Savaşlar, temiz su kaynaklarının olmaması, sağlık
koşullarının fazlasıyla yetersiz olması ve bir de bu denli zorlukların içinde
kazananlar… Bazen şans figürü bazense doğru zamanda doğru yerde olma olgusu
kişiyi ya da kişileri çok farklı bir noktada konumlandırabiliyor. Mesela
Nijerya Kaduna bölgesinde “kazanan” Victor olarak söyleniyor. Aslında bu
keşmekeşin içinde dahi çocuğuna Victor ismini yazabilen gerçekten kazanmıştır.
1990’lı yıllarda tüm darbeleriyle insanlığa zulmün adı
Nijerya’ydı. Tüm bu mücadeleye rağmen iç savaşın ortasında doğan bu bebeğin
ileride adının hakkını verebileceğini kim düşünebilirdi ki? Hele bir de Victor
Moses gibi papaz bir babaya sahipseniz ailenizle birlikte uzun bir hayat
sürebilmeniz neredeyse imkansızdı. Kaduna da tüm bunlar yaşanırken çıplak
ayaklarıyla, kendi yaptığı topun peşinden koşan Victor’u bulup hemen oradan uzaklaştıran
bir amca kahraman görevini üstlenecekti.
Anne ve babası saldırıya uğramış, sıra ona gelmişti.
Olup bitene anlam veremeden, ağlaya ağlaya amcası tarafından bir yere
götürüldü. İngiliz hükümeti, Kaduna bölgesinde yaşanan olaylardan dolayı hayati
tehlikesi bulunanlara sığınma hakkı vermişti. Victor da bu şansa yürüyenlerden
sadece biriydi. En ufak bir heyecan olmaksızın, korkuyla, merak içinde… Zira
ailesinin hayatta olup olmadığını dahi bilmiyordu.
11 yaşında bir çocuğun kaldıramayacağı tüm vahşet
görüntülerine tanık olmuş, belirsizce geleceğine hiçte tanıdık gelmeyen
denizaşırı bir ülkede devam ettirecekti.
Evlat edinmeyi uzun yıllardır bekleyen bir İngiliz aile
kendi çocukları gibi sevdi ve hayatlarını Victor’a adadı. Esasında en çok evlat
olmayı istediği anda çıkagelmişti bu aile çünkü ailesinin ölüm haberiyle
sarsılmış ve nasıl devam edeceğini bilmeden savrulmuştu. Yeni hayatına tutunmak
elbette beraberinde bazı savrulmaları getirse de o çıplak ayaklı çocuk artık
kramponlarıyla futbolculuk hayalini yaşamak istiyordu.
Okul takımına girmek için çabalaması
gerekmedi. Okulunun Crystal Palace’ın sahası Selhurst Park’a yakın olması
onun için dönüm noktası olacaktı. Yerel bir maç sonrası keşif için orada
bulunan Crystal Palace scoutları hiç zaman kaybetmeden Victor Moses’ı kadrosuna
kattı!
Hayallerinin başlangıcını yaşayan bu ufak çocuktan
mutlusu yoktu artık. 2008 yılına kadar oynadığı her takımda dikkat çekerek
nihayet ilk profesyonel imzasını attı. 2010 kışında Wigan tarafından
transfer edilecek Moses asıl patlamayı iki sene sonra yapacak ve 2012 yılında
Chelsea forması giyecekti.
2016 yazında Chelsea
teknik direktörü Antonio Conte tarafından takım için uygun
bulundu. Bu onun en doğru futbolcu seçimlerinden biriydi çünkü Victor, 38
Premier Lig maçının 34’ünde forma giyerek Londra ekibinin vazgeçilmezi oldu!
Mülteci çocuk, çıplak ayakla başladığı oyunun sonunda 2016-17 Premier Lig kupasını
kaldırdı!
Alışılagelmiş çizgilerinden uzakta, hayal kırıklıkları ve
yaşadığı unutulmaz yıllarından sonra o kocaman bir kazanan!
8 Aralık… Aslında sıradan bir gün, tarihten bir yaprak. Ancak bu satırların yazarının gönlünü çelen kimilerinin doğduğu, bazılarının spesifik bir anlamının olduğu gün.
Kimileri için bir mana taşımasa da bazıları için adeta bir fetiştir günün öyküsünü okumak. Kim bilir bir tanıdıklarının başarısı ya da beklenmedik bir haberin alındığı günlerinden yola çıkarak başkalarıyla özdeşim kurma çabasıdır. Bazen bir tutkudur, kimi zaman da sadece bir meraktır. İşte tam olarak böyle çıktım yola. Aralık ayının soğuna inat bir o kadar güneşli ve insanın içini kıpır kıpır eden bir gündü. Yani en azından benim için öyle! Uzun süredir peşini kovaladığım, sohbeti için can attığım Banu Yelkovan ile buluştuk ve aslında her çiçekten bal aldık. Her zamanki gibi halet-i ruhiyesi pozitif ve sıcaktı. 1. Müzik insanı kendine getiren, besleyici kaynaklarınızdan. Bilhassa Fransız müzikleri, hem ham haliyle hem de romantik akımıyla… Aslında sizin gibi! Tıpkı Fransız müzikleri gibi özgün bir isim oldunuz. Peki size farklı gelen tarafı nedir?
Aslında müzik benim en kuvvetli olduğum alanlardan biri değil. Çok karışık tarzda müzik dinliyorum. Spotify listem de karman çorman, sadece Fransız ya da yabancı müzikler için geçerli değil bu durum. Türkçe listelerim de öyle. Müslüm Gürses de var, Nilipek de, Son Feci Bisiklet de... Sevdiğim her şeyi oraya tık tık ekliyorum. Fransızcayı lisan olarak çok sevdiğim için duymak hoşuma gidiyor. Sadece müzik değil, Fransız televizyonlarındaki programları da, Fransız filmleri de seyretmeyi çok seviyorum. Hatta, bu belki bazılarına acayip gelecek ama, bazen vaktim olduğunda Fransa’da vizyona girecek filmlerin fragmanlarını izlerim... Gelecek sergilerin, konserlerin ne olduğuna bakarım. Gidemeyecek olsam da orada ne oluyor ne bitiyor bilmek çok hoşuma gidiyor. Müzik listelerine göz atarım, insanlar ne dinliyor bilmek için. Beğendiğimi listeme hemen eklerim ama son dönemde fazlasıyla rap dinliyorlar, onları o kadar eklemiyorum... Seviyorum dediysem o kadar da değil!. 2. Bize tavsiyeleriniz, önerileriniz var mı? Son dönemde Angele diye Belçikalı bir şarkıcı var, onu çok dinliyorum. Klipleri de çok orijinal. Hepsi mini birer film gibi ve değişik bir tarzı var. Stromae’nin kadını gibi. Son dönemde en çok dinlediğim kesinlikle Angele. 3. Fransızcaya ortaokul-lise döneminde başlamış, üniversite yıllarında Uluslararası İlişkiler okumuşsunuz. Peşine fotoğrafçılık eğitimi sıkıştırdıktan sonra eğitiminizle çok da ilgili olmayan bir şekilde medyaya transfer olmuşsunuz. Bu radikal karar nasıl geldi? Türkiye’de tam da ne istediğimizi bilmeden sınavlara girdiğimiz için, aslında her şey tesadüfen oldu. Kolej sınavında tercihlerim arasında İngiliz, Alman ve Fransız okulları vardı. Puanım ona denk geldiği için Sainte Pulcherie’ye girdim. İyi ki ona girmişim. Okul olarak, eğitimiyle, disipliniyle, arkadaşlıklarıyla bir bütün olarak çok sevdim. Hep aynı şeyi söylüyorum; Dil öğrenmek başka bir kültürün kapısını açmak gibi. Her dil öyle, Fransızca kendi içinde daha da kapalı olduğu için, daha da öyle... Dolayısıyla Fransız okullarına giden insanlar iki tür reaksiyon verirler. Ya nefret ederler, hatta Fransızcayı öğrenmemekle övünen, Fransızları hiç sevmeyenler çok vardır Fransız okulları mezunları arasında. Ben diğer gruptayım. Bayılıyorum.
Bu okula girmem tesadüftü, bu durum sonrasında da değişmedi. Üniversiteyi de ne yapmak istediğimi bilmeden, puanım nereye tutarsa mantığıyla kazandım. Benim zamanımda İşletme, İktisat bunlar modaydı, Uluslararası İlişkiler İktisat Fakültesine bağlıydı, esasında ben de trende uygun şekilde iktisat kazanmış oldum. Üniversite hayatım boyunca yan iş olarak tercümanlık yaptım. Fransız Konsolosluğunda, Fransız Ticaret Odasında, fuarlarda vs. dili kaybetmek istemediğim için, pratik yapmak için çalıştım. Bir noktada sadece Türkiye’de değil, Fransa'daki fuarlara da gitmeye başladım.
Birkaç kez Paris’e gittim ve Paris’in büyük fuar merkezi bilen bilir, Roissy Havalimanına çok yakındır. Fuara giden insanlar da doğal olarak fuara yakın otelde kalırlar. Dört kez gidip merkezi göremedikten sonra, arkadaşlarımla denk getirip bir bayramda Paris’e gittim. Çok garip bir duyguydu, ilk kez gitmeme rağmen hayatım boyunca hep orada yaşamışım gibi hissediyordum. Gitmiş gibi değil de, dönmüş gibi, anlatabiliyor muyum, bilmiyorum. Orada yaşamam gerekiyormuş gibi hissettim. Üniversiteyi bitirmiştim ve bir üniversite daha okuyacak halim olmadığı için, ilgi alanımda ne var diye düşündüm ve fotoğrafçılık kursuna yazıldım. Radikal karar bu değildi bence. Bu arada, benim şöyle bir huyum vardır, ben genelde iş konusunda pek hayır demem; bana bir şey teklif ediliyorsa en azından denerim, yapmaktan çekinmem. Üniversitede bir yandan part-time tercümanlık yaparken gazetedeki ilanla Miliyet gazetesinde işe girmiştim. Çevirmen olarak. Sonra muhabir oldum, sonra editör oldum, sonra Sabah dergi grubuna geçtim. Yazı işleri müdürü filan derken en sonunda genel yayın yönetmeni oldum. Paris’e giderken gazeteyi bırakmıştım ama çok arkadaşım vardı haliyle.. Dönüşte bir cafede Yiğiter (Uluğ) ve Uğur (Vardan) ile karşılaştık. Onlar o zaman Radikal’deydi, spor sayfalarını ve meşhur Radikal Futbol’u hazırlıyorlardı. Sen de bize yazsana dediler ve olaylar gelişti.
