26 Aralık 2019 Perşembe

Zıtlıklar, Olimpiyatlar ve Caitlyn Jenner

1976 Montreal Olimpiyatı yaklaşırken, Amerika’nın Kanada’ya sporcular göndermesini hayal ediyordu. Amerika Birleşik Devletleri spor tarihinin derinliklerine uzanınca karşımıza ihtiraslı bir karakter çıkıyor.
Amerikalı bir ailenin çocuğu olan Bruce Jenner,  esasında daha kökene indiğimizde İngiliz, İskoç, İrlandalı, Hollandalı ve Galli… Her ne kadar dekatlon sporunda tanısak da, diz yaralanması olmasa futbolu olarak tanıyacaktık. Atletizme gelene kadar muhtelif sporlarla ilgilenmiş olsa da, asıl başarıyı atlet olarak atacaktı.

Magazin severiz bir de yanına skandallar, başarılar, olimpiyatlar ve ülkeye katabilceğiniz her türlü haber niteliği taşıyan manşetler de ilave edilirse bambaşka bir hikaye çıkıyor. Önce 1976 Olimpiyat Oyunları’nda kırdığı dekatlon rekoruyla dünyanın en iyi atleti oldu, sonra bir reality şov yıldızı. Şimdi de yeryüzünün en tanınmış trans bireyi olarak üçüncü hayatına başlıyor. Kariyer, başarı, madalyalar, aile, şan, şöhret bir yana; kendisi olabildiği, kimseye yalan söylemek zorunda kalmadığı bir hayatı başladı.

Biraz da küçük yaşta konan disleksi teşhisinin etkisiyle spora sığındı. Üniversiteye Amerikan futbolu bursuyla girdi. Dizinden sakatlanınca futbolu bırakmak zorunda kaldı ve okulun atletizm koçunun  yeteneğini keşfetmesiyle dekatlona yöneldi.
1972 yılındaki olimpiyat denemelerinde takıma girmeyi başardı ve aynı yıl, Münih Katliamı’nın gölgesinde yapılan Münih Olimpiyatı’nda onuncu oldu. Sonra altın madalyayı kapan Sovyet Nikolay Avilov’un yanına gitti ve gözünün içine bakıp, “Bir dahaki sefere seni yeneceğim” dedi. Dediğini yapmak için deliler gibi çalışması gerekecekti. Zira olimpiyata katılan atletlerin profesyonel olmalarına izin verilmediği yıllardı.


Jenner 1976’daki oyunlara, geceleri geçimini sağlamak için sigorta poliçesi satarak, gündüzleri ‘dünyanın atletizm başkenti’ diye bilinen San Jose Şehir Üniversitesi’nde antrenman yaparak hazırlandı. 1976 Montreal Oyunları’nda denemelerde kırdığı dünya rekorunu yine kendisi kırarak, altın madalyayı ülkesine götürdü.
Jenner’ın madalyası basit bir olimpiyat altınından çok daha fazlasıydı. Vietnam Savaşı’ndan yeni çıkmış, Soğuk Savaş’ın tam ortasındaki Amerika’nın, milli duyguları şahlandıracak bir oyalanmaya muhtaç olduğu zamanlardı. 

Bruce Jenner, hayatının ilerleyen döneminde de sınırları zorlayacak ve bir sembol olacaktı. Bruce Jenner, 2015 yılında cinsiyetini değiştirdi, artık adı Caitlyn Jenner’dı. İşte tam da böyle bir vaziyet-i ahvalde Jenner koştu, koştu ve 1500 metre bitiş çizgisini geçti. Tam o sırada bir seyirci yanına geldi ve eline küçük bir Amerikan bayrağı tutuşturdu. Çok da istekli olmadığını itiraf etse de Jenner bayrağı salladı. O günden sonra bir gelenek haline gelen atletlerin kazanınca bayrak sallama ritüeli böylece başladı. Bir Amerikan kahramanı doğmuştu.

Hormon terapisine başladı, adem elmasını tıraşlattı, yüzündeki ve vücüdundaki tüyleri aldırdı. Çocuklara nasıl söyleneceği ise en büyük sorundu. Jenner, Danimarka’da ameliyat olduktan sonra ABD’ye dönüp çocuklarının hayatına ‘Heather Teyze’ olarak girmeyi planladı ama yolun yarısından döndü. O geri döndüğünde Kris Kardashian’la evlendi. Kylie ve Kendall isminde iki kız çocukları oldu. Koştu, savaştı ve hayatına yön vermeyi seçti. İyi ki!

17 Aralık 2019 Salı


Öyle bir atlet düşününki rakipleri sadece meslektaşları olmaya dursun. Hatta aynı zamanda siyasi mücadelenin simgesi olan aborjin atlete dönüşsün. Elbette ki böyle bir isim var. Zira 2000’leri sıcağı sıcağına yaşayan biriyseniz Cathy Freeman adını telaffuz etmemiş olamazsınız. Öncelikle bu siyasi ideolojiden, bu başarılara nasıl geldi ona değinmezsek haksızlık etmiş oluruz.
Tartışmasız dünyanın en önemli spor organizasyonu, Olimpiyat Oyunları. Bu büyük spor organizasyonunun tarihinden tarihe altın harfler ile yazılmış anlara adım atmak için ne tür zorluklara göğüs germek gerek. Şöyle alalım.

Cathy sadece beş yaşındayken atletizme merhaba dedi. Üstelik bu durumu sıra dışı yapan ise; üvey babasının destek vermesi bir yana koçluğunu da üstlenmesi cabası. ilk koçu ve ardından kariyeri boyunca önemli bir etkiye sahip olan üvey babası, Romen Mike Danila tarafından profesyonel olarak koçluk yapmak için kolları sıvamıştı ve ilk işi; sıkı ve donanımlı bir eğitim reformuna gitmek oldu. Tek kelime ile harikulade!

100 m, 200 m koşu ve yüksek atlama dallarında bölgesel ve ulusal şampiyonluklar kazandı ve çığır açan sezonda bende varım dedi. Bunu da taçlandıran ise, Auckland'da yapılan 1990 İngiliz Milletler Topluluğu Oyunları'nda yarışacak Avustralya 4x100 bayrak takımına seçilmesiydi.
Bayrak takımının altın kazanmasıyla 16 yaşında bu başarıya ulaşan Freeman aynı zamanda İngiliz Milletler Topluluğu Oyunları tarihinde altın madalya kazanan ilk Avustralya Aborjini oldu. Haleti ruhiyesi o denli değişti ki madalyalara, şampiyonluklara alışan ve daha fazlasını isteyen bir atlete dönüşmüştü.




Şimdi hazırlanın çünkü 90’lar turuna başlayacağız. 1996 Atlanta Olimpiyatları'nda 400 m'de 48.63'lük derecesiyle kırdığı Avustralya rekoruna rağmen Fransız Marie-José Pérec'in ardından ikinci olabildi. Ertesi yıl Atina'da yapılan dünya şampiyonasında Pérec'in katılmaması sonucunda 49.77 ile altın madalyaya uzandı. Aynı yıl içinde Oslo'da ayağından sakatlanması nedeniyle yaklaşık 1 yıl pistlerden uzak kalmak zorunda kaldı. 1999 Dünya Atletizm Şampiyonası'nda tekrar 400 m'de altın madalya kazanarak dünya şampiyonu olacaktı. Bir solukta okumak nasıl kolaysa bu noktaya koşmak tarifsiz.

Zafer serisi 2000 yılında da en büyük rakibi Marie-José Pérec'in geri dönüşüne rağmen devam etti. Freeman'ın, Sydney'de düzenlenen 2000 Yaz Olimpiyatları'nda en büyük rakibi Marie-José Pérec'le karşı karşıya gelmeleri bekleniyordu. Ancak bu karşılaşma, Pérec'in Avustralya basını tarafından sürekli taciz edildiğini ileri sürüp olimpiyatlardan ayrılması nedeniyle gerçekleşmedi. Kendi evinde yarışmasının verdiği avantajla 49.11 saniye ile 400 m'de altın madalya kazandı. Sydney 2000 oyunları bir toplumsal barışmanın da sahnesi olmuştu.

Çok uzun süredir Aborjin toplumunun entegrasyonu konusunda sıkıntılar yaşayan Avustralya, bu oyunlar ile birlikte bir anlamda özür dileyerek toplumsal barışın yolunu açtı. Cathy Freeman da altın madalya alarak Avustralya bayrağını en yükseğe taşıdı. Belki Cathy’nin aklında ideolojik bir atlet olmak yoktu ancak o altınlarını barışçıl bir elçi unvanı ile kapanış çizgisine gelecekti.

12 Aralık 2019 Perşembe

Kadının Gücü Adına

Son zamanlarda geçen gazete manşetlerine, sohbetlerin konu başlıklarına ya da sosyal medya alıntılarını fark ettiniz mi diye bir soru sormamı beklemiyorsunuz. Bilakis konu uluslararası kimlik taşımaya başladı. Kadın şiddeti, cinayeti, istismar ya da kadın kelimesinin önüne gelen her türlü kısıtlama…
Evet, sadece son zamanlarda demek de yanlış keza! Ancak artık sınır tanımama kelimesine sil baştan bir anlam çıkarmaya başlandı. Bakınız, Suudi Arabistan’da yıllardır kadınlara uygulanan ambargo bir nebze de olsa yeni anlamlar kazanmaya başladı.

İstanbul'daki Suudi Arabistan Başkonsolosluğunda 2018'de öldürülen Cemal Kaşıkçı cinayeti sonrasında reformlarla uluslararası kamuoyunun gündemine gelen Riyad yönetimi, 'özgürlükler yolunda' bir adım daha attı.
Kime göre neye göre özgürlük tartışmaya son derece açık bir konu. Önce pasaport çıkarma alabilme izni, sonrasında erkek olmadan araç kullanma ve en son olarak lokantalarda kadın ve erkeklerin ayrı kapılardan girmelerini şart koşan kuralın kaldırıldığını duyurdu.

Kadına yapılan zulmün “daha üstü kapalı versiyonunu” yıllardır önümüze sürdüler. Üstelik bile bile. Hakkı olan bu özgürlüklere kavuşan Arap kadınların başarılarını, boy ölçebileceklerini ya da diğer kadınların yapabildiklerini rahatlıkla ispatlamaya geliyorlar. Bunun en güzel örneği de şöyle dursun. Reema Juffali’nin dediğine göre kendisi asla böyle bir şeyi beklemezken, geçtiğimiz sene içerisinde Suudi Arabistan’da kadın sürücülere karşı çıkan yasanın kaldırılmasıyla, kendisini bu tecrübeyi yaşarken buldu.


Erkek dominant bu spor, son yıllarını kadın sporcuların hegomanyası altında ezilirken bulmaya başladılar! Türkiye’deki örnekleri de unutmayalım lütfen! Aşırı tutucu bir İslam krallığı olan Suudi Arabistan’da fazlasıyla adrenalin dolu, hız tutkunu insanların direksiyon başında bulduğu bir o kadar da daha çok taze, çiçeği burnunda Suudi kadınların kazandığı bu hakla başarıya koşacak bir kız Reema Juffali.
“Juffali: Yasa geçen sene kalkana kadar böyle bir düşüncem bile yoktu. Direksiyonun arkasına bile geçme fırsatı yakalayamayan, bu tecrübeyi deneyimleyemeyen milyonlarca kadının varlığını bilmek çok üzücü, yarışırken onların hepsi için bunu yapıyorum.”

