28 Ekim 2016 Cuma

Şah Mat

Bir ileri, yetmedi bir adım çapraz ve de kaleyi harekete geçirelim. Sanırım böyle koruyabilirim veziri. Satrancın yıllardır süre gelen spor mu değil mi tartışmaları can sıkarken, bunlara aldırış etmeden filmler çekiliyor, hatta belki de şu an yeni bir satranç dahisi yeni hedeflerine kenetleniyor. Kim bilir! Satranç günümüzde bile sessizliğini korurken adına nice filmler çekildi. 

Yakın zamanda "Pawn Sacrifice" adıyla çekilen Şah Mat filmi gerçek anlamıyla durgunluk veriyor. Satranç dendi mi akıllara Rusların hegomanyası gelse de bu filmle beraber neredeyse dünyadaki "tek" Amerikan şampiyon da kendini tanıtıyor ya da bilenler için tekrar tekrar hatırlatıyor. 
Hemen büyük bir zevkle Bobby Fischer demeliyim... Amerika'nın tahmini zor olmasa da satranç alanında görebildiği en büyük şampiyon, yetenek dehası...

Savaş yıllarında sorunlu bir anne ile birlikte vermiş olduğu sancı 6 yaşındayken "enleri" olacak satranç ile tanışır. Kısa süre içinde satranç fenomenine dönüşen Fischer'ın "yapmak istediğim tek şey satranç oynamak" sözüne dönüşür. Aynı zamanda bu tutkusu onu daha çabuk olgunlaştırıp, tek amacının satranç oynamak için yaşamaya sürükleyecektir.



13. yaşı ona Amerika'nın gençler şampiyonluğu getirecekti. Zira bu şampiyonlukla boy ölçüşen en genç satranççısı olarak virgül koyacaktı. İlginç tarafı ne biliyor musunuz? 
14 yaşında da en genç Amerika Şampiyonu olacaktı. O zaman biraz daha şaşırmaya devam edelim. 1958 yılı yani 15 yaşında iken satranç tarihinin en genç "büyük ustası" olarak noktasını koydu. 

En azından şimdilik öyle zannedelim. Ezeli ve takıntı haline getirdiği Spassky içinde bir takım planları olacaktı. Bu uğurda "kanun kaçağı" unvanından olacaktı.
Aslında pek de normal biri gibi davranmıyordu. Fakat herkes onu böyle kabullenmişti. Mesela Spassky ile oynadıkları oyunlar endişe verici olsa da merak da uyandırıyordu.

Ve 20 yıl sonra olsa bile yenmeyi başarmıştı. Herkes acımasızca hareket ediyordu. Anti-Amerikan yaklaşımları ve söylemleri başına iş açıyordu. Keza aynı şekilde yahudilik hakkında yaptığı yorumlar Amerika için bardağı taşıran kısımlarıydı. Ancak ne var ki Fischer kollarını açmış bir ülke elbet bulunurdu.
Çok da uzaklarda aramadan İzlanda fırsatı tepmedi. Burada yaptığı hamleleri unutmazsak, İzlanda kıymetlisiydi. Bu yaradılış, yaşam biçimi ve de satranca bakış açısı "Fischer Satrancı" diye not düşülecekti. Açıkçası Bobby Fischer için epey mahlas söylenebilir. Ancak Fischer'ı özetleyen Amerikan olarak doğan "Amerikan şampiyonu" İzlandalı olarak göçüp gider.
Aslında bu da Amerikanlara yapmış olduğu en büyük "şah mat" hamlesi değil miydi?

25 Ekim 2016 Salı

Çıraklıktan Ustalığa; Tony Martin

Bazı sesler vardır, oldukça özeldir fakat büyük değildir. Bir nevi kendi yoluna taş koyarlar. İşte bu durumda o sanatçıyı kariyerini istikrar kelimesinin epey uzağına taşır. Üstelik kendi elleriyle. Tony Martin ismine pek de aşina olmayabilirsiniz ancak Black Sabbath grubunu duyunca anımsayacaksınız.
Açık konuşmak gerekirse, gereken değerin verilmediği Black Sabbath vokalisti diyerek geçiştirdiğimiz gölgede kalmış bir vokalist... Tüm Tony Martin'ler için geçerli bir cümle değil!

Alman bisikletçi, Tony Martin tüm olumsuzluklara karşı gelmeyi açık yüreklilikle gösteriyor. İşin ilginç tarafı öyle aman aman başarılarla gündemi doldurmuyor. Sakin duran fakat gerektiği zaman gerektiği yarışta adından söz ettirmeyi başarıyor. Ve bunun devamı gelecek türden... Net!

Bu yıl 2016 UCI Dünya Yol Bisikleti Şampiyonası biraz farklı bir atmosferde, rota da gerçekleşti. Biz Katar'ın başkenti Doha da düzenlenmesine alışmaya çalıştıkça bisiklet dünyasına damgasını vuran Peter Sagan medyayı çalkalıyordu.



Gizli kahraman gökkuşağı mayonun keyfini sürerken... Bireysel zamana karşı yarışın, podyumun ilk basamağına çıkan Alman bisikletçi Tony Martin bununla beraber Fabian Cancellara'nın 4. kez Dünya Şampiyonluğuna ortak oldu. Ona üstün Alman teknolojisi dersek haksızlık etmiş olmayız. 
2012 yılında da Omega Pharma takımıyla zamana karşı ve bireysel zamana karşı üst üste dünya şampiyonu olarak gökkuşağı mayoyu sırtında taşımaya tekrar tekrar hak kazanmış teknoloji!

