Dolmuş taşmış tribünler, heyecan dorukta bir maç veya mutlaka kazanılması gereken 3 puan, normalde futbolun doğasında olan anlar. Bir de futbolcuların tarafından yaşananlar... Öncelikle merceğimi yeşil sahalara değil de, futbolcuların ve atmosferin rengi tribünlere çevirmek istiyorum. Takımını destekleyen çoğu insan stadyumun havasını solumuştur. Bilet bulmak sancılı bir süreçken, tek başınıza gitmek zorunda kaldığınız maçlar bile olabilir. Bu arada artık bilet bulmak "passolig" uygulaması sayesinde boş tribünlerde "nerede otursam, yer seçsem" mantığına dönüştü.
Tribünlerin yarısının dolduğunu görünce sevinir hale geldik. Neyse konudan fazla çıkmadan, sağ şeritten yavaş yavaş geliyorum. Tek başınıza sıkıcı bir maç gibi dursa da, yanınıza oturan hiç tanımadığınız kişiyle kardeşten öteye geçebiliyorsunuz. 90 dakika boyunca sohbet koyulaşır, gol veya gollere sevinirsiniz, daha acımasızı birlikte küfür eder noktaya gelirsiniz.
Bu 1,5 saatlik tanışma sonunda numaralar alınır, tribün dostluğu dışarıya taşar. Her şeye rağmen o 90 dakikanın tadını yakalamak, kardeş gibi olmak tarifsizdir. Sahi artık iki kardeş yan yana maç izlediğini görebiliyor muyuz? Aynı takımı tutsalar yine çıkmaza girdikleri bir konu çıkıyor.
Bir de bu kardeşlerin aynı takımda oynadıklarını düşünün. Gerçekten düşünün! Çünkü böyle kardeşler var. Hem de sorunsuz kardeşliğin örneği.
Aleksey ve Vasiliy Berezutskiy Kardeşler. CSKA Moskova'nın yıllanmış oyuncuları, 2001'den beri. İki kardeş Rusya'nın dondurucu soğunu küçücük yaşlarda FC Moskova takımın çamurla karışmış yeşil sahalarıyla tanıştılar. Bu tanışıklık yalnızca 1 yıl sürdü. Vasiliy CSKA'dan gelen transfer teklifine hiç düşünmeden imza atmış, fotoğrafçılara poz verirken buldu. Bu zamana kadar muazzam ikili olmuşlardı. Chernomorets'teki başarısızlığın ise zıt düştüğü ikizinden başkası değildi.
İkisi de stoper mevkinde deyim yerindeyse kuş uçurtmuyorlar, bilakis hızlı ataklarıyla orta sahaya destek için koşuyorlar. CSKA'ya gelmek için nazlanan Aleksey iki ayağını da kullanabilen nadir savunma oyuncularından.
Nasıl oluyor da Chernomorets'teki aynı oyuncu buradaki oyunuyla satır aralarındaki boşlukları dolduruyor! Ne dedikleri, nasıl dedikleri, bu takımda olacak mı vesaire... Sorular yanıt buluyordu kardeşlerin buluşmasıyla. Onlar Rusya'daki savunma oyunculuğu konusunda krallıklarını perçinleyip ama bununla yetinmek gibi bir niyetleri de yoktur.
İlginç bir istatistik iki kardeşinde 6 gol atarak futbol kültürünü zenginleştirip, önümüze sundular. Beğenip beğenmemek biz acımasız seyircilere kalmış durumda. Günümüzde spor, futbol, forvete boca edildiği için sanki defans koca bir boşluk. Üzerinden 14 yıl geçti ve hala aynı takımda istikrarlarını sürdürüyorlar. İstikrar en büyük silahları evet, hem gerçek hem de mecazi anlamda "kardeş" olmaları da büyük bir avantaj.
İlla aynı kanı taşımaya gerek. Tıpkı tek başınıza geldiğiniz maçta gol sevinciyle o hiç tanımadığınız kişiye sarılmak gibi. Veyahut Arda ile Alex'in derbi maçında sarılması gibi. Samimi duygularla sarılmak. Kardeş gibi! Biraz dramatik gibi lakin bunları bir düşünün, fanatizm sarmalına dönüşmeden.
30 Ekim 2015 Cuma
29 Ekim 2015 Perşembe
"Yeni Lance Armstrong Değilim, Birinci Taylor Phinney'ım"
Bizim nesil dört tekerlek adında hep bir yan tekerleğin havada dört döndüğü üç tekerlekli bisiklet süren nesildik. Mevzu bahis çocuklar ve bisiklet olunca konuşmak yerine pedal basmak, kanayan dizlere rağmen selenin bir üstünde bir ayakta rüzgara karşı gelmekti.
Acı çekmenin fetişleştiği bir spor biliyor musunuz? Bu soruya ucu açık cevaplar verilebilir. Her şeyden önce bisiklet üzerinde ızdırapla çevrilen pedalla, en "iyi" yokuşların dahi acı sınırı olduğunu hatırlatıyor. Bir yandan vücut sıcaklığının artmasıyla üzerindeki formanın ağırlığı çöker üzerine ve bir de gözünüzün önünde sanki yol bitmeyecekmiş gibi büyür.
İşte bir cevap, daha küçükken kanayan dizlere rağmen bisiklet sürme isteği ağır basar ya o çocuk halinizle dahi orada bir bağ oluşmuştur, tek başınıza kalmışsanız bile sürmek istersiniz. Yok farklı bir boyutu daha var. Katıldığınız bisiklet yarışında daima kürsüye çıkanların konuşulduğu, manşetlere düştüğünü görürüz. Peki, ya sonuncu? Onunda vardır elbet bir hikayesi. Hatta varda.
Taylor Phinney ismimi daha önce duymuş muydunuz? Muhtemelen yüzlerce şampiyonluğu olan, Amerika'da yarışları yerle yeksan eden, Tour de France iki kez kazanan babası Davis Phinney veya kış-yaz demeden tüm Olimpiyatlara hükmeden, bisikletle ilklerin kadını efsane annesi Connie Carpenter'dan bir aşinalığınız vardır. Belki de zaten biliyorsunuzdur.
15 yaşındayken başladığı bisiklet tutkusu, gençler kategorisinde tüm kupaları silip süpüren, her bisikletlinin hayalini kurduğu Lance Armstrong'un babası sayesinde idolüyle tanışma şansı bulmuştu. İşte onun hikayesi böyle başlamıştı. Özellikle Amerikan medyası onun aldığı nefesi yazacak konuma gelmişken, üzerine bir de basın geliyordu. 2012 Giro d'Italia'da kazandığı etapta flaşlar patlıyor, manşetler birbirini takip ediyordu.
Yaşına rağmen Olimpiyatlara katılıyor, nasıl da göz önünde olmasın ki! Başarı, başarı, başarı...
Hep bunun haberleri yazılıp, çiziliyor. Taylor Phinney'den beklenmeyeni, yani sonuncu olduğu yarışı konuşan, elbetteki yine Amerikan medyası. Phinney, İtalya'daki Tirreno-Adriattico etabında sıradan yarışlara benzemediğini altı saat, yirmi iki dakika ve elli dört saniye sonunda, sonuncu (109.) olarak bitireceği yarışta anlayacaktı. Tırmanışın %25'lik dereceleri bulduğu, bazı oyuncuların pedal yerine asfalt zemine basarak yarışa devam ettiği bir turdan bahsediyorum.
Bu yarıştan sonra kafalara "dank" edilecek çok şey olacaktı.
İlk önce birçok bisikletçinin işkence niteliğindeki etaptan çekilmesi, grubun arkasında etaba tutunmaya çalışan Phinney ve son olarak turu düzenleyen koordinatörlerin profesyonel olsalar bile imkansız bir etap olduğunu itiraf eden konuşmaları damga vurdu. Phinney pes eden grupta değildi, tek başına kalmıştı. Üstelik çevreden gelen yardımları da kabul etmiyordu.
Yarış son kilometrelerini yalnız başına ve zig-zag çizerek pedallayan Taylor Phinney o saatler de kendini motive etmenin yolunu babasının sözleriyle bulmuştu. Daha önce insanüstü güçle saatte 50 km hızla kazandığı anları, 23 yaş altı için düzenlenen Paris-Roubaix'i iki kere kazanan şampiyonluğunu anımsadığında, medyanın gelecekteki yıldızı kelimesini sonuna kadar hak ettiğini gösterdi. O gün kendisinden bir önceki yarışçının 15 dakika gerisinde kalmış olması onun sonuncu ilan etse de, kaybetmemişti.
Neden bu sporu seçtiğini ve anne-babasının gölgesinde değil, yolunda gideceğini, geleceğin yıldızı damgası ile değil Taylor Phinney olduğu için savaşan ve biraz da ağlamaklı şekilde cevaplarını veriyordu. Medyanın Phinney saplantısı bitmiyordu. Çünkü bu sefer birinci olan değil, sonuncu ve duygusal bir genç vardı. Tam da basının istediği senaryo.
Bir gün dayanamayan, sabırsız bir gazeteci; "Yeni Lance Armstrong mu olacaksın? sorusuna hayır ilk Taylor Phinney olacağım" cevabını vererek gazeteciyi bozguna uğratmıştır. Farkında olmadan medyaya yeni bir konu başlığı vermişti. "Özgüven".
Bir şey hatırlatmak istiyorum. Hey, artık Lance Armstrong yok! Herkes farklı, stilleri, kişilikleri, yaşam biçimi, kısacası her bisikletçi "kendisi". Kendin olmak!
Acı çekmenin fetişleştiği bir spor biliyor musunuz? Bu soruya ucu açık cevaplar verilebilir. Her şeyden önce bisiklet üzerinde ızdırapla çevrilen pedalla, en "iyi" yokuşların dahi acı sınırı olduğunu hatırlatıyor. Bir yandan vücut sıcaklığının artmasıyla üzerindeki formanın ağırlığı çöker üzerine ve bir de gözünüzün önünde sanki yol bitmeyecekmiş gibi büyür.
İşte bir cevap, daha küçükken kanayan dizlere rağmen bisiklet sürme isteği ağır basar ya o çocuk halinizle dahi orada bir bağ oluşmuştur, tek başınıza kalmışsanız bile sürmek istersiniz. Yok farklı bir boyutu daha var. Katıldığınız bisiklet yarışında daima kürsüye çıkanların konuşulduğu, manşetlere düştüğünü görürüz. Peki, ya sonuncu? Onunda vardır elbet bir hikayesi. Hatta varda.
Taylor Phinney ismimi daha önce duymuş muydunuz? Muhtemelen yüzlerce şampiyonluğu olan, Amerika'da yarışları yerle yeksan eden, Tour de France iki kez kazanan babası Davis Phinney veya kış-yaz demeden tüm Olimpiyatlara hükmeden, bisikletle ilklerin kadını efsane annesi Connie Carpenter'dan bir aşinalığınız vardır. Belki de zaten biliyorsunuzdur.
15 yaşındayken başladığı bisiklet tutkusu, gençler kategorisinde tüm kupaları silip süpüren, her bisikletlinin hayalini kurduğu Lance Armstrong'un babası sayesinde idolüyle tanışma şansı bulmuştu. İşte onun hikayesi böyle başlamıştı. Özellikle Amerikan medyası onun aldığı nefesi yazacak konuma gelmişken, üzerine bir de basın geliyordu. 2012 Giro d'Italia'da kazandığı etapta flaşlar patlıyor, manşetler birbirini takip ediyordu.
Yaşına rağmen Olimpiyatlara katılıyor, nasıl da göz önünde olmasın ki! Başarı, başarı, başarı...
Hep bunun haberleri yazılıp, çiziliyor. Taylor Phinney'den beklenmeyeni, yani sonuncu olduğu yarışı konuşan, elbetteki yine Amerikan medyası. Phinney, İtalya'daki Tirreno-Adriattico etabında sıradan yarışlara benzemediğini altı saat, yirmi iki dakika ve elli dört saniye sonunda, sonuncu (109.) olarak bitireceği yarışta anlayacaktı. Tırmanışın %25'lik dereceleri bulduğu, bazı oyuncuların pedal yerine asfalt zemine basarak yarışa devam ettiği bir turdan bahsediyorum.
Bu yarıştan sonra kafalara "dank" edilecek çok şey olacaktı.