Aynı zamanda bir ilk olma özelliği daha var Reema’nın. Cidde’nin batı bölgesinde bir şehirde doğmuş ve Amerika’de eğitim görerek ülkesinde konuk yarışçı olarak dönen Juffali, ilk Suudi kadın yarışçı olarak anılmaya başlandı. Suudi Arabistan Spor Kurumu'nun yetkili sorumlusu olan Prens Abdulaziz bin Turki al-Faisal, bunun krallık için bir dönüm noktası olacağını söylerken, Juffali'nin şimdiden toplumun gözdesi olduğunu da altını çizerek belirtiyor.
Nisan ayında Brands Hatch'teki F4 British Championship'te yapılan bir yarışmada ilk kez katılımcı olan Juffali, aslında kazansa da kaybetse de kendi nazarında çok fazla başarıya imzasını attı.

Hızlı arabalar çocukluğundan beri onun tutkusuydu… Formula 1’i izleyerek büyüdü, birkaç yıl önce okumak için taşındığı Amerika Birleşik Devletleri'nde girdiği sürüş testini başarıyla geçerek, yarışmalara katılabilmek için lisansını aldı. Şimdiki hedefi ise; Fransa'da yapılan ve 24 saat boyunca süren, dünyanın en prestijli ve yorucu yarışlarından biri olan Le Mans’a katılmak. Neden olmasın! Onlar nereden geldiklerini çok iyi biliyorlar. Üstelik kadınların üzerine oynanan bu denli çamurun içinde…

1 Aralık 2019 Pazar

Su ile İmtihan


Asıl işi sade bir yaşam biçimi ve savaşa karşı hayata tutunmak olsa da hayal kurmayı, kendini geliştirmeyi bilen bir insan, Ermeni asıllı Sovyet yüzücü olan kahraman Shavarsh Karapetyan, yaşadıkları onu öyle bir noktaya getiriyorki, onlardan kaçmak yerine savaşmayı tercih ediyor. Bu durumda her şeyden habersizce bir devrimin fitilini ateşliyordu. Suyun devrimi, şampiyonlukların devrimi ya da en iyisi okuduktan sonra adına siz karar verin.

Hikaye biraz karışık, başlaması zor. Yolu buraya düşenleri farklı bir noktaya taşımak için teması fazlasıyla bilindik, dekoru değişik bir yerden giriş yapmak en iyisi. Bazen siz ölümle burun buruna gelmişken her şeyin bittiğini sanırsınız lakin bu yanılgı sizin yaşam biçiminize dönüşmüşse tüm kötü düşüncelerinizi alt üst eder. 
Bir grup holiganla kavga eden Karapetyan, boynuna iple taş bağlayarak suya atmışlar. Karapetyan son anda kurtulmuş ve belki de taş biraz daha ağır olsaydı tüm bu yaşananlardan bi haber olacaktık.

Bu kötü deneyimden sonra yüzme korkusunun üstüne gitmeye karar verir ve yüzme derslerine başlayan Karapetyan profesyonel olduktan sonra Ermenistan yüzme şampiyonu olur. Okulda maruz kaldığı kıskançlıklar yüzünden Sovyet olmak tek alternatifiydi. Sürüklendiği noktaları da hiçbir zaman unutmadan yola devam etti. Shavarsh Karapetyan’ın su ile imtihanı aralıksız sürecekti.
İşte onlardan biri, Kiev Müsabakalarında gerçekleşti. Oksijen deposunun yanlış kullanımı nedeniyle 75 metre suyun altında kalan ve bu yüzünden ölümle burun buruna gelmesi an meselesiydi.



Peşini bırakmayan pesimist düşünce silsilesi yine baş gösterecekti. Çocuk yaşlarında yetmişli yılların tam ortalarında, kuzeyde bir şehirde kendine daha fazla başarı bulabilmek umuduyla, Erivan’a gider. Aslında hikayenin aslı ile ilgili iki rivayet söz konusu. Yüzme okuluna giderken şoförün uçuruma sürdüğü araca son anda müdahele ediyor.
Bir diğer rivayet ise; Karapetyan her zamanki günlük koşusunu yaparken bir otobüsün baraj duvarını yıkarak göle düştüğünü görmüş. Bir an bile düşünmeden göle dalan Karapetyan, ayakları ile otobüsün arka camını kırarak, yaklaşık 20 dakika içerisinde 35-40’ar  saniyelik periyotlarla 10 metreye dalış yapıp 30 kişiye yakın yolcuyu çıkarmış.

Kirli sudan 2 taraflı ağır pnömoni ve kan bulaşması sonucu ölümle burun buruna gelen ve tüm bu yaşadıklarına rağmen kendini ne kadar suçlu hissetse de Karapetyan kendi canını hiçe sayarak 20 can kurtarıyor ve UNESCO tarafından ‘kahramanlık’ madalyası alıyor.
Aslında yakın zamanda kendisini televizyon da görmüşlüğümüz dahi var. Yaptığı kahramanlık hiçbir zaman unutulamayan Karapetyan’a Sochi Olimpiyatlarında olimpiyat meşalesini taşıma onuru verilmişti.

Ülkesinin ilk kişisel “kahramanı” 11 dünya rekoru, 17 dünya, 13 avrupa, 7 Sovyet şampiyonluğunun sahibi, o zamanlar belki de daha adı konulmamış sporculuğun fikriyle, bu şekilde tarihi destanlar yazılmıştı. Asıl işi sade bir yaşam biçimi ve savaşa karşı hayata tutunmak olsa da hayal kurmayı, kendini geliştirmeyi bilen bir insan, Ermeni asıllı Sovyet yüzücü olan kahraman Shavarsh Karapetyan, su ile imtihan devriminin fitilini ateşlemiş oluyordu.

27 Kasım 2019 Çarşamba

Deli Cesareti


“Çok sevdiğim bir fotoğrafım var 2 yaşındayken çektirdiğim. Ayakkabımda kocaman bir delik ve benim kolumun altında çamurlu bir futbol topu. O topu sanki hazinemmiş gibi tutuyordum. Benim için çok duygusal bir fotoğraf çünkü bütün hayat hikayemi temsil ediyor. Hayatım boyunca sonradan olan her şey o topun sayesinde.”
Mauricio Pochettino’nun anlatılmayı bekleyen bir hikayesi var. Diğer sporcuların aksine bildiğimiz hayat değil onun kariyer basamakları… Biz onu antrenörlük zekasıyla tanısak da

Günümüzde dönen futbol dünyasında astronomik rakamların yanından geçemeyen bir kulübün teknik direktörü olmak Mauricio Pochettino için de oldukça zor olacağı su götürmez gerçek. Ancak onun hayat hikayesi, bize zorlu durumlarla nasıl başa çıkabildiğinin bir göstergesi belki de. Tarlada başlayan futbol kariyerinde şu an zirvee çıkan grafiği fazlasıyla şaşırtıcı.
Sondan başlayalım; Tottenham Hotspur’da Kasım ayına kadar işler yolunda gidiyordu. Sonra Mourinho kancasına takıldı. Ya da adını siz koyun.

Avrupa’nın devleri karşısında dimdik ayakta tutan Pochettino, şimdi Şampiyonlar Ligi finaline kadar götürse de bir yerde “dur” dediler. 2014 yılının transfer döneminde ise Tottenham Hotspur, Arjantinli teknik direktör ile sözleşme imzaladı. Mücadele etmeyi seven ve fakat elindeki futbolculara göre sistem kurmakta adeta bir sihirbaz olan Pochettino, farklı dizilişleri de takımına başarılı bir şekilde oynatmayı başarmıştı. Futbola kattığı sıradışı perspektif sayesinde rakip teknik direktörler için her zaman karşılaşılması zor bir figüre dönüşmüştü.



Pochettino’nun futbola ayak uydurmakta üstüne yoktu. Zor gibi görünen tüm unsurları kolay gösterebilme sanatı hafife alınmayacak türdendi. Tıpkı, tarlalarda geçmiş çocukluğunun en küçük değerlerini yitirmeden futbola adapte etmesi gibi. Deli cesaretine sahip bu çocuk şimdilerde yaptığı başarıları birazdan bahsi geçecek konulardan ötürü geliyordu.
Mesela onun farkı “diğer” takımlar milyonlarca euro harcarken onu transfer dahi yapmadan, Şampiyonlar Ligi final biletini cebine koymuştu.

Aslında onun anlık çözüm üretmesi  ve zekası şüphesiz ebeveynlerinden geliyordu. Babası, Hector Pochettino ve annesi Amalia çok çalışkan çiftçilerdi. Üç nesil boyunca ekmeğini topraktan çıkaran bir aileden geliyordu. Mauricio futbol eğitimi almadan önce aile geleneğini sürdürmek için bir tarım okulunda okumuştu ama onun ilk aşkı futboldu.
Oğulları Mauricio da kendilerine benziyordu. Çalışmaktan bıkmıyor, futboldan kalan boş vakitlerinde tarlalarda ailesine yardım ediyordu.

İspanya’nın Espanyol takımında 7 sene forma giydikten sonra PSG ve Bordeaux forması giyerek futbolculuk kariyerini noktaladı. Ancak asıl sırrı da burada başlayacaktı. 2009 yılında Espanyol ile ilk teknik direktörlük kariyerine başlayan Pochettino böylece Premier Lig kapıları ona aralanıyordu.
2013 yılının devre arasında geldiği Southampton’a harikulade bir futbol oynattı. Yarım sezonun ardından, sonraki sezon da harika işlere imza atan Pochettino için bundan sonra sırdaki deli cesaretini bekliyor olacağız.

21 Kasım 2019 Perşembe

Burada Sana da Yer Var!


Bill Bradley’in 1953 yazındaki şehir gezisi esnasında gözüne turuncu bir şey ilişmişti ya da hayatının dönüm noktası olacağını bilmeden basketbol tutkusu olmuştu bile. Fazlasıyla sokakta bisiklet sürdüğü arkadaşlarına nazaran çok avantajı vardı. Her şeyden önce yaşı bu spor için idealdi, boyu uzundu. İşte sadece buraya kadar gelebiliyordu. En küçük bir fikri yoktu, daha iyiye nasıl gidebileceğini.
Ömrünün sonuna dek yalnız bırakmayacak basketbola, sevgilisine tutunmasına gerekiyordu. Ağırdı, hantaldı, sıçrayamıyordu bir de bunlar yetmezmiş gibi yeteneksizdi. Bunları düşünüp, sistematik oluşturması için aslında epey vakti vardı.

Evet, bazı şeyleri kabul etmeliydi! Mesela, oyunun hiçbir yanını çok da kolay kavrayamıyordu. Olumlu tarafı şu ki; öz eleştiri yapabilecek muhakeme yönü çok gelişmişti. Yetersiz gördüğü kısımlarını “özel” bir çalışma altında geliştirmeliydi. Kendini geleceğin “en iyi antrenman programı geliştiren” kişi olarak tanıtırken, Bradley’in dünyanın en güçlü insanı olduğunu hissetmesi için bütün imkânlarını seferber etmişti.
Kendini bu sancılı sürece nasıl bir adapte ve ikna ettiğini biliyordu. Bir o kadar da şanslıydı. Okulunun boş saatlerini araştırıp, anahtarlarını ele geçirmişti.

İlk olarak nevi şahsına münhasır bir program hazırlayarak başlayacaktı. Okul saatleri ve cumartesi olmak üzere (dersleri dışında) sekiz saat çalışmayı kendisine borç bilecekti. Pazar günleri ise;  üç buçuk saat çalışacaktı. Bu tabi kış tarifesiydi. Peki ya insanı dışarıya iten şehvetli günlerde?
Yazın da her gün Pazar görünümlü çalışmasıyla bu sürece ara vermeden mekik dokuyacaktı.
Boşuna inanmak başarmanın yarısı dememişler. Aylarca bilakis yıllarca bu program hiç şaşmayacaktı.