Bunun yanı sıra 2013 yılında da İtalya ve Fransa turlarını boş geçmedi, Tony Martin. Öyle yarışları var ki; tekrar tekrar izleme sebebi olabiliyor.
2014 Fransa Bisiklet turunun 9. etabını neredeyse tamamını forse ederek kazandı. Bu etabı özel kılan ise; zamana karşı yarışlarda rakip tanımamasına rağmen, tırmanış etabı olan 9. etabı zaferle sonuçlandırdı. Tony Martin'i Tony Martin yapan özelliklerden biri ise; tırmanış etaplarında dahi selesinden kalkmayarak yollara meydan okumasıdır.

Aslında Alman panzeri hikayesine 2010 yılında başlaı. 2012, 2013 derken hiçbir yılı pas geçmeden zamana karşı yarışların kralı oldu. Saniye hatta salise farklılıkları ile Cancellara ve Froome karşı kaybettiği sarı mayo kehanetini yenmek için şu saatler de yayınlanmış 2017 tour de france iple çekiyor olacak...
2017 beklemeden tozlu raflara dönmeden olmaz. Nibali, Froome, Contadar, Sagan, Cavendish, Valverde gibi tüm klasik bisikletçiler oradaydı. Martin de. Tour de France tarihinin en epik ve efsanevi galibiyetini aldı. Yetti mi? Hiç sanmıyorum. Asıl oyun şimdi başlıyor. To be Contiuned 2017...

21 Ekim 2016 Cuma

Şans... Aras Yetiş

Küçükken, özellikle erkekler futbolcu olmak isterler. Neden Futbol? Aralarından elbette sıyrılanlar da var. Bu konuda yanlışımız var. Açık ve net! İngiltere'ye hep futbolun beşiği diye dillendirdik. Yanlış ama doğru!
Sadece futbolun değil, sporun beşiği. Biraz daha özelleştirirsek Snooker'ın da!
Atılan enfes bir gol değil, dillere destan bir smaç hiç değil... Belki Federer'in rakip sahaya bıraktığı drop shot olabilir ama konumuz ağırlıklı snooker üzerine. Konuğum Aras Yetiş!

Son zamanlarda kendisini Socrates Dergisine, zira snooker ve tenis üzerine yazdığı yazıların alameti farikalarını okurken buluyoruz. Tabi Eurosport'ta mikrofon başında bizleri heyecanlandıran başında da yine Aras Yetiş var. Biraz geçmişe dönerek başlayan sohbetimiz, gelecek hedeflerine kadar uzandık.
      Sporseverler olarak, kısmende olsa Aras Yetiş'i tanıyoruz. Peki gerçekte Aras Yetiş kimdir?
2 Şubat 1990’da İstanbul’da doğdum. Spora hep çok meraklıydım fakat her şeyden biraz biraz yapma şansım oldu. Biraz yüzme, biraz basketbol, biraz tenis… Eğitim hayatımın çok büyük çoğunluğu Şişli Terakki’de geçti ve onun devamında da İstanbul Bilgi Üniversitesi, Reklamcılık bölümünü bitirdim. Okul sonrası da reklam sektörü içerisinde işe başladım. Türkiye’nin en iyi medya satın alma ajanslarından biri olan Mindshare’da bir yıla kadar çalışma şansım oldu. Mükemmel bir ekiple çalıştım ve harika arkadaşlar edindim ancak aklımda hep başka bir şey yapmak vardı...
      Eurosport başlangıç hikayen de oldukça "şans" barındıran, ilginç bir anısı var...
Kesinlikle öyle. Aslında üniversitenin son yılına kadar aklımda böyle bir şey yoktu. O yıl okulu bitirebilmek için zorunlu olarak aldığım radyo dersi için haftada bir program yapmam gerekti. Arkadaşım Ali Rıza’yla birlikte ‘Overrated’ adında haftalık bir program yaptık ve bu esnada epey eğlendik. “Ben galiba mikrofona konuşabilirim” fikri kafama o esnada girdi. Zaten yılların Eurosport izleyicisi olarak aklıma gelen tek kurum orası oldu. Ajansta çalışırken de aklımda hep bu işi yapmak vardı. Hatta Eurosport’un vadesi dolmuş iş ilanlarına bile cv gönderdim, fakat sonuç alamıyordum.

Bir gün sürekli olarak Beşiktaş’ta bilardo oynadığım kafede Eurosport’tan Emre Yazıcıol’u gördüm ve durumu kendisiyle paylaştım. Benimle çok ilgilendi ve isteğimi Eurosport’un başındaki Bağış Erten’e iletti. Kendimi bir anda Bağış Abi’yle görüşürken buldum. İlk etapta bu bir stajdı tabii fakat ben en küçük ihtimali bile kovalamaya hazırdım, dolayısıyla da işimden üzülerek de olsa istifa ettim ve 2014 yılı sonunda Eurosport maceram başladı.
      Türkiye'de "kutsanmış" futbol dışındaki sporlara sence yaklaşım nasıl? Sanki yeni yeni kırılmaya başlandı gibi!
Ben bu konuda karamsar değilim. Evet, futbol dünya geneline bakıldığında sporu domine eden bir oyun halinde, ancak basketbol ve tenis gibi sporların varlığı da çok güçlü. Basketbolda Ülkemizin Euroleague ve Eurocup'taki başarıları ve ilerleyişi basketbolu bir numaralı ilgi odağı yaptı. Türkiye'nin basketbol ligi neredeyse Avrupa'nın bir numarası. Zaten Eurosport aracılığıyla çok farklı sporların da nasıl ilgi gördüğünü biliyoruz. Bisiklet ve snooker gibi ciddi örnekler mevcut. Yani her sporun müşterisi var, kimisi daha geniş kimisi daha butik…

