29 Nisan 2016 Cuma

I Feel Devotion

Bu sene en verimli topraklarımız basketbol oldu. Ve de devam edecek türden. Mesela son 5 yıldır Avrupa'ya ve hatta dünyaya voleybol alanında bir hayli ünümüzü saldık. Dünya şampiyonlukları, Avrupa dereceleri derken beklentileri ve çıtayı yükselten voleybol takımımızın yanına sonunda basketbolu da eklemeyi başardık. Lakin bu yeni bir haber değil. 

Gençler kategorisinde uzun yıllardır, altın, gümüş madalyaları görücüye çıkarmıştık. A milli takım veya üst ligler de olmadığı için dillendirilmiyordu. Şimdi sırada Avrupa kupalarına bir adım kaldı.
Fenerbahçe Obradovic ile yeni bir ruh kazandı, evet ama bir türlü sonunu getiremiyordu. Takımdan kendine yer bulamayanlar, ilk beşte kemikleşmiş bir grup...
Dolayısıyla, kalanlar ve gidenler sonunda yeni bir takım oluşturdu Obradovic. Bir önceki Euroleague'in rövanşı için sunulmuş bir nimet vardı ve sonuna kadar çok iyi kullandı. İşin aslı kullanmaya da devam ediyor.

Geçen yıl Final-Four (F4) yolundaki Real Madrid mağlubiyetini sindiremeyen Obra bu yıl Euroleague'de takımından daha çok kendisinin ismi daha sık duyar olduk. Zira basketbolculuk kariyerinden kalan tecrübe ve birikimler ona galibiyet, kupa ve zaferler olarak geriye dönüyordu. 

2016 yılı F4 öncesi kaderin bir cilvesi olacak ki karşısına Real Madrid takımını çıkartacaktı. Obra affetmedi. 3-0'lık ağır bir serinin ardından dökülen tek cümle; intikam soğuk yenen bir yemekti. Gelelim finale, Eurocup'a...



Her şey Euroleague'in Galatasaray'a red cevabı ile başlamıştı. İtirazlar nafile... Bir hırsla Eurocup kupasına hızlı giriş yaptı. Aralıksız galibiyetler beraberinde grup liderliğini garantilemesiyle ödüllendirilmişti. Mccollum, Caleb Green gibi mühim oyuncuların talihsiz sakatlıkları bir ara zor duruma getirse de Ergin Ataman'ın zor günlerin hocası olarak planını sağlam kazığa bağlamıştı.

Onun harareti ve ateşi sayesinde takım her zaman dik ve hazırdı. Zaragoza, Sassari ve Olaj son 32'li grubun mağdurları olurken; karşılarına çok yakinen tanıdıkları Karşıyaka çıktı. Ve sonuç belli!
Ardından Bayern Münih... Korkulan takımdı, çünkü adı vardı. Yine de önlerine hangi takım çıkarsa çıksın Ergin hocanın B planıyla karşılaştılar. Heyecanın tavan yaptığı, uykuların kaçtığı Gran Canaria maçında ise finale uçan pek tabi ki Galatasaray'dı. 

....Final heyecanına hazır mıyız?
Strasbourg'du rakip; bir Fransa'ya bir Türkiye'ye gidecekti kupa. Ne var ki kupanın kolundan tutan Galatasaray oldu. Diğer kulpundan kaptan Sinan Güler'in kollarında Abdi İpekçi'ye yükseldi. Eee Hoşgeldin Euroleague'e....

26 Nisan 2016 Salı

Futbol Bu, Merak Konusu!

Üniversiteden mezun olduğumdan beri görüşemediğim arkadaşlarımdan bazılarıyla yakın zamanda buluşma imkanı buldum. Her kafadan bir ses, merakla birbirine sorular sorulurken en nihayetinde konu bir şekilde futbola geldi. 
Klasikleşmiş, hatta gelenekselleşmiş sohbetlerimizin olmazsa olmazıdır. Unutmamışlar ki benim spora olan ilgimi bana hücum edercesine bilhassa futbolla ilgili soru bombardımanına tutmaya başladır. Hafif alaycı...