Bu programı farklı kılan neydi ya da antrenmanlarında neler yetersiz geliyordu da ekstraya ihtiyaç duyuyordu? Bacaklarını güçlendirmek ve daha yükseğe sıçramak için ayakkabılarının içine beş kiloluk ağırlıklar yerleştiriyordu. Şunu göz önünde bulundurmak gerek ki; o zamanlar henüz Nike bu denli çığır açmamıştı.
En zayıf noktalarının top sürme ve hantal olduğunu çok iyi anlamıştı. Bu noktalar onun bam teliydi. Bill Bradley’i bir adım öteye taşıyacak püf noktalarına yoğunlaşarak bir nevi telafi etmek için kendini üstün bir pasöre dönüştürecekti.

Peki, bu azim sonuç vermiş miydi? Kesinlikle. Bradley, emin adımlarla kendini basketbolun en büyük yıldızlarından biri konumuna getirdi. Soluğu Princeton Üniversitesi'nde All-American takımına seçilerek aldı, ardından profesyonel olarak New York Knicks takımına katıldı. Dripling ustalığını, inanılmaz dönüş ve fake atma hareketleriyle sahadaki zarafetini de unutmamak gerekiyordu. Kolayca yapıyormuş gibi görünen bu hareketlerin aslında yıllar boyu saatlerce yoğun çalışmanın ürünü olduğunu elbette kimse bilmiyordu.

NBA oyuncuları “burada sana da yer var” diyerek kabul ettiler. Artık Bill Bradley’e geriye dönüp baktığımızda eski New York Knicks oyuncusu ve senatör olarak bahsediyorlar. Emek ve çabanın nelere kadir olduğunu da kanıtlayan bir hikaye. Azim gösteren herkese demek gerek “Burada sana da yer var.”

14 Kasım 2019 Perşembe

Slovence Bir Başarı


Birazdan bahsi geçecek anlatım bir film senaryosu değil, gerçeğin ta kendisi. Hatta Primoz Roglic’in hikâyesi. Hayat bazen acımasız davranır, hayal kırıklıkları biriktirir. Ve bu sizi bir o kadar da güçlü yapar. Roglic’in hikâyesi biraz bizden biraz da “sporcu” kavramına farklı bir perspektiften bakmanızı sağlayacağını düşünüyorum. Spor hayatına kayak atlamacı olarak başlayıp radikal kararla bisiklete bonservisini aldıran çiçeği burnunda bir sporcu.

Primoz Roglic, Avrupa’nın yeni yeni adını duyurduğu Slovenya'nın dağlık bir bölgesinde bulunan Kisovec’te durumun koşullarına ayak uydurarak, şu an olduğu gibi Primoz’un küçüklüğünde de kayakla atlama, ülkenin en popüler sporlarından biriydi.
13 yaşındaki küçük Roglic ülkesinden ilham aldığı bu spor derinden cezbediyordu ve tek hayali başarılı bir kayakla atlamacı olmak, ülkesini temsil etmekti. İlk profesyonel atlayışını henüz 14 yaşındayken gerçekleştirdi. Her yıl düzenlenen Fis Cup’ta 51 sporcu arasından 20’nci oldu. Aynı yıl tam 11 yarışa daha katıldı ve en iyi derecesi İsviçre’deki gençler şampiyonasındaki 6’cılıktı.

İşler pek de yolunda gitmiyordu. Esasında bir çocuk gözüyle bakış fena değildi değil olmasına da onun hayali bu değildi. 2007’de Amerika Continental Cup zaferi ve İtalya’da dünya gençler şampiyonasında şampiyon Slovenya takımında yer alacak ve kayakla atlama kariyerinin son 4 yılında dördüncü bir zafer daha yaşayamayacaktı.
Planica'da, katıldığı zorlu bir mücadelede 17 yaşında ona altın madalya kazandıran tumturaklı atlayışını tekrarlamak istedi, oldukça yükseğe uçtu, havada döndü ve buzlu piste korkunç bir iniş yaptı. Bilincini kaybetmiş bir şekilde hastaneye kaldırıldı. Neyse ki korkulan olmadı. 21 yaşına geldiğinde ise, dünyanın en iyi atlama sporcularının seviyesinde olmadığını ve artık bu sporu yapmak istemediğine karar verdi. Motosikletini sattı ve bir yol bisikleti satın aldı.



Girizgahını, duathlon ve triahlonu deneyerek başladı. Roglic vücudunun dayanıklılık sınırlarını zorlamayı çok seviyor; kas, kalp ve beyin koordinasyonunu bisiklet üzerinde kusursuz bir şekilde yönetebildiğini biliyordu. 23 yaşındayken amatör bir ekiple çalışmalara başlayan ve sonrasında roglic ilk sezonunda İtalya, Avusturya, Slovakya ve Dubai'de yarışlara gitti; daha ilk senesinde Slovenya yol bisikleti şampiyonunu belirleyecek olan yarışta 10'uncu oldu.
Romanya’da gerçekleştirilen Sibiu Bisiklet Turu’nda takım arkadaşı 35 yaşındaki Radoslav Rogina genel klasman şampiyonluğunu kazanırken, Roglic dağların kralı mayosunun sahibi olmuştu. Bir de onu artık klasman şampiyonlukları değil de daha zoru daha büyüğü tatmin edecekti.

Sonsuz güven duyduğu yol bisikletine profesyonel anlamda, Hollandalı Team Lotto NL-Jumbo’dan teklif geldi. Roglic artık bir World Tour takımında pedal çevirecekti. roglic hollanda ekibinde sınırsız potansiyelini keşfetmeye, yeteneklerini geliştirmeye ve güçlenmeye devam ederken değeri paha biçilmez bir silah keşfetti. Zamana karşı…
İlk büyük tur olan İtalya Bisiklet Turu’nda dokuzuncu etaptaki zamana karşı yarışında müthiş bir performans ile ilk sıraya 'Primoz Roglic' ismini yazdırmayı başardı. Ve her şeyin başladığı yerde sadece 25 gün sonra Slovenya zamana karşı şampiyonluğunu yazdıracaktı.

2017 yılında sırada dünyanın en prestijli ve en çok izlenen spor organizasyonlarından olan Fransa Bisiklet Turu; Chris Froome, Romain Bardet ve Warren Barguil’in 1:13 saniye önünde finiş çizgisini ilk geçen isim oldu. Belini düzeltti, objektiflere kendini hazırladı, kollarını havaya kaldırdı ve finişi geçti. Gözlerini kapattı. Tarifi mümkün olmayan bir mutluluk...

5 Kasım 2019 Salı

Çıplak Ayaklı Şampiyon


Savaş ne kadar korkutucu ise, bu durumdan ders almayı da bilen var pek ala! Farklı bir giriş yaparak; kısa bir özet geçmek isterim. Birazdan okuyacaklarınız geç açılan ve keza çabuk kapanan bir perdenin hikayesi. Zamanında Mussolini güçlerine karşı savaşmış, babasına maddi açıdan destek olmak için orduya katılan bir adam, bir gün tören sırasında ülkesinin bayrağını taşıyan insanları görüyor. Ardından da kendini Olimpiyatlar’da buluyor…

Mesele tamamen bundan ibaret! Ya da yokluktan çıkmanın arayışları, kendisinde var olan yeteneğin keşfini –ne acı ki- savaş esnasında bulması vesaire…  Avrupa kıtası diğer kıtalara göre daha şanslı öylesine zenginken, doymak bilmiyor. Hep daha fazlası. Sözüm ona onların “hakkıymış” gibi savaşı kendilerine hak gören, istismar eden toprak bütünlüğü Avrupa! Hoşgeldiniz!
Ondokuzuncu yüzyılda Etiyopya’yı birçok kez işgal etmeye çalışan İtalya her seferinde başarısız olmuştu. 1930’lara gelindiğinde ise Mussolini bu işe bir son vermek için bahaneler arıyordu.

O bahaneler içinde savaşan Etiyopyalılar'dan birinin oğlunun, kendi ülkesinde unutulmaz bir zafere imza atacağını bilmiyordu. Daha ironik hale nasıl gelecekti peki? 20 yaşındayken para kazanıp ailesine destek olmak için orduya katılan Bikila, bir resmi tören sırasında ülkesinin bayrağını taşıyan genç insanlar gördü. Halk hepsini gururla selamlıyordu. Bunların kim olduğunu merak ederken, milli atletler olduğunu öğrenir öğrenmez bir gün aynı formayı kendisinin de giyeceğini o dakikalarda anlamıştı. Aynı yıl içinde de kaderini değiştiren kararı vererek koşmaya başlayacaktı.




Bu arada İkinci Dünya Savaşı sonrası, İtalya baskısından kurtulan ve Yeni Dünya’ya açılmaya karar veren Etiyopya Hükümeti, Norveçli Onni Miskanen ile anlaştı. Norveçli antrenör uzun koşular, sauna, vücut koordinasyonu geliştirmeleri için tenis ve basketbol yüklemeleri yaparak Etiyopyalı atletleri kısa zamanda koşu makinesine dönüştürdü.
Bikila, Miskanen’le çalışmasının ikinci yılında National Armed Forces Championship’e katıldı. Bikila kendisini olimpiyatlara götürecek dereceyi elde etti, hatta hepsini geçerek birinci oldu. Bikila böylece Olimpiyat kafilesine dahil edildi. Hayatındaki ilk maratonunu, 2:39:50 ile tamamlayan Bikila, ertesi ay katıldığı maratonu ise 2:21:23’le tamamladı. Etiyopyalı bu iki yarışta da bitiş çizgisine ilk ulaşan isimdi. Ve herkes şaşkındı. Biri hariç!

Ve daha mühim bir konu, Abebe Bikila’yı ün katma kısmına gelindiğinde bu durumda virgül atmak zorundayız. Olimpiyatların sponsoru Adidas, ayakkabılar için hazırlığa başlamıştı. Son anda katılacağı belli olan bu atlet için ise uygun bir ayakkabı yapılmamıştı. Ülkesinde sürekli çıplak ayakla idman yapan Bikila’nın tabanı nasırdan kabarmış ve her ayakkabıya uyum sağlayamaz hale gelmişti. Abebe Bikila öte yandan Roma sokakları engeline takılıyordu. Ancak Olimpiyat kuralında ayakkabısız koşamazsın diye bir madde olmayınca önü açıldı.
Parkurun bitime yaklaşık bir kilometre kala, birkaç sene önce İtalyanlar’ın Etiyopya’yı yağmalarken aldıkları taşın dikildiğini görmüşlerdi. Kaderin bir cilvesi ya bu taş, İtalyan askerleri tarafından dik bir rampaya yerleştirilmişti.

Yarışın favorilerinin Bikila’ya göre nispeten yaşlı olduğunu bilen antrenörü, bu ana kadar yarıştan kopmadığı takdirde burada atak yaparak liderliği ele geçirebileceğini belirtmişti. İtalyanlar’dan oluşan atletizm meraklıları şaşkınlıkla ufuktan görünen ve o güne dek adını dahi duymadıkları atleti alkışlıyorlardı. Dünya rekorunu 8 dakika gibi inanılmaz bir dereceyle geliştiren Bikila, 42 kilometre 195 metreyi 2 saat 15 dakika ve 16 saniyede tamamlamıştı. Unutmadan, bir de çıplak ayakla! Bikila kariyeri boyunca 13 maraton tamamladı ve bunların 12’sinde birinci oldu, çıplak ayaklı şampiyon! 

