26 Kasım 2020 Perşembe

Asi Çocuk Medvedev

Öyle bir çağda yaşıyoruz ki tüketmek sadece tüketmek değil. İnsanlar yemek yemek için bir mekana gideceklerin de lezzet, kalite, hijyen kadar gönül rahatlığıyla check-in yapabilecekleri havalı olmasını da talep ediyorlar artık. Veyahut herhangi bir spor müsabakasını yemek yemek için tercih eden “vip” kesimi unutmadan, sporun da ticari hayata tecelli ettiği zamanları yaşıyoruz.
Her şeyin pazarlandığı, popüler olma çalışmalarından spor da nasibini almadı mı? Bu konudaki en güzel vesika bana kalırsa Daniil Medvedev. Rusya futbolunun dünya genelindeki popüleritesi, oynandığı ülke sayısı bildiğim kadarıyla hayli sınırlı. Oyunun dünya çapında daha fazla söz sahibi olan muadili atletizm ve tenis…

Medvedev daha kimse tarafından tanınmaz, babası duygularını kenarda ölçüp tartarken, tenis kariyerine babasının teşvikiyle başlıyor.
Biraz uç bir örnek ama yine de günümüzün doğru pazarlama stratejisini anlatıyor bana göre; insanlara “Yahu orada önemli bir şeyler oluyor galiba” hissiyatını verebilmek. Gerisi kolay, zaten sonra bunun parçası olmak isteyeceklerdir. Çünkü babası oğlunun akademisyen olma arzusunu bastırıp, yaşam kalitesinin ve popülerliğin egemen olduğu malum dünya da korta sevk etmiş.

Tenis dünyası Federer ve Nadal gibi örnek rol modeller kadar zaman zaman 'kötü çocuklara' da ihtiyaç duyuyor. Bu anti-kahraman açığını bir süredir Nick Kyrgios'un asabiyeti ile kapatmaya çalışan tenis evreninin yeni kötü çocuğu ilan edilen Daniil Medvedev. Aslında bu “büyük” tartışma konusu! Evet, Kyrgios bunu dillendirmeyi, açık bir dille yapmaktan keyif alıyor. Üstelik bunu kort dışına, sosyal medyaya yansıtmaktan geri durmuyor.
Medvedev ise; kortta aykırı tavırlara girmesi çok eskiye dayanmıyor. Her şey ABD Açık'ın ikinci turunda Daniil'in bir havluyu top toplayıcı çocuğun elinden büyük bir hışımla çekmesiyle başladı. Bu olayın ardından New York seyircisi Medvedev'i maç içinde sürekli protesto etti. Rus tenisçinin buna reaksiyonu elleriyle seyirciye 'daha fazla yuhlayın' şeklinde bir jest yapmak oldu.


Bu gerilim ve dahası, birkaç maç üst üste yaptığı benzer konuşmalarla kötü çocukluğa resmen terfi etmiş olacaktı.
Bu aykırılık şöyle dursun, harika bir form da yakalamış durumda. Medvedev 2019 Amerika Açık'ta 3 Grand Slam şampiyonu Stan Wawrinka'yı 7-6, 6-3, 3-6 ve 6-1 mağlup ederek kariyerindeki ilk Grand Slam yarı finaline çıktı ve 2010'dan beri bir Grand Slam'de yarı final gören ilk Rus oldu.
Rus raketin bu başarısı kesinlikle tesadüf değil. ATP Tour'da oynadığı son 21 müsabakada tam 19 galibiyet alan Medvedev, toplamda 3 final ve 1 yarı final oynamayı başardı. Müthiş geçen bu süreçte Cincinnati yarı finalinde Novak Djokovic'i eleyerek kariyerindeki ilk ATP 1000 kupasına uzandı, 2019 Amerika Açık'ta final gördü.

