27 Eylül 2018 Perşembe

Hepimizden Bir Enstantane: Flandria


Bazıları adını unutmuş olabilir mi? Çok genç olanlar belki. İsteyen istediğini unutsun! Tek istediği daha çok kişiye ulaşmak olan bir sporun, geride bıraktıkları asla unutulmaz. Bisiklet, çocukluğumuzun vazgeçilmez “hediyesi.” Lakin farklı perspektiflerden bakmaya ne dersiniz?

Acaba, 27 Kasım 1979’da, Alain De Roo finiş çizgisini ilk sırada geçerek Omloop van het Houtland’ı kazanmasaydı, sonuç yine kayda değer mi olacaktı?
Şüphesiz bunu asla bilemeyeceğiz. Çünkü bu galibiyet profesyonel pelotonu 20 yıldan beri domine eden güç, Belçika takımı Flandria’nın hanesine yazılan son zaferdi. 
Bu noktada bir es verilmeli… Flandria’nın kuruluşu Belçikalı bir demir işçisi olan Louis Claeys’in Batı Flandria’da bulunan Zedelgem’deki aile demirhanesinde 1890’ların sonlarına doğru ilk bisikletini yapmasında yatar.

Louis’in dört çocuğu Alidor, Aimé, Remi ve Jerome Claeys daha sonra bisiklet ve ilgili ürünler üretmek için Claeys Kardeşler Limitet adlı şirketi kurar. Belçikalılar ülkeleri adına bu haberi alınca bu mutluluğu sindirebilmek için Hype Duo’un “I’m a cyclist” şarkısını dinlemiş midir?
Grup üyeleri belki “bisikleti” derinleştirir ama gözyaşlarının hak ettiği yeri bulması için de insanoğluna yardımcı olur.
Bu şarkı yazıldığında Flandria kuruluşunun 40’lı yıllarını kutluyordu. Flandria’ı izleyen ve Hype Duo’u dinleyenler arasındakilerin de böyle bir eşleştirme yapmış olması beklenmeyebilir. Bu da bizlerin, “Flandria” efsanesini yazarken göremeyenlerin, Hype Duo’u Youtube üzerinden dinleyenlerin bir ayrıcalığı olsun. Belki o zaman efsanenin ne kadar büyük olduğunun farkına varabiliriz.


Flandria’nın yükselişine karşın, her şey tamamıyla yolunda gitmiyordu. 1956’da aile içi bir anlaşmazlık meydana geldi. Bu çatırdama ile beraber, Flandria takımı 1959 yılında Aimé Claeys’ın tesadüfü olarak Belçikalı bisikletçi, Leon Vandaele ile bir kafede tanışmasıyla şekillendi. 25 yaşındaki Belçikalı Faema adına yarışırken 1958 yılında Paris-Roubaix’yi kazandı. Vandaele, eski velodromda çanlar çalmadan hemen önce, iki kişilik kaçış grubunu yakalayan 20 kişilik grup içerisindeydi. Belçikalı erkenden öne geldi ve sprint ile kariyerinin en büyük zaferini elde etti.

Ama bir problem vardı. Mesele dönüp dolaşıp ünlü bir Rus yazarın sözüne geliyor. Tanıyacaksınız, Anna Tolstoy Karenina. Ne demişti ünlü eserinde: "Bütün iyi gazeteler birbirinden farklıdır, bütün kötü gazeteler ise birbirine benzer..." bu minvalde aile şirketi iyiyi kötüyü ayırt etme durumuna gelecekti.
Vandaele’nin sprintte mağlup ettiği isimlerden biri de yarışı üçüncü sırada tamamlayan kendi takım lideri Rik Van Looy’du. Sezon sonunda Vandaele’nin ödülü kendine yeni bir takım bulmak zorunda olmasıydı. Claeys, Vandaele’nin başına geleni öğrenince, ona Flandria adı altında yeni bir takım kurmayı önerdi. Amaç Vandaele için bir ekip kurmak ve Flandria markasını geliştirmek için bir platform sağlamaktı. Acaba öyle miydi?

