29 Ocak 2021 Cuma

En İngiliz Wayne Rooney

Rooney’nin basit biri olduğunu düşündük hep. Böyle olup olmadığı tartışmaya açık. Saha içindeki her hareketini anlamlandırmaya meylettik, gözlerindeki nadir gördüğümüz küçük bir parıltıyı ya da yüzündeki tekinsiz bir sırıtışı. Sahne ne kadar büyük olursa olsun, bunları bizden saklayamıyordu. Uzak çekimde zorlukla seçilen ilk 11’in içindeki futbolcu olduğu zamanken bile, hızlanan adımlarına bakıp öfkesini sezinleyebilirdiniz. Çoğu zaman yüzünü görmenize dahi gerek olmazdı. “Rooney yine delirdi” derdiniz. Korner direğindeki rakibine çift ayakla kayan halini canlandırırdınız gözünüzde. Hayaliniz birkaç saniye sonra cisimleşebilirdi. Sizi nadiren yanıltırdı Wayne Rooney.

En cafcaflı dönemini şüphesiz Manchester United ile yaşarken, ilk sezonunda, Newcastle United’a attığı golün hemen öncesinde, gördüğü sarı kart yüzünden hakem ile dalaşmasına şaşıracaktık henüz tanımadığımız için. Haksızlığa uğradığını düşünmüş, öfkesinin tamamını bacak kaslarına doğru yönlendirmiş ve oradan bir top güllesi çıkarmıştı. İngilizlerin Euro 2004’teki Portekiz maçında yaşadığı sakatlıktan sonra bir daha asla görememekten endişe ettikleri “limitlerindeki” Rooney, bir yıl geçmeden, işte yeniden oradaydı. Sadece bir anlığına. Dünya dışı bir deneyim…
Büyük beklentileri tam da karşılayamadığı bir ilk sezonun son haftalarıydı. United o sırada Arsenal’dan ikinciliği çalmanın hesaplarını yapıyordu ama takımın büyük çoğunluğu havlu atmış görünüyordu.

Dünyanın en iyi oyuncusunun İngiltere’den çıkmasıyla kafayı bozmuş bir güruhun ümitlerini tazelediği 2004 yazında ya da Manchester United formasını sırtına geçirdiğinde kameralar önünde nasıl göründüğünü hatırlamak zor değil.
Çekingenliğini henüz çok genç olmasına, parlak ışıklardan ötürü gözlerinin kamaşmasına bağlamıştı herkes. Çok geçmeden, zekâsına pek de güvenmeyen bir genç adam olduğuna ve bu güvensizliğinde haksız sayılamayacağına, sözlerini kendine saklamasının herkesin faydasına olduğuna kanaat getirildi.
Saha içinde süratle yaşlanırken, saha dışında da yaşını almayı ihmal etmedi neyse ki. Lakin bir şeylerde verdiyse de acımasızdı, kat kat alacaktı başına bela olduğu futbol.


Rooney’nin 13 yıllık Manchester United kariyerini başarısız bir sanatçı portfolyosu temsiline dönüştürmek yerine, ona 13 yıllık bir arzu alanı olarak bakmayı yeğlemekte en azından gelecek için yarar var. Bunu hak ediyor.
Çocukken peşine takıldığı o top, başarılı dönemlerini de, başarısız dönemlerini de daha büyük ve kişisel şeylerle düğümlemekte, bir haz bulduğu bir takımın formasıyla izlemek… Üstelik 13 yıl boyunca. Bu arzu alanını düşündüğümde, gözümde Rooney’nin hayatının 13 yılını Manchester United formasıyla geçirmesine ya da bu kulübün daha azametli ve daha kurumsal varlığı altında kendi varlığını idame ettirmesine müsaade eden bir alan oldu mu tartışmaları gırla gitti.