İlk önce birçok bisikletçinin işkence niteliğindeki etaptan çekilmesi, grubun arkasında etaba tutunmaya çalışan Phinney ve son olarak turu düzenleyen koordinatörlerin profesyonel olsalar bile imkansız bir etap olduğunu itiraf eden konuşmaları damga vurdu. Phinney pes eden grupta değildi, tek başına kalmıştı. Üstelik çevreden gelen yardımları da kabul etmiyordu.
Yarış son kilometrelerini yalnız başına ve zig-zag çizerek pedallayan Taylor Phinney o saatler de kendini motive etmenin yolunu babasının sözleriyle bulmuştu. Daha önce insanüstü güçle saatte 50 km hızla kazandığı anları, 23 yaş altı için düzenlenen Paris-Roubaix'i iki kere kazanan şampiyonluğunu anımsadığında, medyanın gelecekteki yıldızı kelimesini sonuna kadar hak ettiğini gösterdi. O gün kendisinden bir önceki yarışçının 15 dakika gerisinde kalmış olması onun sonuncu ilan etse de, kaybetmemişti.
Neden bu sporu seçtiğini ve anne-babasının gölgesinde değil, yolunda gideceğini, geleceğin yıldızı damgası ile değil Taylor Phinney olduğu için savaşan ve biraz da ağlamaklı şekilde cevaplarını veriyordu. Medyanın Phinney saplantısı bitmiyordu. Çünkü bu sefer birinci olan değil, sonuncu ve duygusal bir genç vardı. Tam da basının istediği senaryo.
Bir gün dayanamayan, sabırsız bir gazeteci; "Yeni Lance Armstrong mu olacaksın? sorusuna hayır ilk Taylor Phinney olacağım" cevabını vererek gazeteciyi bozguna uğratmıştır. Farkında olmadan medyaya yeni bir konu başlığı vermişti. "Özgüven".
Bir şey hatırlatmak istiyorum. Hey, artık Lance Armstrong yok! Herkes farklı, stilleri, kişilikleri, yaşam biçimi, kısacası her bisikletçi "kendisi". Kendin olmak!
28 Ekim 2015 Çarşamba
NBA'de Girişimci Ruhlar
Çoğu sporcu emekli olduktan sonra, uçaktan paraşütü yokmuş gibi atlıyor hissine kapılır. Spor hayatını profesyonelce yapan sporculardan bazıları ise emeklilikle birlikte çoğunlukla kendi işlerini kurar, girişim konusunda atılım yaparlar. Bu cümlelerim Türkiye dışına taşıyor çoğunlukla. Çünkü bizde geleneksel olarak emekli olduktan sonra spor yorumculuğu baş gösteriyor. Eğer ki ekranda olmaz iseniz maazallah unutulurlar. Buna biraz da izleyiciler sebep oluyor.
Bunun ötesinde kendi işi anlamında girişimde bulunanlar da yok değil. Öyleyse yabancılar bu işi nasıl başarıyor? asıl soru bu. Tesadüf mü, yoksa yaşamlarını başarı üzerine kurmaları mı kayıpsız iş dünyasına adım atıyorlar? İşin içinden çıkamadıysanız gözlerinizi kapatın ve düşünün. Türkiye topraklarında yattığınız uykudan, Amerika'da uyanın.
NBA kapılarını çalalım, sadece basketbol aklınıza gelmesin, burada düşünceden fiile geçmek zaman almaz. İcraata geçerler.
Chris Webber 2008 yılında Golden State'e geçmişken, dizindeki sakatlığı sebebiyle sadece sezonu kapatan olduğunu düşünenler vardı. Webber geleceğini göremediği için kariyerini sonlandırma kararıyla son dakika haberi olarak karşımıza çıktı. Yalnız elinden eksik etmediği basketbol topunu sürmeye devam etti.
Durmak, engeller onun dilinde mevcut değildi. Gayrimenkulün, basketbol ve futbol oyuncularının olduğu, film projelerinin temsil eden yatırım şirketi kurarak sektöre adım attı. Oysa ki basketbol kariyerinde oldukça başarılıydı. All-Star seçilen, çaylak oyuncusu olma ve daha fazlasıyla adını duyuramamış olsa da başarılı olduğunu çok iyi biliyordu.
2008 yılında sakatlığından sonra toparlanıp devam edebilecek durumdayken tadında bırakmaya karar verdi ve devamını iş adamı olarak getirdi. Sadece kurduğu şirket ile kalmadı, Center Court adıyla restoranı ve müzik dünyasına giriş yaparak devam ettirdi. Unutmadan, bir de kendi kitabını yazdığını belirtmeliyim.
Durmaksızın çalışan Webber NBA kariyerinde iken kazandığı 180 milyon doları girişimci ruhuyla ne kadara katladığını hayal bile edilemez.
Chris Webber'e öncülük edenlerden biridir Vinnie Johnson. O da tıpkı Webber gibi adından pek bahsedilmeyen gölge kahramanlardan. NBA'de Detroit Pistons'ın altıncı adamıydı. Takımda işler yolunda gitmeyince gözler Johnson'ı arıyordu. Emektar Johnson 10 yıllık kariyerinde Detroit'e sadık kalarak aile gibi olmuşlardı. Yardıma koşan, taraftarı coşturan kısaca boşlukları dolduran isimdi o.
Altıncı adam unvanının değişim vakti geldiğinde Detroit'e olan bağlılığı ağır basarak emeklilikten sonra kendi şirketini de onun için kutsal topraklarda kalarak cevabını verdi. Aslında o da Webber gibi sınırlarına taşan biriydi.
Pistons Otomotive'in temelleri atılmasıyla, şehirdeki insanlara iş imkanı sundu. Bir nevi Belediye Başkanı statüsündeydi yerel halk için. Hiç de haksız sayılmazlar. Dünya'da Avrupa'da futbol koşturanların yanında, NBA'de oynayan oyuncuların "girişimcilik" konusunda adeta ders verir durumdalar. Spor yorumculuğu dışında işlerin olduğunu etkileyici bir kararlılıkla, yumruklarını masaya vuruyorlar.
Oynadıkları oyun ve özveriyle sahalarda aranır olsalar da yaptıkları işler neden göz önünde olmadıklarının ispatı. Yinede küçük bir not; "Bu dünyada başarıya ulaşan insanlar istedikleri şartları yakalayan insanlardır. Eğer onları bulamazlarsa, kendileri yaratırlar." Bernard Shaw'dan bir not.
Bunun ötesinde kendi işi anlamında girişimde bulunanlar da yok değil. Öyleyse yabancılar bu işi nasıl başarıyor? asıl soru bu. Tesadüf mü, yoksa yaşamlarını başarı üzerine kurmaları mı kayıpsız iş dünyasına adım atıyorlar? İşin içinden çıkamadıysanız gözlerinizi kapatın ve düşünün. Türkiye topraklarında yattığınız uykudan, Amerika'da uyanın.
NBA kapılarını çalalım, sadece basketbol aklınıza gelmesin, burada düşünceden fiile geçmek zaman almaz. İcraata geçerler.
Chris Webber 2008 yılında Golden State'e geçmişken, dizindeki sakatlığı sebebiyle sadece sezonu kapatan olduğunu düşünenler vardı. Webber geleceğini göremediği için kariyerini sonlandırma kararıyla son dakika haberi olarak karşımıza çıktı. Yalnız elinden eksik etmediği basketbol topunu sürmeye devam etti.
Durmak, engeller onun dilinde mevcut değildi. Gayrimenkulün, basketbol ve futbol oyuncularının olduğu, film projelerinin temsil eden yatırım şirketi kurarak sektöre adım attı. Oysa ki basketbol kariyerinde oldukça başarılıydı. All-Star seçilen, çaylak oyuncusu olma ve daha fazlasıyla adını duyuramamış olsa da başarılı olduğunu çok iyi biliyordu.
2008 yılında sakatlığından sonra toparlanıp devam edebilecek durumdayken tadında bırakmaya karar verdi ve devamını iş adamı olarak getirdi. Sadece kurduğu şirket ile kalmadı, Center Court adıyla restoranı ve müzik dünyasına giriş yaparak devam ettirdi. Unutmadan, bir de kendi kitabını yazdığını belirtmeliyim.
Durmaksızın çalışan Webber NBA kariyerinde iken kazandığı 180 milyon doları girişimci ruhuyla ne kadara katladığını hayal bile edilemez.
Chris Webber'e öncülük edenlerden biridir Vinnie Johnson. O da tıpkı Webber gibi adından pek bahsedilmeyen gölge kahramanlardan. NBA'de Detroit Pistons'ın altıncı adamıydı. Takımda işler yolunda gitmeyince gözler Johnson'ı arıyordu. Emektar Johnson 10 yıllık kariyerinde Detroit'e sadık kalarak aile gibi olmuşlardı. Yardıma koşan, taraftarı coşturan kısaca boşlukları dolduran isimdi o.
Altıncı adam unvanının değişim vakti geldiğinde Detroit'e olan bağlılığı ağır basarak emeklilikten sonra kendi şirketini de onun için kutsal topraklarda kalarak cevabını verdi. Aslında o da Webber gibi sınırlarına taşan biriydi.
Pistons Otomotive'in temelleri atılmasıyla, şehirdeki insanlara iş imkanı sundu. Bir nevi Belediye Başkanı statüsündeydi yerel halk için. Hiç de haksız sayılmazlar. Dünya'da Avrupa'da futbol koşturanların yanında, NBA'de oynayan oyuncuların "girişimcilik" konusunda adeta ders verir durumdalar. Spor yorumculuğu dışında işlerin olduğunu etkileyici bir kararlılıkla, yumruklarını masaya vuruyorlar.
Oynadıkları oyun ve özveriyle sahalarda aranır olsalar da yaptıkları işler neden göz önünde olmadıklarının ispatı. Yinede küçük bir not; "Bu dünyada başarıya ulaşan insanlar istedikleri şartları yakalayan insanlardır. Eğer onları bulamazlarsa, kendileri yaratırlar." Bernard Shaw'dan bir not.
27 Ekim 2015 Salı
Soğuk Rüzgarlar; Caroline Wozniacki
Gen dediğimiz bilimsel terim diye geçiştirip kısa yoldan bağladığımız tanımdan biraz ötede. Bakıldığında sporcu çocukların büyük kısmında ebeveynlerinde geçmişte ama amatörce ama profesyonelce mutlaka bir payı olduğunu görürüz. Bunun yanında geçmişte kişinin kendisi sporla uğraşmamış ama ne yapıp edip çocuğunun sporla bağlantılı olmasına katkı sağlayanları da unutmamak gerek.
İstisnalar kaideyi bozmaz. Bir başka boyutu da geçimini "kolay yol"dan yani spor yaparak -bu konuda futbol nasibini fazlasıyla alanlardan- sağlayanları da es geçmemek şart.
Bugün futbol dışında "geleceğin oyuncusu" olarak bakılan Caroline Wozniacki. Açıkçası teniste çok fazla gelecek vaat eden oyuncu sayılabilir. Yenileme dönemi geldi çattı sanki. Wozniacki voleybolcu bir anne, futbolcu bir baba ve erkek kardeşi de babasının yolunda ilerleyerek profesyonel futbolda koşturanlardan. Gen konusunda artık emin olunabilir bir noktadayız.
Tabi kuşkusuz gen faktörünün yanında yetenek de devreye girebilmeli. Wozniacki'nin bu zamana kadar Grand Slam şampiyonluğu bulunmamakla, kupalara da ağır çekimle "ben geliyorum" diyor.
Amerika Açık'ta iki final (2009, 2014) oynamasına rağmen bir türlü şampiyonluğa ulaşamadı. Medya etkisi de söz konusu aslında. Basın küçücük bir detayda gazetelere manşet niteliği taşıyan abartılı haberlere açık. Yine de bu onu başarısız yapmaz.
En yakın iki büyük başarısından biri tanıdık geleceğinden eminim. Bu yıl Kuala Lumpur'da aldığı şampiyonluk bir sonraki yıla olan azmini ve hasretini gösterdi. Bir de 2014'de İstanbul'da aldığı zafer tribünleri tıklım tıklım dolduran Türk seyircileri nadir görülen Wozniacki şampiyonluğunu görmeye vesile oldu.