Ardından kadroyu yönetecek olan Belçika efsanesi Alberic ‘Briek’ Schotte’ı işe aldı. Vandaele, takımın ilk galibiyetini 6 Mart, Paris-Nice-Rome’un 3. Etabında aldı. Flandria yarış dünyasındaki ilk yılında toplamda 44 yarış kazandı.
Nereden bakarsanız bakın, bir başarı hikayesi bu da. Her şeyin pazarlamadan geçtiği bir çağda, onlar da oyunu kurallarına göre oynayıp isim yapıyorlar. Peki ileride nasıl hatırlanacaklar? Çok basit iflas bayrağıyla…

20 Eylül 2018 Perşembe

Japanese Serena Değil, Naomi Osaka


Uçsuz bucaksız Japonya'nın Yodo Nehri'nin döküldüğü yerde bulunan Tokyo'dan sonraki en büyük şehri olan Osaka muhteşem düzlüğü, yüksek irtifasıyla ve topraklarından yetişen yeni sporcularıyla adından söz ettiriyor.
Biraz batısında kalan kısmında bir araç ilerliyordu. Hiçbir özelliği bulunmayan sıradan bir arabadan neden söz edilir ki. Şöyle anlatalım buyurun…

Sonbaharın ilk günlerinde her mevsim olduğu gibi güneşli ama serin bir hava hakimdi gökyüzüne. Bu kadar basit işte. Abartılı yaşamayan zira her daim hedefleri doğrultusunda ilerleyen bir mantalite içinde büyüyorlar, o yüzden Naomi Osaka’nın Serena Williams karşısında Grand Slam şampiyonluğu alması sürpriz olmamalı! Japonya'nın bir okyanus kadar Amerika’ya yakın olmanın dayanılmaz hafifliğiydi bu durum.
Lakin son teknolojilerle yüzeyi sardığı yolların köşe bucağına iğne atsan yere düşmeyecek mahiyetinde bir kalabalık toplanmış, hatta polis trafiği kontrol etmekte dahi zorlanır hale gelmişti. Sonuçta bu Japonya'nın da zaferiydi.

İlk Grand Slam zaferi mi, elbette bu çok büyük bir gerekçe ancak yeterli olmayacaktı. Naomi 20 yaşının vermiş olduğu “zıpırlıktan” çok büyümüş de küçülmüş edayla rakiplerine kök söktürmesi daha çok konuşulan konuydu.
Japonlar için tarihi bir başarıya imza atan Naomi Osaka’nın eve dönüş seremonisi için oluşmuştu bu konvoy. Ailesinin, sporcuların ve halkın bulunduğu ve dünyaya geldiği Osaka’da kutlamaların yapılacağı kilometrelerce boyunca insan seli coşkuyla onu selamlıyordu. Zira bu anlatılanların büyük çoğunluğu safsataydı onlar için. Çünkü Japonlar üçüncü ülkelerin kutlamasını asla büyütmezlerdi. Osaka sadece kazanmıştı.




Haitili baba ve Japon bir annenin farklı perspektifiyle büyüttüler büyük kızları Naomi’yi. Esasında Serena’yı yenmesinden mi bilinmez ama ona Japanese Serana demeleri bundan mütevellit. Müthiş bir çift el backhand'i var. Dikkat!
Gelecekte bir numara olması kaçınılmaz olan kadın tenisçi. Naomi için resmen ışık saçıyor diyebiliriz. Şöyle göz ucuyla bakarım deyipte bir baktıktan sonra bırakamayacağınız bir oyun sergiliyor.

Kariyerinin ilk tekler zaferini, 5. grand slam olarak nitelenen Indian Wells'de, arkadaşı ve yaşıtı, Daria Kasatkina'yı yenerek kazandı.
Jelena Ostapenko'nun ilk tekler zaferini Roland Garros'da kazanmasının ardından benzeri bir başarıya imza attı Osaka. Naomi’yi mütevazılığı, şirinliği, dobralığı ve tabii ki yetenekleriyle gönlümüzü çaldığı aşikar…

Yılın son Grand Slam’i olan US Open da, maçın ardından dünya çapında çok büyük destek, taraftar ve sempati kazandı Osaka. Kariyerinin henüz çok başında ve gelecekte büyük bir spor ikonuna dönüşebilir. Unutmamak gerek ki Sasha Bajin gibi harika bir koçla çalışıyor. Uzun yıllar bu birliktelik  devam ederse geleceğin Serena’sı değil Naomi Osaka olarak anılacak.

