hiçbir şey değişmeyecekti. Amerika içinde! Çünkü yeni bir "star" doğabilecek potansiyele sahip bir ülkeden bahsediyoruz. Federer'in bu kadar ilerlemesinde katkısının olduğunu unutmamak gerek.

9 Eylül 2016 Cuma

Ona Birring Wiggins Diyebilirsiniz ya da Wiggs...

"Herkes futbolcu olmak istiyor. Bence bisikletçi olmakla daha iyi edersin."
Bir annenin sözleri oğlunu teşvik mi yoksa kahraman mı yapmıştı; çokça cevaplanacak bir söz. Böyle etkileyici bir anne varken Gary Wiggins'in oğlu olduğunu hatırlatalım. Aynı zamanda alkol ve kızlara olan düşkünlüğü Bradley Wiggins 2 yaşından itibaren babasız bırakacağını da.

Her ne olursa olsun Bradley, babasının kahraman olamadığı yerde dedesi var olacaktı. Bir başka epik insan ise Chris Boordman babasının yerini alacaktı.
Küçücük bir çocuğun hayatını; 1992 Barcelona Olimpiyat Oyunlarında Boordman'ın altın madalyası hem Wiggins'in hem de İngiltere tarihine perde aralayacaktı. Belki de Bradley Wiggins'ten çok ama çok uzaklardaki babasının, bir nebze de olsa genlerinden bir parça almış olabilir.

Bradley, hayranı olduğu Gary Lineker yerine Boordman yolunda ilerlemeye başlamıştı bile. Ardından annenin atakları burada da geçerliydi. Önce mahalle takımına alınmasına teşvik eden ve ardından genler devreye girince ortalığı kasıp kavuracak Wiggins doğuyordu.



Babasının başaramadığını alarak o hiç tanımadığı babasının gözüne girebilmekti belki de, kimin umurunda; Bradley Wiggins'in! Çünkü babası Gary'nin var olan potansiyelini başarıya dönüştürememesi onu daha da hırslı bir sporcu kimliğine dönüştürecekti.
Babasının başarısızlıklarına, şahit olamaması büyük şans iken kulağına mızıldananlara izin veremezdi. 

En azından bu olgunluğu gösterdi. 15 yaşına geldiğinde ülkesinde pist bisikleti adına ismini duyurmuş, bundan 3 sene sonra ise gençler etabında şampiyonluk kutluyor olacaktı. Bisiklet sporuna yakışan jargonlardan biri "tren" Bradley'in üzerine sinecekti. 
Bisiklette gelişim gösteriyorsa o da bu kelimeden kaynaklı olduğunu iddia edenlerin haklılık payı fazlasıyla var. Hep çalışan, alternatif üreten ve de başarıya odaklanan Wiggo yine "takım ruhu" için yaratılmıştı. Yol bisikleti macerasında "ego" kelimesinden daha 2 yaşındayken arınmış biri olarak hem takımı için çalışıyordu. Ya da Mark Cavendish için. Kim ne derse desin!

Elimizde kanıtlar var. Cavendish tek başına değil tabi Chris Froome içinde varını yoğunu  ortaya koyduğunu, her pedala basışından biliyoruz. Giro'da, Tour de France'da kazandığı yarışlar sayesinde kariyerine anlam kazandırıyordu. Team Sky'ı gerçekten de göklere taşıyan bu sporcular kıyı da köşede kalmış soruları cevaplandırıyordu. 
Bradley Wiggins aynı zamanda Olimpiyatlarda da altını göğüslemiş bir isim olarak Britanyalıların göz bebeği oluyordu. Aslında Bradley, Britanya'nın halet-i ruhiyesini müthiş bir şekilde tanımlıyor. Soğuk olabilirim fakat görev adamıyım!

6 Eylül 2016 Salı

Über Oyuncular, Vasat Oyun!

Birazdan izlenecek maç üzerine yorumlar, yarının programı derken, 4 yıllık hasret defterini 2016'da Rio olimpiyatları ile kapatmış oluyoruz. Tabi bu sürede bazı isimlerin vedasına, bazı sporcuların evrilişine, yeni rekorlara, şampiyonlara... Bir de yeni doping iddiaları, ihraç edilenler ve skandallar olimpiyatların peşini bırakmıyor. Aslında sporun!

Zira Olimpiyatların Rio'da gerçekleşmiş olması daha ciddi endişeler barındırıyordu. Bir yandan Zika Virüsü ve su kirliliği bir yandan da şehrin güvenlik zafiyeti sporcuları ve organizatörleri tehdit eder  duruma gelmişti.
Bunun yanı sıra "muhteşem şehir" Güney Amerika'nın ilk olimpik şehri olmaya hazırdı ve en üst seviye başarılar bekleniyordu. Bu konuda tam olarak istenilen verildi mi bu açık açık konuşulacak. Çünkü insanlarda tatmin duygusu olmadı. Phelps ve Bolt dışında dominant isimler yoktu!