Bir anda bir sessizlik ve tek bir soru yükseldi. "Peki, dünyada kurulan ilk futbol takımını biliyor musunuz?" diye atıldım. Şaşkın bakışlarla birbirlerine bakarlarken, telefonlarından Google amcaya danışmaya başlamışlardı bile. Buradan otomatik olarak bir soru doğuyor. 
Futbol sadece günümüzde oynanan maçlar, transferler, milyon dolarların, Euro'ların akıtıldığı finansal bir mecra mı? Bu soruyu düşüne durun, ben ilk futbol takımının kimdir neyin fesidir bir geçiş yapayım.



O gün bu soruyu ben sordum ama cevabı tam olarak bilmiyordum. İngilizler futbolun tarihine not düşerken, başlangıcını da yazmayı unutmamışlardı. 1857 yılında kurulan Sheffield F.C kulübü temellerini atmıştı. Bugünkü kuralları ilede değil üstelik. Örneğin; ofsayt diye bir kuraldan söz etmek mümkün değildi. Elle müdahale serbestti. 
Faul kelimesinin henüz tanımı yapılmamıştı. Ancak ilerleyen zamanla birlikte şekil değiştirmeye başladı. Bu bakışla; futbolun herhangi bir türünü oynayarak açılış yapan ilk kulüp. 

Daha başka rivayetlere göre Çinlilerin futbol benzeri bir oyunla ilk futbol oynanılan yer olduğu söylentileri de kol gezmekte. Dikkat, made in P.R.C....
Emin olduğumuz bir konu Sheffield F.C'nin ilk futbol kulübü olduğudur. Kurulduğundan 6-7 yıl sonra ise İngiltere futbol federasyonu kurularak (FA) futbolu, modernize edilmesi için ilk adımı attı. FA kurulanana kadar Sheffield kendi kurallarıyla, kendi futbolunu oynuyordu.

Aynı zamanda bir okulun etkisi altında olmadan kurulan da ilk takım. Sheffield'ı bir başka ilk yapan özelliği ise hemen komşusu olan Hallam F.C ile beraber oynadığı ilk derbi maçını yapmış olmaları. Zira bu derbi ile kesin bilgilere dayandırarak söylemek zor. Yinede elimizdeki en olur ve tek bilgi! 
Daha enteresan olanı bizler İstanbul'da Sheffield'ı tartışırken, kaç İngiliz Türkiye'de kurulan ilk Türk takımının "Black Stocking Football Club" olduğunu biliyor ya da sohbet konusu yapıyorlardır.
Karamsar olmak pek tarzım değil ama... Hiç sanmıyorum.

22 Nisan 2016 Cuma

Ah Şu Almanlar!!! Marcel Kittel

Her şeyi tanımlayabilmek mümkün mü? Her şeyi! Sorunun cevabı sizde saklı. Bazen hissetmek gerek, bir ressamın her fırça darbesiyle oluşturduğu tabloyu veya belki de her gün dinlediğiniz müziği. Zaten hissettiğimiz an vücudumuz da size ayak uydurmuyor mu? Ya da farkında olmadan mırıldanmalar...
Bisiklette böyle bir spordur işte. Esasında bisiklette takım sporudur. Ancak ne var ki selenin üstünde tek başınasınız.

Takım sporcuyu bir yere kadar taşır ve ondan sonrasını karşı taraftan bekler. Fikrimce velespitin en çekici yanı bütünün içinde tek olmanız! Bisiklet deyince de akıllara Hollanda, Belçika ülkelerinin yanı sıra, Tour de France geliyor. 
Gelin biz buna Benelüx Turu diyelim. Eee çıkalım o zaman yola. 2012 yılının Ağustos ayında Eneco Tour'a götüreceğim. Kısaca Eneco'dan bahsetmek gerekirse; 1948 yılında açılışını yapsa da yıllar yıllar sonra meyvesini verecekti. Hem maddi açıdan hem de medyanın ilgisizliği bir araya gelince organizasyon yapısında değişikliğe gidilmesine karar verildi. En başta arkalarına Eneco Enerji firmasını aldılar. Bunları da yeterli görmediler.



Hollanda, Belçika ve Lüksemburg'u içine alacak bir tur olarak şeklini almaya başladı. Zaman olarak da Ağustos seçince eksik parçalar tamamlandı gibi. Eksikleri yolların rotasını çizecek sporculardı. Şimdi 2012 yılının sıcağına dönme vakti.
Vuelta ile Giro'yla veya Tour de France ile boy ölçüşebilecek bir yarış oluşturulmaya çalışıldığı dönemde var olmaya çalıştılar. Kadim turları yerini dolduramadı tabi ki. Ama son yıllarda Boonen, Cavendish gibi isimlerin katılmasıyla zira şampiyon olmalarıyla dikkat çekmeyi başardı. 

