11 Kasım 2021 Perşembe

Kolej Havası

İtalyan edebiyatçı Umberto Eco, altı yıl önce ikinci kez İstanbul’u ziyaret eder. Ziyaretinin son gününde 21 yıl önce Atlas dergisinin objektifine poz verdiği Tarlabaşı’na gelir. Eco ve derginin muhabiri, Sakızağacı Caddesi’nde 21 yıl önceki çekimi gerçekleştirdikleri noktada buluşurlar. Ancak kentsel dönüşüm projesi gerekçesiyle boşaltılan ve yıkımına başlanan yapılar arasında çekimi tekrarlamak kolay olmaz.
15 yıl sonra aynı yerde yeniden buluşmalarının nedenini anlamak için, “Benim mi, yoksa caddenin mi ne kadar değiştiğini fotoğraflamak istiyorsunuz?” diye sorar Eco. “Zamanın,” diye yanıtlar muhabir. Ardından muhabirin, “Buradaki tarihi evlerin yıkılması sizce şaşırtıcı mı? Dünyanın her yerinde benzer yıkımlar yapılıyor” sorusunu ise şöyle cevaplar Eco: “Ama siz çok fazla yıkıyorsunuz.”

Ve bu yağma düzeninin içinde futbol takımları da payına düşeni alıyor elbette. 70’li yıllardan itibaren amatörlüğün yerini profesyonelliğin, çoğu İstanbul’da bulunan mütevazı semt takımlarının yerini ise Anadolu’da sonradan palazlanan sermaye sahiplerinin desteklediği şehir takımlarının almasıyla birlikte, Türkiye’de futbol hızlı bir değişim sürecinin içine girmişti. Bu yeni düzende yerleri olmayan semt takımları da birer birer kaybolmuşlardı.
Her ne kadar dünya kulübü olmanın hedeflendiği 2000’lerden sonra bu kimliği ısrarla unutturulmaya çalışılsa da Beşiktaş da o semt takımlarından biri.

Ve bugünlerde kendisinden yalnızca beş yıl sonra kurulmuş olan Vefa gibi amatör liglerde varlığını sürdürmüyorsa, bunu 1975’te kendisine dayatılan sorumsuzca para harcamaya dayalı neoliberal düzeni elinin tersiyle bir kenara itip; bilgiye, emeğe ve üretime dayalı kendi düzenini, Özkaynak Düzeni’ni kurabilmesine ve o iradeyi gösterebilen insanlara borçlu.


Kolej Havası, işte o insanların hikâyesini anlatıyor. Bu yönüyle resmî anlatının da dışına çıkıyor. Beşiktaş’ın Altın Çağı’nın yalnızca Metin Tekin, Ali Gültiken ve Feyyaz Uçar’dan ibaret olmadığını; öykünün Ziya Doğan, Süleyman Oktay ve Fuat Yaman ile başladığını belirtiyor. Gordon Milne’in hakkını fazlasıyla veriyor; ama suyun yönünü değiştiren adamın Serpil Hamdi Tüzün olduğunun altını da ısrarla çiziyor. Beşiktaş’ın sahip olduğu tüm değerlerin Süleyman Seba’da vücut bulduğunu kabul ediyor; ancak akıntıya ilk karşı gelenin Mehmet Üstünkaya olduğunu da unutmuyor.

Beşiktaş’ın altın çağından ibaret değil; aynı zamanda bize artık çok uzak olan değerleri, kazanmak uğruna vazgeçtiklerimizi ve sonunda kaybettiklerimizi hatırlatıyor. Bu açıdan anlattığı hikâye sadece Beşiktaş’ın değil, ülke futbolunun da hikâyesi.
Ama elbette bu hikâye en çok Beşiktaşlıların ve buna en çok onların sahip çıkması gerek. Yoksa örneğin, 1996’da futbolu bırakan Rıza Çalımbay’ın Beşiktaş tarihinde nasıl bir yere sahip olduğunu, bu kulüp için ne ifade ettiğini, aynı yılda dünyaya gelen bir Beşiktaşlı nasıl bilebilir? Birilerinin anlatması lâzım. Fakat bir anlatıcı da çıksa, içinde bulunduğumuz dönem bazı şeylerin anlaşılmasını imkânsızlaştırmış olabilir.

Evet, geçmiş, şimdiye göre hep daha güzel gelmiştir; bundan sonra da öyle olacaktır. Hâlbuki geçmişte her şey o kadar güzel değildir. Ama çok tatsız bir şimdinin içinde ve ne olacağı fazla belirsiz bir geleceğin eşiğinde, geçmiş gözümüze hep daha sevimli görünür. Yine de bu durum sadece onunla alakalı değil.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.