İşin aslı diğer sporlarda da "tadı damağımda" kaldı diyebileceğimiz de yarışlar olmadı. Olimpiyatlar bu muydu? Yeni bir tartışma konusu! 

ABD basketbolu dedin mi şaha kalkar basketbol camiası... Rio Olimpiyatlarında fazla beklentilerin olduğu bir daldı aynı zamanda. Evet, şampiyon oldular da, sıradan bir oyunun ötesine geçemediler. Üstelik "dream team" söz konusuysa, birkaç kelam cümle ile geçilemezdi. 



LeBron James, Curry, Westbrook ve Harden gibi oyunculardan yoksun olan Amerikan takımı Klay Thompson, Jimmy Butler, Carmelo Anthony, Kevin Durant gibi oyuncularıyla olimpiyatlarda mücadele edecekti. Kaf dağının ardındaki gibi büyüleyici oyuncuların beklentilerin yüksek tutulduğu, en çok takip edilen takımın oluşturduğu oyun aynı tatmini veremedi. 
Tıpkı NBA maçlarını izler gibi saatlerimizi kurmuştuk. İşin aslı ilk başlarda çok farklı galibiyetler alarak ağzımızın suyunu akıtmayı başarmışlardı.

Daha sonra ne oldu peki? İşte burası muamma! Gruplardan elini kolunu sallayarak çıkan Amerika takımı; çeyrek finale ve yarı finalde epey zorlandı. Teknik fauller havada uçuşuyordu. NBA'den kalan alışkanlık başlarına dert açıyordu. Hatalı yürüme...
Amerika basketbolun her zaman handikabı oluyordu. İspanyollar yarı finalde sadece 6 sayı farkla yenip adını yazdırmayı başarmıştı.

Bu durgunluk finalde Sırbistan'ı 96-66'lık skorla canlandıracaktı. Evet, ABD şampiyon oldu ve beraberinde bir sürü soruyu beraberinde doğurdu. Akıllara ilk gelen ise diğer ülkelerinde Amerika basketbolunun seviyesine mi ulaştığı yoksa ABD oyununda düşüş mü olduğu? 
Yine de çekişmeli rekabet iyidir. Tat verir. Kaliteyi yükseltir. Ve ikinci, üçüncü ve diğerleri ne denli iyi olursa , birinci o derece daha iyi olmalıdır.

2 Eylül 2016 Cuma

Yaşamınıza Bir Asist Yapın!

Futbol basit bir oyundur. Bunu zorlaştıran bizleriz. Hatta "futbolu" ayrıştıran yine bizleriz. Neden kadın veya erkek diye imtiyazlı davrandığımızı düşündünüz mü? Sanmıyorum. Çünkü bize empoze edilen bu!
İşte bu konuda faklı ama aslında olması gereken gibi davranan bir ekiple sizleri tanıştırmayı çok istedim. Kızlar Sahada takımının Genel Müdürü Melis Hanım'la bir araya geldik ve ortaya futbol, kadın üzerine şahane bir sohbet çıktı.
Şimdilerde kendisini bebek heyecanı saran Melis Hanım futbolun, "kadın futbolunun" geleceği hakkında umut ve heyecan verici sözleriyle baş başa bıraktı.
Belki de bundan 15 sene sonra Melis Hanım'ın kızı ile yapacağımız sohbet bizi nerelere taşıdığını göstermiş olacak.


  • Sadece Türkiye’de değil, dünyayı saran erkek hegomanyasından sıyrılıp, kadın odaklı bir proje sundunuz. Emin adımlarla sonuçlarını da almaya başladınız. Bu süreç nasıl gelişti?

Bundan üç yıl önce şirketim Actifit'i, yüz binlerce insanı egzersizle harekete geçirip kendi potansiyellerini gerçekleştirecekleri bir dünya yaratmak için kurdum. Bu hareket tutkumu ilk keşfettiğim 2012 yılında arkadaşım Serra bana bir telefon açtı. ''Akşam futbol oynayalım!'' dedi. Hayatımda hiç futbol oynamamıştım. O akşam sahaya çıktığımda hayatım değişti. 

Yaşamda hep ''çok öne çıkmayayım, eğer çok istekli olursam insanlar hırslı olduğumu düşünür ve beni dışlarlar, sevilmem'' derdim. Oysa ki futbolun doğasında, ekranda gördüğümüz Messi'de zerre kadar duraksama ya da endişe yok. %100 kendilerinden vererek, isteyerek, kazanma tutkusu ve arzusu ile oynuyorlar. Gördüğüm kadarıyla sevilmemek gibi bir dertleri de pek yok! 