Zorlu bir yıl geçiren Marcel Kittel Benelüx ile birleştikleri tur. Şansızlıklar peşini bırakmazken şeytanın bacağını kıracağını hissediyordu.Nasıl mı?
Eneco'nun ilk etabını kazanmıştı. Yeterli değildi. Sonra yeniden bir "lastik patlaması" Ama onu durduramadı. Kittel 4. etaba geldiğinde, takım arkadaşları (Argos Shimano) tarafından yarışın son dakikaları boyunca rüzgardan korumaları kendisini ileriye taşıyabilmek adına el pençe divan olmaları etap liderliğine taşıdı.

Kittel son saniyelerde tek başınaydı. Yolu, rüzgarı, rekabeti ve şampiyonluğu hissederek uzandı liderlik koltuğuna ve sonunda takımına teşekkür mesajlarına. Alman sporcunun büyük turlardaki etap birinciliklerini göz ardı etmemek gerek... 3 kez Fransa, 1 kez İspanya'daki sıçrayışı Cavendish ve vatandaşı Boonen'e göz kırpıyor. 
Yolda olmak, cümlesi bisikletçiler işlenmiş adeta.

19 Nisan 2016 Salı

Bir de Tenisçi Fred Perry Göz Atın!

Bazı kelimelerin artık hiçbir lezzeti kalmayan harfler bütününe dönüşen çağda boşluğu dolduracak sözleri bulmakta zorlanıyoruz. Bu durumun ana sebeplerinden biri de internet çağının en üst seviyeleri zorlamasına bağlanabilir.
Socrates dergisi bu ay tam da anlatmak istediğim konuya değinmiş. İkon kelimesinin tam olarak neyi anlatmak istediğini -nasıl desem de içimdekini döksem diyordum ki- Socrates yardıma koştu. Diyor ki; "yaptığı neredeyse herhangi bir şey için, günümüzde yaygaranın koparıldığı kişiye verilen, kısa manşete atanan isimdir artık." Teşekkürler.

Peki, o halde Fred Perry tanır mısınız? Bir giyim ve ayakkabı markası olarak demiyorum. Keza son 15 yıl içinde tüketim toplumu olmuş bireyler, Fred Perry'nin tarihçesini dahi yazabilir. Hiç şüphesiz! Bilmediğimiz bir yönü ise profesyonel tenisçi oluşuydu.



Aslında hayali ne tenisçi olmak ne de modaya yön veren ikondu. Fred Perry'nin yaşamında daha önemli olan hayatına şeklini veren Ealing şehriydi. Burada çocukluğunun sporu pek tabi ki de futbol ile tanıştı, yanına promosyon olarak kriketi de dahil etti. Ve bunlar da oldukça berbat olduğunu anlayınca sessizce çekildi. 
Daha "naif" en azından Perry'e göre; masa tenisini denedi.
Sanki masa tenisinde aradığını bulmuş olacak ki 19 yaşında Dünya Masa Tenisi Şampiyonasında çiftlerde gümüş madalyayı takarken, takım olarak da bronzu takmanın şerefini duyuyorlardı. 

Bir sonraki yıl hiç ara vermeden Budapeşte'de gerçekleştirilen Dünya Şampiyonasında "Dünya Şampiyonu" olarak altını boynuna geçirdi. Bu şampiyonluk aynı zamanda jübile maçıydı. Masa tenisi için. Bu bitiş yeni bir başlangıçtı halbuki. 

Ailesiyle gittiği bir tatilde; etrafı gezmek için keşfe başlamıştı. İleri de gördüğü kalabalık onu içine çekmişti. Beyaz kıyafetli, şık giyimli ve lüks arabaları görünce dayanamadı ve oradaki görevliye buranın neresi olduğunu sordu. O mahşeri kalabalığın ve de zengin sporunu yapmaya karar verir. Maddiyata dayalı bir hikayede olsa raket sporlarından birini bırakan Perry selefini konuşturmaya başlamıştı. 