Kendine özgü oyun stili, çift el backhand ve paralel vuruşlarıyla görsel şölene çevirdi. O hiçbir zaman Sharopova veya Williams gibi sürprizlere açık oyun sergilemekten kaçındı. Bu da başarının gecikmesinde bir sebep olabilir.
Daha da büyük başarılara imza attı, bir Grand Slam zaferi olmasa da Indian Wells, Dubai, Toronto ve Tokyo gibi turnuvalarda kazandığı zaferlerle birlikte boy gösterdi. Diğer tenisçilere nazaran ve de Grand Slam şampiyonluğu olmamasına rağmen Wozniacki bu kadar ön plana iten oyun tarzı ve hırsı oldu. İçindeki kazanma arzusu finallere kadar getirmeyi başarmış ama sonuca bir türlü getirememişti. Bundan sonrası...
Önünde bir hayli uzun yolu var ama Caroline Wozniacki yakın zamanda seyircileri şaşırtmayı başaracak. Artık özel organizasyonlarında bile Serena Williams'ı karşısında görmek istiyor. Yakın arkadaşı olması bir tarafa bu yıl kasım ayında düzenlenecek gösteri maçı için Dünya 1 numarasının karşısına geçmek için saatleri sayıyor.
Daha önce Serena ile 11 kez karşı karşıya gelen ve sadece 1 kez direnebilen Wozniacki bu maç apayrı bir yere sahip. Bu sefer bükemediği eli öpmek mi? yoksa gerçekten yeni bir yıldız mı geliyor diyebilecek miyiz?
İstisnalar kaideyi bozmaz. Bir başka boyutu da geçimini "kolay yol"dan yani spor yaparak -bu konuda futbol nasibini fazlasıyla alanlardan- sağlayanları da es geçmemek şart.
Bugün futbol dışında "geleceğin oyuncusu" olarak bakılan Caroline Wozniacki. Açıkçası teniste çok fazla gelecek vaat eden oyuncu sayılabilir. Yenileme dönemi geldi çattı sanki. Wozniacki voleybolcu bir anne, futbolcu bir baba ve erkek kardeşi de babasının yolunda ilerleyerek profesyonel futbolda koşturanlardan. Gen konusunda artık emin olunabilir bir noktadayız.
Tabi kuşkusuz gen faktörünün yanında yetenek de devreye girebilmeli. Wozniacki'nin bu zamana kadar Grand Slam şampiyonluğu bulunmamakla, kupalara da ağır çekimle "ben geliyorum" diyor.
Amerika Açık'ta iki final (2009, 2014) oynamasına rağmen bir türlü şampiyonluğa ulaşamadı. Medya etkisi de söz konusu aslında. Basın küçücük bir detayda gazetelere manşet niteliği taşıyan abartılı haberlere açık. Yine de bu onu başarısız yapmaz.
En yakın iki büyük başarısından biri tanıdık geleceğinden eminim. Bu yıl Kuala Lumpur'da aldığı şampiyonluk bir sonraki yıla olan azmini ve hasretini gösterdi. Bir de 2014'de İstanbul'da aldığı zafer tribünleri tıklım tıklım dolduran Türk seyircileri nadir görülen Wozniacki şampiyonluğunu görmeye vesile oldu.
Kendine özgü oyun stili, çift el backhand ve paralel vuruşlarıyla görsel şölene çevirdi. O hiçbir zaman Sharopova veya Williams gibi sürprizlere açık oyun sergilemekten kaçındı. Bu da başarının gecikmesinde bir sebep olabilir.
Daha da büyük başarılara imza attı, bir Grand Slam zaferi olmasa da Indian Wells, Dubai, Toronto ve Tokyo gibi turnuvalarda kazandığı zaferlerle birlikte boy gösterdi. Diğer tenisçilere nazaran ve de Grand Slam şampiyonluğu olmamasına rağmen Wozniacki bu kadar ön plana iten oyun tarzı ve hırsı oldu. İçindeki kazanma arzusu finallere kadar getirmeyi başarmış ama sonuca bir türlü getirememişti. Bundan sonrası...
Önünde bir hayli uzun yolu var ama Caroline Wozniacki yakın zamanda seyircileri şaşırtmayı başaracak. Artık özel organizasyonlarında bile Serena Williams'ı karşısında görmek istiyor. Yakın arkadaşı olması bir tarafa bu yıl kasım ayında düzenlenecek gösteri maçı için Dünya 1 numarasının karşısına geçmek için saatleri sayıyor.
Daha önce Serena ile 11 kez karşı karşıya gelen ve sadece 1 kez direnebilen Wozniacki bu maç apayrı bir yere sahip. Bu sefer bükemediği eli öpmek mi? yoksa gerçekten yeni bir yıldız mı geliyor diyebilecek miyiz?
26 Ekim 2015 Pazartesi
Tek Aşkı Futbol Olmasa da O Bir George Best
Uzun kuyruklar, çığlıklar, imza alma çabaları daha da inanılmazı restorantta yemek yediği çatalı alabilme savaşları. İnsan gerçekten pes diyor. Bu "pes" kelimesini hayran kitlesine yönelttiğinde sizi aşağılayan bakışlarıyla karşılaştığınız söylentiler arasında.
"1969 içkiyi ve kadınları bıraktım. Hayatımda geçirdiğim en berbat 20 dakikaydı." sözlerine sahip George Best'ten başka kimse olamazdı. Kadınların gözünde futbolun James Dean'i olarak nitelense de aslında sıradışı yeteneği, halis muhlis futbolu ile tanınıyor. Günümüze kadar gelmiş bir hayli efsane futbolcu sayarız, aralarında kimi yetenekleriyle sıyrılır, kimi Jose Mourinho gibi keskin sözleriyle, kimisi de özel yaşantısıyla. Ancak Best bu cümlelerin hepsine sahip özellikte.
Avrupa Şampiyonasındaki Kuzey İrlanda'nın grubundan lider olarak konuşulması son yıllardaki yükselişi dikkatleri üzerine çekmiş, başarının sırrını çözmeye çalışıyorlar. Sadece son yıllara bakmak kesinlikle haksızlık olur. George Best'te bir zamanlar milli takımda iken hayat verenlerdendi. Milli takımlarda öyle ki kariyerinin en ünlü golünü yazdırdı. Sık sık başarılı ve çılgınca oyun sergilemiş olsa da onunda zaafları vardı. Hayatında tek galip gelmek istemediği zaaflar...
Best'in keşfedilmesiyle Manchester United'a imza atan 15 yaşında bir çocuktu. Her ne kadar cılız ve çelimsiz bir oyuncu profili çizdiyse de antrenmanlarda gösterdiği performans sayesinde kadroya dahil edildi. Kariyerindeki yükseliş basamakları nasıl bu kadar hızlı oldu? 11 yıllık Manchester United formasının genç olmasına rağmen yeteneği ve müthiş çalımlarıyla hakkını vermeye başlamıştı.
Basit çalımlar değil, 4-5 oyuncuyu umulmadık ve ince hesap hareketleriyle çalımlayarak asist yapar veya gole gider. Yükselen ivmesiyle birlikte takımında adaptasyonu ve "takım" olma başarısı önce lig şampiyonluğu ki burada o yıllardaki ezeli rakibi Liverpool'u ezerek geçmesi, bir dönem Şampiyonlar Ligi Kupasının adı Şampiyon Kulüpler Kupası şampiyonluğunu kazanmış Best, Avrupa'da "Yılın Futbolcusu" ödülünü kazandı.
Bu çıkışın son günlerini yaşadığını bilmeyen Best'te düşüş başlamıştı. Hiçbir zaman disipline sahip değildi ama oyun zekası ve oyunu okumasıyla damga vurmayı da başarıyordu. Özel yaşantısını sporla da karıştırınca düşününki ipini kendi çekmiş oldu.
Fazla dağılmıştı George Best. Önce ticarete el attı olmadı, evliliği denedi ki hiç ona göre davranışlar sergilemezken ve beraberinde alkolizm. Manchester'daki son yıllarını futbol kariyerinin de erken sonlandıracağının habercisiydi. Sonun başlangıcı da kiralık verilen takımlar da verimli olamaması, antrenmanlara alkollü gelmesi yine de adına sığınarak 1984 yılına kadar aktif futbol hayatına devam etti.
Biraz hareketli ve dengesiz yapısıyla neredeyse birçok coğrafyada top koşturdu. Hong-Kong, Avustralya, Amerika gibi ülkelerde çalımlarıyla gollere imza atmaya devam etti. Yine de tutunamadı. Ama yanında eksik etmediği egoları ve fazla "güveni" beyaz bayrağı çekmesi bir oldu.
Söz konusu George Best ise futbolun en şık halini yaşattı, bu da bir gerçek.
Kadınların göz bebeği, futbolun dahi çocuğu akıllarda "Pele Good, Maradona Better, George Best" sözünü bizlere bıraktı. Haksız da sayılmazlar!
"1969 içkiyi ve kadınları bıraktım. Hayatımda geçirdiğim en berbat 20 dakikaydı." sözlerine sahip George Best'ten başka kimse olamazdı. Kadınların gözünde futbolun James Dean'i olarak nitelense de aslında sıradışı yeteneği, halis muhlis futbolu ile tanınıyor. Günümüze kadar gelmiş bir hayli efsane futbolcu sayarız, aralarında kimi yetenekleriyle sıyrılır, kimi Jose Mourinho gibi keskin sözleriyle, kimisi de özel yaşantısıyla. Ancak Best bu cümlelerin hepsine sahip özellikte.
Avrupa Şampiyonasındaki Kuzey İrlanda'nın grubundan lider olarak konuşulması son yıllardaki yükselişi dikkatleri üzerine çekmiş, başarının sırrını çözmeye çalışıyorlar. Sadece son yıllara bakmak kesinlikle haksızlık olur. George Best'te bir zamanlar milli takımda iken hayat verenlerdendi. Milli takımlarda öyle ki kariyerinin en ünlü golünü yazdırdı. Sık sık başarılı ve çılgınca oyun sergilemiş olsa da onunda zaafları vardı. Hayatında tek galip gelmek istemediği zaaflar...
Best'in keşfedilmesiyle Manchester United'a imza atan 15 yaşında bir çocuktu. Her ne kadar cılız ve çelimsiz bir oyuncu profili çizdiyse de antrenmanlarda gösterdiği performans sayesinde kadroya dahil edildi. Kariyerindeki yükseliş basamakları nasıl bu kadar hızlı oldu? 11 yıllık Manchester United formasının genç olmasına rağmen yeteneği ve müthiş çalımlarıyla hakkını vermeye başlamıştı.
Basit çalımlar değil, 4-5 oyuncuyu umulmadık ve ince hesap hareketleriyle çalımlayarak asist yapar veya gole gider. Yükselen ivmesiyle birlikte takımında adaptasyonu ve "takım" olma başarısı önce lig şampiyonluğu ki burada o yıllardaki ezeli rakibi Liverpool'u ezerek geçmesi, bir dönem Şampiyonlar Ligi Kupasının adı Şampiyon Kulüpler Kupası şampiyonluğunu kazanmış Best, Avrupa'da "Yılın Futbolcusu" ödülünü kazandı.
Bu çıkışın son günlerini yaşadığını bilmeyen Best'te düşüş başlamıştı. Hiçbir zaman disipline sahip değildi ama oyun zekası ve oyunu okumasıyla damga vurmayı da başarıyordu. Özel yaşantısını sporla da karıştırınca düşününki ipini kendi çekmiş oldu.
Fazla dağılmıştı George Best. Önce ticarete el attı olmadı, evliliği denedi ki hiç ona göre davranışlar sergilemezken ve beraberinde alkolizm. Manchester'daki son yıllarını futbol kariyerinin de erken sonlandıracağının habercisiydi. Sonun başlangıcı da kiralık verilen takımlar da verimli olamaması, antrenmanlara alkollü gelmesi yine de adına sığınarak 1984 yılına kadar aktif futbol hayatına devam etti.
Biraz hareketli ve dengesiz yapısıyla neredeyse birçok coğrafyada top koşturdu. Hong-Kong, Avustralya, Amerika gibi ülkelerde çalımlarıyla gollere imza atmaya devam etti. Yine de tutunamadı. Ama yanında eksik etmediği egoları ve fazla "güveni" beyaz bayrağı çekmesi bir oldu.