31 Ekim 2019 Perşembe

Yeni Başlangıçlara; Cori Gauff

Federer’in şimdiki hali ile pek ala gözlerimizin önüne perde çekerek tüm çıplaklığıyla tenis oynatabiliriz. Yani son on yılını en net haliyle anımsamak için ekstra bir çabaya gerek yokken, peki ya çocukluğu? Çocukken oynadığı tenis bu kadar konuşuluyor muydu? Ya da başarıları peşi sıra dizebiliyor muydu? İmkansız değil. Hele ki günümüz teknoloji koşulları sıralandığında… Bu soruların hemen hemen hepsine “evet” diyebiliriz. O gerçekten de çocukluktan günümüze “peRFect” bir oyuncu!

Şimdilerde en çok şikayet ettiğimiz konu ise; pek fazla başarılı geç isim çıkıyor ancak sürdürülebilirlik yok. Mesela Osaka fazlasıyla heyecanlandık, tadı damağımızda kaldı. Ya sonra? Bu minvalde sayısız isim çıkmaya başladı lakin girizgaha geri dönüyoruz. Sonrası gelmek bilmiyor. Sizleri söyle önden alarak yeni bir isim var huzurlarınızda!
Ona son dönemlerde Dünyanın konuştuğu 15 yaşındaki kız; Cori Gauff diyorlar. Herhangi bir oyununa tanık olduysanız. Bu paragrafa kesinlikle ikna olursunuz. 2017 yılında 13 yaşında, Amerika Açık Gençler (Junior) kategorisinde en genç finalist oldu. 2018 yılında Fransa Açık ve Orange Bowl turnuvalarını kazanarak adından söz ettirdi.

Ve sadece 2 yıl sonra Wimbledon'da ana tabloya kalmayı başaran en genç tenisçi oldu. Dünyanın en prestijli turnuvasındaki ilk maçında da daha önce 5 kez şampiyonluğu bulunan Venus Williams'ı, ardından da eski yarı finalist Magdalena Rybarikova'yu eledi. Anna Kournikova'nın ardından bir Grand Slam turnuvasında 3. tura kalan en genç oyuncu oldu. 15 yaşındaki Cori Gauff için efsane olacak bir kariyere daha güzel bir başlangıç olamazdı. Acaba yine hevesler kursak da mı kalacaktı!



Son rivayetler de ileri de “büyük sporcu” olacak kimlikteki kişilerin kanında var olduğuna dair. Cori'nin de babası eski bir basketbolcu, annesi de atletizmde başarıları olan bir heptatlon sporcusu. Bu da rivayetleri haklı çıkartıyor. Cori Gauff, 10 yaşına geldiğinde, Fransa'da geçmişi İstanbul Rumlarına dayanan tenis koçu Patrick Mouratoglu'nun sahibi olduğu Mouratoglou Tenis Akademisi'ne giderek ders almaya başlıyor. Bu arada unutmadan,  2012'den bu yana Serena Williams'ın da koçluğunu yapmakta.

Cori Gauff ne yapsa yaranamıyor. Grand Slam şampiyonluklarına göz dağı vermesi, tarihin en iyilerinin arasında kendine yer bulmaya çalışan ama tüm başardıkları sessiz, biraz zoraki bir takdirden fazlasını görmüyor. Kazanıyor; kazanmasının ötesinde, ufak çekinceler var. Bunun gölgesinde, farklı duygularla, heyecanla bir çekişme, belki de yenileceği ihtimaliyle televizyonun karşısındayız. Maç başlıyor, ancak Gauff’un spor izlemenin birincil dürtüsüne, heyecana izin veriyor.

Gauff için beklentiler küçük yaşta başlayınca, birçok önemli anlaşma da birlikte geliyor. Roger Federer'in menajerlik şirketi Team8 13 yaşında onunla anlaşıyor, New Balance ile sözleşme imzalıyor ve makarna devi Barilla ile reklam anlaşmasına imza atıyor. Bu anlaşmalarla birlikte bu rakam kadın tenisçiler arasında en yüksek 10 bedelden birine tekabül ediyor.
Cori'ye elindeki tenis raketiyle dünyayı değiştirebilir mi? Cori Gauff dünyayı değiştirecek mi, bunu göreceğiz ancak şimdiden tenis dünyasını değiştirmeye başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

23 Ekim 2019 Çarşamba

Parmak Isırtan Azim; Andrei Kirilenko


Yaşamınız boyunca öğrenme becerisi kelimesini çok iyi benimsediyseniz, ne iş yaparsanız yapın işler akışında, “kolay” olacaktır. Öğrenme becerisi ve değişim daha da hızını arttırdıkça “über” hızlı olmakla beraber yeni ortamlara uyum sağlama becerisi hayatın her alanında “ben buradayım” demek ve başarılı olmak için en önemli etmen! Kuşkusuz!
Yetenekli sporcuların bir üst basamak için sıklıkla başarısız olduğu, o geçişin sancılı olduğu bir ülkedeyseniz keza, doğru mantığa sahip olmak, bir arada çok fazla unsuru doğru yapmak gerekiyor.

Henüz çocukluğundan yeni çıkmış birinden her zaman görebileceğiniz bir olgunluk değil bu. Hakikaten Rusya’da basketbol oynayan, iyi öğrenen, parmak ısırtan azim örneği su götürmez bir gerçek ki; Andrei Kirilenko’dan başka bir isim gözümün önüne gelmiyor.
Aslını düşününce ya da daha doğru bir ifade kullanmak gerekirse, Rusya denilince aklıma kış sporları ve dahası jimnastik sporları geliyor. Biraz da ha ileri gidersem Olimpiyatlar geliyor. Kesin!

Rus basketbolunun dünyaya armağan ettiği en büyük yeteneklerden biri olan Andrei Kirilenko, on yıl boyunca formasını giydiği Utah Jazz formasıyla özdeşleşmiş bir isim. Üstelik Avrupa’dan kolay kolay oyuncu beğenmeyen, “buralarının hakimi biziz” havasında, tepeden bakan organizasyon için düşünülünce epey büyük bir başarı. Fakat o sadece oyuncu kalitesi ve yeteneği ile de gelmedi. Muazzam öğrenme isteği, daha iyi nasıl olurum arayışı ve zor olan her şeyi kolay gösterme özelliği ile diğer Ruslardan kolayca arınıyor.




Uzun kollarının avantajını harikulade kullanan, savunmadaki enerjisi ile fark yaratan ve en önemlisi de hücumu ikinci plana itmeyen oyun anlayışıyla, NBA’de hatırı sayılır bir yer edinmiştir. Kirilenko o kadar ileri gittik ki, siftahını, 2004 yılında da All-Star olma başarısını göstererek parkeleri aşındıracaktır.
1999 draftında, Utah Jazz tarafından 24. sırada seçilen Kirilenko gelişimini tamamlamak adına birkaç yıl daha Avrupa’da kaldı ve 2001 yılında NBA’e transfer oldu. Diğer Avrupalılara oranla uyum sürecini çabuk atlatan AK-47 lakaplı oyuncu, daha ilk yıllarında Utah’ın öne çıkan isimleri arasına girdi. Kaldı ki henüz ligdeki üçüncü senesi olmasına rağmen All-Star unvanını alan Kirilenko, ödün vermediği performansıyla her daim parmak ısırttı.

Buraya kadar hemfikirsek, şöyle devam edelim. 2011 sezonunda verdiği radikal kararla CSKA’ya dönen ve sezonun tamamını burada geçiren Kirilenko, bir sonraki yıl NBA’e dönerek sırasıyla, Minnesota, Brooklyn ve Philedelphia formaları giymiş ancak eski performansını gösterememiştir. Fakat bu durum bile onun bir NBA efsanesi olarak anılmasına engel teşkil etmemektedir. Nitekim Kirilenko ligde bulunduğu her an çalışma azmiyle öne çıkmış ve örnek bir profesyonel portresi çizmiştir. Tipik bir Rus’tan çok daha fazlası.

Bütün mesele yetenekte değil, “ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim” düşüncesine tam anlamıyla geliyoruz. Kirilenko’nun yaptığı tamamıyla, zor bir iş, uzun zamanını aldı, ama beynimizin de fiziksel özelliklerimizle birlikte evrildiği süreçte, bir sonraki adımda ne derece etkili olduğunu ve parmak ısırtan azmi olduğunu kabul etmek zorundayız.

18 Ekim 2019 Cuma

Rekora Koşarken

İklimler değişiyor. Üstelik dört mevsim yaşadığımız şu evrende mevsimlerin dahi düzeni değişiyor. Genele baktığımızda 21. Yüzyılda alışık olduğumuz düzen, koşullar değişim gösterdi. Herkesin birbirinin taklidi olduğu ama kimsenin mutlu olmadığı bir dünyaya evrildik.
Değişim gösteren fakat pozitif yönde sportif faaliyetler yok mu? Asli konumuza dönersek kesinlikle var. Gerçi spor da alışık olduğumuz düzenin kısmi de olsa alanından çıktı lakin geleneklerinden vazgeçmeden.

Geçtiğimiz yıl (16 Eylül 2018’de), Berlin’de çok özel bir şey oldu. Maraton mesafesinde bir dünya rekoru kırıldı. Çeşitli kategorilerde çok farklı rekorlar kırılıyor, maratonda da defalarca rekor kırıldı, peki ama neden bu seferki özel?
Bu rekoru özel kılan bir önceki rekorla arasına koyduğu fark: tam 78 saniye iyileşme. Maraton mesafesindeki koşu yarışlarıyla hiç ilgilenmediyseniz bu fark belki size az gelebilir, ama bu yarışları yakından izliyorsanız ya da bir kez olsun bu mesafeyi koşmayı denediyseniz bunun ne denli inanılmaz bir olay olduğunu bilirsiniz. Bu inanılmazı başaran isim Eliud Kipchoge oldu.

Bu rekor şöyle dursun; Eliud Kipchoge 2018 rekorunu sindirmemize izin vermeden 2019’a bambaşka bir rekorla parafını atacaktı. Ineos 1:59 Challenge'ta 42 bin 195 metreyi 1:59.40'lık derece ile koşarak bir maratonu iki saatin altında bitiren ilk insan oldu. Evet insan, atlet değil. Ne eksik ne fazla, tamamıyla koşmaya hazır bir vücut. Kipchoge, 1984 Kenya doğumlu. Dünya arenasına ilk çıkışı 2002’de Kros Dünya Şampiyonası ile olacaktı ama öncesi var.



Kenya’nın Nandi ilçesindeki küçücük bir köy olan Kapsisiywa’da büyüdü. Annesi öğretmen olarak çalıştı, babasını ise henüz dört yaşındayken kaybetti. Dört çocuklu ailenin en küçük üyesi olan Kipchoge, okulu bitirdikten sonra komşularından süt toplayıp, o sütleri pazarda satarak ailesine destek oluyordu. Tıpkı okul günlerinde olduğu gibi, pazara gittiği zamanlarda da eve dönüşte koşuyordu. Amatörce bakış tam olarak koşu hayatına böyle girecekti.

Kipchoge’nin yukarıdaki paragrafta yaptıklarından haberi olmayan çok sayıda insan onu ilk kez Monza’da Nike’ın denemesi sırasında izledi. İzlerken de o inanılmaz hızlarda yorgunluğun tavan yaptığı o son kilometrelerde yüzündeki gülümsemeye tanık oldular. Kipchoge fiziksel olarak çok özel bir uzun mesafe koşucusu, ama geldiği yerde onun gibi fiziksel özelliklere sahip çok atlet var. Onu özel kılan en önemli özelliği zihinsel yapısından başka hiç bir şey olamaz!
2012’ye kadar olimpiyatlarda ve dünya salon atletizm şampiyonalarında beş bin metre, takım yarışları, üç bin metre kategorilerinde madalyalar kazanan Eliud, 28 yaşında yol koşusuna başlamaya karar verdi.
2013 Hamburg Maratonu’nu 2:05.30’la kazanması onu dünyanın en hızlı maraton koşucularından biri yapmıştı aslında.

