31 Ağustos 2015 Pazartesi

Futbola İlham Verenler

Futbol; kökeni milattan önce 300'lere kadar uzanan ve yine o yıllarda insanoğlunu bir başına bırakmayan Çinliler karşımıza çıkıyor. Çinliler adına "cujuya" demişlerdi. Onları takiben komşuları Japonya atağa geçerek "kemari" adında biraz futboldan uzaklaşarak, savunmadan uzak bir spor olarak oynandı.
Futbolun asıl ilk çıkışını İngilizler yapmıştır. Modern futbolun yapı taşlarını döşerken günümüzde bile her geçen gün biraz daha nasıl yukarı çıkarırız düşünce tarzıyla bir adım önde olmanın sırrını paylaşıyorlar.

Futbolun mihenk taşını oluşturan İngilizler profesyonel adımı "Futbol Birliğini" (The Football Association, FA) kurarak yaptılar. Buradan yola çıkarak FA Cup'ın da oluşumunu hazırladılar. Böylece kelebek etkisi misali dünyaya yayılmış oldu pür dikkat izlenen futbol. 
Çığ gibi büyüyen ve yayılan eşsiz spor beraberinde paraların, oyuncuların, takımların konuşulduğu platform şeklini aldı. 
Mecburiyetten futbolcu olanlar, doğuştan yetenekliler, Arapların/Rusların satın almak için yarıştığı takımlar  ve dahası...
Hep futbolu veya futbolcuyu dillendiriyoruz ama takımların eli-kolu olan taraftarlar bunun neresinde? Futbolu futbol yapanda taraftarın gür sesi değil midir? Hatta taraftarlarının meşhurluğu takımın ününden daha çok önüne geçen fanatik gruplar var.

Taraftar zihniyeti hiç olmadığı kadar farklılık gösterir. Deşarj olmaya gelen, maçın bilet parasını denkleştirmek için hesap-kitap yapan, fanatik taraftarın gün saydığı ve bu örneklerin sayısının arttığı sporun neden taraftarların daha az söz sahibi olduğunu anlamak zor.

Hazır İngiltere ve taraftarlardan söz açılmışken konuya dalış yapmak istiyorum. İngiltere'nin güneyi Portsmouth şehrinin takımı olan Portsmouth FC taraftarı ister futbolu sevin ya da sevmeyin "ders, ilham veren" davranışlarıyla futbolun nasıl ileriye taşındığının örneği.

  
Takımların başı dertten kurtulmayan sıkıntıları "borç batağı"! En ünlü ve kazanan takımında aynı disiplinsizliklere dolanıp kapıldıkları bataklık. 
Portsmouth kulübünün de aynı dertten başı muzdarip olunca, uzun yıllar mahkeme kapılarını aşındırdılar. Artık takımı kapatma kararı alan yöneticilerin bu tutumuna karşılık taraftar dur demesini tavırlarıyla göstereceklerdi.

Kafa kafaya veren Portsmouth taraftarı borçların (2 milyon sterlin) tamamiyle kapanabilmesi için kesin bir çözüm üretirler. Yardım gecesi düzenleyerek takımın hukuk mücadelesi yerine sadece oynayacakları futbola odaklanmasını sağlarlar.

Takım olarak ne kadar keşmekeşin içinden kurtulsalar da eski günlerini yine arar oldular, bu sefer para yüzünden olmasa da! Alt kümede (The League 2) mücadelesini sürdüren bir mavi ordu ( The Blue Army takma adıyla) ismiyle anılarak.

28 Ağustos 2015 Cuma

"Aslan" Avının Peşinde

Galatasaray'ın son yıllarda göstermiş olduğu başarılı grafikte, bu yıl eşleştiği dengeli diyebileceğimiz kura sonunda; hareket ve heyecan üst seviyeye ulaştı. 
Sanki yarın çıkıp oynayacakmışız havasındayız. Arka arkaya aldığı başarılar ve çeyrek finale kadar uzanan Şampiyonlar Ligi maratonunda hücum hattında iyi bir ivme yakaladı. 2014-2015 Şampiyonlar ligi şansızlığını saymazsak. Ülkece kenetlenip rengin ne olursa olsun birlikte sevinip, üzüldüğü izlenen maçlar şenliğine büründü.

Sezona beklenenin aksine kötü başlangıç yapan sarı-kırmızılılar artık grupların belirlenmesiyle hazır ve inanmış takım ruhuna geri dönecektir. Diğer grupların cehennem sıcağını aratmazken C grubu ve H grubu Araf'ta kalmış kıvamda. Kıran kırana mücadelelerin, favorilerin 4 takımında olabileceği çekişmeli maçlar bizleri bekliyor olacak.


Deyim yerindeyse avcı Aslanken avlananlar kimler?
Mucizelere imza atan ve 4. torbadan; çok uzaklardan ilkleri yaşayan takım olarak selamlıyor Astana takımı.
Aslında takım olarak Liginde dahi "cicim aylarını" yaşıyorlar. Çiçeği burnunda Astana takımı henüz 2009 yılında kuruldu. Bizler liglerin yeni düdük çalmasıyla terlemeye başlamışken, Kazakistan'da 8 kasımda lig sona erecek. Bu durum biraz dezavantaj yaratabilir. 
Maribor, Helsinki ve APOEL'i eleyerek sürprizli bir takım olarak aramızda.

Portekiz'in köklü takımı olan Benfica ise; 1. torbadan katılarak biraz korku salsa da açıkçası Alman, İngiliz ve İspanyol devlerine bakış, memnun yüz ifadesiyle ayrılıyoruz. 
Galatasaray'la da ilk ve tek maçını 2008-09 yıllarında UEFA Kupası gruplarında 2-0'lık üstünlükle kazandığı maç olarak göze çarpıyor.

Biraz daha can alıcı noktaya gelirsek; her ne kadar 2. torba gibi görünse de -ben 1. torbada olmalıyım- diyen Atletico Madrid var.
Bu yıl fazlasıyla kan kaybeden Arda Turan'ın 34 Milyon Euro'luk dudak uçuklatan transferinin yanında Mandzukic, Miranda ve Raul Jimenez gibi yıldızlarını satarak boşluklarını doldurmaya çalışıyor. Atletico Madrid C grubundaki takımlara göre "sıcak el" konumunda. 2 yıl önce Real Madrid'le final oynamış ve oynadğı futbolla kendinden söz ettiren bir takım olmayı başarmıştı. 

  
Galatasaray önce geçen senenin rövanşını alacak, daha sonra tıpkı Atletico Madrid gibi "neden olmasın" dedirtecek inanışla geldiğini görüyorum. Gruptan çıkması yanı sıra ülke puanı açısından vasatı takip eden grafiğine de dur diyecek gibi kim bilir.
Neden olmasın?


27 Ağustos 2015 Perşembe

"Yok"luktan Gelen Bisiklet Serüveni

Geçmiş... Eskiyi biraz tarayınca az bulunan ekmek, yağ vb. ihtiyaçlarımız için kuyruğa eşlik ettiğimiz günlere götürmek istiyorum. Biraz daha geçmiş içinse ne Google yetişebilir ne de tarih kitapları. Onları ancak dedelerimizin, ananelerimizin bilgisine başvurarak bulabiliyoruz. Duyduklarım kan donduran cinsten oluyor. Bende bindim bisikletime doğru ananeye; bisiklet hakkında yazacağımı duyunca: Es geçmiyorlar o dönemlerde "bisiklet" lüks bir araçtı demekten.

Günümüzde hayal etmek pek de zor değil. Bu yokluk cümleleri "eğer karnen takdir gelirse" şekline dönüşüyor. Bu sefer çocuk bisikleti spor veya sosyal bir araç olarak değil de "ödül" olarak görüyor. O da nasibini yaz ayında epi topu 3 ay üzerinde site içinde gezebileceği araca bürünüyor. Bir sonraki yıl biliyor ki ödül bisiklet yerine teknolojik cihaza dönüşeceği için evlerinin bodrum katında paslanmaya yüz tutuyor. 

Günümüzün trajik durumunu gözlemleyince geçmişte bir dönem kalmak istiyorum ki bisiklete verilen değerden söz edebilelim.
1923'te İdman Cemiyetleri İttifakının kurulmasından sonra gelişen bisiklet aynı yılların takibinde FIAC üyeliğine de kabul edilerek Türk spor tarihine çok büyük rol üstlenecektir. Bunun üzerine apar topar milli takım kurulur. Yüzümüze kapanan kapılar soğuk duş etkisi yapacaktır.

Bisiklet Federasyonu kuruluyor, üzerine milli takım, ne acıdır ki 1924 Olimpiyat Oyunlarına (Paris yaz oyunları) katılabilecek bisiklet bulunamaz! Bu talihsizlikler üst üste gelirken ders çıkaranlar sayesinde "dünya standartlarına" uygun bir şekilde çalışılmaya başlanır.
En büyük emektarlar: Cahit Cav, Cambaz Fahri ve Orhan Suda gibi büyük üstatlar ellerindeki yokluklarla direnmeyi başarmışlar ve bununla kalmayıp bir üst basamağa çıkarmışlar.


