26 Şubat 2021 Cuma

Başka Romelu Lukaku

Tanıdık bir hikaye kalıbıyla başlamak isterdim ama bu her zaman mümkün olmuyor. Eşi görülmemiş zamanlarda yaşıyoruz ya da öyle olduğu söyleniyor. Diğer yandan geride kalan on yıllık süreçte bu tarz alışılmadık futbolcu isimleri aramıza katılırken, bazen geri dönüşler bazense büyük hezimetler biçiminde daha sık yaşanmaya başladığından ve iyiden iyiye normalleştiğinden söz edilebilir. Bu durum bir kez tanımlandıktan veya yeni bir mesele olarak ortaya atıldıktan sonra da açıklama arayışları doğuyor elbette.
Futbol bilhassa takım sporu olmayanlara nazaran farklı hikayeleri barındırmaya açık. Son zamanların ama aslında öncesinde de adından söz ettiren Romelu Lukaku’dan başkası olamazdı.

Eski bir profesyonel futbolcunun oğlu olarak yaşadıkları Belçika gibi müreffeh bilinen bir ülkede dahi yoksulluğun ne boyutlara varabildiğini gösteriyor.
Çocukluk dönemi etkileyen kötü şartlardan kurtulabilmek adına aslında kendisi de neden futbola tutunduğunu şu sözleri ile resmediyordu. “Belçika tarihindeki en iyi futbolcu olmak istiyordum. Hedefim buydu. İyi olmak, harika olmak değil en iyi olmak. Dairemizde dolaşan fareler, Şampiyonlar Ligi’ni izleyememem, diğer ebeveynlerin bana bakışları gibi pek çok nedenden ötürü hep büyük bir öfkeyle oynadım.” Lukaku’nun hikayesi, maddi varlık bilincimizdeki belirleyişin spor sahalarındaki benzer tezahürlerinden sadece birisiydi.

Henüz çocuk yaşta; hayatı oyunla öğrenmesi gerekirken başka yöne savrulacaktı. Lakin bu onun en büyük şansı da olacaktı. Onun hayatında büyük bir eşitsizlik, haksızlık vardı. Yoksulluğunun sebeplerinden haberdar değildi ama bundan kurtulmasını sağlayacak yollardan birinin profesyonel futbol olduğunu biliyordu.
Oyunu sporla birleştirmesi gereken yaşa geldiğinde futbol onun için bir mücadeleydi. Şanstı. Bu minvalde ispat savaşıydı. Arkadaşlarla birlikte oynanamıyordu, rakiplere karşı savaşılıyordu.
Bu oyundan keyif alacak fırsatı hiç bulamadı. Hep kazanmak için, en iyi olmak için, topa dokunurken diğerler gibi değilde içindeki ateşi söndürmeye çalışan futbolcu zihniyeti ile sahadaydı.


Dünya Kupası’ndan hemen önce sarf ettikleri aslında özetliyordu kendi bakış açısını; “Bu kez Dünya Kupası’ndan keyif almayı unutmayacağım. Hayat stres ve drama için çok kısa” diyor. Lukaku’nun futbol kahramanı olma yolculuğunun hikâyesinde en büyük yeri şüphesiz Manchester United yer bulacaktı.Romelu Lukaku, Manchester United’ta oynamak gibi büyük hayalleri olan, Belçika’nın Brussels takımında futbola başlayan Lukaku, kısa sürede yetenek avcılarının dikkatini çekti. Daha sıkı, ödün vererek, en büyük lüksünün futbol oynamak olduğunu bilerek, tekniğini geliştiren Lukaku, Anderlecht, Chelsea, West Bromwich, Everton gibi büyük takımlarda oynadıktan sonra rekor bir transferle. Manchester United hayaline kavuştu.

10 Temmuz 2017 tarihinde 75 Milyon Pound karşılığında Manchester United takımına transfer oldu. 8 Temmuz 2019 tarihinde 83 milyon euro bonservis bedeliyle 5 yıllığına Serie A takımlarından Inter'e transfer oldu ve ondan sonra Lukaku ismi daha da yayılmaya başlandı. Evet, harika işler yapyor. 
Berbat bir hayatı vardı ama şimdilerde çok daha mühim işleri var. Daha çok gol atmak! Bazen yaptığı hareketler sorgulanıyor ama buna çok söz hakkı kalmıyor.
Evet, Lukaku’nunki bir başarı hikayesi. Aynı zamanda günümüz toplumunda sporun neden gerçek anlamda birleştirici bir işlev kazanamadığının da hikayesi.