Ben günlük yaşamda oldum bittim hep böyle planlı programlı bir tip oldum ama hedef koymak. Uzun vadeli bir şeylere ulaşmak için hiç plan yapmadım, ne yapmak istediğimi hiç bilmedim. Öte yandan, ne yapmak istemediğimi hep bildim. Bence o da önemli!.. 4. Günümüze bakış spor medyasında epey kan kaybı olmuşken, spor kanallarının küçülmesi veya “içerik” konusunda boşluğu doldurabilecek program güçlüğü yaşanırken, sektör ileriye taşımak için nasıl bir yol izlenebilir? Aslında garip bir şey var hayatta, bir şey ne kadar kötüyse farklı bir şey yapmak için o kadar iyi bir ortam oluyor ya da tam tersi… Yin Yang felsefesi gibi! Açıklayayım: Artık sektör denecek bir şey pek yok, spor kanal sayısı çok azaldı, spor medyasında imkanlar azaldı ama bu durum izleyici için de büyük bir arayış yaratıyor. Piyasada açıktaki isimleri düşünürsen, isteyen herkesin artık Youtube’da kanal kurabileceğini, kendi içeriğini yaratabileceğini düşünürsen ve bunu fırsat olarak değerlendirirsen aslında bir yerlere gelmek için elinde daha büyük fırsat var demektir. Çok medya kanalı, çok spor kanalı olsa ya da herkes mükemmel işler yapsa böyle fırsat olmayacak., anlatabiliyor muyum? Mesela şu an her şeyi kendi istediğin doğrultuda yapma şansın var hatta şikayet ettiğin şeyi değiştirebilirsin, kendini geliştirip ilerletebilirsin. Türk sporu çok kötü noktada dediklerinde benim aklıma hep aynı şey geliyor: Eee ne güzel, yapacak çok şey var diye görüyorum. Dışarıda şu an donanımlı çok insan var, bir araya gelerek bile birşeyler yapılabilir.
5. Medya deyince aklımıza hep televizyon geliyor ancak yazılı medyada. spor anlamında tam da köşeye sıkıştığımız anda “Socrates” dergisi ön plana çıktı. Üstelik bunu Almanya olarak da genişletti. Yazılı medya nasıl iyileşir?
Kadir Has’taki derslerde de söylüyorum, her şeyin olan bitenle sınırlı olduğunu düşünmek ve kendine orada yer açmaya çalışmak doğru bir strateji değil. Şu anlamda; piyasada aradığınız anlamda bir şey yoksa demek ki bu hala yapılabilir anlamına geliyor. Ve bugün o konuda çalışmaya başlarsan. yarın öbür gün o şey gündeme geldiğinde onun uzmanı sen olmuş olursun. Dolayısıyla spor medyasına girmek isteyen birinin futbol uzmanlığı dışında ve Galatasaray, Beşiktaş ya da Fenerbahçe dışında yeni bir uzmanlık alanı yaratması gerekiyor.
Mesela Uğur Karakullukçu, bizim Yenilsen de Yensen de programında taraftar olarak gelirdi, alt yapılara çok meraklıydı ve hakimdi. Ne oldu; bir noktada o futbolcular büyüyünce o konuya en hakim, o futbolcularla en samimi kişi oldu. Bugün Uğur, ülkenin en bilinen, doğru yazılar yazan, sözü dinlenen spor yorumcularından biri oldu. Bu spesifik ilgi alanı onu bir yere getirdi.
6. Bizim dönemimizde mesela bilgisayarı satın almazdık, toplardık. Zira yeni dönemde kolaylıkla istediğimize sahip olabiliyoruz. Esasında sokakta oynamak, yeteneğin çıkmasında baş faktördü. Peki sizce, yeni kuşakta değişen bir şeyler var ama iyi anlamda mı kötü anlamda mı?
Bunu bilmiyoruz. Her şeyi kendi geçmişiyle değerlendirmek insani bir şey. Bizim çocukluğumuzda annelerimiz babalarımız bize, bizim zamanımızda dediklerinde çok sinir olurduk, artık sizin zamanınızda yaşamıyoruz derdik. Şimdi biz aynı şeyleri yapıyoruz. Bugün bilgiye kolaylıkla ulaşmak güzel ama o bilgilerin çoğunun doğruluğunu bilmiyoruz artık. Eskiden millet fasikül fasikül ansiklopedi alırdı, takımı tamamlamak aylar sürerdi. Hepimizin evinde ansiklopedi setleri vardı, saatlerce karıştırırdık , bir gün de acaba içinde yazanlar doğru mu diye düşünmedik, çünkü doğru olduğunu bilirdik. Artık bazı şeyler çok kolay oldu. İstersen youtube açıp yabancı dil öğrenebilir, gitar çalmayı öğrenebilir, dünyadaki her sporun her şeyine ulaşabiliriz ya da dünyanın öbür ucunda bir maçı telefondan canlı izleyebilir, oyuncular hakkında bilgi edinebiliriz. Bu da kötş bir şey değil. Ha, kimisi de aynı tabletle tüm gün oyun oynar. Anlatabiliyor muyum? Aslında iyi-kötü yok, senin neyi nasıl kullandığın, neye nasıl baktığın var.
7. Daha önce bir yerde okumuştum. İçerik kralsa, imaj kraliçedir. Aslında sizi biraz tanıyınca dahi bu cümlenin tanımladığını görebiliyorum. Mesela her daim okumak, dinlemek ve araştırmak ruhunuzda var. Parizyen imajınızla her zaman farkınızı ortaya koyuyorsunuz, kendinize has tarzınızla. Kendinizi nasıl yorumluyorsunuz?
Meraklı olarak galiba. Bence gazeteci olmak için iki temel sebep var. Ya öfkelisindir ya da meraklı. Öfkeli olan bir şeyleri kabul etmeyen, sorgulayan, bu neden böyle, başka türlü olamaz mı diyen işte araştırmacı gazeteci dediğimiz tarz... Diğeri merak eden, ya bu nasıl oluyor, bu nasıl başardı, günlük hayatında ne yapar, her şeyi merak eden de ben!
Aklınıza gelen her şeyi merak ederim. Film izlemek, kitap okumak olmazsa olmazım, okumak benim hayatta en çok yaptığım şey olabilir. Küçükken haftasonunda üç kitap bitirirdim. Bizim kitaplar bittiğinde annemlerin kütüphanesini aşındırmaya başladım. Bugün ise; mail okuyoruz, telefon hep elimizde, kitap zaten var aslında gün boyu sürekli bir şey okuyoruz. Eve gidince açıp tekrar bir şey okuyamadığım oluyor ve eskisi kadar okuyamıyorum diye şikayet ediyorum.
8. Sevili Banu Yelkovan, Fransa’ya iki adet biletim var ve rehberimiz sensin. 10 günlük bir deneyim için nasıl gezi programı hazırlarsın, tabi sınırsız paramız da var diyelim?
İki tür plan çizerim. Paris’te bir ev tutarız ve orada yaşıyormuş gibi takılırız. Hemen bir müze kartı, haftalık metro kartı... Asla telaş içinde olmayız. Sokaklarda dolaşır, cafelerde oturur, sinema ve sergilere gideriz; eve en yakın beğendiğimiz bir cafeyi müdavim mekanına çeviririz. Gide gele birkaç arkadaş edinir, onlarla spontan şeyler yaparız. İkinci alternatifim, bu sakin temponun tam tersi; bir saniye bile yerimizde durmadığımız başka bir program olur. Havalimanına iner inmez araba kiralarım, sıfır planla Paris’ten başlarım, köy köy, kasaba kasaba gezer, her gün başka otelde kalırım. Ama büyük ve bilindik yerleri değil, daha küçük ve bilinmedik rotaları tercih ederim. Turistik yerlerden uzak kalmayı tercih ederim. Yazın Cote d’Azur mesela... Hiç gerek yok. İkinci programdan baya yorgun döneriz.
9. Bir de Bağış Erten’le sizi gören herkes bu ikili bambaşka deyip, ekrana kitlendiği çoktur. O uyum nasıl oldu? Nasıl bir araya geldiniz?
İkimizde Radikal Spor yazarıydık, Alp Özgen sayesinde bir araya geldik, Alp o sırada CNN Türk’te Futbol Ekstra programını yapmak istiyordu, bizi aradı, bu vesileyle başlamış olduk. Hiç unutmuyorum, yazın tatildeydim, denizin kenarında bir sağa bir sola yürürken, Bağışla telefonda konuşuyoruz hatta ilk tanışmamız telefonda! Bana böyle bir şey var ilgilenir misin dedi, ilgilenirim dedim, tamamen böyle oluştu. Enerjimiz tuttu, hem zıt gibiyiz hem de aynı gibiyiz. O farklılık ve benzerlikle geldi uyum. Hassasiyetlerimiz aynı bakış açılarımız farklı. Hiç mi tartışmadık, tabi ki de tartıştık fakat hiçbir zaman sınırı geçmedik. Biz birbirimizi o kadar uzun yıllardır tanıyoruz ki artık kardeş gibi olduk.
10. Kaptan deyince aklınıza ilk kim gelir? Marcel Desailly desem. Gana’dan Fransa’ya gelişi, 1998’deki final maçı kısacası futbolun backstage’lerinden. Diğerlerine göre farkı nedir?