Tarihler 1924'ü gösterdiğinde Türkiye Şampiyonası olarak geçen bisiklet turlarının hepsinde 1. gelerek; hırsını, dayanıklılığını ve süratını gösterme imkanı buldu Cahit Cav; ve ardından gelen isimler için emsal olmayı başardı.
Türkiye'deki başarılarını, yurtdışındaki başarıları ile de taçlandırmayı unutmadı. 
Abisi gibi rüzgar estiren Galip Cav, Tacettin Öztürkmen ve Yunus Nüzhet Unat'da onlara katılarak Olimpiyatlara katılan ilk sporcularımızdan olma başarısını gösterdiler. Bizler bisiklet bulamayıp uluslararası platformlarda hep bir adım geriden gelirken bazı sporcular bisiklet tutkusunu bir adım öteye taşıyor. 

Vincent De Haitre ismini henüz daha duymamış olabilirsiniz. Ancak yakın zamanda hem buzların hem de yolların kralı gibi söz ettirecek. Buz pateni ve bisiklet sporunu bir arada yaparak Kanada'nın altın çocuğu olamayı başardı bile. 


Şimdi ya gelecek?
Her geçen gün bir yenisi daha ekleniyor bisiklet kültürünün ve gelişimi için yapılan yeniliklere. Peki biz bunun neresindeyiz? Düğüm burada çözüm bizde.

26 Ağustos 2015 Çarşamba

Ansızın Gelişir "Tenis" Vuruşları

Tek başınıza mücadele ettiğiniz sporlar; bireysel olarak zeka ve gücün, becerinin ve tekniğin ön planda olması diğer sporlara göre daha stresli ve yorucu kılıyor. Kendi ülkemiz için de belki 100 metre koşusu, bisiklet ya da yüzme bunlar zaten hep mevcut. 
Her yazımda belirttiğim gibi yine vurgu yapacağım. Oynamak isteyenlerin, isteği; tenis kortu arayışlarına kadar da olsa biraz törpüleniyor. 
Artık Anadolu'da dahi tenis kortlarının yaygınlaşmasıyla hevesimizi sıcak tutuyor. Yine de pahalı bir spor su götürmez bir gerçek. Tamam, madem pahalı oynayamıyoruz -oynamanın yerini tutmasa da- izlemeye ne dersiniz? 

Futbol, basketbol veya voleyboldaki gibi "derbi maçlar", tenis dünyasında da o tat da izler bırakan mücadeleler görmüyor değiliz. Kimi zaman çok daha heyecan yaratıyorlar. Federer, Murray, Nadal ve Djokovic'in oynadığı hemen hemen her maç unutulmaz anlar yaşatıyorlar.
Bazen sürprizlere açık bırakıyorlar.

Sadece unutulmaz dakikalar değil, harikulade kurtarışlar ve vuruşlarla cezbediyorlar. O an kalkıp "elini sıkmak istiyorum". Teniste bazı anlar yaşanır ki oynanan maçtan çok oyuncunun yüz ifadesi konuşur. O anları yaşatmayı, anımsatmayı isterim.

Messi, Ronaldo eşleşmesi yapılır hep. Teniste de bunun adı Federer-Nadal ikilisi olarak karşımıza çıkarlar. Ancak artık sadece bu ikiliden bahsetmek büyük haksızlık olur. 
Murray, Djokovic isimleri oyun stilleriyle farklı bir bakış açısıyla görmemizi sağladılar. Djokovic dünya 1 numarasını çok sevmiş olacak ki sağlam bir şekilde tahtını kurdu.

Yine bir Federer-Nadal maçı esnasında çekişme, zorluk ve kimin yeneceği hiç belli olmayan maçlar, hepsi mevcut bu rekabette. Duygulu bir sporcu olsa da çoğu kez ifadesiz ve soğuk duruşundan dolayı mesafeli yaklaşılır Federer'e. Fakat maç sonunda yapılan ödül töreninde ifade borçlarını bir bir gün yüzüne dökmüştür, gözyaşlarıyla.



Bir kez daha Federer diyeceğim çünkü kortların majesteleri olmuş bir isim. Konsantrasyon kelimesi ağızdan çıktı mı ilk akla gelen tenisçi olur. Nishikori ile yaptığı yarı final maçında, maçı kazandığını fark etmeyip; ben buradan sonra da bir maç daha oynarımın hesabını yapar gibiydi. 
Hakemin uyarısından sonra haline gülmeye başlayan Federer vardı.



Şimdilik Federer stoklarıma ara veriyorum. Yağmurlu bir Roland Garros'ta. Maça kısa bir mola. Djokovic'in ıslanmaması için şemsiye tutan genç tenissever, Djokovic tarafından "centilmen" hareketler... 
Yanına oturtup içeceğini servis eden dünya 1 numarası, üstüne şemsiyeyi de elinden alınca yağmurun şiddetini hisseden taraf oldu.


Hayatımızda öyle değil midir? Hiç beklemediğimiz anda gelen hediye veya haber, sporu sevdiren, cazibeli oyuna dönüştüren ansızın gelişen duygular, hareketler, espriler...
Tıpkı uzun süredir giymediğiniz ceketinizin cebinde bulduğunuz para gibi.

25 Ağustos 2015 Salı

Adı Yeter! Petar Naumoski!

Çağımızın bitmek tükenmeyen problemleri, hastalıkları, mücadeleleri ve daha fazlası... Bunların bir çözümü vardır ama kısmen ama tamamen. Peki ya "zaman"? Ona bir çözüm bulabiliyor muyuz? Maalesef elimizdeki mevcut veriler bizi çıkmaz sokağa götürüyor. "Keşkelerle" yaşayarak geçiyor kıymetlimiz.

Bir de metropol şehirlerin bitmez çileleri. Hep bir yola doğru koşuşturmaca, geçiştirmelik yenilen yemekler, günün nasıl bittiğini ve verim aldığını/alamadığını anlamadan geçen "tik, tak" tıkırtıları. 
Böyle bakınca da nefes almadan yaşıyoruz. "Zamanın" değeri nicedir paha biçilemez statüde.

Konuyu fazla dağıtmadan esas konuma hızlı bir geçiş yapmak isterim. Basketbol benim hayatımın da oldukça uzun bir dönemini kapsayan ikinci evim. Çim, asfalt bilmeyiz. Parkelerin gıcırtısı ile büyüler, cilası ile gözlerimiz kamaşır. 
Artık parkelerde öyle janjanlı oldu ki eskilere göre zemini konuşur olduk (bilhassa NBA parkeleri). O yüzden bugün biraz eskinin tozlu raflarına göz atmak istedim.
Benim için hala Efes Pilsen olsa da Anadolu Efes olarak her geçen gün vizyonunu ve çıtasını yükselterek eskiyi aratmıyor. 

Efes Pilsen bir dönem Koraç Kupasını kazanmıştı. Şimdi o kadroyu anımsayınca; Ufuk Sarıca, Mirsad Türkcan, Hüseyin Beşok, Murat Evliyaoğlu, Petar Naumoski... İşte tam da burada durmamız gerekiyor. Adına söylenecek öyle sözler sarf edilir ki yaz yaz bitmez. 
Gelmiş geçmiş en iyi yabancı oyuncu sıralasak 1 numarada hiç şüphesiz Petar Naumoski adı yazılır.


Her erkek çocuğunun spor eksenine alan spor, pek tabi ki futbolla başlamış. 15 yaşında ise basketboldaki cevherlerini gizli kalmış mabedinden çıkarmıştır. Profesyonel kariyerine Hırvatistan'da adım atsa da tam olarak istenileni sahaya yansıtamadı. 
Araya kendi ülkesinin hasretini dindirmek için Rabotnicki'de oynadı. 
Efes'in gözüne takılan Naumoski'yi ilk olarak 92'de takıma transfer ettiler. İlk olarak diyorum, çünkü onların hikayeleri "hareketli bir aşk" olacaktı.
Sanki uzun süredir bu anı, bu takımı bekliyormuşcasına mabedini sonun kadar açık bıraktı.

Avrupa Kulüpler Kupasında finale kadar yükseldiler. Lakin sonrası...
Efes Pilsen'le alamadığı kupayı İtalyanlarla (Benetton) göğe kaldıracaktı, üstelik İstanbul'da. Yeri doldurulamayan Naumoski tekrar evine döner (Efes Pilsen). O sezon takım halinde oynayan, hazır bir Efes vardı. Ve sonunda Koraç Kupasını kaldırdılar. 


Daha sonraları çalkantılı bir aşk hikayesine döner. Parasını alamadığı için mahkemelik olurlar ama tatlıya bağlanır. Yine de Efes Pilsen'i diğer takımlardan çok farklı yere koyar.

Naumoski'yi kendine has özelliği de; o yıllarda hücum süresi 24 sn yerine 30 sn oynanıyordu. İşte o 30 saniyenin 25 saniyesini tek başına kullanırdı. Sahanın beyni gibiydi. 1 saniyenin önemini bilerek oynardı. Sahaya da yansıtırdı. Basketbolda zaman 40 dakika gibi algılansa da 1 saniye bazen devleşip dakikalara dönüşürdü.

Petar Naumoski'nin Namık Polat adını alıp Türk vatandaşlığına geçtiği dönemde de milli takıma seçilmemesi "kırgınlık" yarattı, biz basketseverlerde de.
Aslında milli maçlarda ay-yıldızlı formayı onurlandırsaydı nasıl olurdu diye sormaktan alıkoyamıyorum kendimi!