2016’da Londra’nın gri havasına, dar sokaklarına ve kırmızı otobüsleri arasında dört kez zaman rekoru kırarak, “Modern çağın en büyük maratoneri” olarak tanımlanmış ve ilk hedefine ulaşmıştı. Daha sonra katıldığı Rio Olimpiyatları’nda da altın madalyaya ulaşıp, tabii onun asıl isteği madalyalar değildi, maratonu iki saatin altında bitirmekti.
2017 Monza’da bu hedefini yalnızca 25 saniyeyle kaçırmıştı. 2018 Berlin Maratonu’nda ise bir dakika 39 saniyelik bir hayal kırıklığı vardı. Ama 12 Ekim 2019’da, Viyana’da bu hedefine ulaştı. Eliud Kipchoge hedefine ulaştı ulaşmasına da, o henüz yeni başlıyor. Üstelik sadece 34 yaşında! 

11 Ekim 2019 Cuma

Sırpların NBA Çıkartması

2017 sonbaharı. İstanbul Ataşehir’de Fenerbahçe’nin basketbol kampüsünden her sezon başı olduğu gibi yeni bir yıldız isim arayışı söz konusuydu. Hatta öyle ki Fenerbahçe Doğuş, Sırp yıldız Bogdan Bogdanovic'ın alternatifini arayacak ve yine ironik olarak soluğu Sırbistan’da bulacaktı. Marko Guduric ünü çoktan yakalamıştı ve o günlerde Kızılyıldız’da ilk Euroleague istatistik deneyimlerini yaşarken, aynı zamanda üretkenliğinin doruklarına çıkmıştı. 
Aslında Guduric’in hikayesi klasiğin dışında milli takım kariyerindeki yükselişi ve başarı grafiği sonucunda elde edecekti.

Sırbistan Milli Takımı’nda da forma giyen Guduric, U20 Avrupa Şampiyonası’nda dikkatleri çekmişti. 2015 yılında İtalya’da düzenlenen şampiyonada Sırbistan takımı finalde İspanya’yı mağlup edip şampiyonluğa ulaşırken Marko Guduric de turnuvanın MVP’si (en değerli oyuncu) seçilmişti. Turnuva boyuncu ortalama 24,5 dakika süre alan yetenekli oyuncu; 13,4 sayı, 4,1 ribaunt ve 2,4 asist istatistikleri tutturmuştu.
Bu dönemlerde İki sezon oynadığı Kızılyıldız’da 2 Adriyatik Ligi, 2 Sırbistan Ligi ve 1 Radivoj Korać Kupası şampiyonluğuna ulaştı. 

Guduric, Sırbistan’ın 95 jenerasyonunda yetiştirdiği en önemli skorer olarak tanınsa da, takım oyunuyla da yeşil ışık yaktığını gösteriyor.
Başarılı oyuncu, genç yaşına rağmen parkedeki olgunluğu ve özgüveniyle dikkat çekmeyi başardı. Kendi şutunu  yaratabilme, ikili oyunu okuyabilme ve çembere gidebilme gibi farklı özellikleriyle birçok değişik şekilde skor üretebilen ve oldukça etkili bir skorer olan Guduric, oyununa solak olmasının ve fiziksel artılarının da avantajını yansıttığını rahatlıkla söyleyebiliriz.


Sırp oyuncularının büyük çoğunluğu çok zor şartlarda gettolarda büyüyorlar. Arada o şartların ne kadar ağır olduğunu, yaşadıkları çıkmazları röportajlarından vs okuyoruz. Film ve belgesellerle o hayattan bazen abartılı, bazen güdümlü olsa da belli kesitler görebiliyoruz. Ayakta kalmak için sert olmanın şart olduğu, en tehlikeli yırtıcı olan insanlarla dolu, modern büyük şehir serüvenleri.
Evet, belki bunu sporcu olmak isteyen hemen hemen büyük isimler de yaşıyor olabilir. İşte bu minvalde Guduric’de basketbol tedrisatından geçmiş bir isim olarak ki Fenerbahçe’de kalmayacağını gösterdi.

Basketbolcular için konuşmak gerekirse NBA’e adım attıkları andan itibaren başta aileleri ve takımları onları bütün o hayattan tamamen uzaklaştırmak için önemli bir çaba içine giriyor. Başarısını devamlı kılması, zor kazandığı parayı çarçur etmemesi, büyük disiplin isteyen sporcu hayatına konsantre olması için genelde yıkıcı etkiye sahip eski hayatlarını terk etmelerini istiyorlar. Bundandır ki son 5-6 sezondur NBA arayışlarını daha çok Avrupa kıtasına çevirmiş durumda. Bu konuda nasibini alanlardan biri de Marko Guduric olacaktı.

Memphis Grizzlies’a transfer olan Sırp oyuncu, işler istediği gibi giderse, Grizzlies taraftarlarının çabuk kaynaşacağı bir isim olacak. 1,98’lık Sırp, uluslararası basketbolun ölümüne taraftarı olmayan herkes için bilinmeyen bir isim ancak uzunca bir süredir kendisi Grizzlies‘in radarındaydı. 
Marko Guduric… NBA’in en farklı karakteri olmayacak belki. Kimbilir belki en farklı değil tersine en az değişmiş olanı demek gerekiyor.

3 Ekim 2019 Perşembe

Kıvılcım; Greta Thunberg


Taptaze bir bilgi ile kilidi çevirmek, yeni bir anlam öğrenmenin şevkiyle girizgah yapmayı hak gördüm. “Jamais vu” “Deja vu” kelimesinin tam zıttı. Dolandırmadan, sürekli aynı insanlarla karşılaşır aynı yerlere gidersiniz ama her seferinde ilk kez olmuş gibi hissedersiniz. İşin aslı jamais vu’yu hiç yaşamamış olabilirim ya da farkında olmamış da olabilirim. İyi bildiğim ise; deja vu’yu çok yakında zamanda arka arkaya yaşadığım.

Yakın zamanda Floransa’da olma şansı elde ettim ki, uzun senelerdir top listemde olan şehirlerden başı çekiyordu. Tıpkı fotoğraflarda gördüğüm veya seyahat bloglarında okuduğum gibi… Hep orada gibiydim ama değildim de! İşte artık sokaklarında gezmeye başlamıştım. Fakat bir farkla, fazlasıyla kalabalık sanki bir gösteriye ya da eyleme, bir tepkiye hazırlanır gibiydiler. Adeta tüm şehir tüm gençler anlaşmışlar gibi sokaklara hücum etmişlerdi. Gerçeği çok vakit harcamadan gün yüzüne çıkacaktı.

Devletin de gençlere destek vererek okullara resmi tatil bildirgesini yayınladıktan sonra İsveçli bir öğrenciye destek amacıyla seslerini yükseltiyorlardı. Peki kimdi bu?
Kısa zamanda dünya çapında iklim hareketinin sembolü haline gelen Greta Thunberg’i tanıyor musunuz? Düşünün ki uğruna okulların tatil olmasına kadar ileri giden, öğrencileri sokaklara dökmeye başaran bir isim. Genç aktivist 8 yaşında iklim değişikliği ve küresel ısınma terimleriyle karşılaşmış ve küresel iklim sorunlarının insan eylemleri sonucunda gerçekleştiğini öğrenmiş. Ve iklim değişikliğini önlemede ne derece yetersiz kalındığını… Küçük Greta yaşadığı hayal kırıklığı sonucu 11 yaşında depresyona girmiş.




Bu dönem yemek yememeye ve konuşmamaya başlamış. Yalnızca çok gerekli olduğunda konuşan Greta’ya otizmin bir türü olan asperger sendromu ve seçici konuşmamazlık teşhisi konmuş.
Küresel ısınmayı, iklim değişikliğini, emisyonları hayati meseleler olarak görüyor ve soruyor: Eğer küresel ısınmayla mücadele etmemiz gerekiyorsa ve bu acilse, neden etmiyoruz? Tekrar tekrar Helsinki’de, Davos’ta, Brüksel’de ve daha fazla yerlerde yüzümüze çarptı.
Cuma günleri okulu boykot ederek İsveç Parlamentosu önünde yaptığı eylemlerde başlangıçta tek başınaydı Greta. Ancak gün geçtikçe İsveçli akranları okulu kırıp iklim için bir araya gelmeye ve Greta’ya destek olmaya başladı. Zamanla hareket İsveç sınırlarını aştı ve dünyanın 270 şehrinde 70 bin kadar öğrenci Cuma günü "gelecek için Cuma" eylemlerine katıldı.

Genç aktivist istekleri konusunda oldukça açık ve net. O kadar ileri gidecekti ki, Atlas Okyanusunu yelkenlisiyle geçip New York’ta Birleşmiş Milletler’de yapılacak iklim zirvesine katıldı. Tam da bu konuşma esnasında Floransa’da akın akın destekler sürüyordu. Sanki daha önce bu anı yaşamış gibiydim. 20-27 Eylül tarihleri arasında dünyada iklim grevi haftası ilan edilirken, bu tarihlere tekabül eden zamanda Floransa’da ne denli ciddi ve önemli bulduklarını bizzat şahit oldum.

“Birçok insan İsveç'in sadece küçük bir ülke olduğunu ve ne yaptığımızın önemli olmadığını söylüyor. Ancak, fark yaratmak için hiçbir zaman küçük olmadığımızı öğrendim. Ve eğer, birkaç çocuk sadece okula gitmeyerek dünyanın dört bir yanında manşetlere çıkabiliyorsa, gerçekten istersek birlikte neler yapabileceğimizi hayal edin.” Ona, yelkenlisine, düşüncelerine katılın ya da siz bilirsiniz. Lakin yakın gelecekte bahanelerimizin ve zamanımızın tükendiğini fark edeceksiniz!

20 Eylül 2019 Cuma

Saf 9 Numara!

Güney Amerika kıtasının coğrafik yapısı dışında tutulduğum bir de futbolu var, malumunuz! Hatta eski Dünya Kupaların videolarını 24+1’lik kareme yansıtınca büyülenmiş bir çocukluk ortaya çıkıyor. Küçücük çocuktum, futboldan da anlamıyordum ancak her ayaklarına topu aldıkları anda sağıma soluma bakıyordum. Etraftaki büyükler tutulmuş bir şekilde onları izliyordu. Tarih kazananları yazsa da onların Midas’ı andıran dokunuşları altın harflerle hafızalara kazınıyordu.

Tıpkı benim çocukluğum gibi bu tutkuyla televizyon karşısında aklına yazdığı anlara sınır koymadan yön veren bir isim daha biliyorum artık. Kolombiya milli takımında da forma giymiş bir savunmacı Radamel Enrique Garcia King’in oğlu Radamel Falcao!
“Orijinal Falcao”, 1982 Dünya Kupası’nın efsanevi Brezilya milli takımının yıldızlarındandı. Orta sahadaki takım arkadaşları Zico ve Socrates gibi o da teknik becerisi çok yüksek bir isimdi ve Internacional, Roma, Sao Paulo gibi takımların formasını terletti. ’80’lerde bir dönem dünyanın en pahalı futbolcusu olan Falcao, bu kariyeriyle geleceğin en önemli golcülerinden birinin ismine ilham verdi.