Epey başarılarıyla da dikkat çekti. Günümüzde tabir edilen servis-vole stilinin benzerini yarattı, aynı zamanda kendi stilini de. Teker teker Grand Slam'leri toplarken 3 Wimbledon ve Amerika Açığı silip süpürüyordu. 
Yine teniste de kupalara doyan ve tatmine ulaşan şıpsevdi Perry paranın peşinden gitmeyi tercih etti. 

Fransız eski tenisçi Rene Lacoste'un izinden giderek tekstil sektörüne atıldı. Önce ter silmeye yarayan bilekliklerle işe atıldı. Ve devam...
1952 yılıyla birlikte "ikon" haline dönecek "Fred Perry" polo tişörtlerini üretmeye başladı. Her zamanki hırsı ve başarısını, galibiyetlerini temsil eden taç şeklindeki defne yaprağıyla logosunu oluşturdu. 
Kimisine göre moda ikonu kimisine göre ise tenis dünyasının yıldızlarından. Bence ikincisi...

15 Nisan 2016 Cuma

Spurs; Teksas Duruşu

Her şey San Antonio Spurs'ün logosundaki Mahmuz emaresi ile başladı. Biz her ne kadar San Antonio Spurs olarak tanısak da geçmişte Dallas Chaparrals kulübü olarak ilk adımı atacaktır. Durumlar değişti. Değişim rüzgarlarının tek başına isim bazında olmadı. Kulüp San Antonio'ya taşınınca ne kenti ne de takımın imajına yakışmayan Chaparrals mahlasını emekli edip "Kovboy" toplumuna yakışır "Spurs" yani mahmuz adıyla parkelere çıkmaya başlarlar. 

Şimdi diyebilirsiniz ki bu tipte hikayeler yok mu? Bilakis tonlarca NBA takımların dünya çapındaki popülerliğini getiren en büyük faktörlerden biri de, belki de en önemlisi içerisinde barındırdığı eskimeyen hikayeler...
Biliyor musunuz, bu aynı zamanda sporun evrensel dillerinden biri. Yine söz konusu basketbol ve NBA olunca öyle arşivlere inmeye de gerek yok. Bir öykü sizi içine çekmiştir bile. İşte tam bu nokta da Teksas'ın tozunu dumana katıyoruz.



Evet, San Antonio Spurs; 2000'lerin ortaları NBA keşmekeşinin içinde yüzerken, sessiz ve derinlerden gelerek yazdı başarılarını. Oysa ki aynı sezonlar da yıldız topluluğunu barındıran takımlara rağmen ispat etti. Bu hususta Gregg Popovich'ten kapıyı açmak gerek. Birçoklarına göre NBA tarihinin en iyi ve aynı zamanda en mütevazi takımını kurarak bir "takım" oluşturdu. Zirvede ya da zirveye tutunmaya çalışan bir kaç takımdan başkası olamaz. 
Olmamalı. Çünkü Popovich 1-2 yıllık bir iş değil, fütürist bir yaklaşımla bakış attı. Filmi biraz geriye saracağım. İzninizle.

Büyük bir borç borç yumağına saplanan Chaparrals takımının yöneticileri daha fazla yatırım yapamayacaklarını söyleyince takım dımdızlak ortada kalakaldı. Hiç bir önemi kalmadan terk edilen Chaparrals takımı tek başına bırakılırken devreye San Antonio şehrindeki basketbola gönül vermiş yatırımcılar tarafından Spurs'ün doğuşunun temellerini attılar.

O günden beri mali sıkıntılar bel bükse de bırakıp gitmediler. Tıpkı şu zihniyetle yaklaştı Popovich. Spurs'ün adını sancılı dönemlerden sonra farklı şekilde anıyorsak; mükemmeliyetçi kişiliği ile koç ve sisteme, takıma adanmış oyuncular topluluğundan olduğunu unutmamak gerek. Şimdilerde eski günlerini Lebron James'e yaşattıkları mağlubiyetleri arıyorlar. Ancak Popovich hala mükemmel arayışını sürdürüyor. 1996'dan beri...

12 Nisan 2016 Salı

"Şimdiki Çocuklar Harika"

Federer ikinci Grand Slam şampiyonluğunu Melbourne'de kutlarken; aralıksız hazırlıklarını Master'larla sürdürmeye başlamıştı. Şaşırtıcı olmamaya başlayan zaferler Indian Wells şampiyonluğuyla devam edecekti. 