24 Ağustos 2015 Pazartesi

Birlik Olmanın Tanımı! Bursaspor Efsaneleri!

Her şehrin tarihi dokusuyla özdeşleşmiş semtlerinde sporda nasibini almıştır. Belki de günde binlerce adımların iz bıraktığı kişilerden bazıları o semtin adıyla ününe ün katmıştır. Nitekim böyle örneklerde yok değil. 
İstanbul tarihte özellikle de futbol dünyasına kapılarını ardına kadar açmış bazılarını arnavut kaldırımlardan çim sahaya bazıları o zamanki koşulların getirisiyle fabrikaların soğuk yollarına götürmüştür. Evet, her insan kendi şansını kendi yaratsa da yaşamsal koşulların mecburiyeti de göz önüne alındığında; üstelik yıllar 60'lı-70'li yılları gösteriyorsa bir kez daha alıkoyuyor hayallerden. 

Düşününki, henüz lise öğrencisi olan bir çocuk, bir gün önce okulda tebeşirin tozunu yutmuş, ertesi gün kolundaki saati değerinin çok altında satarak "Yeditepeli" şehrin büyüsüne kapılır ve yollara düşer. Sadece yollara değil o futbolun sevdasına da düşmüştür. 
Yeteneği ile herkesi büyüleyen "Mesut Şen" Galatasaray altyapısıyla hayaline bir adım daha yaklaşır. Daha büyük hayalleri vardır; Lefter'i biraz daha yakından canlı canlı izlemek. Bilmiyordu ki çok daha ileriye taşınacağını. Sarı-kırmızının renkleriyle bambaşka bir heyecana tanık oluyordu Mesut Şen. 


Bir rüya misali yaşarken Bursa'ya arkadaşının yanına gider. Bizim çocuk durur mu? Dayanamayıp mahalle maçında alır soluğu. Çalım üstüne çalım, göz doldurur adeta. Kenarda maçı takip eden Akınsporlular, bu yeteneği kaçırmamak için kolları sıvarlar. Bursa futboluna kazandırdıkları sadece bu süreçler değil Mesut o sezon hem gol kralı olur hem de takımını şampiyon yapar. 

Tarih 1963'ü gösterdiğinde Bursa'da bir ilk daha yaşanır. Akınspor, Acar İdman Yurdu, Çelikspor, İstiklal ve Pınarspor birleşerek Bursaspor'u kurarlar. Daha sonraları yeşil-beyaz formayla muazzam birlikler, zaferler, dostluklar ve milli mücadeleler beraberinde gelecektir.

Mesut Şen yine kendisi gibi kendinden önce takımını hayatının önünde tutan Ersel Altıparmak ile önlenemeyen ikili unvanına sahip olacaklardı. Mesut Şen sağ açıkta çalımlarıyla harikalar yaratırken, Ersel Altıparmak orta sahadaki üstün mücadelesiyle her geçen gün zirveye taşınıyorlardı.


Bursaspor'un halen daha meşhur tribünleri, o yıllarda da bu ikili için şarkılar söylenmiş, tribünlerde kendilerine has özel seyirciler oluşturmuştur. Bu ikili nereye giderse tribünlerde orada buluverirlermiş. Hem spor adına hem de seyirciler adına büyülü anlar yaşatmışlar. 
Uzun yıllar Bursaspor'u şampiyonluklara taşıdılar. Kendilerini de milli formanın onuru sarmışken, ikili daha sonra da Bursaspor ismine yakışır yararlı işler yürüttüler, futbola birçok ismi kazandırdılar. 

Ersel Altıparmak bir röportajında Mesut Şen için sıcak ve samimi duygularını şöyle dile getirir: " Barcelona'da oynayan Messi, Mesut gibi. Çalımları, adam geçmeleri Mesud'a benziyor. Ama Mesut'un bir özelliği daha vardı. Çizgi üzerinden gidip orta yapıp gol de attırırdı. Messi'de bu yok, o gole kendi gidiyor." dostluğuna sıkı sıkı sarılan -büyük insanlar-.

Bir de şöyle söylemler var, Mesut Şen için. Bursa Atatürk Stadyumunun çim sahaya gölgesinin uzandığı noktaların dışına çıkmazmış. Bizim çalım ustasının ünü Gölge Mesut olarak Bursa'nın dar sokaklarında yayılmış. 


Yine Bursa'nın daha da doğrusu Tophane'nin atmosferi ile büyüyen Sedat Özden namı Sedat 3 ( o yıllarda Bursa'da 3 tane Sedat olunca Sedat Özden'e 3. Sedat denmiş) olarak yayılan bir başka sevdası futbol olan futbolcu.
Mesut-Ersel ikilisinden sonra hem futbolu hem de insanlığıyla halen daha ayrı tat bırakan nadide kişilerden. Bu 3 ismi Bursaspor ile özdeşleştiren farklı unsurda İstanbul takımlarından transfer teklifleri almalarına rağmen (kısmen Gölge Mesut Beşiktaş'ın havasını solusa da, kısa sürdü.) formayı üstlerinden çıkarmak istememeleri.

Futbolun beraberlik içinde, keyif almak amacıyla oynandığı yıllardı. Birliğin altını çizdiği yıllardı. Şimdilerde... Yorum sizin!

21 Ağustos 2015 Cuma

Bisiklet Üzerinde Eşsiz Tınılar

Elimizden hiç düşürmediğimiz telefonlarımızın takviminden yapraklarını geriye sarın. Öyle çok değil 80'lerin sonlarına doğru. Efsanevi İrlandalı bisikletçi Stephen Roche adına yazılmış ve pedallarken ilham deposuna dönüşen şarkıyı açın. Şarkı; "Get Out of Saddle Stephen". Bisiklet sürenler çok iyi bilecektir ki pedal çevirirken kulağınızdaki tınılar, sanki siz bisikleti değil de bisiklet sizi taşıyormuş hissine kapılmanızı sağlayacak. 
Tabi rampa yukarı çıkmıyorsanız!

Sesi açın, Stephen adına yazılan şarkıya kulak verin. Daha önce adına kitaplar yazılmış hatta filmler çekilmiş bisikletçiler biliyoruz. Üstüne üstün Roche hakkında harflerin kelimelere büründüğü kitapları ve belgesel tadında filmi olduğunu belirtince yerinin bisiklet dünyası için apayrı olduğunu söyletiyor. 
En enteresan olanı ise şu an kulağınızda Dermot Morgan'ın seslendirdiği şarkısı.


Roche'yi diğerlerinden ayıran ya da Roche yapan ve İrlanda bisiklet kültürünü başarıdan başarıya koşturması tek başına değildi. Yine İrlandalı ve bisikletçi Sean Kelly ile birlikte geldi başarı zinciri. 1987'de bisiklet yarışlarını domine eden Stephen arka arkaya Tour de France ve Giro d'ltalia etap yarışlarını kazandı.

Şampiyonluk naralarıyla yüzü gülücüklerle dolup taşarken, Dünya Şampiyonu olarak bisiklet üzerine yazılabilecek en büyük işlere/zaferlere imzasını attı.

Böyle bisikletçilerin bir-iki ay içerisinde isimlerini tekrarlamayınca unutmaya yüz tutuyor. Ancak Roche yarış organizasyonları ve bisiklet yarışları için yorumcu olarak adını unutmamıza asla izin vermedi. Onun bu iddialı spor yaşantısı soy ağacına da yansımıştır. 
Bir oğlunu, kardeşini ve yeğenini de bisiklet sporunu aşılamıştır. Hatta hemen hemen hepsi profesyonel yaşantılarına adım atmıştır.


Bunların yanı sıra Roche bisiklet adına kurdukları kamplarla bambaşka hava yakalamıştır.Biliyorum müziğin, bende aktarmak istediklerimi yazmanın sonuna geldim. 
O zaman yine bisiklet bisiklet üzerinden müziğimize yön verelim. Bisiklete taparcasına aşık Kraftwerk Tour de France adında şarkıyla hatırlatayım.

E tabi Stephen'in şarkısından çok farklı atmosfere sahip olsa da Tour de France şarkısıyla birlikte turun 100. yılında albüm haline dönüştü. Daha fazla bir şey söylemiyorum. Sizi müzikle baş başa bırakıyorum.

20 Ağustos 2015 Perşembe

Gönüllerin Fethi Gustavo Kuerten

9 yaşında Brezilya'nın sokaklarında gözyaşlarına hakim olamayan bir çocuk düşünün. O çocuk için yaşamının perdeleri sonuna kadar kapanmıştı. Babasını kalp krizinden kaybetmişken, küçük kardeşi Guilherme, doğum sırasında uzun süre oksijensiz kalınca zihinsel engelli kalmasına sebep olacaktı.
Bu denli sarsılmışken arabanın kornası ile irkilir. Hava usu usul kararmış, sokak lambaları yanmaya başlamıştı. Pes etmeyeceğim der gibi elini yumruk yaptı ve sonrası... Babasından aldığı en büyük mirası ile aydınlanmaya -varım- dedi. 
Babası bu konuda amatördü belki ama kendisi Dünya 1 numarasına kadar uzanan yolculuğa başlayacaktı. 

Kardeşinin her gün yaşadığı mücadelelerden derinden etkilenen Gustavo Kuerten tenis hayatına daha sıkı sarılıyordu. Böylece kazandığı paralarla kardeşinin tedavisine bir nebze de olsa yardım edebiliyordu. Sokağın havasını solumuş, Brezilya'nın mistik ortamını benimsediğini "toprak kortlarda" yansıtıyordu.



