21 Mayıs 2020 Perşembe

Dört Silahşörler

İlk tanışmamız kısa ve olaysızdı. Ve dolaysızdı. Herhalde 2005-2008 aralığındaki Roland Garros şampiyonluklarından birinde, hakkında yazılan tumturaklı cümlelere rastlamıştım. Beni çarpan ya da oyunu yorumlama konusunda yol gösterici olabileceğini düşündüren yazılar değildi bunlar. Bir daha da okumadım, okuduysam da tanımadım, tanıdıysam da tanımazdan geldim. Rafael Nadal’ı ilk tanımam toprağa koyduğu hegemonya ile başlayacaktı. Ama siz buna aldanmayın. Daha eskiye dayanan güç gösterileri de yok değil. Sonra dedim ki bu toğrağın cazibesi, popülaritesi nereden geliyor derken kendimi Google’a tıklarken buldum.

Tenis henüz halka inememiş, Wingfield setleri Fransa’ya ulaşmış, bazı küçük kulüpler kurulmaya başlamış ama genelde elitlerin oynadığı bir spor dalına evrilmişti.
Fransızlar hâlâ “Jeu de Paume” (Fransa kökenli bir top ve mahkeme oyunu) köklerine dayansa ve birçok spor dalı gibi tenisin de kendilerine ait olduğunu tekrarlasa da artık bu yeni spor Britanya’dan yükselip Yeni Dünyayı da etkisi altına almaktaydı. Tabii konu İngiltere ile Fransa arasında tenis kapışması değil, ne yazık ki sömürgecilik faaliyeti minvalinde bir önemdi.
Kim hangi sporu icat etti tartışmaları ve sporun emperyalist faaliyetlerin bir aracı olması devam ederken Fransa bir atak yaptı.

1913 yılında Paris’te bugünkü adı ITF (Uluslararası Tenis Federasyonu) kuruluşu ile başlayacaktı tozlu yollar. Avrupa’da o esnada kendi içinde karışmaktaydı ve birçok uluslararası federasyon Paris’e yerleşmekteydi, I. Dünya Savaşı’na bir yıl vardı. Bu olanların senaryosunu da savaş çizecekti.
Savaştan sonra tenisi Fransa’da yükselten bir sporcu grubu 1920 ortalarından 1930 ortalarına kadar fırtına gibi estirecekti. Onları "Dört Silahşörler" olarak tanısak da çok daha fazlasıydılar. Şöhret, spor ve Fransız kültürünü damarlarında görmemek işten bile değil.


Henry Cochet, Jacques Brugnon, Rene Lacoste, Jean Borotra bu harikulade muhteşem dörtlü on yıl kadar Avrupa’da Fransa tenisinin zirveye oturmasını sağladı fakat çok daha önemlisi 80 yıl boyunca Fransa tenisine rol modellik yaptılar, bir derinlik oluşturdular ve yeni nesillere yön verdiler.
Fransa Davis Cup takımının temelini attılar; 1927 yılında kendi ülkesinde ABD takımını mağlup edip şampiyonluğu Fransa’ya getirdiler. Bu müthiş başarı Fransa’ya tenis adına önemli kararlar aldırdı ve sonuçta 1928’de Stade Roland Garros inşa edildi. Dört Silahşörler 1933 yılına kadar Fransa’ya Davis Cup şampiyonluğu kazandırmayı borç bilmişlerdi.

Ve kaçıncı yüzyıla gelirsek gelelim hiç bitmeyen sömürgecilik anlayışı; Fransa, İngiltere ve ABD’nin kendi sömürgelerini elde tutma ve ekonomik olarak güç savaşı verdiği yıllarda Dört Silahşörler de göreve çıkacaktı. Bir nevi bu dört sporcunun popülaritesini kullanmaya başlayacaklardı.
1928 yılında Borotra ve Brugnon Güney Amerika, ABD, Tahiti, Yeni Zelanda, Avustralya ve İngiltere; 1930 yılında Cochet ve Brugnon Japonya, Çin, Hindistan ve Mısır’da tura çıkacaklardı.
Dört Silahşörler, Fransız kültürünü yeni bölgelerde tanıtmak amacıyla yola çıksalar da, elbette bireysel hikâyeleri de ilgi çekiciydi.

Orta sınıf ailelerin çocukları olarak Fransa elitlerinin tekelinde olan bir sporda 1920’lerde yükselip söz sahibi olma başarısı göstermişlerdi.
Aristokrat üye profilinde yarışmacı karakter görülmediği halde orta ve alt sınıf ailelerin çocukları teniste bir gelecek ve kurtuluş görmüş, federasyonun da bu sosyal yapıyı iyi kullanması ve desteklemesiyle yarışmacı sporcu patlaması yaşanmıştı. Teniste dünyada söz sahibi olmasını sağlamış ve şimdilerde tenisin mabedi dediğimiz Roland Garros turnuvasıyla Stade Roland Garros’u spor dünyasına kazandıracaklardı.
Özetle; Roland Garros tıkır tıkır ve seyirci sessiz. Teşekkürler, Dört Silahşörler…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.