13 Eylül 2018 Perşembe

Miras

Spora olan coşkusundan, içeriği derinliklerden gelen cümlelerin idrak edilebileceğinden bir an olsun şüpheye düşmeksizin, o kadar öykü anlatıyordu ki oğluna, o çocuk için basketbol parkeleri giderek bir yaşam biçimi halini alıyordu. Bu sefer küstürdü basketbol camiasını üstat…

İsmet Badem hasta bir basketbolcu, taraftarı, yorumcusu ve aklınıza gelen tüm nesneleri bu spora yakıştırmasını bilendi. Tabii İsmet abi gitti, basketbolu o dönemlerde oynayabilmenin en güç olduğu Anadolu takımlarından Samsun’u seçerek başladı. Ve bir de idol olacağı oğluna para kazanmaktan çok bu spora olan tutkusunu anlattı, en esaslısı da yaşattı.

İsmet Badem, Samsun’da parlamıştı. Basketbolun şimdilerdeki medar-ı iftiarı Fenerbahçe takımına geçmesi pek de sürpriz olmadı. Ve sonrasında Beşiktaş takımına göz kırpsa da çok da ileriye gitmeden usulca bırakacaktı basketbol külliyatını.
Zaten sonrası da malumunuz… İsmet Badem Türk basketbolunun fotoğrafını sözlü olarak ekran başında çekerken, görmeye alışık olmadıımız bir şekilde kalemine alacaktı. Zira basketbolda yeni sezon açılış ipini kestiğinde, yediden yetmişe binlerce insan için heyecan demekti.



1972-73 sezonunda Türkiye Basketbol Ligi'nde oynamaya hak kazanan ilk Karadeniz takımı olan Samsunspor'da yıldızı parladıktan sonra asıl hedefinin sadece parke üzerinde muhteşem smaç basmak ya da takım kaptanı olmak değildi. Bunu yazılı mecraya ya da ekran karşısında kendi yorumuyla yaklaşmaktı. İstanbul’da başlamıştı kendi perspektifiyle bakmaya. O atıyor, semtte iklim değişiyordu. Ve artık yazınca, yorum katınca medya camiasına adımını atıyordu. Gerisi malumunuz…

Aktif basketbol yaşantısını noktaladıktan sonra bir süre Afrika'da, Mozambik'te yaşadı. Hep denedi, kendi yorumunu kattı, hangi işe yoğunlaşsa da… Lakin İsmet abi’yi asıl üne, Türk basketbolunun Avrupa sahalarında başarılar kazanmaya başladığı 1993 yılından itibaren televizyonlardan naklen yayınlanan basketbol maçlarında Murat Murathanoğlu'nun sunduğu basketbol maçlarındaki yorumlarıyla tanıyacaktık.
Herkese hizmet etmişti İsmet Badem, gerek saha içinde, gerek saha dışında. Ağzından çıkan spor camiasının saygınlığı hükmündeydi.

“Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü, kör oldum” diye başlar ya Cemal Süreya’nın unutulmaz şiiri, işte böyle bir gün 6 Eylül benim için. Ve yine basketbola adanmış Murat Kosova’nın sesiyle duyduğum ilk ölüm haberi beni bu mısralara götürür. Basketbola yeri doldurulması güç bir miras bıraktı İsmet abi… 6 Eylül’ün haberleri aklımda, hemen arkasında Fanatik gazetesine yazdığı satır başlıkları, ortasında bir cenaze ilanı…

5 Eylül 2018 Çarşamba

Löw’ün Sırrı


Dünya Kupası bitti, etkisinden de çıktık... Öyle sanıyorum. Hatıralar taze kalsın diye, not düşmek istedim. Ancak ligler açılış düdüğünü çaldı.
2014 yılında Çin’de bir “Dünya Kupası kliniği” açıldı. Gidenlerin temel şikayetleri tahmin edebileceğiniz gibi: saat farkının yarattığı uykusuzluk, aşırı içki ve abur cubur tüketimine bağlı sorunlar, yüksek dozda heyecan kaynaklı histeri krizleri vb… Şimdi yerini İngiltere, İspanya veya Almanya gibi liglerin saat farklarından doğan husursuzluktan doğacak gibi.