Söz konusu George Best ise futbolun en şık halini yaşattı, bu da bir gerçek.
Kadınların göz bebeği, futbolun dahi çocuğu akıllarda "Pele Good, Maradona Better, George Best" sözünü bizlere bıraktı. Haksız da sayılmazlar!
23 Ekim 2015 Cuma
Sonbahar Bir Başka Güzel; Şanghay Masters
Her yıl sonbahara daha ağır adımlarla ilerlerken bu yıl geçiş dönemi epey kısa sürdü. Hatta anlayamadık. Türk kadınları kışa hazırlık amacıyla vira durmadan salçalar, konserveler, tarhanalar, reçeller ve daha fazlası için sanki kıtlık olacakmış gibi gecesini gündüzüne katar. Bu yılda gelenek bozulmadı. En azından Türk toplumunun baharın gelişinin habercisi var. Kabul! Biraz sıradışı. Sokaklar, apartmanlar mutfak kokar. Sonbaharı erken karşılayan sadece mutfaklarımız değil. Bir başka açıyla hazırlananlarda var.
Tenis sonbaharını erken yaşayanlardan. Amerika Açık finalleri oynanmasıyla yavaş yavaş çekilir. Önce kortların üstü kapatılır, sonra kıyafetlerin boyu uzar. Aslında durum tam olarak da böyle değildir. Amerika Açıkla birlikte Ocak ayındaki Avustralya Açığın gelişi için hazırlıklar yapılır. Oyuncular takvimlerini, mental yapısını Güney Kıtasına göre şekillendirir. Amerika'dan sonra küçük küçük bazı turnuvalar düzenlense de tadı daha çok antrenman kıvamındadır. Hem oyuncular hem seyirciler için.
Ekim ayıyla o sonbaharın gelişini ertelemeye başladı tenisçiler. Önce orta zorlukta Çin Açık daha sonra Şanghay Masters birbirlerini takibe aldılar. Her yıl üzerine bir şeyler katarak daha üst turnuvalara değişim sağlıyorlar.
Çinlilerin henüz elini atmadığı herhangi bir şey kalmadı gibi. Burada da epey gelişim gösteriyorlar. Her yerde olup da hiç bir başarı gösteremeyenlerden de değil üstelik. Ekim ayının başlarında Şanghay bölgesinin Minhang'da Qi Zhing Stadyumunda düzenlenir. Kuruluş olarak da henüz çocukluk dönemini (2009) yaşıyor. Badminton konusunda tekelleşmişken artık teniste de yüzünü göstermeye başladılar. Başarılılar mı? Tartışılır. Çağ atladıkları ortada. Türkiye çok daha önce bu sporla iç içe geçse de bir Çin kadar açılım gösteremedi. Bunun maddi boyutlarını da es geçmemek gerek.
Şanghay Masters'da diğer organizasyonlara benzer işleyişe sahip. Daha popüler yapan Federer, Djokovic, Nadal, Murray, Tsonga isimleri dillendirmek biraz şaşırıp sonra unutulacak turnuvadan fazlasıydı. Federer taraftarı kendilerini 2016 yılına saklarken Djokovic kesimi rahat durmuyordu. Djokovic arka arkaya aldığı galibiyetler serisine Şanghay'ı da ekledi.
Son yılları bir kenara bırakıyorum, bu yıl Roland Garros dışında sezonu domine eden Djokovic vardı. Finalde Jo-Wilfried Tsonga'yı eleyen Novak Djokovic 25. Masters Şampiyonluğuna güle oynaya ulaştı. Merak ettiğim daha ne kadar darmaduman edecek izleyip göreceğiz. Biri tarafından dur denilecek isim çıkacak mı? Akıllarda bazı isimler var. Hatırlatmakta yarar var. Geçen yıl Şanghay'ı Roger Federer almıştı. Yaşlı kurt 2015'te Grand Slam'e ulaşmamış olabilir ama finallerde oynadığı oyunlarla göz dağı veriyordu.
Tsonga'nın da ATP World Tour Masters'lardaki zafer sevincini yaşamasına ramak kala elinden alınıyordu. Ne zaman dur diyecek o da ayrı bir merak.
Anlaşılan tenis dünyasında dört mevsimi yaşayacağız.
Tenis sonbaharını erken yaşayanlardan. Amerika Açık finalleri oynanmasıyla yavaş yavaş çekilir. Önce kortların üstü kapatılır, sonra kıyafetlerin boyu uzar. Aslında durum tam olarak da böyle değildir. Amerika Açıkla birlikte Ocak ayındaki Avustralya Açığın gelişi için hazırlıklar yapılır. Oyuncular takvimlerini, mental yapısını Güney Kıtasına göre şekillendirir. Amerika'dan sonra küçük küçük bazı turnuvalar düzenlense de tadı daha çok antrenman kıvamındadır. Hem oyuncular hem seyirciler için.
Ekim ayıyla o sonbaharın gelişini ertelemeye başladı tenisçiler. Önce orta zorlukta Çin Açık daha sonra Şanghay Masters birbirlerini takibe aldılar. Her yıl üzerine bir şeyler katarak daha üst turnuvalara değişim sağlıyorlar.
Çinlilerin henüz elini atmadığı herhangi bir şey kalmadı gibi. Burada da epey gelişim gösteriyorlar. Her yerde olup da hiç bir başarı gösteremeyenlerden de değil üstelik. Ekim ayının başlarında Şanghay bölgesinin Minhang'da Qi Zhing Stadyumunda düzenlenir. Kuruluş olarak da henüz çocukluk dönemini (2009) yaşıyor. Badminton konusunda tekelleşmişken artık teniste de yüzünü göstermeye başladılar. Başarılılar mı? Tartışılır. Çağ atladıkları ortada. Türkiye çok daha önce bu sporla iç içe geçse de bir Çin kadar açılım gösteremedi. Bunun maddi boyutlarını da es geçmemek gerek.
Şanghay Masters'da diğer organizasyonlara benzer işleyişe sahip. Daha popüler yapan Federer, Djokovic, Nadal, Murray, Tsonga isimleri dillendirmek biraz şaşırıp sonra unutulacak turnuvadan fazlasıydı. Federer taraftarı kendilerini 2016 yılına saklarken Djokovic kesimi rahat durmuyordu. Djokovic arka arkaya aldığı galibiyetler serisine Şanghay'ı da ekledi.
Son yılları bir kenara bırakıyorum, bu yıl Roland Garros dışında sezonu domine eden Djokovic vardı. Finalde Jo-Wilfried Tsonga'yı eleyen Novak Djokovic 25. Masters Şampiyonluğuna güle oynaya ulaştı. Merak ettiğim daha ne kadar darmaduman edecek izleyip göreceğiz. Biri tarafından dur denilecek isim çıkacak mı? Akıllarda bazı isimler var. Hatırlatmakta yarar var. Geçen yıl Şanghay'ı Roger Federer almıştı. Yaşlı kurt 2015'te Grand Slam'e ulaşmamış olabilir ama finallerde oynadığı oyunlarla göz dağı veriyordu.
Tsonga'nın da ATP World Tour Masters'lardaki zafer sevincini yaşamasına ramak kala elinden alınıyordu. Ne zaman dur diyecek o da ayrı bir merak.
Anlaşılan tenis dünyasında dört mevsimi yaşayacağız.
22 Ekim 2015 Perşembe
360 Derece Vince Carter
Basketbolu görsel şova çevirebilmek her oyuncunun harcı değildir. Herkes takımını galibiyete ya da o anki sıkıntılı durumdan çıkarmaya çalışırken, bazıları buna ekstradan muazzam smaçlarıyla eşlik ediyor. Bu özel gecelerde beklentilerin ve hiç ummadığınız maçlar ortaya çıkar. İyi olacağı tahmin edilen takımlarda beklentiyi karşılamama, inişler-çıkışlar yine de arada yeni isimler de aramıza katılır.
NBA'de her yıl geçerli olabilecek bir tez. Bazı yıllar gerçekten de "farklı" olabiliyor. Çünkü uzun yıldızlar topluluğunun artık yavaş yavaş emekliye ayrılma, kariyerinin sonlarını yaşayan isimlerin yerini doldurabilecek oyuncular gerekli.
Havadar bir isimden söz ediyorum. Air Kanada, Vinsanity lakaplarıyla bilinen Vince Carter Golden State tarafından draft edildikten sonra Antawn Jamison takasıyla Toronto Rapters'a geçti. Kanada basketbolu ayrı bir konu başlığı, pek de ciddiye alınmasa da daha görünebilir hale getiren Vince Carter'da son zamanlarda ilişkileri çatırdasa da barışmanın, affın bir yolunu bulacaklardı.
Air Kanada, Toronto Rapters'ı NBA'e katılmış ve üvey evlat muamelesi görüyordu. Özellikle medya haritada keşfedilmeyi bekleyen coğrafya gibi uzaktan izliyordu. Hem Toronto için hem de Air Kanada için kendini ispatlamanın yolunu kendi taşlarıyla döşeyecekti.
Maçlarda akıl dolu hareketleri, esnekliği, şutları ve smaçları konuşulmaya başlanmıştı bile. NBA'de en iyi hareketleri sıralamasında sıradışı smaçları damga vuruyordu. Vince Carter kendi reklamını internet aracılığıyla dünyanın çoğu ülkesine ulaştırıyordu. Tabi Amerikan medyasında merceğini Kanada'ya yönlendiriyordu. Air Kanada'nın yükselmesi öncesi son dibe vuruşlarını yaptıktan sonra uzun soluklu fenomen olacaktı.
Temelde 13 yaşında ilk smaçlarını atıyor, babasının zorlamasıyla 7 farklı enstrüman çalabiliyor bunlarla yetinmeyip okulunun hem basketbol hem voleybol takımında aranan isim oluyor. Çocuk yaşta sahnenin tozunu yutarken, ışıkları da o günden beri üzerinde ışıldıyordu. Toronto'da son periyotlarda yaptığı müthiş smaçlara çokça cümleler kurulur, cilalanır ve sunulur. Ama hiç gerek yok! Smacı izleyenlerin ağızlarında yaptığı akrobatik hareketler, spikerlerin ünlemleri apaçık anlatıyordu.
O sezon sonunda Vince Carter, Toronto ile ilkleri yaşaması bir kenara 118 maçın 113'ünü alarak yılın çaylağı olup, rekor kırmayı pas geçmiyordu. Daha iyi haberler, devre arasında salonu terk edenler merdivenlerde oturacak yer bırakmaz, Raptors'ın biletleri yok satar olmuştu.
Yoğun istek üzerine Toronto maçları yayınlanmaya başlandı. Her dönemin başı çektiği iki kişinin çekişmesi o yıllarda Allen Iverson, Vince Carter çekişmesi meydan okuyordu. Bu çekişmelerin çoğunda sona kadar yürüyen Iverson olurken, Vinsanity'i uğurlamayı unutmuyordu.
2004 yılına gelindiğinde sakatlıklardan beli bükülen Carter yeni takımı New Jersey Nets ile sakatlığına rağmen kendini yeniden bulmuştu. Sonra Orlando Magic derken yıldızlaşmış seyircilerin Carter'ın smaçlarını izlemeye gelmesi, medyanın, pazarlama anlayışının ve takımın nemalandığı oyuncu haline döndü.
Bu arada kendine düşman edindiği Toronto taraftarının özel bir video hazırlamasıyla ve gözyaşları içinde alkışları kulakları sağır edercesineydi.
Şu anda Memphis Grizzlies'da oynayan Carter eski günlerini arıyor. Yükselişten önce son dibe çöküş yaşayan Carter artık sadece eski günlerindeki üçlükleri, "Dunk of Death" (ölüm smacı), 360 derece dönerek yaptığı "Windmill" ve potaya asılı kalarak yaptığı smaçlarla anıyoruz.
Dibe çöküş değil aslında yükselirken bıraktıkları o anlar aklımızı oyalıyorsa hala bir çöküş demek acımasızca oluyor.
NBA'de her yıl geçerli olabilecek bir tez. Bazı yıllar gerçekten de "farklı" olabiliyor. Çünkü uzun yıldızlar topluluğunun artık yavaş yavaş emekliye ayrılma, kariyerinin sonlarını yaşayan isimlerin yerini doldurabilecek oyuncular gerekli.