Fransa Açık'ta Roland Garos'un toprağında 3 Grand Slam kazanarak "toprağın efendisi" olduğunu kanıtladı. Azmi ve küçük yaşlarda yaşadıklarını aklının hep bir köşesinde taşıdığını maç sonlarında gizli saklı kalmış duygularla gün yüzüne çıkarıyordu. 

Bu başarılarını 2000 yılında Dünya sıralamasında 1 numaraya yükselerek; aslında zaten gönüllerin şampiyonu olarak yer etse de bir kez daha kanıtladı. Neden mi? Çok daha basit cevaplamak gerekirse kendiyle, yaşamıyla barışık kalmanın savaşı derim. Biraz daha açmak gerekirse kazandığı tüm kupaları küçük kardeşi Guilherme'ye vermesiyle anlam bulur.
Bunun yanı sıra her yıl katıldığı turnuvalardan birinde kazandığı para ödülünü "zihinsel engelliler" için kurulmuş derneğe bağışlıyor.



Ağladığı günleri hatırlayınca artık biraz da olsa tebessüm görebiliyoruz Kuerten'de. İyilik elçisi, yardımseverlik bir yana bir o kadar da sempatik olan Gustavo; bu arada burada duralım. Çünkü Gustavo Kuerten'e kimse böyle seslenmiyormuş, yani böyle tanımazlarmış. Brezilyalı tenisçi'ye "GUGA" lakabını takmışlar. 

Guga'nın unutulmayan neden gönüllerin şampiyonu olduğunun ispatı olan bir maçı var. Amerika Açık Erkeklerde oynanan çeyrek finalinde spora dair olumlu anlamda tüm çıplaklığıyla yaşandı. 
Hayran kitlesinin nasıl bu konuda fazla olduğunu, hafızalarda kazıyan anlardan sadece biri. Guga, Fransız tenisçi Cedric Pioline ile karşılaşıyordu. Karşılaşma oldukça çekişmeli geçerken az olan seyircilerin sesi tıklım tıklım dolmuş kort misali çıkıyordu.

3. sette Kuerten'in muazzam vuruşuna, Fransız raket olağanüstü paralel forehand ile puanı alınca teniste görülmeyen "tebrik" meesajı geldi.
Kuerten karşı sahaya geçerek, Fransız raketin elini sıkarak tebrik etti. Seyircilerin ıslıkları ve alkışları bir anda daha da güçlenerek "koca yürek Guga'nın" sesi oldular.

Gönüllerimizi bir kez daha fethetti. 


19 Ağustos 2015 Çarşamba

Yaşları Küçük, Başarıları Büyük Dev Adamlar

Son yıllarda Türk basketbolunda ciddi bir düşüş var. Yadsınamaz gerçek! Ancak arkadan gelen nesil çok büyük umutlar barındırmamızı sağlıyor. Heyecan uyandırıyor! İlk başlarda borsa grafiği gibi inişli-çıkışlı oyun sergileseler de takım ruhunun bilincini küçük yaşlarda edinmenin yararını gördüler.
Süregelen bir alışkanlık haline gelen takımımız vardı. Neredeyse uzun yıllar hiç değişmeyen kadronun dışına çıkmıyorduk. O yüzden maalesef aradan kayıp giden yetenekleri bir nevi küstürdük.Belki de yeni yeteneklere açık olunsa çok daha öncelerden genç nesil yer bulacaktı.

Basketbolda Avrupa'nın da tartışma konusu olmuştur. Ben bu süreci; "emekli olmak istemeyen doktorlar" (artık 60-70 yaşına gelmiş dedeler) arkadan gelen taze bilgi deposu doktorlara koltuk bırakmak istemeyince yer bulamaz, yıllarca aynı unvanla doktorluğunu yapmak zorunda kalırdı, kalmaya da devam ediyorlar ne yazık ki.
Durum vaziyet böyle olunca "yeni yetenekler" kendilerini kendi yaş gruplarının içinde farkındalığını göstererek yer bulmaya başladılar.
Son 3-4 yıldır ışıl ışıl parlayan -küçük dev adamlar misali- büyük başarılara imza attılar.


En son olarak Yıldız Erkek Milli Takımımızda bronz madalyayla kürsüye çıkmanın gururunu yaşadılar/yaşattılar. Aralarından sıyrılan "yıldızlar" olmadı değil. A milli takıma göz kırpanlar oldu. Savunmadaki dirençleri, akıllıca oynadıkları oyun göz doldurdu. Onuralp Bitim ve Ahmet Duran gibi oyuncuların yakaladıkları ritim 12 kişilik kadroda rezervasyonlarını yaptırdılar şimdiden.

A milli takımımızda son günlerde oynanan hazırlık maçlarında da oldukça genç bir takım kuruldu. Başı çekenler arasında Kenan Sipahi, Kartal Özmızrak, Furkan Korkmaz ve daha fazlasını görünce esasında basketseverleri endişe sardı. "Bu kadar yeni ve genç kadroyla olur mu" soru işaretleri ile karamsarlığa bir adım daha yaklaştılar. 


U-20, U-19, U-18'de sergilenen oyunlar bu endişeye mahal vermeyin dedirtti. Emircan Koşut ve Furkan Korkmaz gibi oyuncular en iyi beş'e seçilerek "bizde buradayız" dediler. 
Sadece onlarda değil elbet. 12 kişilik kadro genişlese ne de güzel olur diye düşündüren kadroda Okben Ulubay, Tolga Geçim, Berk İbrahim Uğurlu ve Ege Arar isimlerine daha çok aşina olacağız. Benden söylemesi.
Ergin Hocanın vizyonuna da uzun uzun cümleler yazılır.

Bir takım kimyası oluşturulabilirse, ardından şampiyon olabilecek büyük potansiyele sahipler esasında. Bu bakış açısıyla ilerlendiğinde kısıtlı kadroya girebilmek için herkes varını yoğunu ortaya koyuyor. Son formaya kadar çalışmak, çalışmak, çalışmak yeterli olmuyor.
Farklılığı sahada göstermek +1'i eklemek için fırsat yaratmak gerekiyor. Tıpkı son hazırlık maçında Kartal'ın müthiş oyunu gibi.
Ergin Ataman ince eleyip sık dokusa da bu sefer takımını oluştururken epey zorluk çekeceği kesin. Keşke zorluklar hep böyle olsa!

18 Ağustos 2015 Salı

Futbolun "Efendi"leri!

Futbolda bomba transfer, futbolcuların aldığı bonservis dudak uçuklattı, hakemler maçı çok etkiledi, tribün kapatma cezası, sarı ve kırmızı kart, passolig...
Şimdi bunların olmadığı (kısmen olduğu) bir futbolu konuşmaya ne dersiniz?
Mesela içinde müziğe ne dersiniz ya da biraz oyunculuk katalım. Tamam, boşlukları dolduralım. Edebiyat, belki biraz karikatür. E gülümsememiz de yüzümüzden eksilmesin biraz da komedi ekledik mi tam anlamıyla cümbüş.
Tarafın olmadığı eğlenmek ve keyif almanın listede 1 numaraya alındığı bir renk cümbüşüne ne dersiniz? Mutlaka ki sözünü bahsettiğim konuda bilgisi olanlar vardır ama siz yinede benden duymuş olun.


Harun Tekin, Hayko Cepkin müzik kısımlarında bize eşlik ederken Cansel Elçin, Serkan Öz ve Hüseyin Karabey sinemadaki rolleri ile yerlerini alıyorlar. Alpay Erdem namı diğer "Kamil seven adam" karikatürleri ile bakış açımıza yenisini katıyor. Bu kadar güldük, oynadık ve söylemişken bize yazma konusunda (yazar ve senarist olarak) Doğu Yücel, Emrah Serbes, Ender Özkahraman ve Barış Bıçakçı kalemleri ile futbola tanıklık ediyorlar. 
Hazır bunları yazmışken Can Yayınlarından Can Öz'e de basımını yapmak kalıyor.

Biraz kafa karışıklığı yaratmış gibi duruyor. Bu kadar ünlü ismi bir arada tutan spor tabi ki de "Futbol". Hatta bundan 6 yıl önce kurulan bir takımları dahi var. Ayazma takımı! Ünü oldukça yayılmış durumda. Kuruluşlarında yine Avrupa'nın göbeği Almanya'dan gelen telefonun parmağı var. Bu telefonun sonunda takım sürdürebilirliğini "Efendi Liginde" mücadelelerine keyifli bir şekilde devam ediyor.


Futbolu sıradanlıktan kurtaran Enteller diye de söz ediliyorlar.Farklı karakterlerin bir araya getirip, gittirleri ülkede veya şehirde maçtan sonra da uğraştıkları mesleklerle ilgili faaliyetlerde olduklarını belirtmekte taçlandırıyor futbolu.