Bence futbol kitaplarının içinde en etkileyici en güzellerinden biriydi Kaptan… O zamanlar gerçi çok da fazla seçenek yoktu, Türkçeye de ilk çevrilenlerden biri... O yüzden de çok sevmiş olabilirim. Hayatta benim şöyle bir şansım oldu. Sevdiğim herkesle olmasa da çoğu kişiyle tanıştım ve röportaj yaptım. Kimini sevmeye devam ettim kimini hiç sevmemeye başladım. Desailly de o kişilerden biri ama o normal hayatta da çok tatlı, güleryüzlü, şeker bir insan, en azından röportaj boyunca öyleydi. Bir de Zidane ve Cantona var benim için farklı olan. Bir kişi daha dersen, o da Cruyff kesinlikle.
11. Biraz ülkemize dönecek olursak, spor kültürü, futbolu sevme şekli hatta oynama anlayışımıza bakarsak neden bizde defans oyuncusu ön plana çıkmıyor?
Oyunun doğası gereği, forvet gol attığı için daha gösterişlidir. Gerçi bana göre defans çok daha büyük iş yapar ama pozisyonu gereği forvet bütün maç yürüsün , son dakika gol atsın kahraman olur; diğeri tüm maç mükemmel oynasın son dakika bir gole sebebiyet versin, maçı bitirir. Yine de ve buna rağmen, ben futbolda bir kariyer yapmak isteseydim, kesilikle defans oyuncusu olmak isterdim.
Forvette, doğru zamanda doğru yerde olup doğru vuruşu yapman gerekiyor. Belki bu çalışarak elde edilemeyen, içgüdüsel bir beceridir ama bana göre çalışmak zaten daha değerli. O yüzden de defans olmak isterdim. Son bir genelleme yapacak olursam; bence futbolculuk kariyeri bittikten sonra teknik direktör olan futbolcular arasında defanstan gelenler daha başarılı. Belki de daha çok düşünüyorlar, oyuna daha çok kafa yoruyorlar. Arkada oynaya oynaya, oyunun tamamını geriden izleye izleye futbolu okumaya daha çok zamanları olmuştur belki de?
12. Hazır bu röportajı tenis kortunda yapıyorken; idol alınacak sporcular listemde hiç şaşmaz bir isim var: Federer. Banu Yelkovan’ın tenis tutkusunu yadsıyamayız. Peki, sizce Federer‘in 38 yaşına gelmesine rağmen tenisi bu denli kolaymışcasına ve genç rakiplerine ders verir nitelikte oynamasının sırrı ne olabilir? “Nadalcılar” ve “Federerciler” bölünmesinin neresindesiniz?
Federer tarafında. Oysa biliyor musun, herkes aslında Nadal’ın çok daha iyi bir insan olduğunu söyler ki doğru da olabilir: sonuçta hiçbir zaman evini terk etmedi, ailesine çok bağlı, Mallorca’da yaşanan son sel felaketinde biliyorsun boy boy fotoğrafları çıltı, elinde kazma-kürek sokakları temizlerken, evsiz kalan insanlara kendi tesisini açtı falan filan... Federer’in çoğu insana daha sempatik gelmesi de normal, çünkü biz onları saha içindeki halleriyle tanıyoruz ve saha içinde Federer hep ölçülü, sakin, güleryüzlü...Agresif hiçbir hareketi yok... Hatta kendisine İstanbul Cup’a geldiğinde bir kez daha hayran olmuştum. Basın toplantısında belki de daha önce defalarca cevapladığı sorulara sanki ilk defa duyuyormuşçasına samimi cevaplar verdi. Soru ne olursa olsun, cevabında hep çalışmanın önemini vurguladı. O anlamda da çok doğru bir “rol model”. Bazı sporcular var ki artık onların sadece kendi sporlarının en iyisi olup olmadığının ötesinde bir mertebedeler. Gelmiş geçmiş tüm branşlar karışık bir liste yapsak, Federer orada da en tepelerde yer alır.
13. Ligimizde önceden üç büyükler yaftası yapıştırılıp, imtiyazlı olduklarını kabul ederdik. Lakin şeytanın bacağı kırıldı gibi. Her takım birbirine diş geçirebiliyor. Almanya, İngiltere gibi futbol yuvalarına nasıl dönüşmeye başlayabiliriz? Püf noktası nedir?
İlk program yapmaya başladığımızda sezon boyunca hep aynı şeyi söyledim hatta bir noktada Alp ve Bağış gülmeye başladılar bana. Bence bizim ligin birçok eksiği var, bu eksiklerin en önemlilerinden biri de psikolojik. Çok uzun yıllar boyunca bazı takımlar bazı takımları yenebileceklerini düşünmediler, bunu akıllarından bile geçirmedikleri için yenemediler. Oysa bizde ilk gol gelene kadar neredeyse tüm maçlar başabaş gider, ilk gol geldikten sonra psikolojik kırılma yaşanır ve maç farka bile gider. Bu eskiden daha çok böyleydi, şimdi daha az. Kağıt üzerinde kolay bir ligiz, sadece 5 takımın şampiyonluk yaşadığı, bunların ikisinin diğerlerinden daha çok kupaya uzandığı, kazananın peşinen belli olduğu bir lig havasındayız oysa ki kazın ayağı hiç öyle değil. Bunu bizim ligde oynayan hemen her yabancı oyuncu söylemiştir zaten. Söylediğin ligler gibi olabilmemiz için bir formülüm yok, hemen her şeyin değişmesi gerek. Özellikle altyapılardaki anlayışın, hocaların, zeminin, sistemin, eğitimin vs baştan aşağı değişmesi gerek.
14. Ünlü Fransız yazar Alphonse de Lamartine sanat dünyasında ayrı bir karakter olarak konumlandırıldı. Olmayacak zamanda oldurulan başarılar, Lamartine’nin de dediği gibi; “Dünya her adımda bir sayfa açtığımız kitaptır.” Bundan sonra sizin açınızdan neler bekliyor bizi?
Bilmem? Tabii ki her zamanki gibi ne yapmak istediğimi bilmiyorum. Şu anda Socrates’in Almanya tarafı çok fazla zamanımı alıyor. Yurt dışında dergi çıkarıyoruz iki yılı aşkın süredir ve dergi gayet iyi gidiyor. O konuda heyecanlıyım hala. Kişisel olarak da hala öğrenme peşinde olduğum için, İspanyolca mı öğrensem, Almanca mı öğrensem diye düşünüyorum. Yoksa bir kitap mı yazsam? Bende proje bitmez. Ne yaptığımı, ben de dahil, hep birlikte göreceğiz.
“Bir gün bir kitap okudum ve hayatım değişti.” Borna Coric bunu söylemedi. Belki de hiç söylemeyecek. Fakat tahmin etmek zor değil.
Bir gün bir kitap okudu, birkaç kitap okudu, birkaç aile gördü, bir ailede
büyüdü ve hayatı değişti. İşte bu noktada dönüm noktası babası olacaktı.
Sadece kitap da değil. Proje çocuk olma yönünde tüm
hızıyla ilerlerken Borna Coric’in bir tenisçi için olmazsa olmaz özellik
saydığı “çok yönlü” olma özelliği her tenisçide olmayan bir lüks. Milenyum
yılına giriş yaptıktan sonra babasının isteği ve yönlendirmeleri sonuç vererek,
bir takım imzalar attığı anda adını günbegün daha fazla duyurduğu tenis
kariyerine “merhaba” diyecekti. İki kişi var hayatını etkileyen, yaşamını
kökünden değiştiren. Bir de büyüdüğü, aslında üç. Babası, antrenörü ve oynadığı
acımasız zeminler…
Evet, zafer kazanmak yazıldığı kadar kolay olmayacaktı
ancak 2012’de junior kategorisinde ilk kez katıldığı “Grand Slam”lerde başarılı
bir grafik çizemese de 2013’te Avustralya Açık ve Fransa Açık’ta yarı finale
yükselmesinin ardından asıl başarısını Amerika Açık’ta şampiyon olarak elde
etti.
Çocuk olarak küçümsedikleri Coric, aynı senelere tekabül
eden junior kategorisinde 1 numaraya yükselecekti.
2014’te ilk kez Amerika Açık’ta ana tabloda yer almasının
ardından, İzmir’de katıldığı turnuvada ATP seviyesinde ilk Challenger
şampiyonluğuna ulaşmış oldu.
Normal şartlarda her zaman, biri cezasını çekip bedelini
ödedikten sonra cezanın toplum ve diğer merciler tarafından sürdürülmesine
karşıyım. Zira geçmiş tenis efsanelerine bakış durumun haleti ruhiyesi bundan
ibaret.
Yeni dönemin bundan böyle daha şanslı olacağını söylemek
kolay, sürdürmek zor. Adını tenis otoritelerine duyurduğu, yeteneğiyle
gelecekte çok önemli işler başaracağını gösterdiği Basel turnuvasında, Nadal’ı
olağanüstü oyunuyla devirerek adını yarı finale yazdırdı. Yarı finalde elense
de aynı ay içerisinde tur sıralamasında ilk 100’e girerek, Gasquet ve Nadal’dan
sonra, 18 yaşından önce sıralamada ilk 100’de yer bulan üçüncü isim oldu. Ve bu
ona “Geleceğin Yıldızı” ödülü olarak geri dönecekti.
Aslında Coric’in sorunu kendi yaş kategorilerinde
gösterdiği çıkmaz sokaklar… Mesela hatırlayın, 2015’te Şubat ayında “şanslı
kaybeden” olarak katıldığı Dubai Açık’ta, çeyrek finalde karşılaştığı,
turun 3 numarası ve güçlü favorilerinden biri olan Andy Murray’ı iki sette
mağlup ederek, Nadal galibiyetinden sonra en önemli galibiyetlerinden birini
daha elde etmiş oldu. Maç boyunca hem defansta hem de atakta sergilediği
etkili, inatçı ve istikrarlı oyunuyla geleceğin “Djokovic” i olarak aday
gösterilen Coric, ortaya koyduğu karakterle neler yapabileceğini bir kez daha
tenis severlere ispatlamış oldu.