Havadar bir isimden söz ediyorum. Air Kanada, Vinsanity lakaplarıyla bilinen Vince Carter Golden State tarafından draft edildikten sonra Antawn Jamison takasıyla Toronto Rapters'a geçti. Kanada basketbolu ayrı bir konu başlığı, pek de ciddiye alınmasa da daha görünebilir hale getiren Vince Carter'da son zamanlarda ilişkileri çatırdasa da barışmanın, affın bir yolunu bulacaklardı.
Air Kanada, Toronto Rapters'ı NBA'e katılmış ve üvey evlat muamelesi görüyordu. Özellikle medya haritada keşfedilmeyi bekleyen coğrafya gibi uzaktan izliyordu. Hem Toronto için hem de Air Kanada için kendini ispatlamanın yolunu kendi taşlarıyla döşeyecekti.
Maçlarda akıl dolu hareketleri, esnekliği, şutları ve smaçları konuşulmaya başlanmıştı bile. NBA'de en iyi hareketleri sıralamasında sıradışı smaçları damga vuruyordu. Vince Carter kendi reklamını internet aracılığıyla dünyanın çoğu ülkesine ulaştırıyordu. Tabi Amerikan medyasında merceğini Kanada'ya yönlendiriyordu. Air Kanada'nın yükselmesi öncesi son dibe vuruşlarını yaptıktan sonra uzun soluklu fenomen olacaktı.
Temelde 13 yaşında ilk smaçlarını atıyor, babasının zorlamasıyla 7 farklı enstrüman çalabiliyor bunlarla yetinmeyip okulunun hem basketbol hem voleybol takımında aranan isim oluyor. Çocuk yaşta sahnenin tozunu yutarken, ışıkları da o günden beri üzerinde ışıldıyordu. Toronto'da son periyotlarda yaptığı müthiş smaçlara çokça cümleler kurulur, cilalanır ve sunulur. Ama hiç gerek yok! Smacı izleyenlerin ağızlarında yaptığı akrobatik hareketler, spikerlerin ünlemleri apaçık anlatıyordu.
O sezon sonunda Vince Carter, Toronto ile ilkleri yaşaması bir kenara 118 maçın 113'ünü alarak yılın çaylağı olup, rekor kırmayı pas geçmiyordu. Daha iyi haberler, devre arasında salonu terk edenler merdivenlerde oturacak yer bırakmaz, Raptors'ın biletleri yok satar olmuştu.
Yoğun istek üzerine Toronto maçları yayınlanmaya başlandı. Her dönemin başı çektiği iki kişinin çekişmesi o yıllarda Allen Iverson, Vince Carter çekişmesi meydan okuyordu. Bu çekişmelerin çoğunda sona kadar yürüyen Iverson olurken, Vinsanity'i uğurlamayı unutmuyordu.
2004 yılına gelindiğinde sakatlıklardan beli bükülen Carter yeni takımı New Jersey Nets ile sakatlığına rağmen kendini yeniden bulmuştu. Sonra Orlando Magic derken yıldızlaşmış seyircilerin Carter'ın smaçlarını izlemeye gelmesi, medyanın, pazarlama anlayışının ve takımın nemalandığı oyuncu haline döndü.
Bu arada kendine düşman edindiği Toronto taraftarının özel bir video hazırlamasıyla ve gözyaşları içinde alkışları kulakları sağır edercesineydi.
Şu anda Memphis Grizzlies'da oynayan Carter eski günlerini arıyor. Yükselişten önce son dibe çöküş yaşayan Carter artık sadece eski günlerindeki üçlükleri, "Dunk of Death" (ölüm smacı), 360 derece dönerek yaptığı "Windmill" ve potaya asılı kalarak yaptığı smaçlarla anıyoruz.
Dibe çöküş değil aslında yükselirken bıraktıkları o anlar aklımızı oyalıyorsa hala bir çöküş demek acımasızca oluyor.
21 Ekim 2015 Çarşamba
Bisikletine Kavuşamayan Kıta: Güney Amerika
Bisiklette; tenis, golf, kayak ve bazı spor dalları gibi ekonomik savaşların verildiği meydan. Bir nevi "parayı veren düdüğü çalar" mantığıyla ilerliyor. Bisiklet bununla orantılı daha çok "paranın bende" dediği Avrupa ülkelerinde gelişme gösterdi ve turnuvaların ünü kıtaları aştı.
Yeteneğin, çaban var, paran yoksa barınmak ne mümkün! Böyle böyle yeteneklerin yitip gittiği çok bisikletçi var. Kendi şansını yaratanlar ise başımıza taç etmeliyiz. Günümüzde doping tartışmasını değilde başka konularda ya da imkansız başarıları konuşuyor olabilirdik. Mesela doping yaptığını itiraf eden Lance Armstrong ile aynı VO2 değerlerine (kullanabileceği oksijen performans değeri) sahip Nairo Quintana, üstelik tüm doping testlerinden geçmesiyle birlikte bu değer aynı!
İnanması zor görünüyor, bisiklet severler domine etmiş isimlerle o kadar çok haşır neşir oldu ki yeni isimleri kabul etmedi.
Quintana; Kolombiyalı olması bir yana neredeyse 15 yaşına kadar bisiklet selesiyle tanışmamış bisikletçi. Evet, bu cümle biraz zıt düştü. Nairo bunlara rağmen farklı bir perspektiften yaklaştı. Bisikleti üzerinde kendini geliştirmek için 16 km uzaklıktaki okuluna gitmeye başladı. Olumsuzluklar silsilesi peşini bırakmıyordu. Bir gün bir çukur yüzünden kafasını kaldırıma çarparak 24 saat boyunca komada kaldı ve hayata tutundu.
Aslında Nairo için o günden sonra ilk yaşanacaktı. Bundan sonraki tüm basacağı pedallar da kask takmayı öğrenecekti. Ve Nairo işi bir adım öteye taşıyarak And Dağlarındaki evine (3200 m yükseklikteki) yani neredeyse dik yokuş diyebileceğimiz tırmanışların ustası olmuştu.
Sıkı kasları sayesinde kazandığı en büyük ödül güven olmuştu. Kolombiya'da katıldığı yarışlarda kazandığı para ödülleri -aklınıza 4-5 haneli rakamlar gelmesin- bisikletinin kadrosuna yeni parçalar ekleyip daha iyiye ulaşmayı amaçlıyordu. Latin Amerika'da adını duymadığımız çokça tırmanma uzmanı vardır.
Halen daha meşhur Tour de France'in yüksek eğimli dağlık etaplarında kazanan hiçbir Latin Amerikalının çıkmaması da şaşırtıcı, bu zamana kadar yatırım yapılmadığının da bir parçası.
Nairo Quintana bir ilk olmayı başaracak, dikkatler haritada yer değiştirecekti. 2013'de ilk kez katıldığı Tour de France'de ikinci olmayı başardı. Bir sonraki yıl Giro d'Italia'da 1. olarak ateşi fitilledi. Bu yılda ayağının tozuyla Fransa'da Genel Klasman ve Tırmanış'da ikinci olmayı bildi.
Tırmanış etaplarını da küçümsememek gerek. Güney Amerika gibi dağlık bölgelerden bu zamana kadar nasıl kazanılmadı sorusunu akıllara getirse de, cevap ortada. Üstelik Kolombiya gibi gerçek anlamıyla "bisiklet kültürünün" yoğun ve güçlü olduğu bir ülkeden söz ediyoruz.
Ardından bu yıl Fransa'dan sonra Vuelta a Espana'da zorlu bir turnuva geçirmiş yinede 4. bitirerek hiç şüphesiz And Dağları gözünün önüne gelmiştir diye düşünüyorum. Bu zamana kadar neredeydin ve nasıl keşfedilmedi?
Ben bu cümleyi sıklıkla kullanıyor olmakla birlikte bir kez daha vurgulamak istiyorum. Her yaz ayında karne hediyesi adı altında hediye edilen bisikletinizi kullanıp yaz bitiminde bodruma terk ettiğiniz bisikletleri, kenara atarken bir kez daha düşünün derim.
Mesela en basitinden değerini bilelim! Ya da kullanmıyorsak bisiklet sporunda kendini geliştirmek isteyenlere hediye edilebilir. Kim bilir belki o kişinin kupayı kaldırmasına vesile olabilirsiniz.
Yeteneğin, çaban var, paran yoksa barınmak ne mümkün! Böyle böyle yeteneklerin yitip gittiği çok bisikletçi var. Kendi şansını yaratanlar ise başımıza taç etmeliyiz. Günümüzde doping tartışmasını değilde başka konularda ya da imkansız başarıları konuşuyor olabilirdik. Mesela doping yaptığını itiraf eden Lance Armstrong ile aynı VO2 değerlerine (kullanabileceği oksijen performans değeri) sahip Nairo Quintana, üstelik tüm doping testlerinden geçmesiyle birlikte bu değer aynı!
İnanması zor görünüyor, bisiklet severler domine etmiş isimlerle o kadar çok haşır neşir oldu ki yeni isimleri kabul etmedi.
Quintana; Kolombiyalı olması bir yana neredeyse 15 yaşına kadar bisiklet selesiyle tanışmamış bisikletçi. Evet, bu cümle biraz zıt düştü. Nairo bunlara rağmen farklı bir perspektiften yaklaştı. Bisikleti üzerinde kendini geliştirmek için 16 km uzaklıktaki okuluna gitmeye başladı. Olumsuzluklar silsilesi peşini bırakmıyordu. Bir gün bir çukur yüzünden kafasını kaldırıma çarparak 24 saat boyunca komada kaldı ve hayata tutundu.
Aslında Nairo için o günden sonra ilk yaşanacaktı. Bundan sonraki tüm basacağı pedallar da kask takmayı öğrenecekti. Ve Nairo işi bir adım öteye taşıyarak And Dağlarındaki evine (3200 m yükseklikteki) yani neredeyse dik yokuş diyebileceğimiz tırmanışların ustası olmuştu.
Sıkı kasları sayesinde kazandığı en büyük ödül güven olmuştu. Kolombiya'da katıldığı yarışlarda kazandığı para ödülleri -aklınıza 4-5 haneli rakamlar gelmesin- bisikletinin kadrosuna yeni parçalar ekleyip daha iyiye ulaşmayı amaçlıyordu. Latin Amerika'da adını duymadığımız çokça tırmanma uzmanı vardır.
Halen daha meşhur Tour de France'in yüksek eğimli dağlık etaplarında kazanan hiçbir Latin Amerikalının çıkmaması da şaşırtıcı, bu zamana kadar yatırım yapılmadığının da bir parçası.
Nairo Quintana bir ilk olmayı başaracak, dikkatler haritada yer değiştirecekti. 2013'de ilk kez katıldığı Tour de France'de ikinci olmayı başardı. Bir sonraki yıl Giro d'Italia'da 1. olarak ateşi fitilledi. Bu yılda ayağının tozuyla Fransa'da Genel Klasman ve Tırmanış'da ikinci olmayı bildi.
Tırmanış etaplarını da küçümsememek gerek. Güney Amerika gibi dağlık bölgelerden bu zamana kadar nasıl kazanılmadı sorusunu akıllara getirse de, cevap ortada. Üstelik Kolombiya gibi gerçek anlamıyla "bisiklet kültürünün" yoğun ve güçlü olduğu bir ülkeden söz ediyoruz.
2014 Giro d'Italia 1. olduğu zafer |
Ben bu cümleyi sıklıkla kullanıyor olmakla birlikte bir kez daha vurgulamak istiyorum. Her yaz ayında karne hediyesi adı altında hediye edilen bisikletinizi kullanıp yaz bitiminde bodruma terk ettiğiniz bisikletleri, kenara atarken bir kez daha düşünün derim.
Mesela en basitinden değerini bilelim! Ya da kullanmıyorsak bisiklet sporunda kendini geliştirmek isteyenlere hediye edilebilir. Kim bilir belki o kişinin kupayı kaldırmasına vesile olabilirsiniz.
20 Ekim 2015 Salı
Hep Beraber! We Will, We Will Rock You...