Türkiye’de sadece kulüp basketbolu değil teniste de altın dönemlerini yaşıyor. Yıllarca Marsel İlhan neredeyse tek başına adımızı en üst seviyede duyurmaya çalıştı ama artık Çağla Büyükakçay ve İpek Soylu da var.  Çağla bu sezon WTA seviyesinde turnuva kazandı, olimpiyat oyunlarına katıldı ve 60. basamağa kadar yükseldi. İzmir'deki Challenger Turnuvasında Cem İlkel ve Marsel İlhan'ın oynadığı final de çok mühimdi. 2016 Türkiye tenisi tarihine geçen bir yıl oldu.
      Yakın zamanda senin World Open ile birlikte snooker için mikrofon başında olduğunu biliyoruz. Neredeyse esamesi okunmayan bilardonun bile bunlara aldırış etmeden, ısrarla snooker'a devam mı? 
Öyle bir spor ki Snooker kendi evi Britanya'da bile artık 1980'lerde olduğu popülaritesinden uzak. Esamesi okunmama demeyelim, kendine has bir kitlesi var hâlâ. Çin çok uzun yıllardır yatırım yapıyor ve oyun orada çok popüler. Britanya zaten snooker’ın mutfağı, Kıta Avrupa'sında biraz hareketlenme var. Mesela bu sezon Romanya’da turnuva düzenlendi, Almanya yıllardır tura iyi katkı veriyor.
Snooker'ın başındaki Barry Hearn bu oyunu biraz daha globalleştirmeye çalışıyor ve bence başarıyor da. Özellikle son dönemde Britanya snooker izleyicisini hareketlendirmek için ortaya attığı ‘Home Nations Series’ turnuvaları da bence onun keskin zekasının bir kanıtı. Çünkü ne de olsa oyuncularda Ada’da turnuva oynamayı hep daha çok sevmiştir.
      Örneğin Amerika'da en popüler sporun basketbol olduğu sanılır ama Amerikan futboludur gerçekte... Snooker için de fazla uzun olması sebep mi?
Kimsenin oturup da snooker izleyecek kadar vakti yok artık. 5-6 saatlik ucu açık maçlar… 1985 Snooker Avrupa finali gece 2'ye kadar sürdü mesela.  Steve Davis ile Dennis Taylor arasında oynanan Britanya tarihinin halen daha en çok izlenen gece yarısı yayını. 80'ler de çok fazla izleniyormuş çünkü o dönem renkli televizyonlarda renkli bir spor, yeşil masa, renkli toplar, baya değişik karakterler... Yani insanların o dönemde sevmesi çok normal. Fakat yavaş yavaş sıkılma demeyelim ama alışmaları da aynı oranda normal. Günümüzde Barry Hearn maç formatlarını daha kısa tutarak, biraz turnuvaları revize ederek oyunu canlı tutmayı başarıyor. Eğer 2010'da o başa gelmese snooker şu an sürünüyor olabilirdi. Hearn 80'ler atmosferini çok iyi bilen biri ki zaten dönemin en büyüğü Steve Davis'in de menajeri. Bu şekilde giriş yapıyor snooker dünyasına. Oyunu belki henüz o şaşaalı günlerine döndüremese de bir kıpırdanma, elektroşok yaptı. Zaten oyuncular da Hearn döneminde oynamaktan dolayı çok mutlu çünkü daha fazla turnuva, daha fazla para demek.
      Ne yazık ki ülkemizde birkaç haber başlığının altına sıkıştırılıp -spordan bahsettik mi bahsettik- denilip 2-3 tane spor kanalı dışında geçilen cümleler bütününden öteye geçemiyoruz. Ancak Eurosport ile bu kırılmalar başlandı. Biz spor yayıncılığının neresindeyiz?
Öyle bir ülke düşünün ki son güne kadar Olimpiyat yayınları hangi kanalda yapılacağı belli değildi. Bu gerçekten tuhaf bir durum. Spor yayıncılığı konusunda ben o kadar da içler acısı bir durumda olduğumuzu düşünmüyorum. Ne olursa olsun bir çok şeyi izleyebiliyoruz. Eurosport var, sıra dışı bir hizmet veriyor bence. Yayınladığı sporlarla, sadece Türkiye'de değil tüm Avrupa'da da gayet bunu yapıyor. Tivibu örneğin ellerinde fazlasıyla lig var. Oldukça iyi niyetli bir iş yapıyorlar. Yani o kadar da karamsar değiliz ve daha da ilerleyeceğiz. Alttan kaliteli genç bir nesil geliyor, hem yayıncılık konusunda hem anlatım konusunda... Türkiye'nin yayın profilinin artması ile birlikte bence iyiye gideceğiz.
      Futbol ve basketbol pek çok kişiye sorduğumuzda favori spor dalları, peki senin?
Burada kesinlikle tenis ve snooker’ı söyleyebilirim. Ancak snooker’a biraz farklı bakıyorum. Snooker izlemeye 2006 yılında başlamıştım. Eurosport'ta dünya şampiyonasına denk gelmiştim. İlk izlediğim maç sanırım, snooker tarihinin en sıkıcı dünya şampiyonası finaliydi! Graeme Dott - Peter Ebdon maçı... Graeme Dott sanırım 18-17 ile kazanıyordu. Yani iki oyuncu da taktiksel yönü ağır basan oyuncular; Ebdon eski bir dünya şampiyonu, Dott da eski bir finalist. Epeyce sıkıcı bir maç izledim ama sanki bir şey buldum snooker’da. Öncesinde kimseden duymamış olmam olabilir; bana özel bir şeymiş gibi geldi, kendime ait hissettim.
Yıllar içerinde çok abartarak izlemeye başladım. 2010 Dünya Şampiyonası esnasında okula gitmeyip internet kafede maç izlediğimi hatırlıyorum. 
Maç kaçırmayacak seviyede izliyordum. Snooker'a karşı öyle bir hissim var! Yıllar içerinde bunun sadece benimle ile sınırlı kalmadığını  gördüm. Benim ilk spikerlik düşüncemin oluşmasının sebebi bile bu oldu, “Ben snooker anlatabilir miyim?” İlk bu şekilde gelişti aslında. İlk canlı yayınım Polonya'daki küçük bir turnuvanın ilk maçıydı. Mark Selby ve Rory McLeod oynamıştı, gerçekten çok keyifli ve heyecanlıydı.