Doğru yönlendirme ve antrenmanlarla birkaç yıl içinde Coric’in, Balkan Ekolünün yetiştirdiği en yetenekli, en önemli sporculardan biri olarak tarihe geçmesi, erkek tenisinde idol haline gelmesi kimseyi şaşırtmayacaktır. Teniste kremalı pastalar hazır; hatta yenmeye başladı. Merak konusu şu ki, yeni isimler bu pastadan pay alabilecek mi? Öyle değil mi Coric?
NBA her felaketin, her etkili darbenin altından en parlak
zaferlerle kalkan bir kahraman. Her takımın belli bir başarı grafiğiyle lig
tarihine yayıldığı malum. Bir de oyuncu tarafı var tabii… Bir kaç sene playoff
dışında kalmak veya sayısı belli olmayan senelerde şampiyon adayı olabilmek
neredeyse imkansız. Fakat Gilbert Arenas… Doğal sebeplerle, müspet ilimlerle
açıklayamayacağımız bir fenomenle karşı karşıyayız.
Elbette ki sıcak iklim, büyük şehir, NBA parkelerinin her
köşesinden fışkıran Holywood şöhretleri ve iyi yöneticiler gibi pek çok faktörü
unutmuş değilim. Ancak Gilbert Arenas’ın farklı bir hikaye anlatacak bizlere.
NBA tarihinde büyük kontrat aldıktan sonra bir daha eski
formunu asla yakalayamayan oyuncu huzurlarınızda… Elbette ki insanoğlunun
mantık sınırlarını aşıyor. Ancak Arenas bildiğiniz gibi değil, hem
sakatlıkların hem de sinirlerini aştığı durumda kendine engel olamamasından
ötürü farklı bir üne kavuştu ve bunu temizlemesi pek de kolay olmayacaktı.
Bir oyuncunun büyük ve uzun vadeli bir kontrat aldıktan
sonra nasıl reaksiyon göstereceğini tahmin etmek hayli zor, özellikle de
NBA’de. Defalarca gördük ki bazen bazı oyuncular büyük kontratlar aldıkları
zaman kimi zaman sakatlıklar nedeniyle kimi zaman da zaten istediklerini
aldıkları için sırf motivasyon eksikliği sebebiyle o kontratın karşılığını
veremiyorlar.
Elbette takımların potansiyel nedeniyle bir oyuncuya
büyük kontratlar verdiği de oldu. Ligin kalanı da o sırada böyle vasat bir oyuncunun
nasıl büyük bir kontrat aldığını düşünürken kafasını kaşımakla meşguldü.
Bir aralar Gilbert Arenas, ligin en etkili hücum
tehditlerinden biriydi ve o dönemde Washington Wizards’ı defalarca playofflara
taşımıştı ve bu başarı sebebiyle de takım kendisini altı yıl için 111 milyon
dolar değerindeki bir kontrat ile ödüllendirmişti. Ancak Arenas bile bizzat bu
kontratın NBA tarihinde verilmiş en kötü kontrat olabileceğini kabul etti daha
sonrasında.
O kontratı aldıktan sonra Arenas, sakatlıklar geçirdi ve
tüm bunların yanında asıl sorun da takım arkadaşı Javaris Crittenton’a 2010 yılında
soyunma odasında silah çekmesi ile saha dışındaki meselesi oldu. O olaydan
sonra Wizards, Arenas’ın kötü kontratını Rashard Lewis’in kontratı karşılığında
Orlando Magic’e gönderebildi.
Arenas, muhtemelen bu alanda lig tarihinin en sabıkalı oyuncularından.
Aslında buzdağına biraz inersek kötü bir başlangıçla sürüklendiği göreceğiz. Zero
to Hero. Son yıllarda 0 numara diyince akla ilk gelen isimdi Gilbert Arenas.
Liseye geçtiğinde ise ilk coachu ona resmen takmıştı. "Hiçbir zaman
bu takımın bir oyuncusu olamayacaksın." işte o andan itibaren 0 numara
forma onun kaderi olacaktı.
Bu noktaya gelirken hedef gösterilecek birileri var elbet.
Yöneticiler ve şişiren menajerler… NBA haritası, son yıllarda palazlanan yeni
fikirler ve yeni rakamlarla tekrardan çiziliyor. Takımların yönetim
kadrolarından internet sitelerinde analiz karalayanlara dek tüm NBA camiasını
fetheden istatistik
devriminin medar-ı iftiharı.
“Hızlı olan değil akıllı olan kazanır.” Bu cümleler tıpkı
yaşına aldırmaksızın kazandığı başarılar gibi fazlasıyla büyük ve ironik…
Kimden bahsettiğim hakkında en ufak bir fikriniz olmadığına bahse girerim. Ya
da gerçekten hakkınızı yiyorum.
Can Öncü'nün tutkusunun kaynağı, modernizmin zırhlı şövalyelerine
hayranlık ya da motor denen metaya karşı geliştirdiği tapma seviyesinde bir
bağlılık değildi. Belki 15 yaşında verebileceği bir cevabı yok lakin hayatının
geri kalan kısmının spiritüel yolculuğuna bizleri de davet ediyor.
Çocukluğundan beri taşıdığı MotoGP heyecanını resmetmek
hayallerinin çok ötesinde geliyordu. Fakat kadraja girip çıkan ‘konuşan kafalar’
içinde sıra Can Öncü’ye geldiğinde, onunla ilişkisinin motor dünyasında
birlikte çalıştığı onlarca kişiden daha özel olduğunu duyumsayabiliyordunuz.
Esasında hayatlarımızın odak noktasına takım sporlarını o
denli almışız ki, ses getirecek bireysel başarılar, birer altyazı minvalinde
önümüzden geçmekten başka yolları kalmıyor. Hayır, tabi ki de! Biz onları
sınıflandırıyoruz.
Can Öncü’nün yaşı, tecrübesi ve daha üstün bir düzeye
taşımak adına vazgeçtiği şeyleri düşününce, MotoGP 3 için kilometrelerce
uzaktaki yollara düşmesini mantık çerçevesinde gerekçelendirmek mümkün gözükmüyor.
Ya da bir sonraki hamlesini önce yüzlerce kez düşünen, bir basamak yakaladıktan
sonra onu olabilecek her kombinasyonda deneyen Can’ın mükemmeliyetçiliği de
aşan karakterini, MotoGP 3’ün kılı kırk yaran şampiyonluğundaki titizlik,
adanmışlık ve konsantrasyon seviyesiyle bağdaştırabilirsiniz.
Aslında hikayesi tam olarak da yakın tarihe dayanarak,
şöyle başlamıştı. 2017'de ülkemizi hem Red Bull MotoGP Rookies Cup hem de Asya
Yetenek Kupası’nda temsil eden Can Öncü, Red Bull MotoGP Rookies Cup’ta, uzun
süre domine ettiği şampiyonada üçüncü olmayı başardı. Ancak Can için hedef
şüphesiz MotoCP seviyesi olacak. Hemen öncesinde haleti ruhiyesini anlatan bir
şampiyonlukla elbette.
2018’de kariyerinde yeni bir sayfa açacak olan Can, FIM
Moto3 CEV Junior Dünya Şampiyonası'nda piste çıkacak. İlk adımını ise 18 Kasım
2018'de Valencia'da attı. Kariyerinin ilk Moto3 yarışına 15 yaşındayken çıkan
ve bir GP yarışı kazanan en genç pilot unvanını da eline geçirdi.
Bu yarışmaya katılması tamamıyla Wildcard ile gerçekleşen
başarılı bir kalkışla, üst basamaklara tırmanmayı başardı ve 12. turda eline
geçirdiği liderliği yarış sonuna kadar bırakmadı. Sonucu zaten malumunuz. 1991
yılından beri kırılamayan bir rekora daha imza attı Can Öncü. Japonya yarışını
kazanan Japon Noburu Ueda’dan bu yana, katıldığı ilk mücadelede birinci olan
ilk pilot oldu.
MotoGP ile az çok ilgilenmiş herkesin Avrupa’da hatırladığı bir şeyler vardır. Yarış boyunca hiçbir şey olmasa da kanalı çevirmeye eliniz gitmez. Asıl sezonun yaşandığı Avrupa’nın hemen yanıbaşındaki siesatacılar olmasına rağmen kemikleşmiş duraklarından bir tanesidir artık Valencia. Tabii bu sporda ne kadar kemikleşebilirsiniz orası bir soru işareti. Ancak Can Öncü, tıpkı aklını kullanarak, soyadı gibi “Öncü” olabilir...
Doğan güneş mi, yoksa batan güneş mi? Kürenin neresinde
olduğuna göre değişiyor. Kasım – 2018’de eski defterleri dürerken, kalemime
eski kaptan John Terry takıldı ve ilk doğduğu anlar mı yoksa veda ederken ki
güneş miydi onun için… Lakin sevenden daha çok çekimser davranan epey topluluk
var. O halde Pandora’nın kutusu açılsın.
Büyük Britanya’nın Doğu bölgesinde oynayan sürpriz bir futbolcu
çıktı. Bölgenin Londra kökenli çoğu İngiliz futbolcunun yetiştiği "Sunday League" takımlarından Senrab'da futbola başlamış, oyununu defans üzerine
temellendiren birçok iyi takımın bu mevsimdeki kaderini paylaşarak henüz ilk
turda eve dönmeyi düşünmüş bir isimden öteye gidememiş. Ancak John Terry limitlerine
kadar zorladığı oyununu daha ileriye taşımayı başardı ve sonunda West Ham
United’a transfer olarak profesyonelliğe adım attı.
Bundan sonrası dillere destan Chelsea kariyeri… Terry, 14 yaşındayken kulübe katılarak Chelsea saflarına geldi. Daha önce Sol Campbell ve Jermaine Defoe gibi yıldızların da Senrab FC tedrisatından geçtiğini bilerek, doğru hamlenin doğru zamanda geldiğini görmek mümkün. Bundan sonrası bildiğimiz senaryo esasında. 1998 yılında geldiği Chelsea takımına vefa örneği göstererek yaklaşık 20 yıl sadık kaldı ve takımla harmanlaşıp beyni olmayı başaracaktı.
İlkler her daim ayrı bir mühimle hatırlanır. İlk maçı
keza 1998’de Aston Villa ile Lig Kupası müsabakasıyla yeşil sahalarda olacaktı.