Merak edenler olacaktır; bu Ayazma Takımı kendini nasıl tanımlar diye.
“Batının zoruyla kurulan; futbol, sanat ve edebiyatı karıştıran, “Almanlar kaybedince kaybetmiş sayılırız” deyip kazanmaya değil eğlenmeye oynayan; masada kazanıp, sahada kaybeden; yenile yenile Samuel Beckett olmayı öğrenen ama hiç bırakmayan, velhasıl yazar mı yazar, çizer mi çizer, oynar mı oynarlar. Almanya bahanedir, Alsas Loren’i geri alıncaya dek futbol topunun peşinden gideceklerdir. Ne de olsa futbol, 11’erden iki takımın oynadığı, sonunda yazarların hüzünlendiği bir oyundur.”
Kısa, öz, renkli ve sonunda FUTBOL!

17 Ağustos 2015 Pazartesi

Dünya Bisiklet Şampiyonası Öncesi/Sonrası

Gerçekten de bisiklet dünyasındaki insanlar "deli" olmalılar. Rampa aşağı rüzgarı hissettirip her şeyi unuttursa da bunun tersini düşünmek bile rüyadan uyandırıyor insanı.
Bir günde olsa kendinize tatil verdiğinizde ertesi günü canınıza okuyor. Ne demişler taşı delen suyun gücü değil sürekliliğidir diye. Pedal çevirenler bu konuda tartışmasız doğruluğunu kanıtlar.
Sıradışı hayatlarını son olarak renklendirip yıl sonunu getirirler.

Biz amatör bisikletçiler bu renklendirmeyi sadece satın alarak moral bulsak da asıl olan profesyonel bisikletçinin kariyeri boyunca "Gökkuşağı mayo" elde etmek için varını yoğunu ortaya koymaktır. Böyle basitmiş gözükse de bisikletçiler için onurun mücadelesi, ertesi yılın gökkuşağı mayoyla yarışmanın gururudur. 
1 yıl boyunca omuzlarında formayı terletmenin emeklerinin sembolüdür aslında.



Dünya şampiyonasının daha da şık ve çekici olmasının nedeni de farklı bir coğrafyanın kokusunu çekmesi, farklı noktaların cazibeli ruhunu alıyor olmasıdır. Dağ, yol ya da zamana karşı her tarzda bisikletçinin gözdesidir Dünya Şampiyonası.
Bir de şampiyonluğu parselleyenler vardır. Mark Cavendish gibi! Vardır da her şey bu kadar güllük gülistanlık değil, bir de lanetini birlikte taşır.

Bisiklet dünyası bu lanetle çalkalanır. Nedir bu esrarengizlik! İnanışa göre, bu mayoyu omuzlarında taşıyan bisikletçi bir sonraki sezonu kasvetli ve geri dönüşü olmayan yıl olarak geçirir.

Aslında bu laneti doğrulayan sırlarla dolu örneklerle de var. Stan Ockers, gökkuşağı mayoyu sırtlarken ki heyecanını bir sonraki yıl hayatını kaybetmesi lanetin ilk örneği olarak kabul edilir.



Tom Simpson çok ilginçtir ki aynı sonu o da görür. Daha acısı olan zorlu süreçleri geçirip mayoyu sırtlamışken ya da tadına varacakken geçirdiği kaza sonucu hayata veda eder.
Trajik ve dram dolu renkli mi yoksa siyah mı olan mayo üzüntüler silsilesine döner. Tabii ki de hep böyle süre gelmedi.
Zaferler, unutulmayan sevinç çığlıkları da yok değil. Zamanı biraz geriye saralım. Biraz dedim ama şöyle 2. Dünya Savaşına doğru.

Fransız bisikletçi Georges Speicher Dünya Şampiyonu olmayı başarmıştı. Küçük bir ayrıntı; Şampiyona o yıl Fransa'da düzenlenince fırsatı lehine çevirmeyi de gözler önüne sermiş oldu. Şimdi de daha büyük ayrıntı ya da soruna gelelim. 
İlk başta Fransa Milli Takım görevlileri sebepsizce Speicher'i şampiyonaya dahil etmeme kararı alır.

Hayal kırıklığı kapısını çaldığı sırada takım arkadaşı rahatsızlanınca kapının kilidi sonuna kadar açılmış oldu. Görevlilere cevap verme arzusuyla yanıp tutuşan Speicher müthiş performansıyla zafere yürüdü. 
Günün sonunda kadehini milli takıma kaldırırken birçok ironi barındıran günlerin şerefine dercesineydi.

Yeni lezzetlere, mucizelere aç bekleyen şampiyona bu yıl neden birine imza atmasın? Neden bir türk sporcu olmasın? 

13 Ağustos 2015 Perşembe

Martina Hingis'ten Çıldırtan Hareketler

Tenis tarihinde efsane olmuş isim çoktur. Bir de tenisi sevdiren isimler vardır, bunların içinde o tenisçilerin yeri apayrı. Zaten futbol gibi bir sporun acımasızca kasıp kavurduğu sahalarda kendine yer edinmek bu denli zorken.
Tenisi sevin sevmeyin birçoğumuzun tanıdığı bir isimdir Navratilova. Maç esnasında sizi sürprizlere açık bırakır. Son vuruşlarında hep bir gizem saklar. Harika savunmasıyla izleyenleri hayran bırakır. 

Bunun dışında ezeli rakibi Chris Evert ile yaptığı maçlarda bambaşka bir ilham kaynağı etkisi yaratır. Onu sadece izleyenler ya da hayranları örnek almaz aynı zamanda meşhur Martina Hingis'i deyim yerindeyse yeniden doğmasında sihirli değneği ile dokunur.

Hingis örnek aldığı Navratilova gibi kariyerinin zirvesine tırmanıyordu. Onun için tek bir sorun vardı. Kazanamadığı tek Grand Slam turnuvası olan Fransa Açığı kazanmaktı.
Hatta o kadar ileriye gitmişti ki kazanmak için her yol mubahtır felsefesini benimsemiş bir ruh haliyle geçmişti karşımıza.
Bu felsefesini sürdürmek karşıdaki Steffi Graf olunca pek de işlemeyecek türdendi.


Fransa Açık finalinde maç istediği seyirde ilerlerken ikinci sette maç anlamını değiştirdi. En azından Hingis için.
Hingis her tenis maçında görülen, tartışmalı topun çizgiye değip değmediği polemiğini sürdürdü. Gözünü bürümüş şampiyonluk, hırsını alamayıp Graf'ın kortunun olduğu bölgeye geçince üzerine ceza puanı alması gecikmedi.

Hırsının kurbanı olacağının farkında olmayan Hingis gergin ve sinirli tavrının nasibini seyirciler tarafından da alacaktı. Böylece seyirciler yoğunluğunu ve tarafını Graf'a çevirince işler çığrından çıkacaktı.


Tek arzusu "o maç" için şampiyon olmakken sinirlerini motivasyonunun parçası haline dönüştürmesi, mağlubiyet şarkısına dönüşecekti. Asıl şaşırtıcı olan ise bu şarkıyı maçın sonunda bağıra çağıra söylüyor olmasıydı.

Maçı kaybeden Hingis öfkeyle kortu terk etmesi kaçınılmaz oldu. Daha sonra gözyaşlarına hakim olamayınca hüngür hüngür korta geri döndü. Bir daha hiç bir zaman bu arzusunu gerçekleştirmedi. 
Teniste pek de alışık olmadığımız bu görüntü, zirveye ulaşma çabalarının geldiği dramatik nokta.

Doğru enerji ve etkili iletişimin farkında olmasa da önemini vurguladı Hingis. Çok da hoş örnek olmasa da büyük ihtimal bu maçı tekrar tekrar izlediğinde yanakları kızarıyor veya haline gülüyordur. Kim bilir!

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Kuralsızlar: Galatasaray Liv Hospital

Bir maç düşünün, pardon önce bir takım... Maddi sıkıntılar belini bükmüş, kadrodaki çoğu oyuncusu sakatlıkla boğuşurken, bazı oyucular da parasını alamadığı için sözleşmesini feshetmiş bir takım.
Böyle çalkantılı ve hırpalanmış bir takımın kümeye düşmemesi bile şaşılacak hali vaziyete dönüşmüşken 16 takımlık TBL'de ilk 8'de kalabilme mücadelesi vermiş.

Sarı-kırmızılı ateşli taraftarını da bir kenara not etmenizi de öneririm. Düşünce gücünü zorlayan Ergin Ataman'ın öğrencileri son sınavlarını veriyordu. Üstüne üstün 11 kişilik kadrosunda 4 oyuncusunu sakatlık dolayısıyla bench yerine sedye oturtmuşken. 
Play-off'larda mücadelesi izlenmeye yeterli bir sebepti.

Tüm basketbol severler şundan emindi bu maçların galibi Fenerbahçe Ülkerdi. Yalnız atladıkları hususlar vardı. 
Taraflı tarafsız gözünü kazanma hırsı bürünmüş Ergin Hoca ve aynı düşünceyle hareket eden 7 dev adam. Yürekleri dev adam!


Bu noktada parantezimi açmak istiyorum. Abdi İpekçi'yi dolduran taraftarın müthiş desteği, filizlenen Galatasaray'ı seri de 1-0 geride olmanın stresiyle dişe diş maç şöleni yaşattılar.
Kıran kırana maçta eksik olmayan taraftar slogan ve tezahüratlarıyla taze kan depoluyordu sarı-kırmızılı ekip.

Koçun oyuncuları şu durumda dahi motive ve fırsata çevirmesi, tek kelime ile "helal olsun" sana dedirtiyor. Galatasaray her ne kadar play-off'larda elense de taraftarlar, oyuncuların gösterdiği bu tarihi maçla bir başka perspektiften bakmasını sağladı.