      Keşke Snooker oyuncusu olsaydım diyor musun?
Olamam ki! Türkiye'de olamazdım... Bunun Türkiye ile bir alakası da yok. Snooker oyuncusu olabileceğiniz ülkeler bir elin parmağını geçmez. Türkiye'de toplasan 10 tane masası vardır belki. Bu konuda asla serzenişim olamaz çünkü Türkiye'de bilardocu olacaksan ya üç bantçı, ya da pool oyuncusu olmak daha olası. Snooker bir gelenek işidir. Çin bile sahip olduğu yetenek havuzuna ve onca yatırıma rağmen henüz bir dünya şampiyonu çıkartamadı.

      Paralimpik ülkemizde pek itibar görmese de izleme fırsatın oldu mu veya takip edebilmen?
Göz atma fırsatım oldu. Paralimpik oyunlara olan ilginin azlığı da üzücü! Olimpiyatların nasıl izlendiğini düşününce, tabi ki paralimpiğin olimpiyat seviyesinde olması zor. Çünkü Olimpiyat dünyanın en popüler spor olayı. Olimpiyatlardan sonra gelen organizasyon, mesela bir grand slam turnuvası da olsa olimpiyat kadar izlenmeyecek. Burada paralimpik olmasının bir önemi yok.
Olimpiyat heyecanı seyirciyi öyle bir yükseltiyor ki ondan sonra gelecek spor organizasyonu aynı etkiyi yakalayamıyor. Paralimpik olimpiyatlardan önce düzenlense insanları hazırlama anlamında ufak ufak ısıtma anlamında daha başarılı olabilirdi bence.

Grand Slam'ler sonrası düzenlenen küçük tenis turnuvalarında da televizyon seyircisi her zaman daha az olur. Çünkü Wawrinka - Djokovic Amerika Açık finalini izledikten sonra hemen bir hafta sonraki küçük bir maçı izlemek insanları tatmin etmez. Paralimpiğin, Olimpiyatların öncesinde olması daha etkili olacaktır.
      Olimpiyatlara öncesi sonrası için ne dersin? Bir beklenti vardı Usain Bolt veya Michael Phelps gibi...
Onlar beklentileri karşıladı zaten. Socrates'in Olimpiyat sayısında kapak düşünürken iki isim üzerinde durduk. Michael Phelps ve Usain Bolt... Birini tercih edecektik, Bolt oldu. Türkiye'den bahsedersek; Amerika, Çin, Büyük Britanya gibi çok büyük spor ekolleri gibi olmasa da çalışıyoruz. Tabi ki güzel işler yapıldı. Adını duyuran sporcularımız oldu. Tutya, Mete güzel işler yaptı. Çağla’yı olimpiyatta izlemek çok özeldi. Mesela Monica Puig'in kazandığı gibi Çağla'da benzer yoldan gidip kazansa çok şaşırırdık... Ama Puig kazanıyorsa Çağla neden kazanamasın?

Şansız bir şekilde ilk maçında maç puanı kullanamadı ve Makarova'ya mağlup oldu. Kadın tenisinde yaptığı işlerle Türkiye'nin değerli oyuncusu, hiç girilmeyen sulara girdi. WTA'de 60 numara gördü. Çağla'nın ivmelenmesinin devam edeceğini düşünüyorum. Mesela Amerika Açık ilk turunda Irina Falconi ile bir maç oynadı... Kazanırken sanki devamlı grand slam oynuyormuşcasına rahattı. Bunlar çok mühim işaretler.
      Tıpkı Eurosport gibi "şanslı" bir hikaye de Socrates için geçerli....
Socrates'teki durumum şöyle gelişti. Eurosport'ta staj yaptığım dönemde Socrates’in gelmekte olduğunu duyuyordum. İçimden diyordum ki “ne güzel, alır okurum.” Boşluk dolduracak bir proje ama uzaktan bakıyordum o dönemde. Kafa olarak Eurosport'a kanalize olduğum için düşünemiyordum. 

Şubat ayı gibi Socrates'in ofisi tutuldu. O esnada da Ikea'dan ofis eşyaları alınmış. Genelde herkesin kurabileceği ve "helal bana, bunu ben yaptım" mutluluğunu yaşayabileceği eşyalardır. Eurosport ofisinde de o sırada Sencer(Yücel) vardı, aynı zamanda Socrates'te de bizimle çalışıyor. ”Ikea ürünleri kuracağız montaj vesaire, elinden gelir mi?” dedi. Bu konuda alçak gönüllü olmayayım benim de fena gelmez. O gün Socrates’e ilk adımımı attım.

O andan itibaren herkesin çok büyük yardımları oldu. Başta Bağış Erten, Caner Eler, Onur Erdem… Türkiye’nin en çok satan spor dergisinde, bana güvenip sayfa emanet ettiler. Keza tüm editör arkadaşlarım da aynı şekilde. Onlara teşekkür etmeden hikayemi anlatırsam eksik kalır...
      Socrates demişken; gerçekten dergi müthiş işlere imzasını atmaya devam ediyor. Socrates nasıl bir araya geldi?