Kazanamadığı iki kupanın ilkini Citi'de çok iyi bir turnuva geçiren Nick Kyrgios'a, diğerini de Coupe'da daha önce tam 4 kez zafere ulaşmış Rafael Nadal'a kaybetmişti. Daniil Medvedev, o bir yıldız adayıyken, -en azından şu ana kadar- bu baskının üstesinden gelmiş gibi gözüküyor. Bunu geleneksel yöntemlerle yapmasa da...
Bu kadar negatif yüklenmişken ona karşı, enteresan bir lakabı var: “Ayı”. Stalk seviyesini biraz arttırdığımızda Rusça’da “medved”in ayı anlamına geldiğini öğrendim. Kortlara geri dönelim… Çim kortlarda daha iyi performans sergiliyor. 2019’da 9 turnuva finalinde yer aldı ve dördünü kazandı. Henüz 24 yaşında olmasına rağmen 2019’da dördüncülüğü gördüğü ATP dünya sıralamasında 2020 yılında dördüncü sıraya demir atmış durumda.

2020 yılında Forbes Rusya’ya kapak olmuş, tenis kariyerinin yanında ekonomiyi de hayatından çıkarmamış gibi dursa da kusurları baskın. Maç esnasında çok gergin takılıyor. Heyecandan tişörtüyle oynamaktan, seyircilere laf yetiştirmekten bir an önce kurtulması gerekiyor. Ancak ilk kurtulduğu da artık büyük bir kupa özleminin bitmiş olması... Londra'da müthiş performansıyla ATP Finalinde ışıldıyordu.
Uzay üssü bir güç ve enerji ile beşte beş yaparak hakkını aldı. Evet, ilerisi için epey ışık tuttu asi çocuk Medvedev. Daha çok buralardayım dercesine..

17 Kasım 2020 Salı

Ada'da Basketbol Sorunsalı

Futbolda marka olmanın zuhur ettiği ülkelerin başını çektiği İngiltere aynı kaderi ne yazık ki basketbol için söyleyemiyor. Hatta marka olmanın ötesinde elle tutulur başarısının 1948 yılında gerçekleşmiş olması tesadüf olmayacaktı. Diğer ülkelerle kıyaslandığında, basketbola olan ilgi normalin de altında. Dünyada en popüler üçüncü spor dalı olan basketbolun beklenen etkiyi bir türlü bu ada ülkesinde görememesi neye, nasıl bağlanabilir ki? Oysa ki, kriket ve rugby’nin kamuoyu tarafından yakından takip edilmesine karşın birçok ülkede büyük bir izleyici kitlesine sahip basketbolun spor basınında fazla yer bulmadığı çok açık!

İngiltere’yi parkelerde en son 1948 yılında basketbol dalında olimpiyatlarda mücadele eden erkek takımı Çin karşında aldıkları galibiyet ile 64 yıllık hasreti sona ererken görülecekti. O dönemden yakın tarihimize kadar bu alanda neredeyse hiç olumlu gelişme olmadı. Tarihler 2007’yi gösterdiğinde bu spor dalına olan ilginin tavan yapması şöyle dursun basketbol ada ülkesinde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya!
Bu durumu toparlamak için devreye Britanya Basketbol Federasyonu girmek zorunda kalınca, yetkililer kolları sıvayarak 2008 yılında ülkedeki genç yetenekleri bulmak ve onların oyun anlayışını geliştirmek için altyapı çalışmalarının ipini çekecekti.

Basketbola ikinci evlat muamelesi yapan İngiltere, 2012 Olimpiyatları hedefleri doğrultusunda sıkı bir çalışmaya girmiş ve milli basket takımlarındaki organizasyonlar hızlandırılsa da, istenilen verim tam olarak alınamadı. Ama sonuçsuz değil, çalışmaların nihai cevabı 2010 yılında alınmış ve hem erkek hem de kadın milli takımlar bazında 2011 yılında düzenlenen ‘EuroBasket’ turnuvasına katılmaya başarmışlardı. Kadın oyuncular ilk kez katıldıkları turnuvada tarihi başarıya imza atarak ikinci tura yükselme başarısını gösterdi. İngilizler bu başarı ile basketbol alanında uzun süreden sonra ilk kez en iyi derecelerine imza attılar. Bir başarı kriteri olarak değerlendirilen bu durum bir anlamda 2012 olimpiyatları için umut verici bir adım olarak görülmüştü.



