5 Şubat 2020 Çarşamba

Etkileyici ama Kısa Değil


Kort üzerindeki ilk kahramanımı 2003 yazında buldum. Aslında bundan birkaç yıl önce, milenyum yıllarının namı yürüsün diye Andre Agassi’nin karşısında olan rekabetlerinde bir taraf tutmak zorunda hissedip Roger Federer’in peşine takılmıştım. Ama aynı şey değildi. Agassi’nin en iyi günlerini ıskaladığımı baştan kabul etmiştim. Daha emekliliğini açıklamamışken bile, başka bir çağa ait bir oyuncu gibi duruyordu. Bu anlamda Magic Johnson’dan pek de farkı yoktu. Federer’e duyduğum hayranlık da klasik maçlarını seyrettikçe katlanarak artacaktı. Ama izlediğim görüntüler bugünü yansıtmıyordu ve bu gerçek, kurulan ilişkinin canlılığına bir parça hasar veriyordu. Çünkü tutkuyla izliyor(d)um!

Raketinin arkasına geçtiğim ilk tenisçi Roger Federer’di. 2002’den 2006’ya kadar, lise yıllarımla iç içe geçen bir dönemde, takip ettiğim neredeyse tek oyuncuydu. Bu da bir anlamda diğer oyunculara pek de sağlıklı bir bakış açısına ters düşüyordu.
Yalnızca yaz tatilini müjdeleyen toprak sezonunu kaçırmak istemediğimden bir istisna yapmıştım. Federer’in ilk turlarda elenmeyi adet edindiği Roland Garros’u da sonunda İspanyol, Arjantinli ve Brezilyalı tenisçilerin kazandığı, tura paralel ilerleyen daha değersiz bir yarışma olduğunu varsayarak izledim. Tabi her inişin bir de çıkışı olmalıydı ve 2009 yılında Fransa’da güneş İsviçre tarafından doğacaktı.

Yine raketinin arkasına geçtiğim 2020 yılında Federer artık gençlik baharını kenara bırakmaya niyetli olmayacak gibi kortlara çıkıp, Avustralya Açık’ta zor da olsa rakiplerini muntazam maçlarla eliyordu. Yarı finalde yılların eskitemediği “dostluk” Djokovic ile eşleşecekti. İşin karşı tarafında Nadal’a sürprizi olan Dominic Thiem file önüne slice bırakacaktı.
Nadal’ı kortun hemen hemen her köşesine koşturmayı başaran Thiem çeyrek finalden çıkmayı başardı. Karşısına da dimdik duran Zverev çıkacaktı ki, Nadal’ı elemiş birini yarı final rüzgarı etkilemezdi.


Kendinden emin ve Thiem’in raketin arkasında olması harika bir histi. Güven vericiydi. Kolaymış gibi gösteriyordu rakip kim olursa olsun. Biraz özgüven ikmaline ihtiyacı olan 11 yaşındaki bir çocuk, bunu tenis dünyasının önemli hocalarından Günter Bresnik’le çalışmaya başlamasıyla meteor yağdıran servislerinde bulabilirdi. Bir tenis seyircisi olarak sadece Federer maçlarını izlemenin bir köşesinden sessizce izlerken, o hikayenin bir yerinde Dominic Thiem ile karşılaştım.

Tarihe şu an için Grand Slam şampiyonluğu yazılmasa da bunu vadediyor. İkincilik başarısızlık mıdır yıllardır tartışması sürer fakat Thiem bu tartışmaya virgül koyanlardan olduğunu sayılarıyla, mücadeleci tavrıyla ve şampiyonlara kafa tutması sanırım bunları kanıtladı!
Akılda kalan 2016 Roland Garros’un üçüncü turunda, bir süredir Top 10 istidadı gösteren bir başka genç Sascha Zverev ile eşleşmişti. Son bir ayda rakibine iki kez kaybetmiş olmasına rağmen Zverev, Thiem’in saf gücüne set çekmeye muktedir gözüküyordu. Dördüncü oyun sırasında, Thiem’in erkekler tenisinde uzun yıllardır görmediğim kadar estetik bir tek el backhand’i olduğunu düşündüm.

Thiem, Zverev’den sonra Granollers ve Goffin’i de eledi ve kariyerinin ilk slam yarı finalini Novak Djokovic karşısında oynadı. Yine Djokovic. Maç boyunca, belki de biraz abartılı jestlerle, sayısız övgü aldı, ancak set alamadı. Bundan dört sene sonra ise neredeyse maçı alıyordu. Ve iki set aldı.
Böylelikle insanlar haklı olarak temkinli yaklaşıyor, bu performansın toprak kort dışında da yinelendiğini görmek muazzam. Dominic ismini daha fazla duymayı umut ediyorum, tıpkı Federer’i yıllardır seyretmekten keyif aldığım gibi. Thiem’in kariyerinin zirvesinin “etkileyici ama kısa” olacağını söyleyenlere ise aldırmıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.