Socrates'in nasıl bir araya geldiğini anlatmak tabii benim işim değil ama Can Öz'ün yayıncılık tarafını üstlendiği, Bağış Erten'in proje sahibi, Caner Eler'in Genel Yayın Yönetmeni ve Onur Erdem'in yazı işleri müdürü olduğu ilk sayısı 2015 Nisan’da çıkan bir oluşum. Her şey yolunda, harika bir ilgi var ve bu bizleri çok mutlu ediyor.
       Socrates yazılarınızdan birinde "Bugünlerde bahar indi" adı altında, Fransa Açık için yazın müjdeleyicisi olarak nitelendirdiniz (Emre Gürkaynak ile birlikte). Aslında toprak zemin olduğundan epey zorlayıcı ve acımasız olarak görülür. Bir de İspanyolların hakimiyeti... Grand Slamleri nitelemek biraz zor gibi ne dersin?
Nadal'dan önce, son kazanan oyuncu işte Gaston Gaudio 2004 yılında. Gaudio'da Arjantinli, ondan önce Juan Carlos Ferrero kazandı ki keza o da İspanyol... 80'lerde İsveçliler başarılıydı Björn Borg ve Mats Wilander gibi. Toprak zeminde yetişenler genelde Fransa Açık'ta başarılı oluyor.

Zorlu çünkü, kortun yapısı gereği toptaki kuvvet emiliyor ve ralliler daha da uzuyor. Mesela Wimbledon'da güçlü bir servisten veya sonra ilk vuruştan hemen winner çıkabilir ama toprak zeminde bu olmayabiliyor. Toprak zemin için çok güçlü olmak, çok uzun maçlara hazır olmak gerekiyor. Dolayısıyla Nadal gibi Djokovic gibi fit ve uzun rallilerde, az basit yapan oyuncular için toprak bir adım önde.

Nadal'ın solak top spinli forehandi yıllarca en önemli silahı oldu. Örneğin Nadal - Federer maçlarının kilididir o! Federer'in tek el backhandine attığı çapraz forehandler... Yıllarca kurduğu hakimiyetin en büyük nedenlerindendi.
      Doping ne yazık ki sporun yarası. Bilhassa bisiklet, atletizm doping ile mücadele verirken üzerine bir de Sharapova'nın doping skandalı ile güven tazelemek neredeyse imkansız hale geldi...
Teniste tabi dopingin muhabbetinin ayyuka çıkması Sharapova ile birlikte oldu. Daha önce ufak tefek söylentiler ve cezalar vardı. Haklılardı haksızlardı demiyorum. Buna yorum yapmak bize düşmez ancak ne olursa Sharapova'nın başına gelen tenise zarar verdi. Sharapova kendi özel kitlesi de olan bir oyuncu, kadın tenisinin reytingine de olumsuz yansıdı.

      Pası tenisten futbola atmak istiyorum her ne kadar futbol takip etmesen de işin içindesin. Türk futbolu bu kadar çok kaosa sürüklenmişken bir şekilde sıyrılıp heyecan katmayı başarıyor. Arkadan gelen jenerasyonları da düşününce nedir futbolun duruşu?
Futbol herkesin sporu! Sokakta kavga eden adam da seyrediyor, holding sahibi de. Herkesin olduğu yerde her türlü şey olabilir. Futbola bir hayli uzağım ama iyi bir jenerasyon geliyor gibi. 
      Kadının yeri ne sporcu olarak ne de spor yorumcusu olarak yer bulamıyor. Tabular yıkılır mı?
Bu tip konular bıçak sırtı biraz! Bence spor izleyicisinde, kadının yerine bakın yavaş yavaş artıyor. Spor medyasında da aynı şekilde. Yıllar yılı Banu Yelkovan harika bir örnek. Kadir Has'ın programına katılan arkadaşlara bakıyorum mesela sen, kendi kendine böyle bir çaba içerisinde, güzel bir emek veriyorsun. Sporda bir şeyler yapmaya hevesle çok fazla kadın var! Tıpkı kadın izleyicisi gibi spor medyasındaki kadın figürü de yükselişte.
      Unutamadığın röportaj veya yayın var mı?
Bir kere şundan bahsetmeliyim; Çağla Büyükakçay röportajını neden unutamıyorum! Sene başında Çağla bize bir sürü hedefinden ve yapmak istediği işlerden bahsetti. Ve hepsini başardı, hatta üstüne çıktı! Dolayısıyla benim için çok özeldi.

Yayın için de ilk canlı yayınım diyebilirim. Sencer ile birlikte yapmıştık ki çok doğru bir hamle olmuştu. Heyecanlı ama çok güzeldi.

      Tenis konusunda da müthiş bilgi birikimine sahip biri olarak Federer hakkında da yorumlarını isterim.
Federer hakkında ne söylesek az kalır. Geçen yıl sponsorluktan 60 milyon dolar kazanmış. Dünyada sponsorluktan 60 milyon dolar kazanan başka bir sporcu yok! Ve Federer geçen yıl gayet kendi standartlarının altındaydı, bu tamamen kort dışındaki kazancı. Öyle bir figür ki Mercedes, Nike, Rolex, Gillette, gibi sponsorları var. Hâlâ en yüksek seyirci potansiyeline sahip tenisçi... Bugün, “tenisi bırakıyorum” dese oyun çok kan kaybeder! Ancak ben en azından döndükten sonra bir yıl daha oynayacağını düşünüyorum.
      Favori sporcuların?
Kesinlikle Michael Jordan, çocukluğumda onu tanrı gibi görüyordum. Yine Brezilyalı Ronaldo ve Del Piero’yu da çok severdim. Futbolu sorarsan şu anda Buffon. Zaten kendim de ara sıra halı sahada kalecilik yapıyorum...