Falcao, çocuk yaşında hızı ve yeteneğiyle izleyenleri “farklı bir şey” olduğuna ikna ediyordu. Sadece saf bir yetenek değildi aynı zamanda çalışkan, azimli ve 15 yaşında ülkesini terk edecek kadar cesurdu. “El Tigre” yani “Kaplan” lakabını da genç takım maçında sergilediği gözü kara performansı sonrası elde etti. Ona “Bugün kaplan gibi oynadın” diyen kişi Gonzalo Luduena’ydı. 
Falcao, 2. lig ekibi Lanceros Boyaca takımında ilk resmi maçına çıktığında 13 yaşındaydı. Bir sonraki sezon yani 14 yaşında bu kez 7 maçta forma giydi ve Kolombiya tarihinin en genç golcüsü oldu.


Falcao, 15 yaşında 500 bin dolar karşılığında Arjantin’in River Plate takımına transfer oldu. 2005’te River Plate’in A takımında oynamaya başlayan Falcao, burada 90 maçta 34 gol attı. River Plate, Milan’ın 9 milyon sterlinlik teklifini reddettikten bir sezon sonra Falcao’yu 3.5 milyon sterline Porto’ya satmak zorunda kaldı.
Bu durumu lehine çevirmek kolay mı olacaktı? Hiç sanmıyoruz! Başarılar, goller, sakatlıklar, ilk 11’e girme mücadelesi yazıldığında çok yalın gibi görünse de, kaplan gücü gerekecekti.

Falcao, çocuk yaşta şöhret ve parayla tanışsa da her zaman mütevazı, yardımsever ve skandallardan uzak bir hayat sürdü. Ve bu durumu şampiyonluklarına yansıttı. Bakınız; 2009/10 sezonunda Porto’ya gelen Falcao, burada lig şampiyonluğunun yanı sıra 2011’de UEFA Avrupa Ligi kupasını da kaldırdı. 2 sezonda 87 resmi maçta 72 gol atan Falcao, özellikle UEFA şampiyonluğunun kazanılmasında 16 maçta attığı 18 golle başrolü oynadı. Bundan sonrası da sıkı çalışmanın alametifarikası olacaktı.

Ya sonra? Atletico Madrid’in yolunu tutan golcü, burada da klasını konuşturmayı sürdürdü ve 2 sezonda çıktığı 91 maçta 70 gol attı. 2012 yılında bu kez Atletico Madrid’le UEFA Avrupa Ligi şampiyonluğu yaşayan Falcao, bu kulvarda attığı gollerle “UEFA Avrupa Ligi’nin kralı” olarak da anılmaya başlandı. “Saf 9 numara”lardan biri olarak, kariyerinin son döneminde güçlü top tekniğini ve oyun görüşünü de sahaya daha fazla yansıtan Falcao, artık sadece bir 9 numara değil!


13 Eylül 2019 Cuma

Andreescu’ya Şans Verin

Serena Williams 1999 yılında ABD Açık’ta ilk şampiyonluğunu kazandığında siz ne yapıyordunuz? Hatırlıyor musunuz? Belki Grand Slam’den haberiniz dahi yoktu ya da Serena’yı destekleyen “fanlarından” biri olmaya hazırlanıyordunuz, çünkü henüz Serena’nın kortlarda esamesi dahi okunmuyordu. Belki de dünya da bile yoktunuz. Evet! Dünya da yoktunuz fakat bu şampiyonluk sizin için son derece önemliyse!
Daha ehemmiyet taşıyan biri var, çok yakın zamanda kortlarda tanıdık üstelik bir Kanadalı, Bianca Andreescu.

Toronto Raptors NBA’i fethettikten kısa bir süre sonra, Kanada tarafından spor anlamında büyük başarı gel(e)medi. Bu unvanı sürdürmek için Andreescu, sahneye çıkacaktı. Grand Slam single unvanını kazanan ilk Kanadalı olma şansını yakaladı. 
Sezarın hakkı sezara; Bianca bu noktaya “şans” kisvesi altında gelmedi. Mart ayında oynanan Indian Wells’te ilk 4 tenisçiyi yenerek “istikrar” boşluğu kontenjanından girmeye hazırlanıyor.
Bundan sadece 1 yıl önce, WTA sıralamasında 198’inci sıradayken katıldığı 25 bin dolarcık para ödüllü turnuvada ikinci turda elenen Bianca Andreescu, bugün Indian Wells şampiyonu olarak 24’üncü sıraya yükseldi. Ya sonra?

Rumen göçmeni bir ailenin çocuğu olarak Kanada’da doğduğunu biliyoruz. Elina Svitolina gibi önüne çuvalla para serilmesine rağmen ABD yerine, kendi vatanı Ukrayna için oynamayı tercih edebilirdi belki de…
Tenise 7 yaşında Romanya’da başlayan, Simona Halep’in çocukluğunda gittiği bir akademinin koçları, 16 yaşındayken Halep’le bir maç yaptırdıktan sonra, maçın ardından Halep kendisine profesyonel olmasını öneriyor ve rüya başlıyor. Andreescu’da, Kuzey Amerika ekolünün güçlü kollara sahip, etkili servisçileriyle Halep ve Nicolescu gibi Rumenler’in müthiş savunmasını bir arada görmek mümkün. 


2019 yılı adeta Andreescu için bağırıyordu; “bu yıl senin olabilir” diye. Önüne gelen her bir elemeden gelip ve bunun tesadüf olmadığını gösterdi. Çeşitli etkileyici istatistiklere adını yazdırdı. Ortaya koyduğu mental direnç ya da emsal nitelik taşıyan cinsten performanslar. Farklı benzetmelerde yok değil. Tenis tarihi bunun gibi külkedisi hikâyeleriyle dolu…
Genç bir raketin, bir şampiyonu yenmesine bayılıyoruz. Tsitsipas, Avustralya Açık yarı finalinde Federer’i yendiğinde sosyal medyanın yeni tenis ikonu haline gelmişti. Ama devamını göremedik. Yine de gelecek vaad etmeyi sürdürüyor.

Steffi Graf, Monica Seles, Serena Williams ve Martina Hingis’ten sonraki jenerasyon, özellikle 2010 sonrasına kadın tenisi dominant bir “teenage” bulamadı. Biraz kafasını uzatana “Yeni Serena mı?” yorumları yapıldı.
Indian Wells kazanan en son genç raket Maria Sharapova (2006, 19 yaş); bir Grand Slam kazanan son genç raket ise Svetlana Kuznetsova’ymış (2004, Amerika Açık) örneğin…
Bianca Andreescu bu zaferiyle; Naomi Osaka, Jelena Ostapenko, Garbine Muguruza ve Sloane Stephens gibi genç şampiyonların arasına girdi. Bu 4 isim de bugün istikrar sorunu ve turnuva seçmek gibi defolarla anılır oldu. Dileriz Andreescu, hayatındaki iniş çıkışları tenisine çok fazla yansıtmaz ve tenis tarihinde özel bir iz bırakır.

Kanadalı Andreescu, ABD Açık’ta bu yıla kadar hiç ana maç yapmadı. Ancak bu sefer roller değişti. Serena’yı 2-0’lık ciddi bir oyunla şampiyonluğun hakkını verdi.
Bu oyun devam eder mi, yıldız tribine girer mi gibi sorular yürür gider. Teniste boyunun ne kadar olduğunu anlayabilmek için ayaklarının yere sağlam basması gerekiyor! Yine de bir şans verelim.

6 Eylül 2019 Cuma

Sıra Sende Kiki Bertens

WTA sıralamasında yedincilik, Wikipedia sayfanızda o kadar afili durmayabilir. Sadece daha önce karşılaşmadığımız bir sporcu ile karşı karşıyayız. Üstelik Hollanda’daki bir isimden bahsettiğimiz herhangi bir ortamda “spor” ve “futbol” kelimelerini kullanmadan edemiyoruz. 
Peki ya konu başlığı tenis ise? İşin aslına gelirsek sular üstünde ülke kurmayı başaran toplumdan daha fazlasını da bekleyebiliriz. Lakin tenis işin içine girince Felemenk ırkı akıllara gelmez. Kabul edelim! Bu kabuğu kırmaya niyetli birini tanıyorum. Üstelik Wikipedia’da nerede olduğu hiç de umurumda değil.

Kiki Bertens, yalnız ve dahi çocukluğunda tenise tutkuyla sarılan, ortalama bir yeteneğe sahip olmasına rağmen bu sporun peşinden azimle giden, daha sonra yöneldiği WTA sıralamasına en devrimsel eserlerinden birkaçını veren bir sporcu. Akıllarda kalan en büyük yapıtlarını, kendisi 2012’den beri WTA turunda ilk yüzde olması şöyle dursun, son 4 senedir ilk 40’a girmiştir ve yaklaşık son 8 aydır da ilk 10’a demiri atmıştır. Geçen yaz üç turnuvalık bir dönemde (Wimbledon – Montreal – Cincinnati) sekiz tane ilk 10’dan oyuncu yendi. 

Ancak yine de birçok tenissever kendisini pek bilmez çünkü dört majör turnuvalarda finali yoktur ve tenis geleneği az olan bir ülkeden gelmiştir. Pazarlama değeri de her ne sebeptense (henüz) yüksek değil! Henüz!
Artık bu durumun değişme zamanı geldi sanırım. Zira kendisi, şu an itibarı ile Naomi Osaka, Simona Halep ve Angelique Kerber hemen arkasından ilk on içinde oturmuş bulunmaktadır. Daha da önemlisi WTA takviminin 'Slamler' dışında en büyük turnuvalarından biri olan Mutua Madrid Open turnuvasını, finalde toprak kortların en kuvvetli oyuncusu olarak görülen Simona Halep’i safdışı edip kazanmıştır.


En etkileyici tarafı ise maçlara kötü başlamış olsa dahi soğukkanlılığını kaybetmemesi, satranç oynar gibi taktik anlayışında gereken değişiklikleri yapmayı bilmesi ve akabinde önemli puanlarda müthiş performans göstermesi. Tenisin en önemli püf noktası ki bunu büyük oyuncularda rahatlıkla görebiliyoruz. Bertens tekrar problem çözmeye odaklanarak oyununu kendi istediğini karşı tarafa oynatabilmesi ve beraberinde gelecek için ışık yakmış durumda.
Soğukkanlı kalıp taktik olarak doğru yolda olduğunu ama hataları azaltması gerektiğinin bilincinde gözüküyor. Elbette kafasından neler geçtiğini bilemeyiz ama bu noktadan sonra ortaya koyduğu oyun anlayışı bunu gösteriyor. 

Uzun süredir Bertens-Halep mücadelesi konuşuldu. Neden? Çünkü Bertens’in iki sette kazandığı zaferin en büyük mimarının aslında kendisinin korttaki zeka düzeyi olmasının altını çizmek gerekiyor. 2-4 geriye düştükten sonra geniş taktik değişikliğine gerek olmadığının bilincinde olması, bunun yerine sadece ufak bir ayar yapmayı düşünebilmesi, bunu yaparken Halep’i konfor bölgesinden çıkartmayı da hedeflemesi ve uygulaması önemliydi. Son altı oyunda ise her önemli an gelip çattığında, kendi silahlarına güvenmeyi bilmesi (agresif oyun, dip çizgisinin içinde kalmak ve ilk servis gücü) büyüleyiciydi.