Kırmızı forma içinde geçirdiği son dört sezonda, Rooney’nin kendisi hakkında saklayamadığı yeni bir gerçek ortaya çıktı. Bundan böyle, sahaya adımını attığı çoğu maçta, o formanın gerektirdiği kalite düzeyinin uzağında kalacağı.
Sir Alex Ferguson 2012-13 sezonunun United’a veda sezonu olacağını açıkladığında, kulübe içinde Rooney olan bir gelecek tahayyülünü de miras bırakmak istemişti.
Bu ayrılış sonucunda, Everton dedikoduları ayyuka çıkmıştı. İlk başlarda, gerçek olamayacak kadar güzel bir senaryo gibi geldi. Manchester United tarihinin rekorlar kıran golcüsü olmaya giden yolda, Rooney’nin aklını çeldiği konuşulan o teklifler tıkır tıkır medyaya düşmeye başlamasıyla soru işaretleri çoğalmasıyla mikrofonlar uzanacaktı. Ve sonunda da herkes onu Çin Ligi’nde ya da MLS’te kişiliksiz bir forma ile görmeye kendini hazırlamışken, dokuz yaşına geri dönmek istedi.

Önce Everton ile kısa süreli birliktelik gelecekti. İştahsız bir Wayne Rooney izletmesiyle, soluğu DC United ve Derby County takımı ile son demleri izletecekti. Yine de onu saha içinde her ne koşulda olursa olsun varlığını hissettirmesi yeterdi. Tüm İngiltere’nin kafa kafaya verip “dünya yıldızı” etiketini yamamaya çalıştığı en İngiliz futbol yıldızıydı Rooney. Beckham ya da Owen ile kıyas kabul etmeyecek kadar İngilizdi.

17 Ocak 2021 Pazar

Hayranlık; Dört Tepe

Spora başlayan her çocuğun gözünü diktiği hedef şüphesiz, dünya şampiyonluğu yahut olimpiyat şampiyonluğundaki bayrağını göklere taşımaktır. Kimi kürsüde milli marşını okurken çocukluk döneminden o ana kadar ki düşüşlerini-çıkışlarını hayal eder gözlerini kapadığında, kimi dünya şampiyonu olduğu anda ülkesinin sadece onu izlediğini… Karışık ve tarifi zor hislerle baş başa bırakır. Bu hedeflerin içinden sıyrılan yegane bir spor varsa da o da su götürmez bir geçek kayakla atlamadan başka bir şey olamaz. Olimpiyat şampiyonu olsalar da, dünya kupası alsalar da, hayalleri hep Dört Tepe Turnuvasını kazanmaktır. O an gözlerini kapadıklarında, rüzgara karşı mücadelesi, mesafeye kafa tutması veya yapamaz dedikleri rakiplerini karşılarına alarak marşını okuturlar.

İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği yıllarda, Norveç’ten çıkma, Avrupa’da sevilme spor kayakla atlama bir üstünlük sağlama aracıydı. Cesur olmanın nişanesi, ülkelerin sporcularının değil de sanki bayraklarının yükseğe çıkacağını inandığı, daha ileri uca baskısıyla gaza getiriliyordu sporcular.
Aslında Almanlar ve Avusturyalılar arasında yıllardır devam eden bir üstünlük, bir onur savaşıydı bu. Bir nevi savaş onlar için bitmemişti. Bir ispat çalışması kaldığı yerden devamdı. Yıllarca devam eden bu geleneği resmiyete dökmenin zamanı gelmişti. “Avusturya-Almanya Kayakla Atlama Yarışları” adı altındaki ilk Dört Tepe Turnuvası, 1953 yılında Garmisch-Partenkirchen’deki kış sporlarıyla ünlü Post Hotel yakınlarındaki tepede yapılmaya başlandı.

Küçük bir düzenleme yapılarak tarihe not düşüldü. İlk iki atlayış (Oberstdorf, Garmisch-Partenkirchen) Almanya’da olacak izleyen maçlar (Innsbruck, Bischofshofen) Avusturya’da olmak üzere önden esen rüzgarıda alarak, her yılbaşında kocaman bir parti olarak ekranlara taşıdılar. Bu da esasında daha çekici hale getirdi Dört Tepe Turnuvasını.
Vikingler kış sporlarının mucitleri olsalar da Almanlar, Avusturyalılar, Finliler ve hatta Polonyalıların gerisinde takip etmeye başladılar. Kayakla atlamayı diğer sporların dışına iterek Dört Tepe’ye özel bir yarışma düzenini ortaya koydular; düello.