We will rock you şarkısını Brian May veya We are the Champion'ı Freddie Mercury her ne kadar bestelemiş olsa da şarkı hepimizin dudaklarından en az birer kez dökülmüştür. Tamam, tam olarak baştan aşağı bilmeyenler de olabilir. Esasında şarkının nakaratıdır bizleri havaya sokan. Tabi bir bütündür ama nakaratı duyduğumuz gibi istem dışı harekete geçirir. Queen grubunun efsanevi şarkılarıdır su götürmez bir gerçek. Bohemian Rhapsody, Don't Stop Me Now ve Somebody to Love...
Gerçekten de Quenn'in bu iki şarkısı tılsımlı gibi. Sanki bizi alıp götürüyor. Takımdaki oyuncuların bazıları "hadi" dercesine taraftarı ateşliyordu. Maçın sonunda zor da olsa gülen taraftık. Az önce koro kıvamında olan taraftarlar, eski modlarına geri dönmüş, maçın kritiğine kendilerini kaptırmışlardı.
Şu yazıyı yazarken dahi mırıldanıyorum We are the Champion'ı. Bence bir tılsımı var. Ya da bu tılsım değil de uzun zamandır dişe dokunur müzik çıkmadığı için mi bu kadar bağrımıza bastık.
Bu müziklerin üstelik bir tarafı yok. Hangi takım için çalarsa çalsın özdeşleşiyor.
Bohemian Rhapsody şarkılarında dedikleri gibi: Nothing really matters to me, Anyway the wind blows...
Sadece yazdılar ve söylediler. Başka hiçbir şeyi önemsemediler.
Unuttukları ya da göz önüne almadıkları bu kadar popüler olacaklarını ki bu ün hiç de önemsedikleri bir şey değildi.
Aslında daha çok popülaritesini basketbol ve futbol sahalarında kazandılar.
Uzun lafın kısası, Abdi İpekçi Spor Salonuna gidelim. Şöyle ki biraz meşakkatli yollardan geçerek ulaşımınızı sağlıyorsunuz. Ne hikmetse Türk Telekom Arena Stadı için de geçerli. Sanırım Galatasaraylıların çilesi bitmeyecek gibi. Her neyse nerede kalmıştık.
Müzik eşliğinde kapıları açtım. İçeride son albümüyle listelerde 1 numara olmuş bir şarkıcının şarkısıyla inliyor. İnsanların kendi sohbetlerindeki uğultusuyla karışıp, bench'in arkasındaki yerimi alıyorum. Heyecanlı ve gergin bir 10 dakika başlıyor. Takımda eksikler var, Ergin Hoca her zamanki tarzıyla kendini kaptırmış, hararetli bir şekilde kelimeler peşinden koşuyordu.
Stresliydi çünkü beklenmedik ilk çeyrek geçmişti. Umutluydu çünkü oyuncularına güveniyordu. İlk yarı sonucunda mağlubiyet, takımına gönül vermiş taraftarı yıkabilir ama hızlı toparlanmanın yolu da elbette var.
Genellikle her basketbol maçında çalan Quenn'in bu iki şarkısı her molada bile çalarken o gün bir aksilik varmış gibi bir türlü çalmıyordu. Durun bir dakika! İmdadımıza yetişen "We will rock you" hep bir ağızdan ritim tutturuyordu.
Sanki sözleşilmiş gibi ellerdeki şaklamalar destek veriyordu. Nasıl yani?
Gerçekten de Quenn'in bu iki şarkısı tılsımlı gibi. Sanki bizi alıp götürüyor. Takımdaki oyuncuların bazıları "hadi" dercesine taraftarı ateşliyordu. Maçın sonunda zor da olsa gülen taraftık. Az önce koro kıvamında olan taraftarlar, eski modlarına geri dönmüş, maçın kritiğine kendilerini kaptırmışlardı.
Şu yazıyı yazarken dahi mırıldanıyorum We are the Champion'ı. Bence bir tılsımı var. Ya da bu tılsım değil de uzun zamandır dişe dokunur müzik çıkmadığı için mi bu kadar bağrımıza bastık.
Bu müziklerin üstelik bir tarafı yok. Hangi takım için çalarsa çalsın özdeşleşiyor.
19 Ekim 2015 Pazartesi
"Baba" Talat Tunçalp
İnsanın yazmak için sabırsızlandığı yazıları yazmaya eli gitmiyor. Onu yazmak için çokça fikir aklınızı karıştırır, kalemi farkında olmadan elinizde döndürürsünüz. Yazmak için kelime, düşünmek için fazlasıyla anılar birikmiştir. Oysa ki karar verme süreci biraz sancılı, kendinizle kavga edersiniz ve yazılar kaleminizden dökülür. Tıpkı şu an olduğu gibi!
Uzun süre bisiklet turlarıma ara vermenin acısını rampalarda dilim dışarı çıkmış, sanki peşimden kovalayanlar varmışcasına nefes nefese pedallıyordum. Biraz soluklanıp "Yeşil Bursa'nın" keyfini çıkarayım diyeceğim lakin artık "Beton Bursa" desek daha yerinde olacak. Az önce nefes nefese kaldığım rampada yaklaşık 30 kişilik bisikletli bir grup benim bulunduğum noktaya doğru gayet "sağlıklı" bir şekilde pedal çeviriyorlardı.
Bisikletliye rastlamak pek tabii ki mümkün ancak Uludağ yolunda bu denli fazlaca bisikletliyi görmek merak uyandırıyor.
Sabırsızlıkla gruba dahil oldum ve merakım aydınlığa kavuştu. Yinede yolun sonuna kadar onlara eşlik ettim. Yarının 1 Ağustos 2015 yani bisiklet sporunun duayeni Talat Tunçalp'in 100. yaş günü adına düzenlenen 3. Geleneksel Uludağ Performans Tırmanışı organizasyonu için bir araya gelmişlerdi.
Talat Tunçalp bisiklet adına tek kişilik başarı olmaktan çok, etrafındaki sporculara ve uluslararası organizasyonlardan beslenerek büyümesi ülkemiz adına halen daha "ilk" olma başarısına nail olmuştur. Başarıyı yazmak ve 1-2 satırda okuyup geçmek ki o dönemlere göre gurur verici. Asıl zorluk çıkaran bu bisikletçinin bisikletinin olmadan çözebildiği başarı.
Epictetos'un bir sözü aklıma geliyor: " Yarın bambaşka bir insan olacağım diyorsun. Niye bugünden başlamıyorsun?" Yokluktan var olmayı öğretti aslında Talat Tunçalp.
Bisiklette büyük başarılarımız maalesef olmadı son yıllarda. Cavendish, Boonen, Contador, Sagan... gibi isimleri konuşuyoruz. Aralarında bir tane Türk sporcu olmamasını hiç bir zaman konuşmuyoruz. Bi eksiklik yok mu? 1930'lu yıllara göre oldukça iyi koşullara sahipken, acaba sadece koşulların üst düzey olması mı çözüm? Eksik?
Talat Tunçalp 17 yıllık bisiklet serüvenini 16 kez yol, 15 kez sürat, 32 Türkiye Şampiyonluğunun 31'ini kazanma başarısı ile aslında adını ne kadar da az duyurmuşuz onun ayıbını yaşıyorum. Uluslararası mecralarda da yıl 1936 Berlin Olimpiyatlarını gösterdiğinde 7. olarak bir ilke daha pedal bastı. Aynı zamanda ülkemizde daha önce Marmara Bisiklet Turu olan uluslararası yarışın adını Cumhurbaşkanlığı Kupasının isim babası oldu.
İbreyi hep lehimize çevirmeyi daha o yıllarda başarmış. Bizler onun adına 100. yılı için bir organizasyonu duymamışsak diyecek söz bulamıyorum. Çünkü bisikleti yaşam felsefesi, anadiline çevirmiş bir ismin dokunuşu bu kadar sessiz olmamalı.
Dönüş yoluna geçtiğimizde tepemde bir düşünce bulutu meşgul ediyordu. Çıkış yolunda dinlediğim manzaralı alanın olduğu yere gelerek sanki az önce yazdıklarımı yaşamamış gibi... Dejavu misali, tek bir farkla; Edward de Bono'un dediği gibi.
"Yarının bugünden daha iyi olacağı ümidiyle yetinmek yerine, hemen bugün yarın uyandığımızda kendimizi önceki günden biraz daha iyi hissetmemizi sağlayacak bir şeyler yapabiliriz."
Uzun süre bisiklet turlarıma ara vermenin acısını rampalarda dilim dışarı çıkmış, sanki peşimden kovalayanlar varmışcasına nefes nefese pedallıyordum. Biraz soluklanıp "Yeşil Bursa'nın" keyfini çıkarayım diyeceğim lakin artık "Beton Bursa" desek daha yerinde olacak. Az önce nefes nefese kaldığım rampada yaklaşık 30 kişilik bisikletli bir grup benim bulunduğum noktaya doğru gayet "sağlıklı" bir şekilde pedal çeviriyorlardı.
Bisikletliye rastlamak pek tabii ki mümkün ancak Uludağ yolunda bu denli fazlaca bisikletliyi görmek merak uyandırıyor.
Sabırsızlıkla gruba dahil oldum ve merakım aydınlığa kavuştu. Yinede yolun sonuna kadar onlara eşlik ettim. Yarının 1 Ağustos 2015 yani bisiklet sporunun duayeni Talat Tunçalp'in 100. yaş günü adına düzenlenen 3. Geleneksel Uludağ Performans Tırmanışı organizasyonu için bir araya gelmişlerdi.
Talat Tunçalp bisiklet adına tek kişilik başarı olmaktan çok, etrafındaki sporculara ve uluslararası organizasyonlardan beslenerek büyümesi ülkemiz adına halen daha "ilk" olma başarısına nail olmuştur. Başarıyı yazmak ve 1-2 satırda okuyup geçmek ki o dönemlere göre gurur verici. Asıl zorluk çıkaran bu bisikletçinin bisikletinin olmadan çözebildiği başarı.
Epictetos'un bir sözü aklıma geliyor: " Yarın bambaşka bir insan olacağım diyorsun. Niye bugünden başlamıyorsun?" Yokluktan var olmayı öğretti aslında Talat Tunçalp.
Bisiklette büyük başarılarımız maalesef olmadı son yıllarda. Cavendish, Boonen, Contador, Sagan... gibi isimleri konuşuyoruz. Aralarında bir tane Türk sporcu olmamasını hiç bir zaman konuşmuyoruz. Bi eksiklik yok mu? 1930'lu yıllara göre oldukça iyi koşullara sahipken, acaba sadece koşulların üst düzey olması mı çözüm? Eksik?
Talat Tunçalp 17 yıllık bisiklet serüvenini 16 kez yol, 15 kez sürat, 32 Türkiye Şampiyonluğunun 31'ini kazanma başarısı ile aslında adını ne kadar da az duyurmuşuz onun ayıbını yaşıyorum. Uluslararası mecralarda da yıl 1936 Berlin Olimpiyatlarını gösterdiğinde 7. olarak bir ilke daha pedal bastı. Aynı zamanda ülkemizde daha önce Marmara Bisiklet Turu olan uluslararası yarışın adını Cumhurbaşkanlığı Kupasının isim babası oldu.
İbreyi hep lehimize çevirmeyi daha o yıllarda başarmış. Bizler onun adına 100. yılı için bir organizasyonu duymamışsak diyecek söz bulamıyorum. Çünkü bisikleti yaşam felsefesi, anadiline çevirmiş bir ismin dokunuşu bu kadar sessiz olmamalı.
Dönüş yoluna geçtiğimizde tepemde bir düşünce bulutu meşgul ediyordu. Çıkış yolunda dinlediğim manzaralı alanın olduğu yere gelerek sanki az önce yazdıklarımı yaşamamış gibi... Dejavu misali, tek bir farkla; Edward de Bono'un dediği gibi.
"Yarının bugünden daha iyi olacağı ümidiyle yetinmek yerine, hemen bugün yarın uyandığımızda kendimizi önceki günden biraz daha iyi hissetmemizi sağlayacak bir şeyler yapabiliriz."
Etiketler:
#bike,
#bisiklet,
#cycling,
#cyclist,
#TalatTunçalp
16 Ekim 2015 Cuma
Basketbolla Bezenmiş "Örnek" Adam: Sinan Güler
Sanki yıllardır tanıyormuş gibi samimi ve içten ve bir o kadar güleryüzlü Sinan Güler ile bir araya geldik. Sohbetinin yanında oynadığımız kısa bir basketbol maçı ile de keyifli dakikalar yaşadık. Kadın basketbolundan, gelecek vadeden sporculara ve milli takıma kadar bir çok konuda görüşlerini aldık. Esasında Sinan Güler'i anlatmak için ekstra kelimelere gerek yok. Çünkü maç içinde nasıl ise dışında da olduğu gibi biri ki takip edenler hak verecektir.