“UK Sport” (İngiltere Spor Geliştirme Kurumu) her yıl ülkedeki Olimpiyat ve atletizim spor dallarına 125 milyon sterlin değerinde yatırım yapıyor. En çok yardımı alan branşlar ise madalya olasılığı yüksek olanlar. Kurum, Rio 2016 ile Tokyo 2020 olimpiyatlarında milli basketbolun madalya şansı olmadığı için 7 milyon sterlinlik yardımından 2014 başlarında vazgeçiyor. Kurumun aldığı bu karar basketbol gibi ilginin az olduğu diğer spor dallarını da olumsuz yönde etkileyeceği için ciddi şekilde eleştiriliyor. Hali hazırda maddi problemlerle boğuşan basketbol takımlarının sorunları, milli takıma da yansımış ve Basketbol Federasyonu hazırlık kamplarının düzenlenmesinden tutunda yıldız oyuncuların sigorta primlerine kadar ciddi bir kesintiye gitmek zorunda kalmışlar.

Temel sorun gelişmiş ülke dahi olsanız bütçe bel büküyor minvalinde konuşmalarla yetenekli isimlerin önü tıkanıyor. Esasında gençler arasında basketbol sevgisinin yüksek seviyede olduğunu ama maddi desteğin olmayışının bu oyunun ilerlemesini engellediğini apaçık ortada. Üstelik bu maddi destek günbegün sıfır noktasına ulaşmış durumda. İyi olduğumuz hangi branş varsa yatırım yapılsın alt branşlar ve elbette en ön sıradaki basketbol içinse “hiç heveslenmeyin…”

Toplum baskısı ile beraber İngiltere, son yıllarda İskoçya ve Galler ile de birleşerek Büyük Britanya adıyla turnuva ve şampiyonalarda mücadele veriyor.
Bu evlilik sonucunda oldukça popüler bir isim Sudan asıllı Lual Deng ve Pops Mensah gibi sporcular doğacaktı. İngiltere doğumlu genç oyuncu dünyanın en popüler basketbol ligi NBA’de yıllarca Chicago Bulls formasını giyip Ada adına bir şeyler yapmayı görev bilmişti. Devamında belli başlı NBA takımları denese de en son ki karar Minnesota Timberwolves formasını terleterek devam ettirecekti. Deng, NBA All-Star maçında forma giyen ilk İngiliz oyuncu olma özelliğini de taşıyor.
Kısacası gösterecekleri başarı deniz aşırı bir isimden öteye geçemiyor. Bir basketbol sorunsalı Birleşik Krallığı sarmış durumda!

12 Kasım 2020 Perşembe

Fransalı Payet mi?

4 Aralık 1938’de Fransa, hazırlık maçı için İtalya’daydı. Napoli’de toplanan binlerce taraftar faşist sloganlar atıyordu. O zamanlarda Avrupalıların sahada görmeye alışık olmadığı bir ten rengine sahip Fas asıllı Larbi Ben Barek ya da nâm-ı diğer Abdelkader Larbi Ben M’barek’e ırkçı sataşmalarda bulunulunca, kaptan Etienne Mattler, siyahî arkadaşının yanına gidip Fransız Millî Marşı’nı söylemeye başlamıştı... 
Savaş kokularının ayyuka çıktığı günlerde, futbol sahaları sivil itaatsizlikle tanışmıştı. Günümüzde ise ırkçı davranışlar 20. yüzyılın üzerine koyamadı. Belki savaş minvalinde değil, lakin halen daha maç öncesi “ırkçılığa hayır” sloganlarını görüyoruz.

Fransa siyah-beyaz karışımının ağır olduğu ülkelerden. Zira hemen akdeniz’in karşı kıyıları bundan nasibini fazlasıyla almış durumda. Ve halen daha çözüm üretebilmiş değil! Hem Fransa hem de ada futbolunu yaşamış aynı zamanda Fransız pasaportu olan Dimitri Payet’in özel bir hikayesi var.
Hint okyanusun, Fransız sömürgesi Reunion adasında doğan Payet, futbola da adanın en büyük takımı Saint-Pierroise’de başladı.
Payet, Ada tarihinin gördüğü en büyük yetenek olarak bir anda tüm dikkatleri üzerine çekmesiyle, çok kısa bir süre sonunda ada kulübü ile ortalık anlaşması bulunan La Havre’ye, Fransa’ya gönderildi. Ve sadece 11 yaşındaydı.