"Ancak Federer 2004'te turnuvaya erken veda etti; bu onun o yılki yalnızca ikinci yenilgisiydi. üçüncü tur maçı için korta çıktığında soğuk algınlığıyla boğuşuyordu. 
Bu şekilde oynamak en iyi döneminizde bile kolay değilken, daha önce hiç oynamadığı 17 yaşındaki bir olağanüstü yeteneğe karşı mücadele etmek daha da zordu. Soğuk algınlığı ya da değil, 17 yaşındaki genç raket korta çıkıp korkusuzca oyununu oynadı ve herkesin dikkatini çekecek bir performans sergiledi. Ve maçı da kazandı. o sırada kimse bilmiyordu ama bu çocukta çok iş vardı. Adı mı? Rafael Nadal."
(Chris Bowers - Federer adlı kitabından alıntıdır.)

Dünya genelinde büyük bir handikaptır. İlk 11, ilk 5, ilk 6 veya bir bisiklet takımınız bunları bir kenara not edin bir de bireysel sporlar var. Yıllarca süregelen belli başlı sabit oyuncular kimseye yer vermez. Sorun onlarda değil, bu istikrar/sızlık, düzen/sizlik bozmak işlerine gelmez. 
Çünkü yeni birini takıma almak ya da değiştirmek büyük risk taşır. Fakat şunu düşünemezler Risk her zaman negatif anlam içermez.
Biraz koltuk sevdasından biraz da takıma olan alışmışlık bu sistemi oluşturuyor. Bunun en büyük ceremesini Hollanda Futbol Milli Takımı yaşadı, üstelik bir kaç ay öncesine kadar.



Değişmeyen demirbaşlar futbol devi Hollanda'nın çöküşü adı altındaki manşetleri fersah fersahtı. Bir benzerini Türkiye basketbol takımı yaşamıştı. Yeni gençleri, çocukken keşfedeceğiz diye ödümüz kopuyor. Arda Turan'ın 30 yaşında Barcelona'ya transfer olması değil de 20 yaşında Cedi Osman'ın NBA Draft seçilmesini konuşalım. 

Bursasporlu Enes Ünal'ı konuşalım veya 17 yaşındaki tenis raketini konuşturan Berfu'yu. Neden Federer ile girizgah yaptığımıza gelirsek. 7 yaşındayken raketin ağırlığından ötürü tutmaya çalışan o küçük çocuğa kimse inanmıyordu. Bilakis ağır yenilgilerde alıyordu, başarısına ihtimal dahi verilmiyordu. Ancak ne zamanki Pete Sampras'ı yenen küçük çocuk oldu o zaman İsviçre bağrına bastı.

Arkasında Nadal'a şans verdi İspanya. 1-2 yıl için toprak kortun efendisi oluverdi. Artık pişmiş sporculardan çok yavaş da olsa altyapılara ağırlık verilmeye başlandı. 
Pardon yıl kaçtı, 2016... Dünya da sporun, teknolojinin yoğun olarak ağırlık verildiği yıllar yani...
Aziz Nesin bir romanına ne manidar isim yakıştırmış, "Şimdiki Çocuklar Harika" diye. Yıl mı? 1967!

8 Nisan 2016 Cuma

Hayatımın Çalımı Beckham mı?

Dosdoğru giriş yapmak istiyorum. İngilizler neyden hoşlanır? Soruya soruyla cevap verilecek bir soru! En başta beş çayı, evet şu bir gerçek; onların sayelerinde yeni bir kültür edindik. Bir de güneşe bayılırlar. Kendini gösterdiği an çimlere uzanmaları işten bile değil. Günlük hayatları içinden saymakla bitebilecek hoşlantıları yok değil.

Gurinder Chadha'ya ( yönetmen; Hint asıllı İngiliz yönetmen) sormuşlar: "İngilizler neyden hoşlanır" diye Kısa cevap. Futbol!
Farkındalık yaratabilmek adına tam ortasına Hintli bir genç kızı oynatmaya karar verir. "Bend it like Beckham" Türkçe'ye (hayatımın çalımı Beckham olarak çevrilmesini bir kenara bırakırsak, İngiltere'de gösterime girdiği ilk haftasonuyla birlikte 2.1 milyon pound hasılat elde ederek sükse yapan filmler listesine adını yazdırdı.