Zaten en zevk veren galibiyetler bu şekilde kazanılmış olanlardır. Çok şahane bir maç oynamadı Bertens. Ama maç esnasında karşılaştığı şartları göz önüne aldı, sorunları değerlendirerek sağduyulu tercihler yaptı. Bu tip zaferlerin tadı başkadır. Hele dünya iki numarasına karşı, onun en favori zemininde başarırsanız, kendinize olan güveniniz ikiye katlanır. Seyir zevki yüksek olan bir oyun stiline sahip olduğunun da altını rahatlıkla çizebilirim. Altını çizecek çok unsur var ben burada nokta koyuyorum.

27 Ağustos 2019 Salı

Gökyüzünün Yarısını Kadınlar Taşır.


Ağladılar, yenildiler, sakatlandılar, ölümden döndüler lakin vazgeçmek ya da pes etmek asla akıllarından geçirdikleri düşünce olmadı. 8 Mart, 23 Ağustos, 1 Ocak, doğum yaptıklarında, annelik duygusunda, kardeş olduklarında veya dostane yaklaştıklarında… Tarihin bir önemi var mı bunu size bırakıyorum. Şunu da atlamak istemiyorum; “kadın” kelimesi altında sıkıştırıp, kadın tedrisatından geçtiğimizi unutmadan, tüm hemcinslerime selam olsun!

Sporun hangi dalı olursa olsun, kazanılan her başarının ardında ilham verici bir hikaye vardır. Bazılarına aşina olabiliriz, bazılarınınsa kupa kaldırdıkları kürsüye çıkana kadar yaşadıklarından pek de haberdar değiliz ki genelde haleti ruhiyemiz bu yönde gelişiyor.
Kadın olmanın şerefine bir kez daha saygı duruşuna geçtiğimiz sporcuların her biri de kendi disiplininde çok başarılı. Ancak onların farkı, "her şey bitti" denilen anlarda bile vazgeçmemiş olmaları, sporlarına sarılmaları ve eskisinden de güçlü geri dönmeleri. Cesare Pavese’nin "Gökyüzünün yarısını kadınlar taşır" sözünü akıllara getirerek, Triatlon sporcumuz Ece Bakıcı’ya kulak vermek istiyorum.

10 kilometrelik koşunun 9 kilometresini koşan ve hedefine sadece 1 kilometre kadar uzakta olmasına karşın, bir anda yere yığıldı! Ne olduğunu ilk anda anlayamadı. Üç kere ayağa kalkmaya çalıştı, ama olmadı. Bu mücadele ise; Olimpiyat Oyunları'nda yer alma hayaline birkaç adım kadar yaklaşmıştı. 1. Avrupa Oyunları'nda (Bakü 2015) triatlon branşında yer aldığı bu yarışı kazansaydı, Olimpiyat Oyunları'na katılmak adına çok değerli bir puan kazanacaktı. Yarıştaki tek rakibi tur yemişti, yani triatlon kuralına göre diskalifiye olmuştu ve Ece'nin kazanması için finiş çizgisini görmesi yetecekti.




Elbetteki bazen olağan dışı durumlar göz önüne alınmayınca hayal kırıklığı ile sonlanabiliyor. Ancak Ece Bakıcı aksini iddia ederek tutundu. Üstelik bacağı, kalça kemiğiyle bağlandığı yerden kırılmıştı. Ancak spora dönüşü hiç de kolay olmayacaktı Ece Bakıcı’nın. Yürümeyi bile en baştan öğrenmesi gerekiyordu. Uzun bir  dönem koltuk değnekleri ve bozulmuş psikolojisiyle hareket edecekti. 5-6 hafta sonra yüzmeye başladı, sonra bisiklet geldi ve en sonunda da tekrar koştu.

Ece, triatlona geri dönecek, üstüne üstün eskisinden de daha iyi bir şekilde. "Sakatlığım süresince çok okudum, araştırma yaptım. Yaşantı ve beslenme olarak da ne yapmam gerektiğini artık daha iyi biliyorum." Ve sakatlıktan sonra katıldığı ilk triatlon yarışını kazanarak, genel olarak da sakatlık öncesindeki derecelerinin daha üzerine çıkmaya başlamış olacaktı.
Gelecekte hedefi 2020 Olimpiyatları olsa da onu daha çok çeken bir kategori daha var: Ironman. Bu şanssızlıklar, onu Türk Triatlon tarihin en iyisi olmaktan alıkoymadı.

Bazı hikâyeler bizi terk etmiyor. Sürekli geri dönerken buluyoruz kendimizi. Ece buna en emsal taşıyabilecek isim. Pes etmedi, mücadelesini sürdürdü, devam ediyor. Son zamanlarda ne yazık ki “kötü” haberlerle gündemimizden düşmeyen “kadın” yönünü değiştirmek istiyor. Aslında bu konuda son derece başarılılar. Nasıl başlamıştım konuya? "Gökyüzünün yarısını kadınlar taşır" sözünü akıllara getirerek, Triatlon sporcumuz Ece Bakıcı’ya ve daha fazlasına kulak veriniz.

23 Ağustos 2019 Cuma

Hoş Geldin Cemil Usta


Cemil Usta'nın kariyer vedasına en kötü takımdan farklı bir mağlubiyet almış kadar uzağız ve aslında bununla pek ilgilenmiyoruz. Peki neyle ilgileniyoruz?
Cemil Usta’nın oynadığı bir futbol maçını izlemek için geçmişten bugüne bazı sebeplerimiz oldu. Rakibinin kafasını karıştıran, kaç kilometre hızla koştuğu, topu sanatını icra eden bir ressamın fırça darbeleri gibi vurması, kolundaki pazubandının anlamı ifade eden ya da en basitinden formasıyla verdiği savaş, bunlardan bazılarıydı. Ve 12 yıldan fazla bir süredir Cemil Usta’yı çeşitli sebeplerden izledik. Bazılarımız kaybetmesini, bazılarımız kazanmasını isteyerek. Ve belki de adını ilk defa duyduğumuz şu günlerde. Vefa sorusu başı çekiyor!

Neden? Çünkü Usta futbolu noktaladığı yıllardan 2003 yılına kadar hatta 2019-2020 futbol sezonuna kadar esamesi okunmayacak kadar bilinmiyordu.
1967 yılında Trabzon'un Gençlerbirliği takımında futbola başlayan, burada da üç sezon top koşturan Cemil Usta, o dönem 2. Lig Kırmızı Grup'ta mücadele eden Trabzonspor'a transfer olacaktı. 1973-74 sezonunda Karadeniz ekibinin 1. Lig'e çıkmasında önemli pay sahibi olan Cemil Usta'ya sezon sonu efsanesi olacağı kulübün kaptanlık pazubandı verilmişti bile.

Buraya kadar sorun yok. Aslında bildiğimiz rutin bir sporcu girişi, peki ya sonra? Nasıl oldu da Trabzonspor’un kupalarla dolu tarihinin simgesi, Türk futbolunda devrim yaratan kadronun baş aktörlerinden birine evrildi...
İşte bu sorunun cevabı o dönemki Avrupa’ya açılış serüvenin kırmızı kurdelesini kesecekti.
Trabzonspor kaptanı olarak 1. Lig'de iki şampiyonluk yaşayan Dozer Cemil, hem takımın sembol oyuncularından biri olmayı başarmış, hem de takımın en önemli oyuncusu olmuştu.




Öyleki, 1976-77 sezonunda Trabzonspor'un dünya devi Liverpool'u sahasında 1-0 mağlup ettiği müsabakadan penaltıdan attığı golle takımını galibiyete taşımış ve kulübün tarihine adını yazdırmıştı.
1978-79 sezonunda ise artık 32 yaşına basan Usta, kulüp satış listesine girerken, 'Ben Trabzonspor'un kaptanıyım. Başka bir takımın kaptanının arkasında sahaya çıkamam' diyerek futbolu bırakmıştır. Bu noktada vefa kelimesini irdelemek gerekiyor.
Ne kadar romantik olursanız olun, yaptığınız işin bir noktadan sonra mekanikleşmesi anormal bir durum değil. Ancak bu denle benimsenmiş takım ve oyuncunun vedası son noktayı koymamalıydı.

Cemil Usta’nın yazısı, bunlardan çok daha fazlasıyla alakalı ve çok daha başka şeylere de dokunuyor, sadece şu an burasıyla ilgileniyorum çünkü bu sene Cemil Usta sezonu. Son takımı ya da ilk takımı olacağını söylemesinin özel bir anlamı var. Kariyeri, başarıları, başarısızlıkları, iniş ve çıkışları değil mesele. Elbette onlar da önemli fakat olay burada başka bir şey var. “Vefa” veya adını unuttuğumuz romantik bir kelime de olabilir. Adını siz koyun!

Cemil Usta kendisi gibi takımın efsanelerinden Kadir Özcan ile birlikte 14 Ağustos 1983 yılında Orduspor maçının ardından jübilesini yaparken taraftarların 'Dozer Cemil'i olarak futbola veda ediyordu.
İlk Milli maçına 22 Eylül 1976 yılında Bulgaristan ile oynanılan 2-2 beraberlikle sonuçlanan özel maçta formasını giyerek çıkan Cemil Usta, bu maçtan üç hafta sonra oynanılan İrlanda maçı ile de son kez Milli formayı terletmiştir. Sezona adını verene kadar kaçımızın bi haber olduğunu tahmin ediyorum. Şans verin. Hoş geldin Cemil Usta sezonu!

15 Ağustos 2019 Perşembe

Şimdiki Yeni Nesiller

2017 berbat bir yıldı. 2018 de keza öyle! Ya yaşadığımız yıl? Bunun cevabını net veremeyiz ancak öngörüde bulunabilecek kıvama geldik. Böyle bir ülkede yaşayıp delirmemenin yollarından biri güzel kaçış yolları bulabilmek. Spor bu anlamda, bu inanılmaz korkunç yılda, biz sporseverler için hayat kurtarıcı oldu. Şahsen çok verimli bir yıl olmasa da özellikle sene sonunda gelen istatistikler vesilesiyle gelen sporun, kalitenin birkaç tık yukarı çıktığını düşünüyorum. Bunun içinde ne yazık ki ülkemiz adına net konuşamamakla beraber, gözümü Avrupa’ya daha çok çevireceğim.

Biz sıradanlaşan formatta devam ederken, teniste yeni olmakla beraber gelenekselleşmeye yelken açıldı. Tenis dünyasında uzun süredir oyundaki genç yeteneklerin birbirleriyle karşılaşıp, kendilerini göstereceği bir turnuvanın düzenlenmesine dair çalışmalar vardı. ATP’nin İtalya Tenis Federasyonu ile yaptığı ortak çalışma sonucunda 2017 yılının sonunda ATP Next Gen Series ortaya çıktı.
İlk üç senesine Milano’nun ev sahipliği yapmasına karar verilen organizasyon, dünya sıralamasının en üst noktasında yer alan 21 yaş altı tenisçilerin sezon sonunda karşı karşıya gelmesi üzerine planlandı ve uygulamaya konuldu bile.

Turnuvaya katılmaya hak kazanan en iyi yedi 21 yaş altı tenisçi ve eleme turnuvasından gelecek 1 wild card’lı raketle toplam 8 ismin iki grupta mücadele edeceği statü ortaya çıktı ve bizler berbat yıllar geçirirken, “gençler” bu yol üzerinde heyecanlı iş sürmeye başladı.
Beş gün süren organizasyon grup aşamasıyla başlıyor ve gruplarını ilk iki sırada tamamlayan dört tenisçi yarı final için karşı karşıya geliyor, akabinde ise final mücadelesiyle birlikte şampiyon ortaya çıkıyor. Geçtiğimiz yıllarda tenise getirdiği yeni soluk ve farklı kurallarla oldukça dikkat çeken organizasyon ATP sıralamasına puan vermiyor olsa da ATP tarafından resmi bir turnuva olarak tanındı.