O akşam ben de futbolu her şeyimi vererek, futbolun normunun bu olduğunu kabul edip, kendim değil de takım için savaştığımı düşünerek ve tüm hırsımı ortaya koyarak oynadım. Bu benim için hayatımın geri kalanında da bir kapı açtı.

‘’Bunu tüm kadınlara götürmeliyiz!’’ fikri ile eve döndüm ve eşime bir futbol turnuvasının nasıl düzenlenmesi gerektiğini sordum. Sonrasında da ekibimle birlikte emin adımlarla yürümeye başladık.

O günden bu yana çok yol aldık. Kızlar Sahada ile 2012 yılından bu yana 7'den 77'e toplam 3000'i aşkın kadın sahaya çıktı ve 25 bin Türk Lirası üzerinde bağış sosyal sorumluluk kuruluşlarına yönlendirildi. Kızlar Sahada, 2017 yılında Kızlar Sahada Akademi adı ile Eylül 2016’da resmi olarak kurulacak Kızlar Sahada Derneği çerçevesinde Türkiye’nin 10 ilinde finansal dezavantajlı 10-12 yaş arasındaki genç kızlara futbol ve cinsiyet eşitliği eğitimini gönüllü lise öğrencileri aracılığı ile götürecek. Yine bu sene başlattığımız Kızlar Sahada Lig ve Sokak Futbolu projeleri ile Kızlar Sahada tam bir platform olarak tüm kadınların takım ruhunu deneyimleyebilmeleri için büyüyor ve dönüşüyor.

Amerika örneğini katmazsak futbol dünyada da bir erkek oyunu. Kadın futbolu diye bir tanımlama var ancak erkek futbolu diye bir kullanım yok. Erkeklerin oynadığı oyuna sadece futbol diyoruz. Bu da futbolu cinsiyet olarak oldukça yüklü bir kelime ve dolayısı ile spor haline getiriyor. Heyecanımız, kadının ‘’erkek sahasında’’ top oynarken saha kenarında da erkekler tarafından desteklenmesi. Bunun müthiş güçlü bir metafor olduğuna inanıyoruz. En büyük faydanın bu metaforun yaşatılması olduğunu düşünüyoruz. Tabii ki ilk gece benim yaşadığım gibi kişisel kırılım ve dönüşümler yaşayanlar; takım ruhu ile bambaşka hikayeler yaratanlar oluyor. Hedefimiz Kızlar Sahada’nın bu ‘’dönüşüm platformu’’ yapısını koruyarak daha da çok kadına ulaşmak. 


  • “Kızlar Sahada” misyonunda belirttiğiniz gibi –her yaştan kadını takım ruhu ile güçlendirmek- mottosuyla yola çıkmış olarak; profesyonel futbolcular dahi çoğu kez bu anlayıştan koparak oynuyor. Ancak kadınlar sanki “takım ruhunu” teşkil ediyor. Doğru mu? Örneğin 2015’te Kanada’da gerçekleştirilen Dünya Kadınlar Futbol Şampiyonasında kadınların fair-play önem verdiğini gördük. Sizce?

Kadın ya da erkeğin davranışlarının genellenemeyeceğini düşünüyorum. Dolayısı ile kadın ya da erkeğin diğer cinsiyetten daha çok takım ruhu teşkil ettiğine inanmıyorum.

  • Aslında fair-play ruhu/anlayışı tekrardan tartışma konusu bilhassa derbi maçlar da. Sizce bu nasıl aşılabilir.?

Ben biraz kötümserim bu konuda. Spor kültürü olmayan bir toplumda yaşıyoruz. Profesyonel erkek futbolcuların bir çoğunun işini aşkla değil zorla yaptıklarını biliyoruz. Spor kültürün içine girmedikçe, taraftar nefret ve fanatizmle beslendikçe, oyunu aşkla sevmek yerine kazanıp kaybetmeye odaklandıkça bunlar olacak. Almanlar spor kültürlerini Turn Vater Yahn’ın ülkede 1800’lerin başında yaptığı muazzam idari değişimlere borçlular. O günden sonra spor okullarda büyük yer almaya, aileler çocuklarını sporun önemini göstererek eğitmeye başladılar. Sonuçta 80 milyonluk Alman nüfusunun yüzde 70’i düzenli olarak spor yapıyor. Sporcu insan, spora saygı duyuyor ve sporu sevgi ile, oyuna sahip çıkarak tüketiyor. Bizde düzenli spor yapan insan sayısı 70 milyonda 2 milyon. Spor kültürünün olmadığı bir ülkede spora saygıdan, sahadaki fair-play’den bahsedilebilir mi? Bence büyük bir evrim olmadığı sürece biz tartışaduralım; hiçbir şey değişmeyecek.