Bireysel performansa, kazanmaya, kazanmak için hile yapmaya, daha okul sıralarındayken birilerini parlatmaya, birilerini aşağı çekmeye, küçücük çocuklardan rakipler üretmeye odaklı bir spor maalesef Lukaku gibi bir “başarı” hikayesine sahipse, binlerce “başarısızlık” hikayesine sahip. Hayatın kendisi de öyle.

19 Şubat 2021 Cuma

Etkileyici ama Kısa Değil!

Tüm dünya Aslan Karatsev’in Melbourne’de yaptıklarını konuşuyor. Moskova’dan çıkan delikanlı her maçında harikalar yaratıyor. Muhteşem bitirişleri, son ana kadar savaşan bir ruh bedenle buluşmuştu. Zira ertesi gün manşetleri süsleyedursun, herkes kortta çekilmeye başlayan filmin sonunu merak ediyor kıvamına evrilmişti. Avustralya Açık’ta oynayan Rus tenisçiler konuşulmasına parantez açılmaya başlanmıştı bile. Karatsev için nefesler her maç tutulmuş, sonu tahmin edilmesi zor maçlara son dokunuşlarını yapan sanatçıya dönüşmüştü. Başroldeki ise pek bilinmedik bir öykünün sayfalarını aralıyor. Hikayeyi biraz geriye sarmalı…

Aslan Karatsev ismi diğer bilindik isimlere nazaran pek duyulmuş değil. 27 yaşındaki tenisçi gizli saklı kalmış hünerlerini yeni yeni sunmaya başladı bizlere. Belki biz de biraz haksızlık etmişizdir. Ama geçmişine dönüp baktığımızda çok da bize iyi bir referans vermiyor. Denk geldiği Rus dönemi de ona bu konuda pek kolaylık sağlamadı.
Karatsev 2021 Avustralya Açık’a gelene kadar bir Grand Slam’de yarı final oynamamıştı. ATP düzeyinde, ilk 2013 yılında St. Petersburg Açık’ta çıktığı maçta mağlubiyetle tanışmıştı. Lakin bu onu yıldırmayıp çiftler klasmanında yarı finale kadar ulaşacaktı. Ufak ufak kıvılcımlar atıyordu ama süreklilik yoktu.

2015 yılı Aslan Karatsev adına çok daha verimli geçecekti, en azından varlığını hissettirmek için varını yoğunu koyacaktı. İlk ödülünü de Kremlin Kupasını kazanarak adım atacaktı. Daha çok ülke sınırları içinde kalsa da aynı yıl Grand Slam de görme şerefine nail olacaktık.
Önce Birleşik Krallık karşılayacaktı. İlk 100’ün içinde olmayan birine göre hiç de fena sayılmazdı. Sonuçta Wimbledon’a katılmakta iyi bir başlangıçtı. Sonrasında Amerika Açık’ta birkaç maç arka arkaya aldığı galibiyetlerle belli noktaya kadar taşıyacaktı kendisini. Aslında kendisini 2021 yılına saklamış gibiydi. Neler yapmamıştı ki!


Karatsev için, sadece olasılıklara karşı bir başarı ile oynamaya çalışırken, bir Grand Slam’e 114. sıradan katılarak, yarı finale kalan ilk oyuncu. Kimse onu duymamış! Hala ikna olmadınız mı? Peki şu olağanüstü istatistikleri bir düşünün: Karatsev, Goran Ivanisevic'in 2001'de Wimbledon'da yaptığı bir Slam'dan bu yana yarı finallere ulaşan en düşük sıradaki erkek tenisçi. Avustralya Açık özelinde ise; 1991'de Patrick McEnroe'den bu yana Avustralya Açık yarı finallerine ulaşan en düşük sıradaki…
Avustralya Açık'ta tamamen çılgın bir hikaye. Aslan Karatsev’in şimdiye kadarki ilk Grand Slam'i. Hatta katılmak için bir eleme turnuvası oynaması gerekiyordu.