Filmde pek de spesifik bir beklentiyle izlenmemeli günümüz sorunları bundan yaklaşık 14 sene nasıl boy gösteriyorsunuzun alameti farikası. Ancak futbola dair bir kızın sıradışı figürleri ve futbola olan yeteneğini, tutkusunu görmeniz mümkün. Ailesinin futbol oynamasına, karşı gelmelerine rağmen gizlice ve de takıma dahil olarak futbol oynamayı sürdürür. Bu cümleler tanıdık gelmiş olabilir. Bırakınız futbol oynamayı futbol izlemek veya konuşmak biz kadınların harcı değilmiş gibi davrananlara ithafen izlenmeli bu film.

Belki dikkatinizi de çekmeyi başarır ve biraz da dikkatliyseniz başrolü paylaşanlara sizi şaşırtabilir. Aynı zamanda film de Hint geleneklerinin, modern Avrupalı yaşantısının zıtlıklarını keşfederken eğlendirecek samimi bir yapım. 
Son günlerde ne acıdır ki ülkemizin gelecekleri olacak kadınların, çocukların gördüğü muamelelerden sonra, yıllar geçse de ileriye taşınan düşüncelerin olmadığını görmek yüz karartıcı. Tamam, konuma hızlıca geri dönüyorum.

Bu da benim cevabım olsun; İngilizlerin en çok hoşlandığı daha doğrusu sevdiği bir diğer sporda "tenis". Yağmur dahi yağsa tenise olan saygılarını örnek bir şekilde sergiliyorlar. Wimbledon'a boşuna Grand Slam'lerin assolisti demiyorlar. En azından ben diyorum. Yaşadığınız anın tadını çıkararak oynayın, izleyin, sohbet edin. Bu sözüm hemcinslerimden başkasın değildir demeyeceğim. Cinsiyet ayrımı yapmaksızın buyurun.


5 Nisan 2016 Salı

Lütfen Güvenliği Çağırın! Antoine Demoitie Anısına

Güvenlik kelimesinin anlamını ne kadar da sorgular olduk değil mi? Son günlerdir hırpalandığımız konu tam bam telimiz. Son günlerde demeyelim yaklaşık 2 yıldır. Maden işçisinden, futbolcusuna, Taksim'de yürüyen turiste ya da okuldan çıkmış öğrenciye kadar...
Bununla birlikte neden sorusu doğuyor! Neden ben! Siyasete geçiş yapmayacağım ki istesek de ağzımızı açamıyoruz... Güvenlik altı doldurulamayacak harfler bütününden başka bir şey ifade etmiyor.

Futbolda sahaya istila eden taraftar, basketbolda parkeye su fırlatan kendini bilmez densizler, peki ya teniste bıçakla saldıran kişiyi tanımlamak güç. Talihsiz kazalarda gündeme "güvenlik, kazaları önlemek amacıyla aldığı önlemler" silsilesini doğuruyor. 
2015'te Fransa'da yaşanan kazalar yaralananlar beraberinde o meşhur "Tour de France" bu mu dedirtiyor. Değil! Herkes olup bitenlerden ders çıkardı derken beklenmeyen bir kaza ve ne yazık ki ölüm getirdi. Mart ayının ortasında; pazar günü yapılan Gent-Wevelgem yarışında yine mi güvenlik zaafiyeti! 



Antoine Demoitie akıl almaz bir kaza sonucu yaşamını yitirdi. Yarışın ortalarına gelen Demoitie her bisikletçi gibi bir anlık dengesini kaybedip düştü. Buraya kadar normal gelişen sporcu talihsizlikleri. Düştükten sonra hemen arkadan bisikletlileri koruyan görevli motorlu Demoitie'ye çarparak daha ağır bir darbe aldı. Adı üstünde değil mi "görevli" sporcunun güvenliğinden sorumlu motosikletlinin dikkatsizliği bisiklet dünyasını yasa boğarken çok yakın zamanda ince eleyip sık dokunacak kuralların geleceğin habercisi.