18 Ekim 2016 Salı

Gözü Yükseklerde Olanlar İçin; Simona Halep

Sıra sütlerin paketlenmesine gelmişti. İşler o kadar büyümüştü ki, Sageata'nın artık yeni bir eleman alması gerekebilirdi. Küçük de olsa kızı Simona babasına olabildiğince yardım etmeye çalışıyordu. Ancak babasının, çocuklarının geleceği hakkında fikirleri vardı. 
Kesinlikle sporla iç içe olmalılardı. Sonuçta kendisi de eskiden futbol için ter dökmüş biriydi. Fakat bu sefer futbol değil tenis olacaktı. 

Simona Halep'in geleceği, küçük bir çocuğun süt taşıma sevdası ile başlamışken WTA sıralamasında ilk 10'dan vazgeçmesi beklenemez. Beklenmemeli! 4 yaşında başlayan kort tutkusu, abisinin de adım atması sonucunda geleceğine sarılmış olacaktı.
Yıllar zamana karşı gelemedikçe bu yarıştan abisi de payına düşeni alacaktı. 16 yaşında tenis kariyerini bir basamak ileriye taşıyabilmek adına Bükreş'e taşınacaktı. Romanya ona epey uğurlu gelecekti. 

Küçük ITF turnuvalarında aldığı dereceler beraberinde cebini dolduracaktı. Önce kendisi gibi hırslı Elena Bogdan'ı daha sonra da Vongsouthi'ye karşı yüzü gülecekti. Günbegün gelişim kaydeden Halep, İsveç'teki ITF'i alarak güven tazeliyordu.
Gerçek anlamda 2008 yılının Nisan ayında ciddi başarılara tanık edecekti bizleri. Vakit kaybetmeden Roland Garros'a katılarak Grand Slam tecrübesini acı bir şekilde tadacaktı. 



Bu sırada ITF'yi, yalnız bırakmayacaktı pek tabi ki... Maribar, Minsk turnuvalarıyla kesesini dolduracaktı. Zaman ilerledikçe Halep başarıya giden yolda bazı ödünler vermesi gerektiğinin farkına varacaktı. Önce küçük rötuşlarla bedenini inceltecekti. Tabi bu mecazi bir anlam taşırken, hızını yükseltebilmek için "bıçak altına" yatmayacağı anlamına gelmiyordu. 
Ve bu onun çıkış bileti olacaktı. Yine de bir türlü Grand Slam adına finale kadar gelse de kupanın kulpunu tutmayı başaramayacaktı. En azından şimdilik. 

En nihayetinde 2014 yılında Fransa Açık finali yüzü gördü. Ancak yılların tecrübeli raketi Maria Sharapova'ya engel olamadı. Es kaza 2014 yılı Simona Halep'in yılı olabilirdi. Avustralya Açık veya Wimbledon'ın kıyısından dönmek zorunda kaldı. 
Fena sayılmayan bir kariyer ve tam olarak 5. sırayı parsellemiş Halep'in arkasında artık sadece babası değil, manevi babası Gheorghe Hagi var...

Aynı topraklarda büyüyen bu ikili için Simona Halep kısmı epey önem arz ediyor. En büyük destekçinin Hagi olması, rakiplerinin önüne taşıması için imtiyaz sayılabilir. 
Küçükken taşıdığı süt şişeleri, yerini raketine bırakmış yakın geleceğin en iyi tenisçilerinden biri olarak gösterilebilir. Açıkçası bunu bir tek ben söylemiyorum!

14 Ekim 2016 Cuma

Bir Gabby Douglas Hikayesi!

Jimnastik deyince akıllara Ruslar veya Çinliler gelir. Şüphesiz! Atletizm de koşanlar içinse Afrikalılar tavşan misali hızlarına yetişmek ne mümkün! Buna da şüphe yok. Daha önemli sporlardan biri ise bel kemiği yüzme. Amerikalılar sırayı kimseye kaptırmaz. Geçmişten geleceğe adeta kitabını yazan Amerikalılar. Bir de Michael Phelps gerçeği…

İnsanların sınırlarını aşmak istemediği siyahi, beyaz tenli veyahut insan ayrımına “dur” diyebilecek bir isim var artık. Yani en azından, başarıları ile son noktayı koyabilecek…
İlk Afrika kökenli Amerikalı Gabby Douglas tabiri caizse ailesi tarafından “yemeyip yedirilen, giymeyip giydirilen” bilhassa varını yoğunu ortaya koyan kardeşleri ve annesi tarafından imkansız olmadığını ispatladılar. 
Tek başına, çocuk başına, hedef olarak koyduğu Olimpiyatlarda yarışmak! Zira madalya kazanarak uğruna Olimpiyat tarihinin ilk Afro-Amerikalısı olmayı da başardı. Aslında kelimelere dayatılarak önümüze sunulması oldukça rahatsız edici. Çünkü o sadece hedefleri doğrultusunda hareket eden bir çocuk sadece.


6 yaşında iken kardeşleri ve annesinin ikna çabaları sonuç vermiş, 2002 yılıyla birlikte jimnastik eğitimine başlamış. Bu içindeki istek ve yeteneğin dışa vurumu 2 yıl içinde kendini göstermeye başlayacaktı. Eyalet şampiyonluğu ile etrafındaki herkese korku salmayı başarmıştı. Çünkü ciddi anlamda baş edemeyecekleri biri vardı.
14 yaşında ailesini arkada bırakmak zorunda kalacaktı. “Karar verme” yetisine çocuk yaşta başlayan Gabby Douglas için kararlar sık sık kapısını çalacaktı. Aldığı jimnastik eğitimi daha fazla güçlendirmek adına Des Moines’e taşınacaktı. Burada giderek artan başarılar beraberinde milli takımın kapılarını açacaktı. Tabi bu süreç beklenenden biraz yavaş gerçekleşecekti.