Karatsev’i bir başka boyuta taşıyan ise, Dimitrov maçı olacaktı. Dimitrov’un tarzı daha çok Ivan Drago'ya benziyor, kariyerinin başlarında "Baby Fed" takma adını kazanmıştı çünkü Federer gibi, zarif bir pırıltıya sahip ve çok iyi tek el kullanıyor. Kortun diğer tarafında, daha az kararlı, tutkulu bir Karatsev, amansız bir açlıkla, beklenmedik dönüşlerle karşılık veriyordu. Dimitrov, maç sırasında sırt ve karın ağrısı çekiyordu. Bu, galibiyete bir yıldız işareti koyar mı? Hayır! Yine Aslan Karatsev için çok şanslı yaftalarının yapıştırılması demekti. Dimitrov’da olduğu gibi Karatsev içinde koşullar nadiren mükemmeldi.
Karatsev üçüncü tur itibariyle dişli rakiplerle karşılaşacaktı. 8. sıradaki Diego Schwartzman ve 20. sıradaki Felix Auger-Aliassime gibi büyük yetenekleri savuştururken, birçokları şans eseri gibi cümlelerle aşağı çekilmeye çalışıldı.

Bu yılki Avustralya Açık'ın Külkedisi hikayesi haline geldi ve Melbourne Park'ta yarı finallere kalarak tarih kitaplarını yeniden yazarken herkesi şaşırttı. İnanmayanlara rağmen!
Açıkçası finalde kim mutlu sona ulaşırsa en az onun kadar ses getirecek Aslan Karatsev. Ancak ne var ki, bundan sonra yapacakları önem teşkil ediyor. Zira, bir seferlikmiş, şanslıymış algısını temizlemesi zor olacak. Bu olağanüstü savaşçı yılmaz jeneratörü olan sağ kola ömür biçenlere, en iyi senaryoda bile Karatsev’in kariyerinin zirvesinin “etkileyici ama kısa” olacağını söyleyenlere aldırmıyorum.

12 Şubat 2021 Cuma

Yeni Nesil Rublev

“Yeni nesil” olarak nitelendirilen tenis ekibinden sanılanın aksine bir hayli isimler parlamaya başladı. Üstelik yeteneklerini Nadal, Djokovic ve Federer gibi büyüklerin üzerinde de gösterenler arasında Andrey Rublev gölgede kalmış durumda. Halbuki file karşısında bambaşka bir Rublev olduğunu hemen her organizasyonda açık bir şekilde gösteriyor, izlettiriyor. En son oynanan Londra Atp Finallerinde sergilediği oyun karşısında da ilk on içerisinde epey süre adını yazdıracak. Haliyle biz tenis severleri de geride bıraktığımız sezona dönüp bakmaya itiyor, bu sezon yıldızı parlayan genç tenisçileri mercek altına aldığımızda baskın olanlar ya turnuvalarda şampiyonluğa ismini yazdırdı ya da üst turlarda tırnak yedirten galibiyetin kıyısından dönen maçlara tanıklık ettirdi.

2020 Amerika Açık’ta oynadığı yarı final ve 2017 sezonu geneline yaydığı iyi performansla dikkatleri üzerine çeken Andrey Rublev, bunların neticesinde ilkleri yaşamaya başlayacaktı. İlk kez bir Grand Slam’e seri başı olarak katılma hakkı kazandı. Rublev’in de şansızlıkları yok değil seri başı olarak katıldığı turnuva da olabilecek en talihsiz kuralardan birisini çekerek ilk turda deneyimli İspanyol David Ferrer’in rakibi oldu. Zira Ferrer sıralamada Rublev’in sadece bir basamak arkasındaydı ve matematiksel olarak da çekilebilecek en sert ilk tur kuralarındandı. Onun için hem mental hem de fiziksel bir test kıvamında geçen mücadelede, Rublev tenisin en sıkı savunmacılarından biri karşısında güçlü ve riskli vuruşlarından vazgeçmeyerek özel bir galibiyete imza attı.