Aksi takdirde ciddi anlamda bisiklet sporuna ket vurulacak. Zira bu güvensizlikle vurulmalı da. Artık başarıları konuşmak aklımıza dahi gelmiyor. Doping, şike, kazalar ve ölümler...! Bu karamsar tablodan sıyrılmak epey zaman alacak. 
Bisiklet dünyası tam bundan 1 yıl öncesinde yarışa katılan %20'lik kesimin yarışı bitirmesi ne de bir yıl Peter Sagan'ın kazandığı Gent-Wevelgem'i konuşmayacak. Ne acıdır ki Gent'teki bu yarışı Belçikalı Tom Boonen'in ya da Eddy Merckx'in damga vurduğu yarış olarak hatırlanması bir rüzgar esintisinden öteye taşınamayacak.

Ama şunu hatırlayacak; 2014'teki rakip tanımayan Finistere Bisiklet Turunu kazanan Demoitie'yi veya 25 yaşında sabah akşam demeden hayatını adadığı bisiklet için organlarını bağışlayan (3 kişinin hayatını kurtarması) Antoine Demoitie'yi kesinlikle hatırlayacak. Kazaların damga vurduğu 2015 ve 2016 sezonunu değil.

1 Nisan 2016 Cuma

Şimdi Göç Zamanı! Victoria Azarenka

Yiğidi öldür ama hakkını yeme! Uzun süredir isminden söz ediyoruz. Fakat orta hallice. Kendi ülkelerinde ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğü Beyaz Rusya ve de üstelik hayatının kırılma anının olabileceği 15 yaşında soğuk ama doğup büyüdüğü topraklar. 
Minsk'ten kilometrelerce uzağa Arizona kanyonlarının yolunu tutar. Azarenka sonu olduğunu sandığı yaşamına yeni bir başlangıç yapıyordu. Zira önsözünü Minsk'te yazmaya başlayacaktı. İlk profesyonel turnuvasına yine vatandaşı -Olga Gavortsova- ile katılırken tozu dumana katacaklarından haberi yoktu. Aileleri dışında.

Minsk'te beslediği tenisi, Amerika'da ustalık dönemiyle taçlandıracaktı. Bir ara rotasını şaşırmadı değil. Lakin kısa sürdü. İsteklerinin, hırsının ve galibiyet kokusunu almış biri olan Azarenka asla var olduğu kısmıyla yetinmedi. İleriye, daha ileriye...
Ama bir türlü eline geçen şansları da değerlendiremiyordu. 2003 yılındaki Gavortsova ile elde ettiği başarı okları kendisine çevirmeyi başarmıştı. Ya sonrası... Bir sonraki yıl Wimbledon turnuvasında (genç kızlar kategorisinde) yarı finalde beklentilerin çok yüksek olduğu maçta şeytanın bacağını kıramamıştı. Rakip Ana Ivanovic olunca duraksıyor insan.


Daha temkinli ve tecrübeli hazırlandığı 2005 yılı Azarenka için neredeyse Altın Çağ dönemine adımdı. Arka arka aldığı oyunlar, maçlar ve şampiyonluklar bir anda listenin zirvesine çıkmasını sağlayacaktı. Bu aynı zamanda Beyaz Rusya içinde bir ilkti.
Gençlerde Grand Slam'i Avustralya Açık ve Wimbledon'la kapatsa da asıl cadı kazanı bundan sonrasıydı hiç şüphesiz. Grand Slam zafer yoluna çiftlerde (karışık çiftlerde) korkusuzca ilerliyordu. Fransa'da ve yine memleketi olarak özdeşleştiği Amerika'da kazanıyordu. Teklerde ise hep bocalama dönemi ve soru işaretleriyle doluydu.

Tenis demek Grand Slam değil elbette. Adları büyük olsa da alt yapılarda Masters'lar yatmakta, özel turnuvaları da beraberinde yazılmalı.
Çok daha derinlerde eğitmen veya teknik adamlardan oluşuyor. Biz buz dağının görünen kısmıyla ilgileniyoruz. Şimdilik! 2016 yılına başlangıcı, kısa çöpü çekerek başlayan; Serena William (Avustralya Açık'tan sonra) Indian Wells Masters Tenis Turnuvasında'dan kupayı kendi elleriyle teslim ediyordu. 

Emin ellere Azarenka'ya bıraktı, dünya 1 numarası. 6-4'lük 2 setle geçen Azarenka, Serena'nın yenilmez olmayacağının ispatını yapan nadir isimlerden oldu. Sanki Serena içinde bir göç başlamış gibi, yani tenis açısından diyorum. Emeklilik sinyalleri size de geliyor mu?