Daha önemlisi ilk golünü esnaf edasıyla duvarına çerçeveletecekti. Evet, o bir
defans oyuncusu lakin kaleyi havalandırmak da defans oyuncusu için meziyet
ister. Biraz zaman alacaktı, milenyum yılı ona uğurlu gelmişti bile.
Terry, Premier League kulübünde kalmayı ve en üst kattaki
işi, profesyonelliği öğrenmeyi seçti. Ormanın büyüsüne ek olarak, 1999-2000
sezonunda Chelsea için dokuz maç çıkardı ve FA Cup’ın 6. Turunda Gillingham’a
karşı ilk golünü attı. Maviler FA Cup’ı kazanmaya devam etti.
Terry, kullanılmayan bir yedek oyuncu olarak galip bir
madalya kazandı ve bu ödül onun büyük onuru oldu. Böylece ilk 11’de yer
edinecekti. Bu durum beraberinde takımın ona güvenini kazandırdı ve hemen hemen
birkaç yıl içinde kaptanlık apoletine ulaşacaktı. Belki dönem dönem
beklentileri karşılayamadı ama pes etmek litaretüründe yoktu.
John Terry bu görüşüyle beraber 2017 yılına dek Chelsea
zeminini kendi hamuruyla şekillendirecekti.
Ön yargıyla da yaklaşıyor olabilirim, ama yeni
gelişmelerle birlikte Premier League’in “en iyi” olarak rüştünü artık ispatladığını
düşünenlerden biri olduğunuzu tahmin edebilirim. Tıpkı Kaptan Terry’nin
hayalindeki gibi. Ancak onu Chelsea takımında işe yaramayan, isim yapmış o
yüzden bu sahada diyen kesimin olduğunu red etmemek gerek. Bu duruma teşvik
edense şüphesiz sinsi faulleri ve kartlık pozisyonları…
Çünkü diğer “yıldız” oyuncular kadar göz önünde değilse de, kendi pozisyonu için en az onun kadar özel biri. Temel savunma becerilerindeki eksikliğinden yakındığımız da kafalarda böyle bir profil oluşuyorsa eğer. Bunu dünyada kaç savunmacı için söyleyebiliriz gerçekten bilmiyorum ama Terry, sadece onu izlemek için maça gidebileceğiniz ölçüde estetiğe ve soğukkanlılığa sahip bir futbolcu. Kariyerinin gelişimi için Chelsea’e bir teşekkür etmesi gerekecek.
Avrupa Şampiyonası’nın Interrail’dan farkı yok. Yine
aylarca konuştuk, tartıştık ama gitmeyi başaramadık. Fakat orada, bir turnuva
var uzakta, kayıtsız kalamayız. Bu sefer Türk futbolu için değil… Futbolun ana ekiplerinden
fakat son yıllarda bir türlü kıramadıkları şeytanın bacağı Hollanda ekibini
esir almış durumda.
Ne denli oyuncu altyapısına önem verdiklerini bilmemize
rağmen kısır döngünün içine saplanmış durumdalar. Evet, belli takımları bunu
kırmak için mücadele içinde lakin bir takım daha güç katmaya geliyor.
Hollanda Ligi takımlarından PSV Eindhoven, lige muhteşem
bir giriş yaptı. Sezon başında anlaştığı eski öğrencisi Mark van Bommel, ilk
teknik direktörlük deneyiminde harika işler yapıyor. İşte müthiş bir girizgah,
velhasıl PSV Eindhoven’ın esamesi okunmazken canlılık katmaya geldiler.
Hollanda futbol okulu, Hollanda sınırları içinde ve
yıllarca öğrencilik yapmış, varlığını ve canlılığını yine geçmişinin
kalıntılarını bu topraklarda sürdürmeye devam ediyor.
Bu yazıya başlayabilmek için bazı hazırlıklar yapmam
gerekti. Bir kenara kaydedip de okumadığım eski yazıları gözden geçirdim veya
“van” soyadının nereden geldiğini merak edip kendi başıma bir soy ağacı
çıkarmaya giriştim. Bu arada, bunu gerçekten yaptım. Şimdi asıl meselemize
gelelim.
Hollanda’ya dışarıdan bakan ve konusu Hollanda vs. olan
bir yazı yazan herkesin aşağı yukarı aynı hikaye kalıbına bağlı kaldığını fark
edeceksiniz. Bu kadar küçük bir ülkenin varlığına aklınız eriyor mu? Huzurlu
insanları ve gelişmiş sosyokültürel yaşamından haberiniz var mı? Bu sınırları
aşıp Bommel’e başlamaya karar verdim.
Mark van Bommel, çok tanıdık gelmeyecek fakat bundan
sonra duvarları aşındıracağına kesin gözüyle bakılıyor. Kariyerine Fortuna
takımıyla başlasa da asıl geçmişi PSV Eindhovendan geçecekti. Sonrasını
İspanyol esintisi Barcelona ve Alman disiplini Bayern Münih’te alacaktı. Yinede
dönüp dolaşacağı Hollanda’nın rüzgar değirmeni, PSV takımından başkası
olmayacaktı. Kariyerini sonlandırmaya karar verdiğinde dahi yine portakallardan
vazgeçmeyecekti. Teknik direktörlük kariyerine adım atmadan PSV takımının
kapısını çalmıştı bile.
4-3-3 taktiğiyle takımını sahaya dizen, pas oyununu doğru
oynayan ve alan daraltmalarını başarılı bir şekilde uygulayan Bommel, hücum
anlayışıyla dikkatleri üzerine çekiyor. Kaleye şut atmaktan çekinmeyen PSV, 9
hafta sonunda 36 gol atarak 4 gol ortalaması tutturdu. Oyunun defansif tarafını
da başarıyla uyguluyorlar ve set oyununda boşluk vermiyorlar. 12 hafta sonunda
yalnızca 5 gol yemeleri de bunu kanıtlıyor. Bizim meselemiz tam olarak da
buydu. Kendi takımını okuyabilmek…
Hollanda futbolu gerçekten ne kadar iyi? Marken van
Bommel, onların şampiyon dahi olabileceklerini iddia etti. Geçmişte
başardıklarını unutmamalı. Hollanda’nın ne kadar iyi olduğunu izleyerek
deneyimledim ama yine de övgüleri biraz olsun azaltmak daha makul görünüyor.
Daha önceki yazıların aksine, bu yazının bir kahramanı
olmayacak. Çünkü Marken von Bommel için böylesi uygun olurdu.
Türkiye, milli takımlar düzeyinde Dünya Şampiyonasına
katıldığından beri insanlara futbolun ötesinde şeyler vadetmişti, olmadı. Şimdi
yine aynı ülke, aynı oyun fakat özneyi değiştiren bizlere ikinci olsalar da “bir
şampiyonluk hikayesi anlatan ampute takımı”. Bu sefer kupanın ötesindeki o
hayallerin gerçek olmasına o kadar çok yakalaşan koca yürekli insanlara çok
ihtiyacımız olduğunun göstergesi var.
Bu ülke ve Türkiye Ampute Milli Takım hakkında bildiğim
her şey. Dünya Kupası’nda gösterdikleri performansla, ikincilik madalyasıyla
bizlere tarifsiz bir mutluluk yaşattı.
San Juan de los Lagos kentinde oynanan grup ilk maçında
millilerimiz Kenya’yı 4-1 mağlup etmeyi başardı. Aslında ilk olarak “farklı”
skorlarla başlayan tam da bu maçla ipi çekecekti.
Grubun ikinci maçında, vize sorunu baş gösterdi ve
Liberya’yı hükmen 3-0 yenen milliler, 2’de 2 yapıp, ABD karşısında da 5-1
mağlup etmeyi başardı.
2. turda işler hayallerimizin çok ötesinde ilerleyerek, İrlanda
ile eşleşen milliler, 4-0 mağlup ederek çeyrek finale yükseldi ve Rusya ile
eşleşti. Şu kelimeleri bir araya getirmek için epey yıllar bekledik şüphesiz.
Hep bir yerinden tuttuğumuz dalları kesseler de bu anların geleceğini de içten
içe biliyorduk.
Ezeli rakiplerden Rusya karşısında etkili bir oyun
sergilemek, buzlar kralı Rusya’yı yenmek… Skor mu, çok da mühim değil esasında, 5-1
galip gelerek adını yarı finale yazdırdı.
Ve ev sahibi Meksika’yı ağırlamak dile kolay…. Ancak,
öyle sanıldığı kadar da zor olmayacaktı. Ya da bizlere gerçekten kolaymış gibi
göstermeyi çok iyi yapacaklardı. Tamam artık skorları çok iyi öğrendik, kabul.
Yine harika bir iş ve sonunda 4-0’lık bir skor. İşte bunları konuşalım.
Evet, finalde Angola’ya penaltılarda yenilmiş olabiliriz
lakin senaryo yazsan “hadi canım bu kadarı da olmaz” dedirten sonuçlarla,
oyunla bir şampiyonluk hikayesi anlatılamazdı.
Belki maç sonrası şöyle bir konuşmadan utanamazdık… Maçın
ardından açıklamalarda bulunan kaptan Osman Çakmak, ”Ben 5 Kasım’da mayına
basıp ayağımı kaybetmiştim… Demek ki 5 Kasım bana yaramıyor. Türk halkı bana
hakkını helal etsin. Penaltı gol olsa iş bitmiş olacaktı. Hayat devam ediyor.
Bazen olmuyor, arkadaşlarımdan da helallik istiyorum” dedi.
Velev ki fazla söze hacet yok! Futbol ASLA sadece futbol
mudur, değil midir? Uzun tartışma. Yukarıdaki paragrafı okurken kendi
cevabınızı vermiş olabilirsiniz. Hepsi bu kadar.
Geçtiğimiz Ekim ayında, daha önemli sayılabilecek birkaç şeyin
yanında, Eduard Prades Reverter ikinci ve zirveye tırmanmanın önünde gelen
şampiyonluğu şöyle dursun Türkiye Bisiklet Turunun 54. yıl dönümü kutlandı.