Bu maçın dahilinde, maçın adamı tereddütsüz Sinan Güler'di. Neden mi? sorusunu da "ayıp" algılar. Büyük bir istekle bu şahane insanı harflere dökmek isterim.

Takımın tabiri caizse 2. teknik adamı. Cimbomu ayakta tutan sayıları bir bir potaya yollarken Zisis'le kafa kafaya çarpışırlar. Uzun süre yerde kalan Sinan'ın kaşına maç esnasında  7 dikiş atılır ve durmaksızın maça devam eder, sayılarına da.


Önce çarpıştığı Zisis'in maç oynanırken yanına gidip durumunu sorar. Daha devam etmeye gerek var mı? Centilmence ve sporcu kişiliğine 1 maçta anlamlı çok şey sığdırmıştır Sinan Güler. Salondan kopan alkışları duymaksızın attığı basketle 1 sayı farkla tarihi maçı kazanır Galatasaray Liv Hospital.
Basketbola dair tüm enstantaneler yaşanmıştır maçta. 

Aslında Fenerbahçe'ye 2-1 yenilse de çok şey kazandırdı. Hem basketbola hem de bizim gönüllerde. Düşünce gücünü zorladığının farkındayım. Sporun bu denli zevkli ve karakterli kaldığını görünce kıpır kıpır oluyorum. 

11 Ağustos 2015 Salı

O Bir Alex Değil Mi? Ta Kendisi Alex Morgan

Futbol kelimesi birçokları için fazlasıyla anlam içeriyor. O dakikalar akan suları durduruyor. Sanki etraflarında kimseler yok muşçasına futbolla dans ediyorlar.
Bu tarz insanların tebdil-i mekanlarıdır futbol, oynadıkları oyun ferahlık verir. Ne hikmettir ki futbol bir "erkek oyunu" algısı vardır. Kadınlar ne izleyebilirler ne de oynayabilirler! Ancak son 4-5 yılda bu algıyı yıkan müthiş kadınlar da yok değil.
Her şeyden önce kadın yorumcu ve yazarlarla kırılma noktası oluştu, daha sonra kadın hakemler bu düzeni takip etti. Ancak asıl vurucu kısmı da "kadın futbolculardan" geldi.

Özellikle bu yıl Kanada'da düzenlenen Dünya Kadınlar Futbol Kupası ile seyirciler bu gidişatın yönünün nasıl da değişime uğradığını yerlerini alarak cevap verdiler.
Lakin "Taçsız Kraliçeleri" de unutmamak gerek. Alex Morgan'da bunlardan biri. Hayran kitlesini, oynadığı oyunla artırırken attığı gollerle de bu işin Ronaldo ve Messi ile olmadığını ispatladı. 
Tabii hakkını yememek gerek şimdi bu kadar sevilmesinin sebebi sadece futbol değil, güzelliği de adeta büyüleyici.


Bir kadın olarak futbolda ilerlemenin çokta kolay olmadığının bilincindeydi. Çocukluk yıllarından, doğup büyüdüğü California sahillerinde diğer kızlar gibi güneşlenip bronzlaşmak tanımını top peşinde koşarak yazıyordu.

Her ne kadar birçok spor dallarına da tutunmaya çalışsa da futbol aşkı içinde büyüyordu. Futbola kadın gözüyle yeniden şekil veriyordu. 

Çocukluk döneminde çokta parlak günler geçirmese de ilerleyen yıllarda büyük gelişimlerle yeteneklerini sergilemekten çekinmeyecekti. 20 yaşına geldiğinde milli takıma seçilen en genç oyuncu olarak tam anlamıyla sıçramasını yaptı.

Bunlar başarının mutfak kısımlarıydı. Önümüze sunulan tabakta yok yoktu. Tarihler 2008 yılını gösterdiğinde U-20 Dünya Kupasında attığı şık golle turnuvanın golü seçildi. 
Tatlı olarak da üstüne lig şampiyonlukları, dünya ikinciliği ve şampiyonluğu, olimpiyatlarda kazandığı altın madalya, tüm zamanların en iyi 11'i ile ağzımızı tatlandırıyordu. 


Futbol ateşi, gol makinesi gibi isimlerle anılsa da "adını sen koy" dedirtiyor. Sadece milli formayla 52 golle durdurulamaz olduğunun ispatı. Hiç şaşırtıcı değil en azından biz kadınların gözünden.

Kadın futboluna yeni bir ivme kazandırmanın yanında fanatik olarak Barcelona taraftarı olup her fırsatta maçları Camp Nou'da izlemeye giderek tutkusunu izleyici olarak tezahüratlarıyla eşlik ediyor. 
Tek yeteneği elbette ki futbol değil. 
Kaleminden harflere dökülen kitabı "The Kicks" bestseller listelerine girmeyi başarmış.

Yaklaşık 2 yıldır Portland Thorns FC takımının filelerini ateşliyor. Sadece kameraların ve basının daha fazla merak içinde olması sevindirici ve seyirci çekmesi bakımından iştah kabartıcı etki yaratır.

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Almanya'dan Doğan Fırtına: Yasin Öztekin

Sarı-siyahlı takımın altyapısının değişik pozisyonlarında görev adamı olan ve daha sonra A takıma çıkmış Yasin Öztekin. Son günlerde Real Madrid ile oynayacakları hazırlık maçı öncesi Ronaldo'ya meydan okurken  "o mu ben mi göreceğiz" cümlesiyle öz güveninin dillendiriyor.
Evet bu cümleyi Borussia Dortmund formasını giyerken söyleseydi bu kadar etki yaratır mıydı? Ne acıdır ki Türkiye'de forma giyen biri söyleyince affetmiyorlar alay konusu oluveriyor. 

Galatasaray'a geldiği günden beri dikkatimi çeken iki oyuncudan biri. Her başarılı erkeğin arkasından bir kadın vardır sözünü Messi'den sonra doğrulayan isim oluyor Yasin. Annesinin isteği ve keşfi sayesinde futbola adım atan Yasin yerel ligde Alemannia Scharnhorst'un altyapısıyla küçük bedenine büyük gelen formasını terletmek nedir öğrendi. 
Aynı zamanda, babasının da bu takımda antrenörlük yapması lehine bir durum olarak geri dönüş yaptı. Yoruldu, çok çalıştı ve gelişim gösterdi.


Bazen en doğru zamanda, en doğru yerde olmak gerekir. Ta ki Almanca diyaloglar Yasin'in yeteneğine dönüşüne kadar. 
Keza Dortmund'un dikkatini çekmekle kalmamış sadece 6 yaşındayken dünyanın dev kulüplerinden birinde forma şansını kovalamıştı. Altyapıda rakiplerine göre kuvvetli ve istekli oluşuyla hemen sıyrılıyordu. Bu düşünce yapısıyla yol almaya devam ederken Jürgen Klopp'un dikkatini çekmeyi başarmıştı. 
Bu başarı ödüllendirilerek "A takımına"  alınmasıyla taçlandırılmıştı. 
Ancak o kadar mühim isimler olunca takımda Yasin'e fırsat şansı doğmuyordu.

Hem yeni oyuncu keşfettim diye A takıma alırsın sonra 18 kişilik kadroya almazsın. Öngörü olmadan, risk almadan yeni bir yeteneği de çim sahaya çıkaramazsın. Bu "sahne" meselesine takılmayın iyi oyuncu zaten kendini gösterir diyenlerde var ama işler artık böyle yürümüyor.


Sürecin tıkandığını fark eden Yasin oynamaya aç, hırslı, kendini ispatlamaya niyetli ve biraz heyecanlı yapısıyla soluğu Ankara'da alır.
Başkentten önce ufak Leeds United tarafından denense de transfer çıkmaza girer. Gençlerbirliği ile yeniden doğuşunu izlemek kalır bizlere.
Aynaya yansıyan güneş ışıkları gibi aydınlatıyordu, muazzam asistleri ve golleriyle. Türkiye'de birçok takımın transfer listesine girmeyi başarmıştı.

Bazı anlaşmazlıklar yüzünden Başkent ekibinden pek de hoş ayrılmadı. Bu gerilimli dakikaları fırsat bilen Trabzon devreye girdi. Tam olarak istenildiğini de veremeyince kadroda yer bulamadı. Bu seferde Kayseri Erciyesspor ile anlaşma sağladı.


Yine kaos, yine kargaşa mı? Yoksa sonunda yüzü gülecek miydi? Yasin, Hikmet Karaman'la yeni bir "ben" bulmuştu. O sene ( 2013-2014) en çok faul yapılan oyuncu olamanın yanı sıra takımın kümede kalmasında büyük pay sahibi.

... Ve ardından Galatasaray. Hamza Hocanın gelişiyle ilk 11'de yer bulan Yasin bu fırsat bir anlamda onun son şansıydı. Kendini ispatladı da. Çok iyi hatırlıyorum; Başakşehirle oynadıkları maçta Yasin'i oyundan almıştı ve Galatasaray takımında o maçta büyük bir düşüş yaşanmıştı. Fark yarattığını o maçla kanıtlamıştı.

Son olarak Fatih Terim'inde gözünden kaçmayan Yasin milli formayı da giymenin gururunu yaşıyor. 
Işığın yansıdığı kişileri neden söndürürüz anlayamıyorum. Çok daha etkili olacak, aydınlatacak Yasin ve Yasinleri.... 