Dilerseniz bu sohbetimize devam edelim. Buyurun sizleri şöyle alalım.
Hayata, basketbola dair püf noktaları öğretmiş ve tecrübeleriyle yol çizmiş, bunlarla birlikte İTÜ'nün efsanevi oyuncusu Necati Güler ile abiniz Muratcan Güler'e bakıldığında aslında sizin geleceğiniz bir nevi şekillenmiş durumdaydı. Acaba bunlar olmasaydı, bir şekilde yine basketbolla yollarınız kesişir miydi?
Öyle bir ihtimal nasıl gelişirdi bilmiyorum. Ailemin sporun içinde olmam da etkisi çok büyük, benim de bu işe bütün isteğimle sarılmış olmam ve hiç yoldan şaşmamam bugün ki günlere beni getirdi diyebilirim. Ancak farklı bir aile yapısı içerisinde bu konu nasıl gelişirdi bilemezdim. Ha basketbol olmasaydı ne olurdu aynı aile yapısı içerisinde dersen, spor her türlü işin içinde olurdu.
Basketbolun sizin yaşamınızda yeri ayrı ancak öğrenim hayatınızı da hiç bir zaman kenara atmadınız. Nba kariyeriniz de hem basketbol hem eğitim anlamında kapılar çalındı. İlk senenizde zorluklar geçirseniz de 2. yılınızda takım kaptanlığı ve başarılar sonrasında gelen Carroll College transferiniz, bu süreç nasıl gelişti?
18 yaşında iken Beşiktaş formasının A takımında forma giymeye başlamışken bir yandan da üniversitedeki dersleri verme çabası ve takımda kendime yer bulma yollarını arıyordum. Babamın düzenlediği Mavi Jeans Basketbol Kampını ziyaret ederek Amerika'dan gelmiş antrenörlerden gelecek için fikir alış-verişi yapmıştım ve sonrasında gerçekleşen antrenmanlarla elime çok büyük bir fırsat geçti. Hem basketbol kariyerime Amerika'da devam edebilecektim hem de eğitimime ara vermeyecektim. Nasıl oldu bilmiyorum kendimi uçakta buldum ve böylece yolculuğuma başlamıştım.
2013 yılıyla birlikte Galatasaray'ın vazgeçilmez ilk 5 içinde olmak takımın bir anlamda beyni olmak üstelik maddi sıkıntılar çekerken. Sizin sergilediğiniz oyunları görünce sanki bu sıkıntılar yokmuşcasına bunu nasıl başarıyorsunuz?Ben basketbolu hep farklı gördüm. Tamam profesyonel olarak yaptığım bir iş, çok severek istediğim bir şeyin profesyonel işim olması benim için büyük bir şans. Bununla etkisiyle birlikte profesyonelliği sahaya çıkıp performans göstermem gereken zamanlarda hep saha çizgilerinin dışında bıraktım. Bu benim için önemli bir etken olmuştur.
Hiç şüphesiz unutulmayan maçlardan biridir. 6 kişiyle kazanılan Fenerbahçe maçı (play-off). Kahramanlardansınız. 40 dakika boyunca sakat ve yorgun bir şekilde oynayarak kazandınız. Ters esen rüzgarı nasıl avantaja çevirdiniz?
Birbirimize inanmamız ve takım içerisinde yarattığımız pozitif hava. O maçla alakalı en söyleyebileceğimiz şey, kaybedeceğimiz hiç bir şey yoktu. Kazanamasak, zaten 6 kişilerdi, normal, gibi tepkilerle karşılaşırdık. Ama hepimiz kariyerimiz de önemli bir noktada kimsenin kolay kolay unutamayacağı bir maç oynadık o gün.
Birbirimize inanmamız ve takım içerisinde yarattığımız pozitif hava. O maçla alakalı en söyleyebileceğimiz şey, kaybedeceğimiz hiç bir şey yoktu. Kazanamasak, zaten 6 kişilerdi, normal, gibi tepkilerle karşılaşırdık. Ama hepimiz kariyerimiz de önemli bir noktada kimsenin kolay kolay unutamayacağı bir maç oynadık o gün.
Zisis'le yaşadığınız çarpışma sonrasında kaşınıza dikiş atıldı ve ayağa kalktığınız gibi Zisis'in yanına gidip durumunu öğrenmek oldu. Sporcu karakteri, taraflı tarafsız herkesi kendinize hayran bıraktınız. Aslında sizi hep böyle biliyoruz. Hem oynadığınız oyun hem de ortaya koyduğunuz karakter. Bunun sırrı nedir?Ailem ve çocukluğumdan bugüne benim karakterime ufak dokunuşlar yaparak beni şekillendiren herkestir. Çocukken daha agresiftim, özellikle haksızlık konusunda hiç dayanamazdım, çabuk sinirlenirdim. Büyüdükçe tabii ki de sinirler daha bir törpüleniyor. Ayrıca başımıza gelen olay tamamen tesadüfen olmuş, iki sporcunun da kontrolünde olmayan bir durumdu. Ben o yüzden başka türlü hareket etmeyi düşünemezdim.
Ergin Ataman'la çalışmaya Beşiktaş'la birlikte başladınız. Daha sonra Galatasaray ve milli takım. Sizin için önemi nedir? Önemli yapan.Ergin Abi ile 2007 senesinden beri sadece 3 senesinde birlikte çalışmadık. Beşiktaş'tan Efes'e geçerken, onun basketbolunun içinde bazı şeyleri doğru yaptığım için o takımın içinde görmek istemesi benim için büyük bir şanstı tabi ki de. Gençliğimden bugüne geldiğim noktada, hem kariyerimin basamaklarını çıkarken bana büyük fırsatlar sunmuş biridir, hem de bugün oynadığım basketbola duyduğu güvenle beni daha da iyi oyuncu olmama teşvik eden biridir.
Son olarak basketbola sadece sergilediğiniz oyunla değil yaklaşık 4 yıldır Güler Legacy ile yola devam ediyorsunuz. Neyi amaçlayarak yola çıktınız?
15 Ekim 2015 Perşembe
Match Point
"Neymiş efendim, onların bildiği gerçekler varmış! İyi ama, gerçek her şey demek değildir ki... Hiç değilse işin yarısı, bu gerçeklere nasıl bakıldığına bağlıdır." Dostoyevski Suç ve Ceza romanında yüzümüze vururdu anlamak istemediklerimizi.
Bir dönem film izleme konusunda saplantılı hale gelmiştim. Faks kağıdı gibi uzuncaya film listesi yapmıştım ve amacım 150 filmi 1,5 ayda izlemekti. Her tipten filmin konusundan, yönetmenine ayrımcılık yapmadan sonuna kadar izledim. Woody Allen gibi başyapıtı olmazsa olmazdı.
İlginç olan Match Point filmini izlerken acaba bu Woodey Allen filmi mi diye soruyorsunuz! Diğer sıra dışı filmlerinden çok farklıydı.
Match Point, klasik Hollywood filmi gibi başlar, gelişir ve sona doğru her şey önceden planlanmış gibi yansıtılır, satır satır işlenir. Film öyle ki puzzle misali gereksiz sahne ve metafor bulamazsınız. Filmin daha güzel bir yanı da Dostoyevski'den alıntılar yapılır. En iyisi kısaca filmden söz etmek.
Bir tenis eğitmeninin (Jonathan Rhys Meyers), zengin bir ailenin oğluna verdiği özel dersler sayesinde elit sınıfa ulaşma ve zengin insanlarla yakınlık kurma çabaları ve bu sırada özel ders verdiği kişinin kız kardeşiyle evlenerek zengin olma hayallerini gerçekleştirmesiyle başlar. Ancak uslu durmaz bir yandan da yasak ilişki (Scarlett Johansson) ile çıkmaza sürüklenir.
Aşk mı yoksa servet mi? ikileminin içinde kaybolacaktır. Filmin başında tenis sporunun inceliklerini, ince zeka gerektiren vuruşlarını sonuna kadar işleyen oyuncunun, ne kadar sağlam kurgunun olduğunu ispatlıyor.
Djkovic'in bir maçından hatırlıyorum. Ayak bileğini sakatlamış yinede maça devam etmişti. Fazlasıyla acı çektiğini yüzünden okumak çok da zor değildi ve de maçı kazandı. Rakibin, Djokovic'in maçı bırakacağını düşünmesi rahatlatsa da, sonuç nafileydi.
Filmde vurgu yapılan; bazen önemli davalar uğruna masumların canının yanması gerektiğidir. Az öncede belirttiğim gibi film klişeleşmiş Hollywood gibi başlıyor... Suçluların cezalandırılması, günahların kefaletini ödeyen hiç olmayacak insanların ödemesine dönüştüğünü anlayamıyorsunuz.
Filmi çarpıcı kılan, Woody Allen'ın tarzının dışına çıkması belki de. Genelde filmlerdeki o alaycılığı burada görmek pek mümkün değil. Yinede Woody Allen zekası sayesinde özgün haline geri dönüş yapıyor. Buram buram tenis izleyeceğiz hissine kapılmayın. Tenisin inceliklerini korttan ziyade yaşama uyarlanmış versiyonunu göreceksiniz.
Daha net ifade etmem de yarar var. Bazen tenis maçlarında topun filenin üst kısmına çarptığı anlar vardır ve kısacık an içinde topun fileden geçeceği ya da takılacağı anlar.
Filmi tenisle bütünleştiren sadece tenis eğitmenini canlandırılması dışında fazlasıyla ortak noktanın bulunması. Bende bıraktığı sükunet, biraz sonra yerini şaşkınlıkla yer değiştirmesi... Günahı, suçu ve adaleti sizlere bir arada izlettiriyor Allen.
Kendinizi filmin son dakikalarına bırakmanızı öneririm.
-Kapıyı kilitlemiyor musun? diye sordu.
-Hiçbir zaman kilitlemedim ki! Sözde iki yıldır kilit alacağım...
-Gülümseyerek baktı.
-Kilitleyecek hiçbir şeyi olmayan insanlar mutludurlar herhalde, öyle değil mi?
(Dostoyevski, Suç ve Ceza)
Bir dönem film izleme konusunda saplantılı hale gelmiştim. Faks kağıdı gibi uzuncaya film listesi yapmıştım ve amacım 150 filmi 1,5 ayda izlemekti. Her tipten filmin konusundan, yönetmenine ayrımcılık yapmadan sonuna kadar izledim. Woody Allen gibi başyapıtı olmazsa olmazdı.
İlginç olan Match Point filmini izlerken acaba bu Woodey Allen filmi mi diye soruyorsunuz! Diğer sıra dışı filmlerinden çok farklıydı.
Match Point, klasik Hollywood filmi gibi başlar, gelişir ve sona doğru her şey önceden planlanmış gibi yansıtılır, satır satır işlenir. Film öyle ki puzzle misali gereksiz sahne ve metafor bulamazsınız. Filmin daha güzel bir yanı da Dostoyevski'den alıntılar yapılır. En iyisi kısaca filmden söz etmek.
Bir tenis eğitmeninin (Jonathan Rhys Meyers), zengin bir ailenin oğluna verdiği özel dersler sayesinde elit sınıfa ulaşma ve zengin insanlarla yakınlık kurma çabaları ve bu sırada özel ders verdiği kişinin kız kardeşiyle evlenerek zengin olma hayallerini gerçekleştirmesiyle başlar. Ancak uslu durmaz bir yandan da yasak ilişki (Scarlett Johansson) ile çıkmaza sürüklenir.
Aşk mı yoksa servet mi? ikileminin içinde kaybolacaktır. Filmin başında tenis sporunun inceliklerini, ince zeka gerektiren vuruşlarını sonuna kadar işleyen oyuncunun, ne kadar sağlam kurgunun olduğunu ispatlıyor.
Djkovic'in bir maçından hatırlıyorum. Ayak bileğini sakatlamış yinede maça devam etmişti. Fazlasıyla acı çektiğini yüzünden okumak çok da zor değildi ve de maçı kazandı. Rakibin, Djokovic'in maçı bırakacağını düşünmesi rahatlatsa da, sonuç nafileydi.