Bu yazımı hazırlarken sadece “Next Gen” isimlerini baz aldım ve hayranlıkla çakılı kaldım. Bununla beraber, güzide ülkemizde adından sıkça söz ettiren isimlerde yok değil. Fakat henüz ülkemize uğramayan bu turnuva doğal olarak yeni isimlerimizin de kurtarıcısı olacağını düşünüyorum. Tenis gibi yıllar içerisinde çok az değişikliğe uğramış, oldukça muhafazakar ve geleneksel bir sporda radikal değişimleri bir paket halinde aniden ortaya koymak elbette riskli bir işti...

Turnuvanın ortaya koyduğu en büyük yenilik maçların beş set üzerinden oynanması ancak setlerin 6 değil 4 oyunda tamamlanmasıydı. Eğer set 3-3’e gelirse tie-break uygulanan organizasyonda "let" kuralının olmaması da tenis için büyük bir yenilik olarak görülmüş, oyuncular ilk maçlarında bunu biraz garipseyip alışmakta zorlansalar da sonrasında olumlu görüşler iletmişlerdi. Bu da tenis tarihine mühim bir not olarak düşecekti.
2017 senesindeki ilk edisyonunu Güney Koreli Hyeon Chung’un kazandığına kadar sıra dışı bir yetenek olduğunu ilk olarak burada göstermiş ve sonrasında 2018 Avustralya Açık’ta yarı final oynayarak Next Gen Series’deki performansının geçici olmadığını bizlere ispatlamıştı.

Yaş sınırlamasından ötürü unvanını korumak için Next Gen Series’e gelemeyen Hyeon Chung, turnuvanın kalbinde özel bir yeri olduğunu söylüyor. Daha sonraki yılda ise, ATP turlarında dikkatleri sonuna kadar üzerine çeken Yunan Stefanos Tsitsipas ve Avustralyalı Alex de Minaur vardı ki, ikisi de sezon boyunca son derece iyi turnuvalar oynadılar ve gelecek yıllarda zirveye çıkabilecek potansiyelleri olduğunu gösterdiler. Bunun yanında Frances Tiafoe, Taylor Fritz, Andrey Rublev, Jaume Munar, Hubert Hurkacz ve wildcard ile buraya gelen İtalyan Liam Caruana organizasyona heyecan katmış diğer gelecek vaad eden isimlerdi.

Bu organizasyona şans vermenizi tavsiye ederim. Yeni nesil Federer, Nadal ve Djokovic’leri herkesten önce görmek, tanımak ve kariyerlerini inşa edişlerine şahitlik etmek keyifli olacaktır.

7 Ağustos 2019 Çarşamba

Kaleciliğiyle ya da Müziğiyle; Kedi Fecri

Isaac Albeniz’in aslen piyano için bestelediği ancak aradığını gitarda bulan bestesi “Asturias” hangi filmlere hayat vermemiştir ki! Tınısı hemen çeker götürür sizi. Aralarında daha tanıdık isimlerin yer aldığı, başrollerinde İzzet Öz, Hulusi Kentmen ve Yıldız Kenter'in oynadığı bir filmde müzik direktörlüğü bu besteyle yapan Fecri Ebcioğlu’ndan başkası olamazdı. Şu an bunları okurken dahi Asturias’ı mırıldanacak kadar tanıyorsunuz. Peki ya Ebcioğlu’nu? Nam-ı diğer “Kedi Fecri’yi” bu haliyle daha bilindik oldu.

İşte şimdi benim alanıma girizgah yapıyorum. Tarihi topla değil müzikle yazan adam Kedi Fecri’yi tanımaya ne dersiniz? Ne şanslı ki o yıllarda müziksever bir ailesi vardı. Düşünün, annesi ud çalıyor ve evde Türk müziği hiç eksik olmayan bir evren. Babıali'de bir kırtasiyeci dükkânı işleten babası ise, tam aksine alafranga müziğin düşmanıydı ve sırf bu nedenle eve radyo almıyordu. İşte böyle alengirli ve tezatlığın içinde büyüyen bir çocuk. Liseyi Taksim'de okumaya başlamsıyla çevresi ve düşünce tarzı sanat ve spor ile kesişir. Büyük üstat Gazanfer Özcan'da arkadaşlarından sadece bir tanesi.

Bu yıllarda futbolla haşır neşir olan Kedi Fecri (Anadoluhisarı'nda lakabı "Kedi kaleci"dir) bu vesileyle Fenerbahçe futbol takımının kadrosuna seçilir. Sonra çeşitli takımlarda birkaç sene daha kalecilik yapsa da önünde futbolumuzun efsane kalecilerinden Cihat Arman bulunduğu için fazla oynama şansı elde edemedi. Hatta öyle ki  Muhafızgücü ve Adalet’te uzun süre forma giydi, bir notta milli takıma da seçilmesiyle düşecekti.






Gelgelelim, 17 yaşındayken Babıali'de 'Öz Fenerbahçe' dergisinin Yazı İşleri Müdürü olarak iş yaşamına başlamıştı, burada ilk tanışı Halit Kıvanç olacaktı. Ve işte bundandır ilk aşkına geri dönmesi; müzik.
1950'lerin başında Yeşilköy Hava Limanı'nda bir havayolu şirketinde çalışmaya başladı. Şirket onu kurs için 1953'te ABD'ye gönderdiğinde, orada da müziğe olan ilgisi devam etti, akşamları TV ve DJ'lik kurslarıyla tavan yapacaktı, TV'lerde takdimcilik yaptı. 1956'da Türkiye'ye dönünce DJ olarak çalıştı. 1957-1960 yılları arasında önce Yeni Sabah sonra da Hürriyet gazetelerinde müzik yazıları yazdı. 

Yabancı şarkıları Türkçe’ye çevirme fikriyle Türkiye’ye pop müziği getiren kişi olarak tanınan Fecri Ebcioğlu, Ajda Pekkan’ın seslendirdiği şarkıların aranjmanını yaparak bir döneme damga vurdu. Her Yerde Kar Var, Eylül’de Gel, İki Yabancı gibi unutulmaz şarkılara imza atan Ebcioğlu, kapısını yine çalan o çok sevdiği Fenerbahçe olacaktı. Gizli kalmış sanatçılardan olmayı başaran ve Fenerbahçe Marşı’nın da söz yazarı olduğunu kaçımız biliyorduk.

Futbol damarlarımızın kabardığı, sportif yatırımlarımızdaki plansızlığın, spor kültürümüzdeki hamlığın konunun ‘uzmanları’ tarafından uzun uzadıya tartışıldığı günler çoktan geride kaldı. Hiç şüphesiz ki, dünyayla ne kadar da bütünleşmiş, ne kadar da modern, ne kadar da misafirperver, ne kadar da organize, ne kadar da duygusal, ne kadar da 70 milyon, ne kadar da kültür mozaiği bir karaktere sahip olduğumuzu göstermenin elde kalan tek yolu ‘spor’ iken; sporun en temel bilgilerinden de bir o kadar uzağız. Aslında yakınken uzağız. Hep popülerin peşinden koşan, geçmişe şans tanımayan yeni nesiller… Geleceğine yön verirken geçmişten ipuçları toplamayan ara kuşak gençler... Sizlere bize “Asturias’ı” tanıtan ve “Yaşa Fenerbahçe” marşıyla veda etmek isterim.


1 Ağustos 2019 Perşembe

Bir Sandviç Meselesi


“Büyük orta saha oyuncuları genellikle sanatçıların karakterlerini taşırlar. Xavi, şüphesiz ki Monet’ydi. Kısa, kusursuz ve tek bir tanesinin dahi boşa gitmediği fırça darbeleri. Zinedine Zidane, Caravaggio. Göz alıcı bir parlaklık ve yıkıcı bir karanlık; sarsılmaz bir duruş ve ölüm saçan bir arzu.” Aslında her futbolcunun mutlaka bir sanatçı yanı var şüphesiz. Tabi olaylara bakış açınızı da değiştirmek koşuluyla. Futbol denildiğinde akıllara gelen ilk ülkelerden sambanın has yeri Brezilya olacaktı.

Gabriel Fernando de Jesus 3 Nisan 1997'de dünyaya geldi. Sao Paulo'nun Jardim Peri bölgesinde dünyaya gelen Jesus'un yaşadığı yerde suç kol geziyordu. Birkaç kez polisle başı derde giren Jesus sokaklarda top koşturuyordu. Jesus’un yaşadığı bölgedeki bir vakıf takımını çalıştıran Mame'de genç futbolcuyu keşfetti ve bir sandviç karşılığında onu kendi kulübüne transfer etti. İşte bütün mesele bu.
Bir sandviçe tav olmak!

Brezilya'da futbol fakir ailelerin umududur. Gabriel Jesus ve ailesi için de futbol her şeyden önce geliyordu. Çünkü oğulları iyi bir futbolcu olur hele bir de Avrupa'ya transfer olursa; kurtuluşu olacaktı.
Jesus şimdilerde Manchester City forması giyse de onun ilk yılları hiç kolay geçmedi. Antrenman sahasına gitmek için para bulamayan Jesus dile kolay tam 6 sene her gün bir buçuk saat yürüdü. Kimi zaman çok yoruldu ama asla vazgeçmedi. Çok çalıştı ve ismini duyurmayı başardı.



Ailesine son derece düşkün olan Jesus bu nedenle yaşadıkları yere yakın olan Palmeiras'ın teklifini kabul etti ve iki yıl boyunca alt yapıda top koşturdu. A Takıma yükseldikten kısa bir süre sonra genç yetenek, teknik direktör Guardiola'nın dikkatini çekti. Jesus, Palmeiras'tan Manchester City'ye 32 milyon Euro'luk bonservisle transfer oldu.
Oğlunun transferinin ardından Jesus'un annesi evlere temizliğe gitmemeye başladı. Küçük Jesus tahmin edildiği gibi ailesinin umudu, ekmeği oldu.

İngiliz ekibine transfer olduktan sonra Jesus, 8 yaşındayken bir sandviç karşılığında imza attığı takımı ziyaret etti. Genç futbolcu vakıf takımında oynayan futbolculara para ve giyecek yardımında bulundu.
Dünyaca ünlü Brezilyalı eski futbolcu Ronaldo, Jesus'u kendi sitiline benzetiyor ve onun gelecekte büyük işlere imza atacağını vurguluyor.
Ronaldo'nun iltifatları nedeniyle yüzünün güldüğünü dile getiren Jesus, "Müthiş bir duyguydu. Onu ve Ronaldinho’yu izleyerek büyümüş biri olarak ne kadar mutlu olduğumu tahmin edersiniz. Ronaldo’yu hem televizyonda izledim, hem de internetten eski maçlarını indirdim ve artık onunla görüşüp oyunum hakkında tavsiyelerini dinleme ayrıcalığım var. Bana sürekli kendimi nasıl geliştirebileceğimi anlatıyor, ben de her kelimesini dikkatle dinliyorum. Benim için sarf ettiği övgülere layık olabilmek için elimden geleni yapıyorum"

Azmi ve yeteneği sanki bu iki olgu yüzyıllardır birlikteymiş gibi yedirir birbirine. Bunu yapabilmesinin en büyük sebebi ise çocukluğundaki anıların metafiziğidir. Karakteri, olayları ve hayatının geri kalan tüm unsurları hem ayrı ayrı, hem de bir bütün olarak kendisidir. Jesus’un aldığı o sandviç ne anlatmak istiyorsa özünden hiçbir taviz vermeden tüm samimiyetiyle anlatısına devam eden yol arkadaşıydı sadece. Sizce Jesus hangi sanatçıya benzer?