Ondan birkaç ay önce de, Norveç koşusunun şairane birinciliği.
Söz Prades’in bisiklete uğrayan metinlerinden
açıldığında, evvela isim yapmış sprintercıların yanından geçerken ki endişeli bakışları doğal karşılanabilir.
Romanı tekrar okudukça, bu müsrif değiniler sonunda
elimizde kalan hor kullanılmış başlığın ötesine açılan bir yol keşfederiz. Daha
ilk cümleden, Eduard Prades bitiş çizgisine geri dönüp tribünde yanında duran
adamla laflamaya başladığında, onun sesini ilk kez duyduğumuzu fark ederiz.
Prades ilk kez kendi sözcükleriyle konuşuyor gibidir ve bu
sözcüklere, bir bisiklet seyrini ya da bir kaçış anını tarif etmek için
başvuruluyordur.
Pek sükse yapamamış bir Cumhuriyet Bisiklet yarışına
sahip olduğunu kabul etmek zorundayız. Ancak bunun akabinde gözde yeni yeteneklerinde
ilk göz ağrısı bu tip turnuvalar olduğu kaçınılmaz.
6 Ekim'de Konya'da başlayıp ve ikinci kez Dünya Turu
kategorisinde koşulan turda 20 takımdan 140 sporcu mücadele ettiği, TUR 2018, 54.
Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu'nu, Euskadi Basque Country-Murias takımından İspanyol sporcu Eduard Prades Reverter kazandı. Bilirsiniz İspanyolların "siestası" meşhur olduğu gibi üç büyük turnuvadan biri olan Tour de Espana ile beraber bisiklette de ne denli güçlü ve iddialı olduğunun ispatlayıcılarından.
Beklediğimizin aksine pek de ününe ün katmış isimler
yoktu fakat Prades doğdubu turda.
Prades’nin yazınında bisiklet zaman içinde önemli bir uğrak yerine dönüşür;
öğleden sonraları çıktığı meşhur yürüyüşlerini cumartesi günleri kısa kesmesine
neden olan oyuna hürmet gösterirken cimri davranmaz. Her ne kadar yeni
yetme sayılmayan yaşına rağmen 31 yaşının hakkını veriyor selesini
aşındırırken.
Türkiye’deki şampiyonluğu yani, bu terfiye rağmen
finansal açıdan henüz düzlüğe çıkmışa benzemeyen ve bilhassa yaz aylarında hem
çalışıp hem de seleyi yalnız bırakmayan yalnızca diğerlerine göre daha az
ekleme yapabilen Prades’in, ilk şampiyonluklarda beklentileri aştığı
söylenebilir.
İspanyol pedal, çok değerli olabilecek bir “tahmin
edilemezlik” katmış gibi göründü ve dakikalarca, zorlu Türkiye güzellikleri
deplasmanından puan çıkarmanın ve hatta 1 numaraya yerleşmenin yakınına geldi.
Kulağı kesik ESPN spikerlerinin söylediklerine bakılırsa, bir yıl önce bir ikinci
şans bulan İspanyolun özensiz bir şekilde kaçırmasında şaşılacak bir şey yok.
Bundan sonra gözümüz kulağımız yeni tekerlek üstadında
olacak. Eduard Prades Reverter, üst düzeyde skor katkısı veren Euskadi Basque
Country-Murias takımının sırtında yeniden bisiklette yükseliyorlar.
Aynı yerde başlayıp, aynı noktada biten fakat son derece
farklı seyreden bitişler... İşte bütün mesele bu. Ya da bu mu? Tercüman
Gazetesi’nin bir fikir karşılığında maraton koşulmasını 1973 yazına tekabül
eden yıllarda, 2018 yılında tesadüfen öğrenmiştim.
Batı hayranlığıyla büyütülmüş her Türk gencinin ilk
yurtdışına çıkışında olduğu gibi, en sıradan, en doğal şeyleri bile büyük
merakla takip ediyorduk. Mesela ben ilk Avrupa deneyimimi İsveç’e gittiğimde
triatlon ile öğrenecektim. Ya sonrası?
Bir dakika bunu soğuk ülke insanları yeni buluş olarak
bizlere sunmuyordu ki, böyle başladı benim İstanbul Maratonu olarak tanıdığım
aslında gerçekte olan Avrasya koşusu.
Asıl hikaye ise bambaşka bir pencereden baktırıyordu.Tercüman
Gazetesi tarafından atılan bu fikir, pek de samimi gelmeyecekti.
Bu samimi görüşler 79 yılına dek kağıt üzerinde kalma
başarısını taa o yıllarda baş gösterecekti. Yine duruma noktayı koyacak olan
ise, yıllardır müttefikimiz olan Almanlardan gelecekti.
1979 yılında Almanya’dan Türkiye’ye gelen bir takım
sporcu tarafından Federasyona bu konuyu gündeme taşımasıyla başka bir boyut
kazanır. Altı yılın sonunda Almanları ciddiye alan Valilik ve Fedarasyon
hummalı çalışmalar ve zorluklar neticesinde “Asya-Avrupa koşusu” olarak anlam
kazanacaktı. Ancak ülkemize gelen atletizm transferini anlamamız içinse büyük
bir dil bilgisine gereksinimim yoktu. Her şey ortadaydı.
Altın şehir İstanbul, dünyanın en görkemli manzarasının
ki o yılları düşününce harikulade bir manzara, sporun, atletizm gösterisinin
bir parçası olacak, dünyanın sayılı koşularından biri olarak kayda geçecekti.
Beklenildiğinin aksine, bir avuç insanın katılımı ve
atletizme gönül verenlerin gayretleri ile gerçekleşebildi. İstanbul halkı o sıralarda
yeni hizmete açılmış olan Boğaziçi Köprüsü'nde yolun yarısının kapatılarak
insanların köprüde koştuğunu görünce bunun 1 Nisan şakası olduğunu
zannetmişlerdi. Yorum sizin! Aslında 1 Nisan’ın mutfağında yatan bir konu
başlığı olacaktı.
Düşük bütçe ve ciddi zorluklarla karşılaşan organizasyon
ekibinin şüphesiz yanına, Almanya'dan gönüllüler yetişecekti. Simtel ve
Hisarbank gibi kuruluşların desteğiyle mali sorunlar aşıldı. Diğer bir sorun
ise Karayolları'nın binlerce insanın tempolu bir şekilde Boğaziçi Köprüsü'nde
koşmasının, güvenliği tehlikeye sokacağı endişesiydi. Tüm planlamalar
yapıldıktan sonra gerekli önlemlerin de alınmasıyla 1 Nisan 1979'da
"dünyanın tek kıtalararası maratonu" unvanıyla Asya-Avrupa Koşusu
start aldı. Haklılar tabi!
Avrasya Maratonu ismine gelirsek... Dünyanın tüm maratonlarında olduğu gibi, şehrin tanıtımı ve adını ön plana çıkarmak amacı ile İstanbul Maratonu olarak evrilecekti. Değeri bilinmemiş İstanbul Maratonun son günlere kala esamesi okunması, fazlasıyla düşündürücü. Benim kafamdaki paralel evrende 1973 yılına gitmedi. 2018’te bile tam anlamıyla önemini kavrayamamışken nasıl anlatılır ki bu husus. Kim bilir neler olabilirdi, İstanbul genç ve tarihi bir şehirken. Üstelik bu hiçte 1 Nisan şakası değil!
“Gelecek nesillerin daha iyi şartlarda olması için
çalıştım. Onlar bizim hayallerimizi yaşıyor…” – Billie Jean King tıpkı “Battle
of the Sexes” filminde bir kez daha vurguladığı gibi… Tenis bazı kişilerin ya
da ülkelerin, renklerin himayesinde olmamalı. Neden kalıbımıza sığıyoruz ki?
Dahası varken…
Şöyle ki; yılın 300. günlerinden bir tarih aralığında! Grand Slam’den biraz kısa, ATP yıl sonu şampiyonluğundan biraz uzun.
Tartışmaya mahal yok, tam olması gerektiği gibi.
ATP World Tour'un bir parçası ve dünyadaki 9 ATP Masters
1000 organizasyonundan sadece Şanghay Masters Kuzey Amerika ve Avrupa'nın
dışında düzenlenmekte olan tenisin kalıbına sığmadığı organizasyon mevzu-bahis.
Her yıl Ekim
ayında Çin'in Şanghay Bölgesi'ndeki Minhang'de Qi Zhing
Stadyumu'nda düzenleniyor. Ve eminim ki Avrupa’daki diğer organizasyonlara
oranla çok daha fazla ilgi çekici… Teniste, kadın-erkek ayrımcılığı gibi
ülkeler bazında da hakim olma yolundaydı. Ancak Çinliler dur demesini çok iyi
biliyordu.
Tenis Federasyonu, henüz yılın başlarında Çin’de
düzenlenen bu seneki turnuvanın tarihin en iyisi olacağından bahsetmişti.
Federasyonu ve pazarlamasını dışarı atsak da, sevenleri için sezon içinde
benzer hisler olgunlaştı. Roger Federer her zamankinden mutlu… Novak Djokovic,
kafadaki örümcekleri almış rekora gidiyor… 1 numara Rafael Nadal sakinliğini
koruyor, şimdilik… Andy Murray iyi başlamasa bile yerini koruyor… Diğerlerinde
de inişler çıkışlar olsa da atmosfer güneşli çünkü önümüzde en kötü sezonu bile
toparlayacak ATP son yarışı var.
Aslında tüm senaryo, Shanghai ATP Masters 1000, ATP World
Tour ve Çin Tenis Federasyonu'nun Çin'deki tenis pazarını genişletmek ve tenisi
Asya geneline yaymak düşünceleriyle kuruldu. Lakin devreye sponsorların para
makinaları girecekti ve 2010'daki sponsorluk anlaşması sonucu turnuvanın
ismi Shanghai Rolex Masters’a evrildi.
Sonrasında da ATP sıralamasındaki 8 büyük tenisçinin göz bebeği şekline dönüşüverdi. Hem bütçe açısından hem de marka olma yolunda
sükse yapmanın yolunu yaptılar.