Elemeyi geçen 50 sporcu çapraz şekilde eşleşiyor, düelloyu kazanan 25 sporcu ve beş şanslı kaybeden finale gidiyor. Toplam dört yarış ve sekiz turluk turnuvada ilk atlayışınız kötü olsa bile, şampiyonluk şansınız tamamen elinizden kayabiliyor.
Küsuratına kadar tüm puanlar akıl almaz atlayışların içinde bırakıyor. Bu anlamda domine edenler hemen kapınızı çalacaktır. İlk sırayı alan Almanların kayakla atlama üstadı; Sven Hannawald’in dört yarışı da kazanarak tarihteki ilk sporcu olan ve Almanların başarısının alameti farikalarındandı. Bunun dışında Almanlar Sven Hannawald’den sonra yıllarca şampiyon çıkaramaması da bu işin kehanetlerinden…

Başrollerden birisinde de Alplerin eteğinde büyümüş İsviçreli Simon Amman’dan geliyor. Beş büyük kayakla atlama şampiyonluğunun dördünü kazanan, hatta iki kez duble olimpiyat şampiyonluğu yaşayan Simon Amman’ın Dört Tepe’yi asla kazanamaması ve kariyerini tamamlayamaması en çok yaklaştığı şampiyonluk denemesindeyse düşüp ciddi şekilde yaralanması ise bu sporun lanetlerinden. Oyunun perde arkasında kalan Norveçlilerden büyük ataklar gelmesi bunun yanında son 4-5 senedir Polonyalıların hegomanyası derken nefesler tutulmuş bir şekilde buluyoruz kendimizi. Daha çok heyecanın kaldıracağı, ülkelerin savaşından çıkıp bu minvalde bireyselin de önem kazandığı Dört Tepe sürprizlerin tepe noktası.

Her şeyi defalarca kazanıp, Dört Tepe’ye ulaşamayanlar ve kariyerini eksik kalarak sonlandıranlar… Yılbaşı günü ve yılın ilk günü de dahil, bir hafta içerisinde dört yarış ve beraberinde dört büyük heyecan. Tarihte bir çok sporcunun takım sporunun içinden sıyrılıp yıldız isimleri parlattığı gibi Dört Tepe Turnuvasını’da bir kenara not edelim.
Belki Polonyalıların gözünü diktiği Kamil Stoch belki de Vikinglerin artık esamesinin okunma zamanı diyerek Halvor Egner Granerud’e sözü bırakacağız. Ya da Dört Tepe’nin manzarasına…

12 Ocak 2021 Salı

Old Firm

Aki Kaurismäki en baştan başlamayı öneriyor. Yani hiçbir şey olduğumuz, yalnızca toz olduğumuz gerçeğinden.
Bu gerçekten başlamak için geçerli çok sebebimiz olabilir. Fakat değişmeyeceği gerçeği ile tanışalım. Futbol, her ne kadar kafa yorduğumuz, gol atılınca dünyada şu andan daha keyif veren bir topun filelerle buluşmasından öte olmadığını ama bir o kadar da o golü rakip takım atınca da dünyanın sonuymuş gibi davrandığımız gerçeği ile yüzleşme zamanı. Nice dostlukların bittiği ve nicedir ki, bu biten dostlukların o takımlarca zerre umrunda olmadığı gerçeği ile de yüzleşelim.
Bu minvalde hikayeler İskoçya’ya kadar yol olur. İki ateşli takımın paylaşamadıkları sadece top muydu, üç puan mıydı ya da dinleri miydi?