7 Ağustos 2015 Cuma

Dopingini Yaşamdan Alan "Lance Armstrong"

Doktorunuz size kanser olduğunuzu söyleyip bir de bu kadar acımasızlık yetmezmiş gibi beyne ve akciğerlere sıçradığını belirtse de, ölümcül vuruşu bu duyduklarımızın şokuyla yaşarız. 
Doktorların sizin hayatınız için ömür biçerken, kaya gibi durmayı başarabilmek bile büyük meziyet. Bundan başka ülkeniz adına olimpiyatlarda hız kesmeyen bir bisikletçi iseniz, ekstradan sizi geriden başlatıyor.

Bisikletçiliğin karakterini birçok kez değiştiren, bakış açısı optimist biri olarak yaşamını her daim sırtlayıp pozitife çeviren Lance Armstrong. Benim içinde çocukluğumuzun bir numaralı ismi olmayı başarmış, ne zaman ismini duysak dikkat kestiğimiz ve centilmenlikleriyle hanesine hep +1'i eklemiş bisiklet kurdu o.

Yaşama şansını boynunu bükerek olmayacağını çok iyi bilen Armstrong derhal ilk ameliyatını olup, beynindeki tümör temizlendi ve akciğerlere yoğun programla kemoterapi uygulandı. Sadece bu yaşadığı acı veren süreçler dahi insanı pes ettirmenin kıyısına getirecek zorlukta. 


İlk başlarda ruhen ve zayıflayan bisiklet adam ilerleyen günlerde azminin ve hırsının peşinden gitmeye karar verdi. Her ne olursa yolundan asla dönmeyecek ve hayallerini süsleyen Fransa Bisiklet Turunun şampiyonu olacaktı.
Armstrong, aydınlatılan perde arkasındaki gölge gibiydi. Adım adım hayallerine pedal çeviriyordu. Bu kadar kolay olmayacağını da biliyordu. Bedenini sarmış kanserin pençesinden arınmış kararlığı sayesinde yaklaşık 3 hafta süren yarışta şampiyonluğu kimseye kaptırmayacaktır.  

Kanserin onu yenmesi yerine yıllarca başarıları ile gündemden düşmeyen bisiklet dahisi yapmıştı. Kolay kolay kazanamayacağını bildiği Fransa Bisiklet Turunun istikrar çizgisini dengeleyerek başlayacaktı. Genel klasmandaki yerini doğrultup yukarılara tırmanmaya başarmıştı.
Bu arada gönlünün kapılarını açık bırakan Armstrong evlenmişti. Aşk tüm vücudunu sarmakla kalmamış ona çocukluk hayali Tour de France'deki ilk şampiyonluk anahtarını vermişti.


"Kazanmak" kelimesini kaleme dolayıp kağıda dökmek kolay tarafı. Armstrong Fransa Turunu oldukça zor olan dağ etaplarıyla farklılığını konuşturuyordu. Çaresiz diğerlerine izlemek kaldı.

İnsana gerçekten de ilham kaynağı olmuyor mu? Ölümün yanı başındasınız, ayağa kalkıp dünyanın en prestijli ve zorlu etaplarından oluşan turdan şampiyon olarak dönüş yapması bizleri kendine hayran bırakıyor.
Bu başarılar beraberinde bir takım dedikoduları da doğurdu. Kanser tedavisinde kullandığı ilaçların doping etkisi yarattığı söylemleri kısa sürede eleştirilere maruz kalmasına sebep oldu.

Arka arkaya 2 yıl Fransa'da şampiyonluğu kutlarken bir yandan da Olimpiyatlarda bronz madalyanın tadına varıyordu.


Fazlasıyla spekülasyonlarla boğuşurken ünlü bisikletçi yakın rakibiyle meşhur dağlık etabı bitişe yakın açık ara paylaşıyorlardı. Lakin rakibi uçurumdan yuvarlanmak üzereyken çekip yarışı kazanmak yerine yardım etti. 
Centilmenliğin ve insanlığını bir kenara bırakmayan Lanca Armstrong her şekilde şampiyon olmayı başardı.

Ardı arkası kesilmeyen başarılar, şampiyonluklar, etap birincilikleri onu zafer sarhoşu yapmıştı ne yazık ki. Doping yaptığı iddiaları ile çalkalanırken bundan 2 yıl önce açık bir şekilde doping yaptığını doğruladı.
Ve gitti bizim çocukluk hayallerimiz. 

Ayrıca adına kurulmuş "Livestrong" vakfı ile kanserli hastalara ilaç oluyor. Bazı olumsuzluk silsilesi onu sarsa da, bizim hayallerimizi de yıksa da. Yeri bir başka itiraf etmeliyim.

6 Ağustos 2015 Perşembe

İlklerin Grand Slam'i: Amerika Açık

Amerikalıların dünyaca ünlü bir giyim markasının sahibinin müşterilerine söylediği bir söz: "benim mağazamda sadece zenginler alışveriş yapabilir." Ne iddialı bir söz, bir o kadar da küstahça. Şayet ilk kez Rode Adasının Newport Casinosunda gerçekleştirilen tenis turnuvasına ABD Tenis Federasyonu üyesi olanlar katılabiliyordu. 
O zamanların değerleri ile insanlar evlerine götürecekleri yemeklerin telaşı sararken tenis federasyonuna üye olmayı düşünmek akıldan bile geçmez. 
Bu yüzden bu sporu şu an olduğundan daha çok gelişmiş olarak görmek varken tıpkı futbol gibi neden böyle engellerle set çekiliyor. Her zaman tenise "zengin sporu" gözüyle bakıldığı için insanlar çekinerek yaklaşıyor. İlla da para alınacaksa da daha geçerli tutarları konuşalım.


Ancak paraların saçıldığı teniste müthiş atılımlarda yapılmıyor değil. İlgi çekici yanlarından ilk tek kadınlar tenis turnuvasını Philadephia'nın Kriket Kulübünün yemyeşil çimlerinde ter atıldığını söylemek de biz kadınların gözlerinin ışıl ışıl yapıyor. 
Bununla birlikte Amerika'da "Açık Tenis" sözüyle çalkalanır oldu. 

Günümüzde çim kortun toprak kokusunu Londra'da alırken, Amerika içinse sert zeminin tınılarıyla dans ediyor toplar. Grand Slam turnuvalarının son çeyreği olarak nefesleri kesiyor. 
Uzun bir süre Avustralya'nın havayı okşayan iklimini beklemek oldukça sancılı olabiliyor. Arka arkaya izlemeye alışmışken üstelik.

New York Queens'in yollarını takip etmekle başlayıp ağustos ayının son haftası ile iki hafta süren Grand Slam'i sürpriz bir şekilde sonunu bekleriz.


Kendini beğenmez bir turnuva olarak başlasa da daha sonraları kendini affettirip ilklerin turnuvası olmayı da dillere destan sürdürmüştür. Tie-break uygulamasının açılışını yaptıktan sonra erkek-kadın dallarında para ödülünün eşitlendiği ilk turnuva olarak sonlandırmıştır 90'ların sonuna doğru.
Bu cümleler insanın gururunu tazeliyor işin aslı. Çünkü hem tenis kültürünün ve sporunun gelişimine açık ara katkı sağlamıştır hem de adil bir ortamın hazırlanmasına dönüştürülmüştür. 

Daha ileriye giderek en azından sporcular açısından zeminin mavi kortlara değişimi olarak radikal kararlara doğru yürümüştür. 
Tenis dünyasının en büyük icadı olarak gördüğüm "şahin gözü" ise yine ilk kez Amerika Açık'ta kullanılmaya başlanmıştır. Birçok kritik topun, maçın ve hatta oyunun kaderinin değiştirdiği yadsınamaz.

Yakın zamanda yine, yeni görüşlerle huzurlarımıza çıkacak gibi Amerika Açık. Daha da merak ettiğim Serena Williams bizi kendi evinde ağırlarken yeni bir rekora imza attırıp heyecan içinde mi bırakacak yoksa yeni bir yıldız mı keşfedeceğiz.
Bu soruları cevaplamaya günler kaldı.

5 Ağustos 2015 Çarşamba

0'ın Sır Perdesi Aralanıyor!

Buluşma noktaları basketbol oynama arzusu olan, çalışma azmi ve zirveye tutunan isimlerin sıfırdan başlama öyküleri.

"Hayatımızda yaptığımız her şey için çok çalışmamız gerekiyor. Hepimiz hayata sıfırdan başlıyoruz. Belli noktalara ancak iyi çalışarak geliyoruz. Hayata sıfırdan başladım. Çok zorluklar çekerek bir şeyler elde ettim ve hiçbir zaman geldiğim yeri unutmamak için sıfır numaralı formayı giyiyorum.
Hayatım boyunca elde ettiklerim için çok çalışmam gerekti. Hiçbir zaman burnumun havalara çıkmaması, egomun yükselmemesi için nereden geldiğimi hatırlamak istiyorum.
Bu yüzden bu numarayı giyiyorum. İnsanlar emeğimi görüyor ve bana destek veriyor. Bunun karşılığında başarılar kazandım. Geldiğim yeri hiçbir zaman unutmam."