Dimitri Payet, 2003’te Ada’ya, Reunion’a geri dönmek zorunda kaldı. Bu sefer konsantre olamayan Payet, adaptasyonunuda da yanına alarak, Excelsior kulübü ile anlaştı. Peşini izleyen yıl Fransa topraklarına bir kez daha teşrif edecekti. 2005’te Nantes’a imza attı. Bu da beklenendi. Ve oldu.
Nantes ile amatör anlaşma imzalamıştı. 2005 yılında kulübün PAF takımındayken aynı zamanda da para biriktirmek adına mağazada çalışmaya başlayacaktı. Dimitri Payet, bu defa adaptasyon sorunu yaşamadı. Kısa sürede kendisini ve yeteneğini kanıtladı, her şey farklı olacaktı. Oldu da… Gösterdiği performans sayesinde 6 ay içinde profesyonel sözleşme imzaladı.


Fransa’da Nantes, Lille, Marsilya formaları giymesiyle, adını görünür, yeteneğini izletir, hayat kalitesini yaşanır hale getirecekti. 2014-2015 sezonunda 36 maçta 17 asist yaparak, Messi’den sonra en büyük 5 ligde en fazla asist yapan futbolcu oldu. Fransa’da iki kez yılın en iyi 11’ine seçildi. Fransa onu o da Fransa’yı sevecekti.
Esasında Marsilya defterini hemen kapatmak istemiyordu. Hiç olmadğı kadar kendini bulmuştu. Takım olmuştu. Ancak Fransa’da yaşadığı kadar “ırkçılığa” maruz kalmamıştı. Engeller yoluna taş koysa da lugatında kolay vazgeçme olmamıştı. Bu iki yılı mücbir sebeplerle birlikte West Ham United yolunu tutarak sürdürecekti. Hiç de fena sayılmayan ada macerasına Londra’da yılın futbolcusu seçilerek taçlandıracaktı.

2015-2017 sezonlarını Londra’da sürdürdükten sonra bıraktığı yerden Marsilya’da yarım kalan hikayesini yazmayı deneyecekti …
Günümüze dönersek, şimdilerde tüm dünyayı etkisi altına alan malum virüs, Marsilya takımını da sarsacaktı. Ne var ki, kulüp futbolcularından özveride bulunmalarını isteyip maaş kesintisine gidilmeye muktedirdi. Ancak ilk itiraz Payet’ten gelecekti. Bu dönemler de virüsle mücadele eden Dimitri Payet, tek isteğinin eski zamanlardaki gibi mücadelesini, ayağını konuşturmaktan başka bir şey olamaz. Bir de ırkçılık meselesi…

Fransızların futbol ikonu Cantona’nın ”Fransız olmak milli marş söylemekle olmuyor. Fransız olmak için önce devrimci olmak, fakir ve yoksulların halinden anlamak gerekiyor” sözü belki de her şeyi anlatıyor. Bir zamanlar ötekinin varoluşunu sembolize eden marş, şimdi onun varoluşunu kabullenemeyenlerin sesi oluyor. Payet marşı, Fransız sömürgesi Reunion adasını unutturmadan mırıldanacaktı...

1 Kasım 2020 Pazar

İkincilikleriyle Veda Eden Schleck

2016 yılında, gözü yaşlı bir bisikletçi. Hayır, düştüğü, sakatlandığı ya da ikinci bitiridiği için değil. Sadece yıllarca emek harcadığı selesine veda zamanıydı. Andy Schleck, gözyaşlarını tutamadığı bir basın toplantısıyla bisikleti bıraktığını açıklamasıyla, spor camiası şaşkın, üzgün ve belirsizlik içindeydi. Artık Lüksemburg bisiklet hanedanlığına yeni bir emekli isim daha eklenecekti.
İki tekere veda ettiğinden beri en sık kullandığı cümle. Şık, kullanışlı, manşete uygun. Fakat aynısını zaten başka gazetecilere de söylemedi mi? Defalarca. “Hiçbir şeyden pişman değilim.”
Gerçekten hiçbir şeyden pişman değil miydi, modern zamanların gördüğü en büyük yeteneklerden biri olarak kıyısında dolaştığı zaferlerden, aldığı ikinciliklerden rahatsız olmaması bir yana, sade ve nedensiz bitmişti.