  • Son 1-2 yıldır hakemlere yönelik ağır eleştiriler var. Hatta Almanya’da Fortuna Dusseldorf takımında oynayan Kerem Demirbay’ın kadın hakeme yönelik yaptığı hakaretlerden dolayı Kadın maçını yönetme ile cezalandırıldı. Kerem Demirbay: “erkek futbolunda kadınların işi olmadığını düşünüyorum” açıklamasıyla gündeme oturdu. Bu yaklaşımlara yönelik nasıl çalışma yapılırsa daha kalıcı çözümler olabilir?

Eğitim şart. :) Yorumlayarak bile zaman kaybedilmemesi gereken bir konu bence. TFF’nin neredeyse sadece çaycı abla ve sekreterleri kadın olmasaydı belki daha kadın odaklı çalışmalar yapılabilirdi. Ancak şu anki durumda o da mümkün değil. Bu konuda da çok iyimser yorumlar yapamayacağım ne yazık ki. Sistem kökten değişmediği sürece istediğimiz cezayı konuşalım, değişim geçici olacaktır diye düşünüyorum.

  • Kadınlar bu turnuva sayesinde “güçlü” olmak kavramına sahip çıktılar ve seslerini daha duyulur oldu. Ne dersiniz?

Bu saha dönüşüm hikayelerine sahne oluyor; biz de bununla gurur duyuyoruz! Şu anda çok sevdiğimiz iki akademisyen, Kızlar Sahada’nın etkisi üstüne yoğun ve detaylı bir araştırma yapıyorlar. Çalışma bittiğinde bu soruya daha somut şekilde cevap verebileceğiz.

  • 2014’teki organizasyonun seyirci gelirlerini İstanbul’da bir okula katkı sağlayarak dönüştürdünüz. Pek çok ihtiyacı olan okullar, kişiler var. Bu projeler nasıl daha fazla geliştirilebilir?

İlk senemizden bu yana tüm seyirci gelirlerimizi Sivil Toplum Kuruluşları’na bağışlıyoruz. Bizim son iki senedir bu yoldaki ortağımız Anne Çocuk Eğitim Vakfı. Onların Baba Destek Programı’na katkı yaratıyor olmak bize büyük gurur veriyor. Tüm biletler Biletix üstünden satılıyor ve sonrasında tamamı bağışlanıyor. Bu sene AÇEV’e ek olarak İTÜ Vakfı’nın da desteği ile İTÜ’de okuyan iki genç kadına burs verilmesine katkımız olacak. Bu da bizi çok heyecanlandıran bir yenilik!

Hayalimiz Türkiye genelinde ve dünyanın farklı ülkelerinde Kızlar Sahada’nın organize edilmesi. İlk olarak Türkiye’de sonrasında da dünyada büyümek için yürüyeceğiz. Bu sene bunun için farklı adımları aynı anda atacağız. Kızlar Sahada, 2017 yılında Kızlar Sahada Akademi adı ile Eylül 2016’da resmi olarak kurulacak Kızlar Sahada Derneği çerçevesinde Türkiye’nin 10 ilinde finansal dezavantajlı 10-12 yaş arasındaki genç kızlara futbol ve cinsiyet eşitliği eğitimini gönüllü lise öğrencileri aracılığı ile götürecek. Dernekteki faaliyetlerimizin devamı ile Akademi’yi Türkiye’nin her noktasına götürmek istiyoruz.

  • Birçok projenin yanı sıra AÇEV ve İTÜ’lü genç kadınlara yönelik destek vererek farkındalık yarattınız. Etkileri geniş alana yayılırken yeni planlar var mı?

Yukarıda bahsettiğim gibi Dernek kurarak Kızlar Sahada Akademi aracılığı ile binlerce genç kadının hayatına dokunacağız.

  • Kızlar sadece sahada değil, tribünlerde de olmasıyla bu bilincin daha da genişleyeceğini düşünüyorum. Örneğin her Premier Lig maçı izlediğimde oradaki seyircilere gıpta etmemek elde değil. Uzun soluklu gibi görünse de bunu aşmak öncelikle sizler sayesinde ve bu kemikleşmiş yapıyı kırdığınız için teşekkür ederim. Kadınlara daha özgüven ile bakabilmeleri son olarak ne tavsiye edersiniz?

Futbol oynamalarını! 

Şimdiye kadar üç bine yakın kadının Kızlar Sahada’da sahaya çıktı! Şimdi sıra neden sizde olmasın! “Ben yapamam deme” hadi sen de bi’ dene!

Kızlar Sahada'nın hikayesi belkide sizlerden birinin başından geçmiştir. Ki mutlaka geçmiştir... Bekleyerek zaman kaybetmeyin, Yaşamınıza bir asist yapın!