Rublev’i diğerlerinden ayıranlardan ise; özellikle return'leri ve çapraz backhand'leri… Bunun dışında ofansif duruşu tenis özelinde ayrıcalıklı kılıyor. Kariyerindeki ilk Atp turnuvasını yarı finalde Fognini, finalde de Lorenzi'yi yenerek Hırvatistan Açık’ı kazanan ilk Rus tenisçi unvanını kazanmış oldu. 2017 sonrası Rublev’in tenis tedrisatından çıkmış öğrenci gibi kendini kanıtlama ve kortta zevk veren oyununu izletme dönemine geçmesiyle, Us Open 2017 performansına göre bakarsak; tam Andy Murray'in gençliğine benzer ama tabi ki koşulları sorgulamadan, aynı fantastik tenis, aynı sinir ve aynı yetenek.


Ve sonrası… 2017 ne denli iyi başladıysa 2018 o kadar kötü gitti. Alacakaranlık kuşağıydı Rublev için,
büyük yıldız olma yolunda iken ancak mental açıdan problemi onu geriye itebilme ihtimali de var. 2019 yılında ise silkelenmiş ve özüne dönmüş Rublev ile baş başaydık.
Yıla dünya 78 numarası olarak başladığı Hamburg ilk 500 puanlı turnuva finalini oynayan; ilk turda Garin'i 2-0 yendikten sonra çok zorlu maçlar oynadı. İkinci turda Ruud'u geriden gelerek yendi, çeyrekte şimdilerin muazzam işler yapan yeteneği, Dominic Thiem'i iki tiebreak'te geçerek yarı finaldeki Busta'ya yine setlerde geriden gelerek göz dağı verdi. Lakin finalde Basilashvili’ye takıldı.

Yine aynı yıl Cincinnati Masters’da elemelerden gelerek, kariyerinin ilk masters çeyrek finalini gören Rublev, şiir gibi oynayacaktı. Bu turnuvada ekselanslarını iki sette yenmesi de bugüne kadarki kariyerinin en büyük galibiyeti olarak şapka çıkartacaktı. Elemeleri geçtikten hemen sonra birinci turda tatlı belası Basilashvili’yi geriden de gelse ikinci turda Wawrinka’nın rakibi olacaktı. Birer birer yendiği İsviçrelileri net skorlarla eve gönderecekti. Wawrinka’dan sonra Roger Federer’de takılır düşüncesi tezi çürütmüştü. Ne var ki vatandaşı Daniil Medvedev barajına çeyrek finalde takılacaktı.

Rusya tenisi uzun süredir aradığı ivmeyi yakalamış durumda. Malum üç büyükler varken, Rusya’dan atak geldi ve başta Medvedev, Khachanov ve Rublev üçlüsü ile kortlar daha çok 24+1 karesini yakalayacak. Aslında, geride bıraktığımız yılın kısır geçmesi yeni neslin epey işine yaradı. Öyle ki, pandemi nedeniyle çok kısa oynanan 2020 tenis sezonunda kariyerinin bugüne kadarki en iyi sezonunu oynayan Rublev örnek verilmeye muktedir. Rublev’in harikulade bir formu bulduğunu söylesek de ne tür sürprizlere gebe olduğunu, dolayısıyla sürprize her zaman yer var ama yenilere şans vermek daha çekici geliyor.

4 Şubat 2021 Perşembe

Belgrad Kalesi; Teodosic

Belgrad konusu açıldığında anlatabileceğim renkli hikâyelerim var aslında, bazı kıstasları ortaya dökünce yarım kalmışlardan oluşan imrenme koleksiyonumu, genlerimize işlenmiş olduğu üzere hayatlarını uzak diyarlardaki bir şeylere gıpta ederek geçirmeye aç kimselere iştahla anlatabilmeyi isterim. Belgrad denince aklıma düşen en sıra dışı fotoğraf, Kalemeydan’a dayanmış tenis kortları olması sadece benim talihsizliğim değil, bunu bir kabul edelim.
Şaşırma yetimi uzun zaman önce kaybettim sanıyordum ama Belgrad’ın en önemli turizm noktasında sıra sıra tenis kortları olmasını aklım hayalim almadı, almıyor. Evet, Sırbistan denince hemen ilk akla basketbol gelse de, tenis noktasında da akılları çelmeye başladı.