Schleck’in kıyısında dolaştığı zaferlerin aslında genlerinden geldiğini inkar etmiyor. Babası Johny, Tour de France’da yerini almıştı ve büyükbabası Gustavo 1930’larda yarışmıştı. Schleck üç kardeşin en küçüğüydü. Büyük kardeş Steve çok farklı kulvarda ilerlerken, Frank ve Andy ise babalarının adımlarını takip ederek, bisiklet dünyasına girdiler. Babaları Johny, profesyonel kariyerinin hemen arkasından hala sektörün içerisinde. Ama gerçekten bisiklet kültürünün içerisinde büyümek, babasının eski günlere dair takım arkadaşlarıyla yaşadığı hikayeleri dinlemek eşi benzeri olacak türden değil.
Yine aile genleri ile harmanlanmış, 2006 ve 2009’da Tour de France etabı kazanan, aynı zamanda 2009 Tour of Luxemburg ve 2010 İsviçre Turu şampiyonu kardeşi Frank ile birlikte sürmenin keyfi ve kaygısını maç sonu röportajlarında arşivlenmiş haliyle bulabilirsiniz.

Epeyce başına bela olan ikincilikler ve zaferin kursağında kalması çok daha genç yaşlarda canını sıkmıyordu. Bilakis şampiyonluğun şanıyla kariyer planlaması yapıyordu. Öyle gelişmedi. Belki Schleck’te böyle mutluydu.
Genç Schleck başarıya anında ulaşacaktı. İlk büyük turu 2007 Giro d’Italia’yı ikinci bitirerek en genç bisikletçiye verilen mayonun sahibi olacaktı. Ama o yarışa dair anılar hala Andy’nin içini kemirmeye devam ediyor. Saniye farkla kazanan Danilo Di Luca, bir zaman sonra doping yaptığğına dair itiraflarda bulacaktı. Bisiklet ve doping kelimelerini çok sık duymaya başladığımız andan beri “güven” kavramı öne çıkıyor. Andy bu konuşmalara da aldanmadı. Bildiği işi yapmaya devam etti.



Schleck, Tour de France’ın en iyi genç bisikletçi mayosunu kazandığı 2009 ve 2010’da Alberto Contador’un ardında ikinci sırada kaldı. Malum ikincilikler! Ancak 2012 yılında Schleck’in 2010’daki ikinciliği şampiyonluğa yükseltildi. İspanyol Contador’un geçmişe dönük testlerinde clenbuterol’a rastlanmıştı.
Contador’un doping sorunu 2010 Tour’una dair tek vaka değil. Schleck 15. Etapta yarışı lider götürürken Porte de Bales’de zinciri attı ve Contador ile iki diğer bisikletçi pelotonun yazılı olmayan kuralını bozarak atak yaptı ve Schleck o gün 39 saniye kaybetti. İhmaller silsilesi peşini bırakmıyordu.

Contador ve Schleck sürpriz bir şekilde iyi birer arkadaş olarak kaldılar. 2011 Tour de France’da Schleck tekrardan ikinci oldu, bu sefer Cadel Evans’ın arkasında. Fakat Schleck’in yaşadığı hayal kırıklığı podyumun üçüncü basamağında kardeşi Fränk’ın olmasıyla bir nebze de olsa azaldı. Schleck geriye dönüp baktığında o yıla dair daha fazlasını yapamayacağını çok kez dile getirmişti. Schleck’in erken emekli olmak zorunda olması göz önüne alındığında, eğer devam etseydi ne olabileceği konusunda daima uzun soluklu bir soru işareti olacak. Bugünün pelotonuyla yarışmaktan mutlu olur muydu?

Dopingle suçlanan bisikletçilere karşı yarışmış olmaktan duygusal ve maddi anlamda etkilenmesine karşın Schleck, arkasında bıraktığı bisiklet mirasıyla gurur duymaması içten bile değil. Tour şampiyonluğuyla onure edilen Schleck, aynı zamanda kardeşiyle de bir kariyer paylaşmaktan dolayı son derece minnettar olduğunu dile getirecekti. Andy Schleck, başarılar ve hayal kırıklarıyla dolu bisiklet kariyerini, emeklilik dönemini, yeni hayatını en çok da akıllarda kalan ikincilikleriyle miras bıraktı bizlere. Bir de akıllarda deli sorular…