İskoçlu tenisçi Andy Murray, 2011 yılındaki turnuvanın
finalinde David Ferrer'i yenerek ikinci şampiyonluğunu elde etti ve turnuva
tarihindeki en başarılı sporcu olmuştu. Bir dakika bir dakika… İşler biraz
değişmeliydi öyle değil mi! Fazlasıyla başarıya ve hırsa aç olan Sırp tenisçi
Djokovic’in söyleyecekleri vardı.
Ya da tarih yazacakları demek pek de haksızlık etmiş olmayız.
Üstelik bu kadar soğuk nevale iken yaptığı çıkışlar çok başarılı.
Murray’in tahtına bu yıl aldığı zaferle oturan Djokovic,
eskiye geri dönüş yaptı adeta. Yalnız, bu isimlerle ilgili net tahmin yapmak,
bir kez daha belirteyim çok zor. Alacakları şampiyonluklardan ziyade bir maç
sonrası değişmeyeceklerinin garantisini vermiyorlar. Oyun olarak, seyirciyle
interaksiyon olarak… Tenisin Şanghay büyüsüyle çok ilginç işler ortaya
çıkabilir, neden olmasın.
San Francisco’nun play-off mazisi çok parlak değildir.
Resmin büyük bölümünü zafer kutlamaları değil de, hayal kırıklıkları oluşturur.
Francisco şehrinin spordaki bahtsızlıkları meşhurdur keza. Son elli yılda
bu şehrin herhangi bir takımı majör sporlarda şampiyon olamadı. Birçok kez de
kendilerinin kontrolünde olmayan engellere takıldılar. Bu konuda bloglar
açıldı, maniler bestelendi, ünlü yazarlar makaleler döşedi. Ve hatta “Tanrı”
Francisco’dan nefret ediyor dendi hep.
Bazı lanetler silsilesi hala geçerliliğini koruyor ama
işin basketbol tarafında Tanrı’yla buzlar eridi diyebiliriz herhalde. Doğrusu,
eriten isimler var…
Rick Barry gibi bir adam söz konusu olunca piyangodan
kendilerine çıkması, şanssızlıktan söz etmek çok mümkün değil. Bu isim
aklınızın bir köşesini kemirmeye başladı mı? O halde doğru yoldasınız.
Çocukluğumuzun basketbol adımı olan “karpuzlamanın” mucidi esasında, Barry!
NBA tarihinin en büyük skorerlerinden biri olmasını
karpuzlama atış stiline borçlu… Halbuki basit ve akla gelebilecek bu tekniği
sayesinde tarihe geçmiş Rick Barry.
Aslında doğru sandığımız bir takım yanlışlara dur demedik
ya da işimize bu geldi. Serbest atışları bildiğimiz karpuz stilinden ziyade, bu
"underhand" dedikleri stilde, topu üstten kavrayıp, sadece bilekten
çıkararak, enteresan bir bombe verip, topu neredeyse her seferinde çembere
deliksiz olarak sokmayı başarmıştır. Bana göre topun potaya en zor atılabileceği stildir bu, karpuz stiliyle atmak bile daha kolay gibi görünüyor. Rick Barry’e göre “bana göresi” yok pek ala.
Pek çok basketbol otoritesine göre, dış şut kapasitesi,
tüm sahaya hakimiyeti, takım savunması bilgisi ve uygulaması, kuvvetli ve istekli
yapısı, alışılmışın dışındaki ancak yüzdeli şutları sonucu olarak tüm
zamanların en iyi kısa forveti kabul edilmektedir. En iyi statüsüne sığdırmak
işte bu kadar kolay!
San Fransisco Warriors takımıyla NBA’de oynamaya
başlamış, on iki yıl art arda all star takımına seçilmesi de büyük oyuncu
olduğunu kanıtlayan bir başka delildir.
Es keza en unutulmazlar listesine 1974 mart'ında Golden State
formasıyla bir maçta 64 sayı, 10 ribaunt ve 9 asist gibi bir istatistik
yakalamıştır ki o dönemlere bakış bu oldukça estetik duran performansı yeni
bir delil niteliğinde olacaktı. Rick Barry’i küçümseyenler de yok değil ancak bu
durum onu en iyi forvetler listesinden alıkoyacak da değildi.
NBA parkelerine arz-ı endam etmiş bir üstat için
yapılacak son nokta eski videolarını izleyip hayıflanmaktan başka bir şey
olamazdı.
Barry’nin günümüz basketolcularına Shaq üzerinden bir de
küçük bir önerisi olacaktı. 2006 final serisinde Shaq berbat faul atınca ona
tekniğini öğretmeyi teklif etmiş ama Shaq kendi fanlarına maskara olmamak için
öneriyi reddedip % 40 la faul atmaya devam etmiş. Karpuzlamanın mucidi Rick
Barry’e selam olsun…
Futbolu hala kanlı canlı insanlar oynadığı için rakamlar
her şeyi anlatamıyor. Ama rakamları doğru kullanırsanız size ipuçları
verebilir, analiz ve değerlendirme yapmanıza ortam sağlayabilirler. Tam da bu
hususta futbol menajerleri vuku bulacaktı. Hatta öyle ki bir “tık” daha ileriye
giderek futbolculardan çok kazanan ve futbolun endüstrileşmesinde rol çalarak yeni
gündem maddesi oluşturmayı başardılar.
Zira bir menajer diğerlerinden top çalarak bir numaraya
yerleşti bile. Jorge Mendes, menajerlik dünyasının 1 numaralı ismi. 22 yıl önce
kendi menajerlik şirketini kuran Portekizli Mendes, futbol sektörünün en
yetenekli ve en meşhur futbolcularının menajerliğini yaptı ve bu isimlerin
başında şüphesiz Cristiano Ronaldo geliyor.
Jorge Mendes bu mertebeye nasıl erişti bunu anlamak pek de
zor değil esasında. Sporun temeli rekabet olduğu için onu da anlamak ve
değerlendirmek ancak ölçüm ve dolayısıyla kıyaslama sayesinde oluyor.
Cristiano Ronaldo’yu anlamak ve kafamızda bir yere oturtmak
görece daha kolay. Gol kralı oldu, adamın daha neyini anlayacaksın? Forvet
mevkinde, olması gereken noktaya koşu en temel, en basit dalı belki de sporun.
Dümdüz bir satıhta bir yetenek ve gelişim yarışı. Bunu analitik zekasıyla
anlayıp, ticarete dönüştürmekise Jorge
Mendes için çocuk oyuncağı…
Jorge Mendes, menajerlik dünyasının 1 numaralı ismi. Bunu
kabul etmek de 1 numaralı koşul! Çalıştığı futbolcuların büyük takımlara
transferiyle ödenen miktar 1 trilyon doları aşıyor! Ee, hâl böyle olunca
kendisinin de 100 milyon dolar komisyon elde etmesi şaşırtıcı bir durum
olmaktan çıkıyor. Daha da şaşırtalım o halde! Pek ala menajerlik yaptığı tek
nadide parçası Ronaldo olmayacaktı.
En iyi transferleri listesi yapmaya kalkışsak,
Şampiyonlar Liginde final oynayacak ilk 11 çıkartmak epey kolay olur. Ya
başlıcaları? Hadi şu büyülü ismi ilk sıralayalım. Malumunuz, Cristiano Ronaldo…
Temmuz 2018’de Real Madrid’den Juventus’a 117 milyon euroya transfer
oldu. Sıradaki… James Rodriguez: Temmuz 2014’te Monaco’dan Real
Madrid’e 75 milyon euroya transfer oldu. Sıradaki… Angel Di Maria:
Ağustos 2014’te Real Madrid’den Manchester United’a 75 milyon euroya
transfer oldu. Sıradaki… Diego Costa: Ocak 2018’de Chelsea’den Atletico
Madrid’e 66 milyon euroya transfer oldu.
Bu liste daha uzar da uzar ama çalıştığı diğer isimlerden
birkaçını sayacak olursak şöyle devam edebiliriz: Ederson, Bernardo Silva,
Nicolas Otamendi, Nelson Semedo, Ruben Neves, Gonçalo Guedes, Andre Silva… Bla
bla bla…
Mendes’e bakacak olursak, yeni bir şey icat etmedi veya
buluşu da yok. Sadece anı fırsata çevirdi ve bu işi çok iyi yaptığı tartışmaya
kapalı aslında ilk adımı attı. Yani tam anlamıyla “Crazy Man...”
Bazıları adını unutmuş olabilir mi? Çok genç olanlar
belki. İsteyen istediğini unutsun! Tek istediği daha çok kişiye ulaşmak olan
bir sporun, geride bıraktıkları asla unutulmaz. Bisiklet, çocukluğumuzun
vazgeçilmez “hediyesi.” Lakin farklı perspektiflerden bakmaya ne dersiniz?
Acaba, 27 Kasım 1979’da, Alain De Roo finiş çizgisini ilk
sırada geçerek Omloop van het Houtland’ı kazanmasaydı, sonuç yine kayda değer
mi olacaktı?
Şüphesiz bunu asla bilemeyeceğiz. Çünkü bu galibiyet
profesyonel pelotonu 20 yıldan beri domine eden güç, Belçika takımı
Flandria’nın hanesine yazılan son zaferdi.
Bu noktada bir es verilmeli… Flandria’nın kuruluşu
Belçikalı bir demir işçisi olan Louis Claeys’in Batı Flandria’da bulunan
Zedelgem’deki aile demirhanesinde 1890’ların sonlarına doğru ilk bisikletini
yapmasında yatar.
Louis’in dört çocuğu Alidor, Aimé, Remi ve Jerome Claeys
daha sonra bisiklet ve ilgili ürünler üretmek için Claeys Kardeşler Limitet
adlı şirketi kurar. Belçikalılar ülkeleri adına bu haberi alınca bu mutluluğu
sindirebilmek için Hype Duo’un “I’m a cyclist” şarkısını dinlemiş midir?
Grup üyeleri belki “bisikleti” derinleştirir ama
gözyaşlarının hak ettiği yeri bulması için de insanoğluna yardımcı olur.