2011 yılında Amerika Birleşik Devletlerinin altın madalyalı ekibin bir parçası olacaktı. İpler koptuğu noktada kendisinin iyice farkına varan Gabby, 2012 Londra ve Seattle Olimpiyat Oyunları ile önünü açtı. Malumunuz yakın geçmiş Rio Olimpiyatlarında takım olarak kazandıkları altın madalya gücünü perçinleyecekti.
Gabby Douglas, zorluklar içinde büyümeye çalışan çocuk iken yeteneğinin keşfini yapan ve bunun için özveride bulunan Douglas ailesi, hayalini gerçekleştirebilmek için imkansız olmadığını kanıtlamaya çalışıyorlar. Bence oldu bu iş!


Bir başkası için değil. Bizzat kendisi için! Aslında o sadece Olimpiyatlar bazında değil, rengin önemsizliğini de kanıtladı. Kendi adına 2014 yapımı filmi bulunan, onca yıl spora emeğini veren efsane sporcuların dahi filmi olmazken adına belgesel çekilmesi… Ve henüz yolun başında. 

11 Ekim 2016 Salı

Splash "Kardeş"

O, yorumcuların belli başlı kalıplara sığdıramadığı bir adam Klay Thompson. ESPN spikerlerinden Steve Kerr, Thompson için; "Duymazsınız. Nadiren konuşur. Ama o adam tam bir basketbolcu." Asıl istenen bu değil midir?
Konuşma ve sadece işini yap! Aradığımız kan tam olarak Klay Thompson. Çocuk yaşta Oregon'a taşınan Thompson, burada daha sonra NBA'de parkeyi paylaşacak Kevin Love ile yolları kesişecekti. Birçok takımda beraber oynayarak küçük yaşta göz doldurmaya başlayacaklardı.

Klay Thompson göçebe hayatına aralıksız devam edecekti. California'ya tekrar geri taşınan ve burada eyalet şampiyonluğu kazanarak, final maçında 7 üçlük atarak hem rekor kırdı hem de MVP olma yolunu açtı. Arkasından çaylak takımının en iyi beşine seçildi. 
Bunlar CV'sine eklendikçe 2011'de NBA draftına 11. sıradan Golden State Warriors takımı tarafından draft edilmiş oldu. 
Perdeyi açan draft hamlesinden sonra takımında bulunan Monta Ellis'in varlığı nedeniyle fazlasıyla yavaş giriş yapmış oldu.
Ancak en iyi yapmış olduğu işlerden biri de potansiyelini fark ettirmek olacaktı ki, bu konuda Golden State Warriors'un yöneticileri de önünü açmayı ihmal etmeyeceklerdi.



2012-2013 sezonuyla beraber Stephen Curry ile beraber fileleri coşturmaya doyamayacaklardı (483 üçlük). İşte bu başlangıç onlara Splash Kardeşleri hediye edecekti. O sezon Warriors'ta kariyerinde ilk play-off oynama başarısının mimarlarındandı. Hemen bir sonraki sezon 484 üçlük atarak rekorlarını pekiştirmişlerdi. Her an yeni bir rekora koşan ikilide 2014-2015 sezonuyla başarıları taçlanacaktı.

Thompson o sezon hem All-Star hem de NBA şampiyonluğunu tadacaktı. Fakat bu kadar iyi giden kariyere çomak sokan medyasız olmazdı. Olamazdı!
Sürekli Stephen Curry'nin öne çıkartılması, imkansızı başaranın tek bir isme bağlanması... İkinci plana atılan Klay Thompson oluşu... Bu kadar sersemletilen olaylar silsilesini önemsemiyor olması; Doğrusu, Thompson'ı zerre sarsmıyordu. 

Sadece Warriors'ın en iyi şütörü değildi aynı zamanda ABD takımının en önemli üçlük makinasıydı. Elbette tek başına değil! Unutmayın ki basketbol takım oyunudur. Stephen Curry ile olan birlikteliği Warriors'u sırtlarken asla yeteneklerinden ve potansiyelinden taviz vermedi. 
Onlar sadece Splash Brothers olarak orta sahadan üçlük gönderen takım arkadaşlarıydı. Daha fazlasına asla fırsat vermedi. "Kimsenin benden önde olmasını asla kabul etmeyeceğim" dedi Spalsh Brother...

7 Ekim 2016 Cuma

Fransa'nın Kıyısından ya da İçinden Geçenler!

Yaklaşık 2-3 yıldır Fransa'nın cazibesine dayanamayan tabiat ana turnuva perdesini aralamadan haftalarca süren sağanak yağışlar ve korku filminin sahnesini aratmayan şimşekler Roland Garros'a eşlik ediyor.
Bu yıl da pek ala farksız değildi. Hatta şiddetini ve gücünü bir adım öteye taşıdı. Nehirler taştı. Zira Paris'te hayat durma noktasına kadar geldi. Bilakis Fransa Açık'ta karşılaşmaları bir gün tamamıyla iptal edildi ki bu neredeyse toprak zeminin görmüş olduğu zulümdü.

Dünyanın tek toprak grand slami böyle olunca hafızaları, güneşli günleri tazeleme zamanı gelmiş demektir. Bu soğuk ve düşünceli havanın bu yıl ki kazananı sonunda Djokovic'ti, tırnak içinde söyleyip Fransa Açığı farklı kılan yüzlere çevirelim yüzümüzü.

Rafael Nadal’ın Paris’te ve genel anlamda topraktaki karnesi belli. 2005’ten beri katıldığı Roland Garros’ta oynadığı 53 maçın 52’sinden zaferle ayrıldı. Nadal'ın Fransa Açığı domine etmeden önceki hemen isim ise pek tanıdık değil!