İskoçya’nın bel kemikleri olan iki takımı; Glasgow Rangers ve Celtic. Bu iki takım için fena başlamayan gidişat, futbol diyarındaki maceralar istenildiği gibi devam etmeyecekti.
Nahoş giden bu dostluk 2 ocak 1971 tarihine leke sürmüştü bile. İskoç futbol tarihinin en karanlık günü. 50 yıl önce oynanan Rangers - Celtic maçında son dakikalar nefes kesmiş ve karşılıklı goller atılmıştı. Ancak o günün hikayesinin ne yazık ki saha içi olaylarıyla bir alakası yoktu. Bunun yerine İskoç futbol tarihinin şahitlik ettiği en büyük felaket yaşandı.
Ne maçtı… Şüphesiz yıllarca iki mezhebin meşru savaşına yataklık etmiş Glasgow derbisinin taraflarının Ibrox Park’taki bir randevusu var ki diğerlerinden ayrılıyor.

80’inci dakikanın sonlarına kadar golsüz beraberliğin sıkıcılığı ile beraber Old Firm’de hiç olmadığı kadar sessizlik vardı. Derken Celtic tarihinin gelmiş geçmiş en büyük oyuncusu Jimmy Johnstone sahne alıyordu. Aynı kentin 11 çocuğuyla Şampiyon Kulüpler’i kaldıran kadronun bir parçası olan, dokuz lig, dört İskoçya Federasyon, beş İskoçya Lig Kupası zaferi gören Jock Stein’ın has adamı, fileleri bulmuştu. Kalan kısacık süre için nefesler tutulmuştu ama çok küçük bir taraftar grubu için… Diğerleri ise, büyük hayal kırıklıklarını da alarak bitiş düdüğünü beklemeden stadı terk etmeye başladılar.



Glasgow uzatmaların da sonunda Colin Stein ile skoru eşitlediğinde bir anda çıkış kapılarında işler karışıyordu. Oluşan izdihamda yüzlerce taraftar ezilmişti. Kimse farkında olmadan, ayakta kalmaya çalışıyordu. Celtic’in öne geçmesiyle tribünleri terk eden taraftarların içeriden gelen gol sesiyle yerlerine dönmek için yüklenmesiyle facianın tablosu ağırdı. Belki bir babanın omzundan kayan çocuğuydu kızılca kıyametin kopmasının nedeni. Bilanço ağırdı; 66 ölü, 300 yaralı. Yine de hayat devam ediyordu...
16 Ocak'ta Dundee United için Ibrox'a tekrar dönülmüştü. 28 bine yakın insan sahadaki beraberliğe bile üzülememişti. O günün dört sayfalık maç programındaki 66 isim iki hafta önce yaşananları yine akıllara düşürüyordu.

27 Ocak'ta Hampden Park… Ezeli düşmanlar aralarındaki rekabeti ve mezhep savaşlarını tarihe gömüp ölenlerin ailelerine yardım amacıyla gözyaşı dolu bir maça çıkmıştı. George Best ve Bobby Charlton'da formasını giydiği Rangers/Celtic ortak takımı, İskoçya karmasıyla karşılaşmıştı. Skorun hiçbir önemi olmayan buluşmada belki ezeli rakipler, tarihlerinde ilk defa savaşmamış ve hatta beraber ağlamışlardı.
Celtic ve Glasgow Rangers maçlarında tribünlere dikkat ettiğimizde bir tarafın İrlanda, bir tarafın Birleşik Krallık bayrakları dalgalandırdığını görürüz. İskoçya’da yaşanmasına rağmen rekabetin tarihi ve politik sürecinin ülke sınırlarının çok daha ötesinde olması bu durumu ortaya çıkarmaktadır. Celtic-Glasgow Rangers rekabetinin ya da genel adıyla Old Firm’ü özel yapan geçmişten gelen bu yapısıydı.