Bu şarkı yazıldığında Flandria kuruluşunun 40’lı
yıllarını kutluyordu. Flandria’ı izleyen ve Hype Duo’u dinleyenler
arasındakilerin de böyle bir eşleştirme yapmış olması beklenmeyebilir. Bu da
bizlerin, “Flandria” efsanesini yazarken göremeyenlerin, Hype Duo’u Youtube
üzerinden dinleyenlerin bir ayrıcalığı olsun. Belki o zaman efsanenin ne kadar
büyük olduğunun farkına varabiliriz.
Flandria’nın yükselişine karşın, her şey tamamıyla
yolunda gitmiyordu. 1956’da aile içi bir anlaşmazlık meydana geldi. Bu
çatırdama ile beraber, Flandria takımı 1959 yılında Aimé Claeys’ın tesadüfü
olarak Belçikalı bisikletçi, Leon Vandaele ile bir kafede tanışmasıyla
şekillendi. 25 yaşındaki Belçikalı Faema adına yarışırken 1958 yılında
Paris-Roubaix’yi kazandı. Vandaele, eski velodromda çanlar çalmadan hemen önce,
iki kişilik kaçış grubunu yakalayan 20 kişilik grup içerisindeydi. Belçikalı
erkenden öne geldi ve sprint ile kariyerinin en büyük zaferini elde etti.
Ama bir problem vardı. Mesele dönüp dolaşıp ünlü bir Rus
yazarın sözüne geliyor. Tanıyacaksınız, Anna Tolstoy Karenina. Ne demişti ünlü
eserinde: "Bütün iyi gazeteler birbirinden farklıdır, bütün kötü gazeteler
ise birbirine benzer..." bu minvalde aile şirketi iyiyi kötüyü ayırt etme
durumuna gelecekti.
Vandaele’nin sprintte mağlup ettiği isimlerden biri de
yarışı üçüncü sırada tamamlayan kendi takım lideri Rik Van Looy’du. Sezon
sonunda Vandaele’nin ödülü kendine yeni bir takım bulmak zorunda olmasıydı.
Claeys, Vandaele’nin başına geleni öğrenince, ona Flandria adı altında yeni bir
takım kurmayı önerdi. Amaç Vandaele için bir ekip kurmak ve Flandria markasını
geliştirmek için bir platform sağlamaktı. Acaba öyle miydi?
Ardından kadroyu yönetecek olan Belçika efsanesi Alberic
‘Briek’ Schotte’ı işe aldı. Vandaele, takımın ilk galibiyetini 6 Mart,
Paris-Nice-Rome’un 3. Etabında aldı. Flandria yarış dünyasındaki ilk yılında
toplamda 44 yarış kazandı.
Nereden bakarsanız bakın, bir başarı hikayesi bu da. Her şeyin pazarlamadan geçtiği bir çağda, onlar da oyunu kurallarına göre oynayıp isim yapıyorlar. Peki ileride nasıl hatırlanacaklar? Çok basit iflas bayrağıyla…
Uçsuz bucaksız Japonya'nın Yodo Nehri'nin döküldüğü yerde
bulunan Tokyo'dan sonraki en büyük şehri olan Osaka muhteşem düzlüğü, yüksek
irtifasıyla ve topraklarından yetişen yeni sporcularıyla adından söz ettiriyor.
Biraz batısında kalan kısmında bir araç ilerliyordu. Hiçbir
özelliği bulunmayan sıradan bir arabadan neden söz edilir ki. Şöyle anlatalım
buyurun…
Sonbaharın ilk günlerinde her mevsim olduğu gibi güneşli
ama serin bir hava hakimdi gökyüzüne. Bu kadar basit işte. Abartılı yaşamayan
zira her daim hedefleri doğrultusunda ilerleyen bir mantalite içinde
büyüyorlar, o yüzden Naomi Osaka’nın Serena Williams karşısında Grand Slam
şampiyonluğu alması sürpriz olmamalı! Japonya'nın bir okyanus kadar Amerika’ya
yakın olmanın dayanılmaz hafifliğiydi bu durum.
Lakin son teknolojilerle yüzeyi sardığı yolların köşe
bucağına iğne atsan yere düşmeyecek mahiyetinde bir kalabalık toplanmış, hatta
polis trafiği kontrol etmekte dahi zorlanır hale gelmişti. Sonuçta bu Japonya'nın da zaferiydi.
İlk Grand Slam zaferi mi, elbette bu çok büyük bir
gerekçe ancak yeterli olmayacaktı. Naomi 20 yaşının vermiş olduğu
“zıpırlıktan” çok büyümüş de küçülmüş edayla rakiplerine kök söktürmesi daha
çok konuşulan konuydu.
Japonlar için tarihi bir başarıya imza atan Naomi
Osaka’nın eve dönüş seremonisi için oluşmuştu bu konvoy. Ailesinin, sporcuların
ve halkın bulunduğu ve dünyaya geldiği Osaka’da kutlamaların yapılacağı
kilometrelerce boyunca insan seli coşkuyla onu selamlıyordu. Zira bu
anlatılanların büyük çoğunluğu safsataydı onlar için. Çünkü Japonlar üçüncü
ülkelerin kutlamasını asla büyütmezlerdi. Osaka sadece kazanmıştı.
Haitili baba ve Japon bir annenin farklı perspektifiyle
büyüttüler büyük kızları Naomi’yi. Esasında Serena’yı yenmesinden mi bilinmez
ama ona Japanese Serana demeleri bundan mütevellit. Müthiş bir çift el backhand'i
var. Dikkat!
Gelecekte bir numara olması kaçınılmaz olan kadın
tenisçi. Naomi için resmen ışık saçıyor diyebiliriz. Şöyle göz ucuyla bakarım
deyipte bir baktıktan sonra bırakamayacağınız bir oyun sergiliyor.
Kariyerinin ilk tekler zaferini, 5. grand slam olarak
nitelenen Indian Wells'de, arkadaşı ve yaşıtı, Daria Kasatkina'yı yenerek
kazandı.
Jelena Ostapenko'nun ilk tekler zaferini Roland Garros'da kazanmasının ardından
benzeri bir başarıya imza attı Osaka. Naomi’yi mütevazılığı, şirinliği,
dobralığı ve tabii ki yetenekleriyle gönlümüzü çaldığı aşikar…
Yılın son Grand Slam’i olan US Open da, maçın ardından
dünya çapında çok büyük destek, taraftar ve sempati kazandı Osaka. Kariyerinin
henüz çok başında ve gelecekte büyük bir spor ikonuna dönüşebilir. Unutmamak
gerek ki Sasha Bajin gibi harika bir koçla çalışıyor. Uzun yıllar bu
birliktelik devam ederse geleceğin
Serena’sı değil Naomi Osaka olarak anılacak.
Spora olan coşkusundan, içeriği derinliklerden gelen cümlelerin
idrak edilebileceğinden bir an olsun şüpheye düşmeksizin, o kadar öykü
anlatıyordu ki oğluna, o çocuk için basketbol parkeleri giderek bir yaşam
biçimi halini alıyordu. Bu sefer küstürdü basketbol camiasını üstat…
İsmet Badem hasta bir basketbolcu, taraftarı, yorumcusu
ve aklınıza gelen tüm nesneleri bu spora yakıştırmasını bilendi. Tabii İsmet
abi gitti, basketbolu o dönemlerde oynayabilmenin en güç olduğu Anadolu
takımlarından Samsun’u seçerek başladı. Ve bir de idol olacağı oğluna para
kazanmaktan çok bu spora olan tutkusunu anlattı, en esaslısı da yaşattı.
İsmet Badem, Samsun’da parlamıştı. Basketbolun
şimdilerdeki medar-ı iftiarı Fenerbahçe takımına geçmesi pek de sürpriz olmadı.
Ve sonrasında Beşiktaş takımına göz kırpsa da çok da ileriye gitmeden usulca
bırakacaktı basketbol külliyatını.
Zaten sonrası da malumunuz… İsmet Badem Türk
basketbolunun fotoğrafını sözlü olarak ekran başında çekerken, görmeye alışık
olmadıımız bir şekilde kalemine alacaktı. Zira basketbolda yeni sezon açılış
ipini kestiğinde, yediden yetmişe binlerce insan için heyecan demekti.
1972-73 sezonunda Türkiye Basketbol Ligi'nde oynamaya hak kazanan ilk Karadeniz takımı olan Samsunspor'da yıldızı parladıktan sonra asıl hedefinin sadece parke üzerinde muhteşem smaç basmak ya da takım kaptanı olmak değildi. Bunu yazılı mecraya ya da ekran karşısında kendi yorumuyla yaklaşmaktı. İstanbul’da başlamıştı kendi perspektifiyle bakmaya. O atıyor, semtte iklim değişiyordu. Ve artık yazınca, yorum katınca medya camiasına adımını atıyordu. Gerisi malumunuz…
Aktif basketbol yaşantısını noktaladıktan sonra bir süre Afrika'da, Mozambik'te yaşadı. Hep denedi, kendi yorumunu kattı, hangi işe yoğunlaşsa da… Lakin İsmet abi’yi asıl üne, Türk basketbolunun Avrupa sahalarında başarılar kazanmaya başladığı 1993 yılından itibaren televizyonlardan naklen yayınlanan basketbol maçlarında Murat Murathanoğlu'nun sunduğu basketbol maçlarındaki yorumlarıyla tanıyacaktık. Herkese hizmet etmişti İsmet Badem, gerek saha içinde, gerek saha dışında. Ağzından çıkan spor camiasının saygınlığı hükmündeydi.
“Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü, kör oldum” diye başlar ya Cemal Süreya’nın unutulmaz şiiri, işte böyle bir gün 6 Eylül benim için. Ve yine basketbola adanmış Murat Kosova’nın sesiyle duyduğum ilk ölüm haberi beni bu mısralara götürür. Basketbola yeri doldurulması güç bir miras bıraktı İsmet abi… 6 Eylül’ün haberleri aklımda, hemen arkasında Fanatik gazetesine yazdığı satır başlıkları, ortasında bir cenaze ilanı…