Şu bir kaçınılmaz... Toprak sahada İspanyol kökenli sporcuların egemenliği tartışmasız Fransa'yı sırtlıyor. Açıkçası işlerini de çok iyi biliyorlar. 2005'ten hemen önce yani Nadal'ın toprak krallığını kurmadan hemen önceki yıl, Arjantinli Gaston Gaudio'nun bıraktığı dropshot'ları, etkileyici tek el backhand'lerini tekrar tekrar izlerken bulduk.

Aslında Gaudio'nun hikayesi ne bir kendini beğenmiş zengin çocuk edasıyla ne de parasız çocuk mağdurluğunu göremezsiniz. Tamamen tırnaklarıyla kazınmış bir yaşam kesiti. Gaudio çok küçük yaşlarda iken, her Güney Amerikalı erkek gibi soluğu futbolda almış, yetmemiş rugby'e merak sarmış. Fark etmiş ki bunları sadece halkın ayak uydurmasıyla yaptığını anlayınca ve de bir takım maddi yetersizlikler sonucunda raketini geliştirmeye başlamış.
Bu konuda oldukça şanslı ki baş öğreticisi Roberto Carruthers ile toprağa basmış.

2000 yılların sürpriz isimlerinden başı çekiyor. 2004 yılının güneşli Roland Garros'un da final için son hazırlıklar yapılmıştı. İki yanda da Arjantinli topraklar varken taraf tutmak epey zor oldu. Maçın akışı bu konuda da pek yardımcı olmazken çekişmeli maçın sonunda hayatının en önemli saatlerini ve şampiyonluğunu yaşayan taraf Guillermo Coria değildi. Asla mücadeleyi bırakmadı fakat karşısında gözünü şampiyonluk bürüyen Gaudio vardı.



Haksızlığa asla tahammülüm yoktur. Toprak sahada bir ülke var ki beklenilmeyenleri aldırış etmeden yerine getiriyor. İsveç, buzdağın arkasındaki cevher. Stefan Edberg, Björn Borg efsaneleri şöyle dursun, kariyerinde 8 tekler turnuvası kazanan Robin Söderling'in, en büyük başarısı 2009 yılında, 4. turda Nadal'a boyun eğmeyen ve hemen bir sonraki  yıl hızını alamadan da çeyrek finalde ekselansları eleyerek Fransa Açık'ta final görmüştür. Final deyip geçmeyin, toprak zeminin şakası yoktur. Finale gelebilmek dahi başarı hanesi adına büyük kazançtır.


Eğer şansınıza hava fecaat değil ise toprak zemini bizzat yerinde koklamalısınız. Esasında yağmur yağarsa da gitmelisiniz. Çünkü yağmurla birlikte toprak kokusunun keskin havasına kendinizi bırakmalısınız.

4 Ekim 2016 Salı

Stockholm Sendromu mu?

Refah seviyesinin en üst noktasına kanalize olmak, tatil için değil çoğunlukla medeniyet kelimesinin bizzat yaşadığı nadide ülkelerden biri İsveç. İş telaşları, trafik keşmekeşi, siyasi gündem vesaireye odaklanmak yerine, önünüzden vızır vızır bisikletlileri, fazlasıyla kurallara uyan insanları veya hiç beklenmedik bir soğuk ülke için toprak kortları görmek sizi şaşırtmasın...

Bir zamanlar Björn Borg'un bu eşsiz şehirden geldiğini düşününce, Borg'un her klas hareketinin temel taşlarını da bulmuş olacaksınız.
Akla hayale gelmese de İsveç'te tenis için biçilmiş bir kaftan. Yalnız konum tenis değil, zira ülke tanıtımı işine de girmeyeceğim ki İkea sponsorluğunda dünya çapında küçük tanıtımlarla buz dağımıza inebiliyorlar.

Seyirci ortalamalarının yüksek olmadığının altını çizerek bizdeki gibi izdiham, bilgisayarların kitlenmesi gibi 21. y.y hareketlerini kesinlikle yaşamıyorlar. Talepte etkili bir unsur tabi. Ateşli taraftar veyahut tamamıyla takımının renklerine bürünmüş "çılgın" insanlar görmeniz biraz zor.



Yine de Stockholm'da dünya da eşi benzeri görülmeyen seronomi yaşandı. İsveç Ligi yani Allsvenskan liginin 22. haftası oynanırken AIK Stockholm takımı ile Gefle takımının oynayacağı maça çıkarken, çocuklar yerine kulübün en eski üyelerin desteği ile yeşil sahaya çıktılar.
Her iki takımında yaşlı taraftarlarıyla renkli görüntülere sahne oldu. 

Bu taraftarlar arasında eski UEFA başkanı Lennart Johansson da yerini aldı. Tüm mütevaziliği ile. Maçın skorunu pek merak eden olmadı çünkü ateşli bir taraftar desteği de olmayınca kaliteli meç seyri de olmuyor.
Ancak maçın ayrı bir dakikasına değinmeden geçemeyeceğim. Dakikalar 27'yi gösterdiğinde tüm tribünleri (yaklaşık 13 bin kişi) aynı anda hareket ettiği saniyelerdi. 

Yıllarca AIK formasının elleri olan Ivan Turina 2013 yılında geçirdiği kalp krizi sonucu 32 yaşında hayatını kaybetti. 27 numaralı olmasının anısına hep bir ağızdan tezahüratını yaptılar. 1-0 AIK Stckholm kazandığı maçtan gol dışında unutulmaz anlardı Turina için paylaşılan sevgi gösterisi.

İsveç futbolu dünyanın neresinde tartışılır belki ama futbola eğlencenin ötesinde pek de anlam yüklemeyen biraz kalabalık oluşturan kemikleşmiş taraftarı için asla şikayet edilmemeli. 
Belki beceriksiz forvetler için. Dahası mı bir İsveç havası almalısınız. Bisiklet kültürü için, yeni Björn Borg veya futbolu canlandırmak için...