Aradan geçen onca yıla rağmen yıllar önceki maç hiçbir zaman unutulmuyor. Aslında liderlik ve şampiyonluk mücadelesi Celtic-Glasgow Rangers maçlarının saha içinde yer alan kısmıydı. Old Firm’ü özel kılan esas sebepler ise rekabetin saha dışında yer alan tarihi, siyasi ve kültürel kısmıydı. Aki Kaurismäki en baştan başlamayı önerdiği gibi; Yani hiçbir şey olduğumuz, yalnızca toz olduğumuz gerçeğinden yola çıkarak ve araya insan hayatı girince, bütün düşmanlıklar unutulabiliyor, bir top peşindeki 22 adamı birleştiriyor.

8 Ocak 2021 Cuma

Big Sam

Mutlu ailelerin hepsi birbirine benzer, aksine her mutsuz ailenin kendine özgü bir mutsuzluğu vardır. Premier League'de kümede kalma mücadelesi... Hiç olmadığı kadar alt grup karışmış durumda.
Selamlamaya hazırlandığımız, adapte olmaya çalışacağımız 2021 şöyle dururken, Premier League haftasının vadettiği heyecan, herkes gibi benim için de her maç günü “The Hawthorns’daki" randevuyla ilintili daha çok. Bu yazı ise bununla ilgili olmayacak. Big Sam hakkında olabilir. Tablonun aşağı kısmında da doğal süreçler işlemeye çoktan başladı. Sam Allardyce uzun süredir bu yarışın içerisinde… Crystal Palace ve Everton takımlarını dipten, birkaç ay içerisinde sezonun kendi adlarına en formda dönemini yaşadılar ve hayata tutundular.

Onun geçmişinde de, futbolculuğunda da var. Ruhunda var! Bitik bir takıma can suyu vermeyi Bolton Wanderers’te öğrenecekti, sonrası ayak işçiliği…
Bolton Wanderers aynı zamanda futbola başladığı takımdır. Ve ne hoştur ki, yine aynı takımla 1999 yılında 10 yıllık bir sözleşme ile göreve gelen teknik direktörü. Saha içinden ziyade kenarda yönetirken hücum ağırlıklı İngiliz oyununun dışına çıkıp daha çok savunma odaklı İtalyan tarzıyla farklı bir kimliğe bürünüyor. Yaklaşık 20 yıldır küme düşme hattına giren Premier Lig takımlarının acil durum butonudur ancak futbol, özellikle İngiliz futbolu çok değişti, "Big Sam " son derece demode kalan futbol tarzıyla ne kadar yol alabilecek tartışma konusu. %30 topa sahip olarak, %40 pas verimliliği bu futbol ikliminde olabilecek mi? Muamma!

Futbolculuğu teknik adamlığı kadar ses getiremedi belki ama onu da “Big Sam” yapan da bu yöneticilik anlayışı. İlk adından söz ettirmesi, Blackpool’u düşme hattından alıp play-off’lara yükselişinin ardından Notts County’nin başına geçtiği ilk sezonda takımı play-off’a gerek kalmadan doğrudan division two çıkarışını takiben başlayan Bolton Wanderers macerası ilk sezonda Ipswich’e kaybedilen play-off’un sonrasında 2001-2002 sezonu sonunda Premiership’e yükseliş başarısıyla devam edecekti.
1999 yılından 2007 yıllarına kadar Bolton Wanderers ile evli kalacaktı. Premier Lig’e çıkmasıyla, 2001-02 sezonu için Allardyce, Marsilya takımından Fransız defans oyuncusu Bruno N'Gotty'i kiralamasıyla takımın kilit ismi olacak ve böyle başlayacaktı…


Newcastle United, Blackburn Rovers, West Ham United ve Sunderland ile beraber bu zamanki adamı yaratmak için ter attılar. Asıl çıkışı da 2016 yıllarına tekabül eden Crystal Palace ve Milli Takım mücadeleleri ile olacaktı.
Esasında milli takımla işler sadece 27 gün kadar yolunda gidebildi. Hatta, İngilizlerin hasret kaldığı galibiyet, Slovaklar karşısında almasını da bilse de, bir takım dedikodular ayyuka çıkınca ilişki karşılıklı fesih sözleşmesine dönüştü. Sam Allardyce, Alan Pardew'in kovulmasından 1 gün sonra 23 Aralık 2016 tarihinde Crystal Palace takımıyla 2,5 senelik sözleşme imzaladı. 30 milyon £'luk transfer bütçesini kuruşu kuruşuna harcayarak takımı Premier Lig’de tutup, galibiyetler almaya başlayacaktı. Yine de Big Sam çalışma hırsını sonuna kadar kullanıp, tükenmişlikle boğuşurken, bir istifa da buradan gelecekti.