Der eski Fenerbahçeli Andrew Goudelock. Sıfır numarasının gizemini, tırnaklarını kazıyarak gelmenin, en alttan üste tırmanışın egolarının önüne geçemeyecek oluşunu yalın bir dille bizlere aktarıyor. "0" numara Goudelock'ın hayat mottosu  olmuş ya da yapmasını nadirde olsa başarabilenler sınıfına dahil etmiş.


Bazı oyuncuların sakatlıklarına üzülürken aslında yeni bir yeteneğin doğuşu için fırsat doğuyor. Kısmen Goudelock'tan Los Angeles Lakers'de oynarken Kobe Bryant'ın sakatlığı nedeniyle ilk 5'te yer alıp NBA geri dönüş yaptı.
Şu anki durumuna aldanıp geçmişini silip atmak imkansızdır elbet. Yaptığı adımları tekrar tekrar hatırlatan, vicdan muhasebesi yaptıran bir konuşmadır Goudelock'ın.


Bizden bir oyuncu her daim nereden geldiğini unutmayan ve NBA tarihine bir Türk'ün ismini altın harflerle yazdıran bir isim. Mehmet Okur çabalarının sonucunu tecrübe ve yeteneği ile birleştiren basketbol üstadı.

14 yaşında her çocuk gibi ama aralarında sadece biri keşfedilen çocuk. Bunun yanı sıra o dönemlerde para kazanmak için garsonluk yaparak tutunuyordu. 
Detroit Pistons'un kıymetli oyuncularından, çoğunlukla ilk 5'te hazır olarak bekleyen avcı misali Nba şampiyonluğuna uzanan olağanüstü yaşam öyküsü.

Şu bir gerçek ki an itibariyle belki de bir yetenek doğuyor ülkemizde geleceğin yıldızı olarak bahsedeceğimiz bir kişi işte o vakit Mehmet Okur'un ya da başarının canlı örneğiyle başlamasını öneririm.

2007 yılının Batı Konferansının All-Star'ı seçilen Mehmet Okur ilk Türk oyuncu olarak tarihe bir kez daha damgasını vurdu.
"0" sır perdesi aralamak parmaklarınızın ucunda!

4 Ağustos 2015 Salı

Tutku, Müzik ve Futbol

Şarkı dinleten dışında, şarkı söyleten bir spor... Esasında tüm sporlar için söz konusu bir durum. Doping etkisi yaratan melodiler, insanın ruhunu alevlendiren, hissettiğinde yaşamını anlamlandıran bir sembol adeta. Müziği sevmeyen birini görmek neredeyse imkansızken, futbolu sevmeyen birini pek ala müzikle sevdiğini görebilirsiniz.
Üstelik bir de hayranı olduğunuz müzik grubunun veya şarkıcının desteklediği takımlar futbol hayranlığınızı iki katına çıkarabilir. Tabi sizin tuttuğunuz bir takımı desteklemiyorsa işler o zaman istenildiği yöne gitmeyebilir. 

Futbolun doğduğu ülke olan İngiltere müzik ve futbolun altına odun atmakta gecikmemiş. Özellikle ünlü müzik grupları, hayran kitlesini kaybetmemek için tuttukları takımları uzun yıllar saklı korumayı başarmışlar.
Nitekim bazıları bağıra bağıra gösteriyorlardı. Bu konuda bir takım araştırma yaptıktan sonra ilginç sonuçlar ortaya çıktı.

Efsane müzik gruplarından The Beatles Liverpool şehrinin gurur simgelerinden.
70'lerin ünlü müzik grubu The Faces'den ayrılıp solo kariyerine durmaksızın yol gösteren Rod Stewart oldukça sıkı bir Celtic taraftarı. O yıllarda maçları tribünlerde izleme heyecanına kapılanlardandır. 

90'ların sonunda grubunun ailesini oluşturan "Kasabian" rock grubu Leicester City takımını yani grubun doğdukları şehri desteklemeleri ayrı bir artı olarak geri dönüş yapıyor. Bununla birlikte bir dönem "Fire" adlı şarkıları Premier Lig'in resmi şarkısı olarak İngilizlerde lezzeti dillerde olan bir tat bırakmıştı.
Grup oynadıkları futbolla da alkışları topluyordu.

Bir dönem West Ham altyapısında oynasa da söylediği müzik gibi ağır basan heavy metal, futboldan onu alıkoymuş bir isim. Steve Harris hiç yabancı gelmedi biliyorum.
Iron Maiden kurucusu. West Ham tutkusu bitmediğini gitarındaki logodan futbol-müzik ilişkisinin kol kola girmiş bir sevgili havasında yaşayanlardan.


Yine heavy metal'in efsanelerinden Ozzy Osbourne Aston Villa'nın fanatik bir taraftar olarak sesini duyuruyor. Bir yaşayan efsanede The Beatles grubundan Sir Paul McCartney. Halen daha maçları seyredip kalbini kontrol etmek için stat da yerini alanlardan.

Bir zamanların FIFA oyunu için şarkısını armağan ettiği Norman Cook bir diğer adıyla Fatboy Slim popüler müzik yapmanın yanı sıra DJ olarak da sahnelerde boy gösteriyordu. Kendisi de sıkı bir Brighton & Hove Albion FC taraftarı.


İngilizler bu konuda bir hayli hızlılar. Herkesin dilinde destan olan Quenn grubunun "We are the Champions" şarkısı insanlık yaşadığı sürece var olmaya ve spor hayatının vazgeçilmezi olarak geçit vermeyecek gibi.

Müzik grupları veya şarkıcılar yazdıkları hikayelerinin hayatını yaşayanlar. Müzik bağı, tutkusu, aşkı... Futbol aşkını yenmiş gibi görünüyor olsa da bir yerlerde gizlenmiş futbolunu ama sahada ama stat da gün yüzüne çıkartıyorlar.
İçinizdeki futbol tutkusunu müzikle renklendirmeye ne dersiniz!

3 Ağustos 2015 Pazartesi

Dramatik ve Kırılgan Bir Şampiyonun Öyküsü: Jose Beyaert

Çoğumuz Kolombiya hakkında ne biliyor? İlk akla gelen isimlerden hiç şüphesiz Shakira; şarkıları ve dansları, Gabriel Garcia Marquez; yazıları ya da Pablo Escobar'ın dünyaca ünlü uyuşturucu kaçakçılığının ötesinde birçoğumuz gerçekten çok az şey biliyoruz.

Ya peki kaçımızın Kolombiya ile yolları kesişir? Bu yoldan nasıl bir kapı aralanır? Öncelikle sizleri bu yola çevirmeden önce bazı konularda bilgilendirmeliyim.
Jose Beyaert denilince aklınıza ünlü Fransız bisikletçi geliyor. Fransız dediğime bakmayın. Fransız olmak için Belçikalı, Belçikalı olamayacak kadar Fransız bir adam. Aslında Fransız anne, Belçikalı bir babanın bisiklet dahisi. 

Her şey 1948 yazı Londra Olimpiyatlarında başladı. Tek erkeklerde altın madalyayı boyununa takarken takım olarak bronz madalyayla rüzgara kapılıp savurdu. Bunun dışında çok da büyük bir başarısı olmadığına aldanmayın.
Bir de Tour de France 47. olarak bitirdiğini küçümsemeyin. Onun kendine ait yazısız kuralları ve katı aşamalı yapısı ile ün salmış bir yol bisikletçisi.

1948 Londra Olimpiyatları
Bu noktaya kadar performansın zirvesinde, gazetelerde manşet manşet başarı ve madalyalarından söz edilen bir sporcu görünümüne sahipti.
Tarihler 1952 yılını gösterdiğinde, Kolombiya'da bir veledromun açılışına davet edilir. 1 ay kalmak amacıyla gittiği Kolombiya'ya hem sporcu olarak gönlünü kaptırır hem de antrenör olarak aşkını yönetir.

Gabriel Garcia Marquez gibi fantastik deneyimler ve sıradışı karakterlerle bezenmiş ülkede hayal gücüne pek de ihtiyaç duymaz Beyaert. 
Hayaller ülkesinin bitik yıldızına dönüşür.


Aşkla yanıp tutuştuğu sporcu-antrenör kimliği acımasız değişimi peşinden sürüklemiştir. 
Bazen marangozluktan iş adamı kimliğiyle bazense berberlikten değerli taş kaçakçılığından yaşamını sürdürmeye başlar. 
Bazıları içinse kiralık katil olarak bahsedilir fakat hiç bir zaman kanıt olmadığı için dillerde pelesenk olmuştur. Sporun parlayan yıldızı, zifiri dünyasına yolculuk etmeye başlamıştır çoktan.

Matt Rendell'in kaleme aldığı "Olimpik Gangster" kitabı adeta yaşamının aciz, şaşırtıcı, dinamik ve macera için susuzluktan kıvrandığı dönemlerini yüzümüze vurur.


Güney Amerika'nın fantastik ve gizemli yaşamına ayak uyduramayan, savaş döneminin zor koşullarına rağmen madalyalarıyla sporun gündemini oluşturan servet avcısı ya da olağanüstü spor kahramanın büyüleyici hikayesi.
Bataklığa saplanmış hikayesini 1 ay için gittiği Kolombiya'da 50 yıl sürdürür. 
Birçok kapı aralanmıştı önünde... Hayatının kitap olabilecek kadar çarpıcı olduğu spor hayatının değil de 50 yıllık karanlık dönemi yer alıyor olması şaşırtıyor!