Bu listenin içine Almanya girmeyi nasıl başardı? Cevap; Joachim Löw’de saklı! Çünkü Almanya liginin sıkıcı atmosferine farklı bir bakış kazandırdı. İleriye dönük, orta saha oyunun bel kemiği olmasında ötürü, yeni bir akım kazanacaktı.
Peki ya Löw’ün hayatında futbol ne kadar yer alacaktı? Cevap: geçmişinde saklı… Aslında biraz geriye gidildiğinde futbol kariyeri pek de fazla yer kaplamıyor. En azından çim sahalarda. Çünkü daha kendini genç yaşta takımı okurken buluyor. Doğal olarak kariyer yolunu da çizmiş olacaktı.

Löw 1978 yılında kariyerine ikinci lig Bundesliga takımlarından SC Freiburg'da başladı. İki kez döndüğü 1982 ve 1985’te en çok gol attığı takım oldu. 1981-82 sezonunda Eintracht Frankfurt'ta oynadı. Oynadığı 24 maçta sadece 5 gol atabildi ki bu da Löw’ün gelecek planlamasına adımdı. Dört yıl boyunca 116 maça çıktı ve 38 gol attı. Kariyerini İsviçre'de FC Winterthur (1992-1994) takımlarında oynayarak bitirdi. Elbette ki Almanya milli takım kariyerlerini de es geçmedi.


Joachim Löw, teknik direktörlük kariyerine futbol oynarken FC Winterthur'un genç takımında başladı. 1994-95 sezonunda FC Frauenfeld takımında futbol oynarken teknik direktörlük yaptı. Ve işte futbolculuk kariyerinden çok, teknik adamlığıyla futbol dünyasına çığır açacaktı. 1995-96 sezonunda VfB Stuttgart'ta teknik direktör yardımcılığı yapacaktı. Ağustos 1996'da geçici teknik direktörlük yaptı. Sonra kalıcı oldu. "Sihirli üçgen" adı verilen Krasimir Balakov, Giovane Élber, ve Fredi Bobic'in oynadığı takım 1996-97 sezonunda DFB-Pokal'i kazandı.

Bu, gelmiş geçmiş en iyi kupa mıydı? Grup maçları sırasında goller bendine sığmayan nehirler gibi akarken, devler bir bir avlanır ve minikler gürlerken heyecanla herkes aynı şeyi söyledi: Gördüğümüz en iyi kupa. Bunda yanlış bir şey yoktu, kupa harika başlamıştı, üstelik yeni bir antrenörlük dönemine girmişken...
Asıl hadise Almanya Milli takımıyla esecekti. 13 Temmuz 2006 tarihinde Klinsmann sözleşme yenilememe kararı aldıktan sonra Almanya teknik direktörlüğü için Löw'ün adı geçti. Klinsmann'ın ofansif oyun tarzını devam ettirmek istediğini açıkladı. Löw, özellikle oyuncularının topu ayağında fazla tutmasından endişeliydi. Görev süresince bunu azaltarak oyun hızını artırdı.

Euro 2008 ilk dört maçından galibiyetle ayrılan Löw Almanya millî takımının en iyi başlangıç yapan teknik direktörü oldu.
Yarı finalde Türkiye'yi de 3-2 yenen Almanya 29 Haziran 2008 tarihinde oynanan finalde İspanya'ya 1-0 yenilerek finalist oldu. 2014 yılında ise Dünya Kupasını alarak iddiasını sürdürdü. Ancak son Dünya Kupası iç açıcı olmasa da gelecek planlamasını sekteye uğratmayacaktı.
Dünya Kupası’nın olduğu her yaz, futbolseverler için bir aşk yazıdır, ya da yaz aşkı. Dört yılda bir “İnan daha önce böyle hissetmedim” diyebilirsiniz. Bu yalan olmaz. İleride perspektife oturtup “Bundan iyisi vardı” demenin de çok gereği yoktur, çünkü yaz aşkı böyle bir şeydir. Biz de o yaz aşkının, Dünya Kupası’nın komasındayız halen. Çıkmak istiyor muyuz, asıl soru da o galiba. Löw çıkmış gibi…