…Ve meşhur Everton dönemi kapısını çalacaktı. Allardyce, 2017-18 sezonuna kötü başlangıç yapan Everton ile 2019 haziranına kadar anlaşarak sezonu aşağı sıralardan 7.sıraya kadar getirerek sezon sonu görevine son verildi.
Nerede yanlış vardı? Her şeyden önce “dev” istikrar sorunu bir çentik oluşturuyor. Romantik takılan Big Sam geleneksel yönetim anlayışından sıyrılıp günümüze entegre etmesi gerekecek. Zira bundan sonra ismini ancak Wikipedia’yı açarak bilgi sahibi olacağız.

Şimdilerde West Bromwich Albion takımıyla 19. sırada işleri yoluna koyma çalışmaları var. Peki eskiden olduğu gibi yine aynı başarıyı gösterebilecek mi? Premier Lig’de kalıcı işler yapmak adına West Bromwich Albion ile alacağı puanlarla kafa tutmanın alameti farikası olabilecek mi? Gürül gürül akan Premier Lig ile akılda deli sorular.
Bu soruları cevaplamak ise, küme düşme hattını epey ilgilendiriyor. Bilhassa Sam Allardyce’ı lakin bu sefer işler pek yolunda gitmiyor. Fakat Big Sam sürprizleri sever!

1 Ocak 2021 Cuma

Futbol Umudunun Adı Josef Pepi Bican

Resmiyet kazanmış maçlarda kaydettiği gollerle "tarihin en skorer futbolcusu" unvanını elinde kim bulunduruyor sorusu sorulsa muhtemelen akıllara Pele miydi, Ferenc Puskas veya belki de Gerd Müller miydi üçlüsü arasında kıvranırdık. Velev ki, isminin pek çok kişilerce bilinmeyen lakin futbol dünyasına hem siyasi hem de ahlak açısından ders vermiş, üstüne “tarihin en skorer futbolcusu” olmuş Josef Pepi Bican ismi geçti.
Artık akıllara adı çok bilinmese de, resmî maçlarda en fazla golü atan, golcülüğü bir tarafa, futbolun emekleme günlerinde karşımıza çıkan sayısız isimden biri olduğu halde, hasbelkader üzerine iki satır okumuş herkesin tüylerini diken diken eden bir adam gelecek. Bazısına göre ikon ya da ilah ama her şeyden önce insandır!

Her ne kadar Çekoslovak olsa da savaş derdine düşen her yoksul gibi, Viyana şehrinin kollarına atmışlardı. Hertha Wien’de top koşturan baba Frantisek, Birinci Dünya Savaşından yara almadan dönmeyi başarmışsa da, futbolun peşine düştüğü günlerde, böbreğine aldığı bir tekme ölümüne sebep olmuştur. Fakir bir adam olan Frantisek uyarılara kulak asmaz ve gitmez hastaneye. Ne de olsa doyurulması gereken bir ailesi vardır, kendisini düşünmeye vakti yoktur. Araya savaş girer, savaşı atlatır lakin o tekmeyi atlatamaz. Josef Bican, böylece sekiz yaşında koca bir yükle, babasını kaybeder.
Babasından yadigar yetenek ve mesleği sürdürür.
Parasının olmaması onu yıldırmadı aksine daha güçlü yaptı. Çıplak ayakla kovaladığı top sayesinde ayakları daha kuvvetli, tekniği daha amatörden uzaktı.