Şimdi, bu gıpta etme meselesini bir kenara bırakıp, Yugoslavya’nın miras bıraktığı parke sahalarına çıkmayı terih ederim. Şüphesiz ilk eşlik etmek isteyeceğim Milos Teodosic olurdu. Klasik cümlelerin içinde çok kullanılır Teodosic, Sırbistanı sırtladı, MVP ödülünü hakketti şeklinde çoğaltılabilir.
Esasında bir basketbolcu için pek de erken sayılmayacak yaşta 17 yaşında başladı, üçlükleri potaya göndermeye. Ülkesinin takımı FMP Zeleznik takımıyla üç yıl boyunca başlangıç yapmasıyla sırasıyla kattığı çift haneli sayıları kısa sürede Avrupayı dolaşmaya başlaması hiç de sürpriz olmayacaktı. 2007 senesinin iyi bir transfer ücreti ile Yunanistan'ın ateşi hiç sönmeyen Olimpiakos takımına dört yıl süren beraberliğe imzanı atacaktı.

Havasını yakalayan Teodosic, asıl büyük girişimini milli takımla yaptığını söylesek haksız sayılmayız. Olimpiakos’ta geçirdiği yıllara istinaden; taraflı tarafsız bütün basketbolseverleri büyüledikten sonra yerden göğe kadar hakkettiği Euroleague 2009-2010 sezonu mvp ödülünü alıp, genç ve ümit milli takım zamanlarında da kendisinde ışık görmeyenlere cevaben, Olimpiakos gibi bir Avrupa devini bütün sezon tam bir lider gibi yönetmiştir. Abdi İpekçi'deki oynadığı en kritik, en el yakan anlardaki cool ve doğru basketboluyla izlediğimiz en efsane performansa da imza atmışlığı yadsınamaz. Elbette bu çıkış güzide komşumuz Yunanlılarla sınırlı kalamazdı.
Bir başka Euroleague devi CSKA Moskova ile destansı işler yapmaması için bir sebep olamazdı. Bu sebeplerden biri de Türkiye-Sırbistan (2010) maçında oynadığı “mükemmel” basketiyle Dejan Bodiroga'dan sonra gördüğümüz en zeki basketbolcu dedirtti.



Teodosic CSKA ile ilk sezonunda takımının Euroleague'de Final-Four oynamasına katkı sağlamış, finalde eski takımı Olimpiakos'a karşı 15 sayı atarak harika bir performans sergilemesine rağmen Yorgo Printezis'in son saniyede attığı basketle 62-61 mağlup olmaktan kurtulamadılar. O sezon da EuroLeague'i finalde kaybetmelerine rağmen takımı ile birlikte Rusya Basketbol Süper Ligi'ni ve VTB Birleşik Ligi şampiyonluklarını kazanarak bu yenilgiyi biraz da olsa telafi ettiler. Asıl Euroleague telafisi 2016 yılındaki şampiyonlukla gelecekti.

Bu şampiyonluk aynı zamanda NBA kapılarını da açacaktı. 2017-2019 yılları arasında NBA’in Los Angels Clippers takımıyla tam anlamıyla istediğini bulamasa da bu Amerika topraklarından bir Teodosic geçti dedirtti.
Çok dahası iyi olur muydu soruları hep kafaları kurcalasa da hatta çoğu spikerden “loser” damgası yemiş olsa da, “winner” etiketi ile çoğu yetenekli oyuncunun önünde adı yazılır.
2019 yılı itibariyle hemen her takımın birbirini yendiği ve bol aksiyonlu maçları izlerken, ilginç transfer haberleri de Avrupa basketbolu yakasını kurtaramadı. O sene Avrupa’da ilginç haberler, transferler gırla giderken, eski takımı CSKA'nın kadro boşaltma operasyonu, Barcelona'nın bu minvalde NBA takımı oluşturma faaliyetleri. Ve Teodosic'in Virtus Pallacanestro Bologna'yla anlaşmasıyla, EuroCup’da Teodosis rüzgarı esmeye başladı. Teo yoluna devam ediyor, bildiği işi yapıyor. Ve her zamanki gizemi ile bu önümüzdeki yıllar neler yapacağını gösterecek.

Sırplar bildiklerini okurken, bense, yoksun olduğumuz şuncacık temel şeylere bile imrenerek bakmaya ve Kalemegdan’daki o tenis kortlarının nasıl hala orada barınabildiğine şaşırmaya devam edeceğim.
Ne hakkında konuşursak konuşalım, hangi konuda kalem oynatmaya çabalarsak çabalayalım, öyle bir yerdeyiz ki, mütemadiyen imreniyoruz. Mütemadiyen imreniyoruz.