On iki yaşında babasının bıraktığı yerden Hertha’da başlar, attığı her gol içinde bir Schilling ödenmesine karar verilir. O varoşluktan çıkmak için çok büyük paraydı. Reşit olmadan peşine Rapid Wien düşer, tapusunu almak için de tam 150 Schilling öder.
On sekizinde gol olup yağmaya başlar, yirmisinde tam 600 Schilling ödeniyordur kendisine. Her iki ayağıyla attığı golleri ilmek ilmek kaleye işlerken, yüz metreyi on bir saniyenin altında koşuyordu. Bir atlet edasıyla koşarken, soğukkanlı tavrından ödün vermeden gol yoluna gidip, durdurulması adına sadece sert faullere başvuruluyordu.




Gol makinesi sadece faullerle yıldırılmaya çalışılmış lakin faul yapanlar yılmıştır. Evet, bir maçını izleyen annesi, yapılan faulden sonra sahaya girmiş ve elindeki şemsiyeyi faulü yapanın kafasına geçirmiştir; anne yüreği işte…
Henüz 21 yaşını doldurmasa da, 1934 İtalya Dünya Kupasında harikalar yaratan Avusturya takımının bir oyuncusu değil sadece, takımdaki ağabeylerinin saygısını çoktan kazanan genç Josef’dir. Maestro Sindelar ile birlikte Avusturya’nın başarısı için ter dökseler de, ev sahibi İtalya’yı aşamazlar. Benito Mussolini’nin şeref tribünlerinde oturuyor olması ve en nihayetinde hakemler devreye girer, biçilen kupa İtalya’nın olur. Pepi ve Sindelar’a düşen yarı finalden fazlası olmamıştır.
1936 Berlin Olimpiyatları’nda bu sefer finalde buluşur iki ülke. Altın yine İtalya'nın olur, Avusturyalıların hanesinde ise yine hüzün yer alır.

Tepeye ulaşacakken, ailesinin vatanı Çekoslovakya’ya taşınır. Ancak hayal ettiği gibi olmaz. İstenmeyen adamdır Çekoslovakya’da. En iyi bildiği şey olan fileleri havalandırmaya devam eder. Savaş boyunca çıktığı maçlarda gol olmuş yağmıştır. İkinci Dünya Savaşının bitiminden sonra devler peşine düşer Pepi’nin. En başta yıllardır kıramadığı İtalya'dan gelir o teklif. Hayatının kararını alır ve İtalya’ya gitmez. Kim bilir o tarihte Juventus’a gitse, adını “Pele” gibi duyuracaktı.
Çekoslovakya’da komünistler iktidara geldiklerinde, Avusturya’da esen Nazi rüzgarlarına dayanamayan ve partiye üye olmayı reddeden, en sonunda da ülkeyi terk etmek zorunda kalan apolitik golcü, 1 Mayıs 1951’de düzenlenen 1 Mayıs törenlerinde başı belaya girer. Megafonlardan tutturulan “Devlet başkanı çok yaşa” temposuna, halkın verdiği cevap bıçak gibidir: “Bican çok yaşa!”

42 yaşında top oynamayı bırakır. O ve topa vurmadığında hatırlayanı azalır. Kariyerinde oynadığı 530 maçta 805 gol atma başarısını gösteren Josef Bican, günümüz futbol dünyasını rekabetleriyle domine eden Messi-Ronaldo ikilisinin, 3 Dünya Kupası kazanmış Pele’nin, Bombacı Gerd Müller’in kariyerlerinde resmi maçlardaki gol sayılarının çok önünde, zirvede yerini hala koruyor.
1920'lerin Viyana’sı bazılarının zenginlik içinde yüzdüğü bir yerken, birçoklarının açlıktan süründüğü bir yerdi. Varoşlar kendi yıldızını yaratıp Uridil diye haykırırken, burjuvazi Sindelar diye çığırıyordu. Sefaletin kol gezdiği topraklarda futbol umudun adıydı. Bir de Bican'ın