Filmde vurgu yapılan; bazen önemli davalar uğruna masumların canının yanması gerektiğidir. Az öncede belirttiğim gibi film klişeleşmiş Hollywood gibi başlıyor... Suçluların cezalandırılması, günahların kefaletini ödeyen hiç olmayacak insanların ödemesine dönüştüğünü anlayamıyorsunuz.
Filmi çarpıcı kılan, Woody Allen'ın tarzının dışına çıkması belki de. Genelde filmlerdeki o alaycılığı burada görmek pek mümkün değil. Yinede Woody Allen zekası sayesinde özgün haline geri dönüş yapıyor. Buram buram tenis izleyeceğiz hissine kapılmayın. Tenisin inceliklerini korttan ziyade yaşama uyarlanmış versiyonunu göreceksiniz.
Daha net ifade etmem de yarar var. Bazen tenis maçlarında topun filenin üst kısmına çarptığı anlar vardır ve kısacık an içinde topun fileden geçeceği ya da takılacağı anlar.
Filmi tenisle bütünleştiren sadece tenis eğitmenini canlandırılması dışında fazlasıyla ortak noktanın bulunması. Bende bıraktığı sükunet, biraz sonra yerini şaşkınlıkla yer değiştirmesi... Günahı, suçu ve adaleti sizlere bir arada izlettiriyor Allen.
Kendinizi filmin son dakikalarına bırakmanızı öneririm.
-Kapıyı kilitlemiyor musun? diye sordu.
-Hiçbir zaman kilitlemedim ki! Sözde iki yıldır kilit alacağım...
-Gülümseyerek baktı.
-Kilitleyecek hiçbir şeyi olmayan insanlar mutludurlar herhalde, öyle değil mi?
(Dostoyevski, Suç ve Ceza)
14 Ekim 2015 Çarşamba
EURO 2016'da "En İyi Üçüncü"
Ben bunu daha önce görmüştüm, aynı heyecanları yaşamıştım. Yıl 2008 Avrupa Şampiyonası maçları; Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti bunları duyunca o nefes kesen anları yaşıyoruz. Bir dakika! Biraz daha geriye saralım. 2002 Dünya Kupası maçları. Kimse bizim dünya üçüncüsü olacağımızı bile hayal edemezdi. Artı parantez en hızlı gol atma başarısını ( üçüncülük maçı G.Kore ile dakika 1) göstereceğini de! Ama oldu! Biz mucizeler takımıyız. Ülkemizin bilhassa futbolcuları kalbimizi fazlaca yokluyor olsalar da biz böyle sevdik.
Senaryo basitti. 2014 Eylül'de başlayacak maçlarla beraber Hollanda'nın arkasından 2. veya 3. olmayı amaçlıyorduk. Sürpriz! İzlanda ve Çek Cumhuriyeti oynadıkları üstün oyunlarıyla ne Hollanda tanıdı ne de affetti. Hem Milli Takımımız adına hem de Hollandalılar adına işler hiç de iç açıcı değildi. 3 maç sonunda sadece Letonya'ya karşı kaldığımız beraberlik puanı vardı.
Ardından Kazaklara karşı kazandığımız maçla 3 puan yüzü görmüştük. Ancak Hollanda'da futbolunu ortaya koymaya başlamıştı. Bu arada da İzlanda ile Çek Cumhuriyeti arasında adeta 1.'lik için çekişme vardı. Gerçekten burada neler oluyor? Biz en başta ne tür bir senaryo yazdıysak, bize inat günler, maçlar ve puan sıralaması yaşanıyordu. Sokakta geçen konuşmalarda; -Biz bu gruptan çıkamayız, bu oyunla hak etmiyoruz...- gibi türlü türlü konuşmalar...
Zaten buradan sonrasını bilmeyen kimse kalmadı diye tahmin ediyorum. Bilmediğimiz bazı esrarengiz günlerin, maçların yaşanması dışında.
13 Ekim gelip çattığında gerginlik, stresli bekleyiş sarmıştı. Beraberlik dahi yetiyordu. Korktuğumuz başımıza gelecek diye endişeliydim. Erken seviniyorduk. Letonya'nın kendi evinde Kazaklara yenilmesi, Hollanda'nın Çek Cumhuriyetine yenik düşmesi ve Milli takımımızında İzlanda'yı yenmesi durumunda en iyi 3. olarak 1 yıl önce yaptığımız basit senaryo yerini matematiksel işlemlere ve büyük oranda şansa bırakmıştı.
Bir de en iyi 3. olabilmek için; C grubunda oynanan Ukrayna-İspanya maçını İspanyolların kazanması gerekiyordu. İspanya galibiyetiyle artık ipler elimizdeydi. Tabii bizim de bir şeyler yapmamız gerekiyordu.
Kazaklar bizzat bize kendi elleriyle paketledikleri hediye paketini 65. dakikada atacağı golle kurdelasını açtık. Çekler maçı deplasmanda 3-2'lik skorla kazanıyordu ve düdüğün çalmasına ramak kalmıştı.
Milli takımımızda 88. dakikaya kadar koruduğu suskunluğunu Selçuk İnan'ın atacağı frikik golüyle bozacaktı. Fırtına öncesi büyük sessizlik bu olsa gerek.
Her bir köşeden sevinç naraları atılıyordu. Eğer gözümüz bize oyun oynamıyorsa, müthiş bir gol ağlarla buluştu. Yine kendimizi son dakikalara saklamıştık.
Senaryonun sonu Türk filmleri gibi "Mutlu Son" ile bitmişti. En azından şimdilik. En iyi üçüncü kulağa hoş geliyor. En iyi olarak değiştirmek?
Hem kalem bizim elimizde. Tam da hesaplarımıza uygun senaryo yazarız.
Senaryo basitti. 2014 Eylül'de başlayacak maçlarla beraber Hollanda'nın arkasından 2. veya 3. olmayı amaçlıyorduk. Sürpriz! İzlanda ve Çek Cumhuriyeti oynadıkları üstün oyunlarıyla ne Hollanda tanıdı ne de affetti. Hem Milli Takımımız adına hem de Hollandalılar adına işler hiç de iç açıcı değildi. 3 maç sonunda sadece Letonya'ya karşı kaldığımız beraberlik puanı vardı.
Ardından Kazaklara karşı kazandığımız maçla 3 puan yüzü görmüştük. Ancak Hollanda'da futbolunu ortaya koymaya başlamıştı. Bu arada da İzlanda ile Çek Cumhuriyeti arasında adeta 1.'lik için çekişme vardı. Gerçekten burada neler oluyor? Biz en başta ne tür bir senaryo yazdıysak, bize inat günler, maçlar ve puan sıralaması yaşanıyordu. Sokakta geçen konuşmalarda; -Biz bu gruptan çıkamayız, bu oyunla hak etmiyoruz...- gibi türlü türlü konuşmalar...
Zaten buradan sonrasını bilmeyen kimse kalmadı diye tahmin ediyorum. Bilmediğimiz bazı esrarengiz günlerin, maçların yaşanması dışında.
13 Ekim gelip çattığında gerginlik, stresli bekleyiş sarmıştı. Beraberlik dahi yetiyordu. Korktuğumuz başımıza gelecek diye endişeliydim. Erken seviniyorduk. Letonya'nın kendi evinde Kazaklara yenilmesi, Hollanda'nın Çek Cumhuriyetine yenik düşmesi ve Milli takımımızında İzlanda'yı yenmesi durumunda en iyi 3. olarak 1 yıl önce yaptığımız basit senaryo yerini matematiksel işlemlere ve büyük oranda şansa bırakmıştı.
Bir de en iyi 3. olabilmek için; C grubunda oynanan Ukrayna-İspanya maçını İspanyolların kazanması gerekiyordu. İspanya galibiyetiyle artık ipler elimizdeydi. Tabii bizim de bir şeyler yapmamız gerekiyordu.
Kazaklar bizzat bize kendi elleriyle paketledikleri hediye paketini 65. dakikada atacağı golle kurdelasını açtık. Çekler maçı deplasmanda 3-2'lik skorla kazanıyordu ve düdüğün çalmasına ramak kalmıştı.
Milli takımımızda 88. dakikaya kadar koruduğu suskunluğunu Selçuk İnan'ın atacağı frikik golüyle bozacaktı. Fırtına öncesi büyük sessizlik bu olsa gerek.
Her bir köşeden sevinç naraları atılıyordu. Eğer gözümüz bize oyun oynamıyorsa, müthiş bir gol ağlarla buluştu. Yine kendimizi son dakikalara saklamıştık.
Senaryonun sonu Türk filmleri gibi "Mutlu Son" ile bitmişti. En azından şimdilik. En iyi üçüncü kulağa hoş geliyor. En iyi olarak değiştirmek?
Hem kalem bizim elimizde. Tam da hesaplarımıza uygun senaryo yazarız.
13 Ekim 2015 Salı
Nam-ı Diğer T-Mac
Naismith Memorial Basketball Hall of Fame üyelerine bakıldığında, basketbolun belirleyicilerindendir. Daha çok Nba'in demek net olur. Eski tarzları ile halen daha kırılamayan rekorlar, geçmişte kuralları değiştiren kalıplarıyla günümüze taşıyan üstatlar.
Daha yakından incelemenizi tavsiye ederim. Hatta öyle 1-2 saate sıkıştırıp, oldu-bittiye getirmeden. O zamanın koşullarıyla değerlendirin. Şimdi şöyle bir algıda olmamalı bence; bu listeye giremeyenler gelmiş geçmiş en iyi oyuncular değildir, yanlış olur. Boylu boyunca bir sürü isim sayarsınız.
Keza benim içinde var. O dönemlerde Tracy McGrady için 7 sayısı totem niteliğindeydi. 7 kez Nba All-Star, 7 kez Nba yılın beşi araya bir de 2 kez sayı kralı başarılarını sıkıştırıp totemi bozdu.
Bir de Adidas firması en büyük rakibi Nike karşı savaş açabilmek için en büyük kozlarından birini ortaya koydu. T-Mac adında bir seri üreterek piyasada meselesi olan, mücadelesi olan ve de hikayesi olan Tracy McGrady'nin ürünlerini satışa sundu.
Kısa sürede patlama oldu tam da beklendiği gibi. Benimde kıyamadığım T-Mac basketbol topum kullanmamak üzere sabır gösterirken yıllar sonra hafif yamulmuş ve inik olduğunu görünce ki yüz ifademi ve beni ikiye ayırdı.
Bir taraftan kıymetini bilip temiz ve yeni bıraktığım için gururlanırken diğer taraftan "safça" bir düşünceye kapıldığımı fark ettim.
Beni şimdi T-Mac'i izlerken düşünün her an her şey olabilir sloganıyla oynadığı için merakta hat safhada. Kariyerine ilk olarak Toronto Rapters'ta açılış yapan McGrady burada kuzeni Vince Carter'la oynamak biraz canını sıkmış olacak ki feriştahı gelse T-Mac'i Rapters'ta tutamazdı. Orlando Magic ile sözleşme imzalayarak oynadığı "gerçek" oyunu ve takımın yıldızı olmayı söküp aldı.
Buradan da yolu Houston Rockets ile kesişecekti. Neredeyse Çin'den Nba draft edilmeyi başaran tek isim Yao Ming ile gösterdiği uyum takdire şayandı. Fakat bu uyum şampiyonlukla taçlandırmanın yakınına bile getiremedi. Unutulmayanlar arasında; Tracy McGrady imkansızı başarıyor ve San Antonio Spurs mücadelesinde yenilgiye giden maçta 35 saniyede 13 sayı atarak galibiyete uzanıyorlar. Vay be...
Son saniye üçlüklerine başka bir gezegenden geldiğini gösteren sayılarıyla çok konuşuldu. -Şekil A- hala konuşuyoruz. Kesin!
Basketbolda yapması gerekenleri, atılamayacak güçlükteki sayıları skorbord'a yazdıran bir isim çünkü.
2013 yılında basketbolu bıraktığına açıklık getirse de yurt dışı teklifleri için açık kapı bıraktı ve Çin'in yolunu tuttu. Tahmin edersiniz ki bu macerada kısa sürdü. Emekli olsa da çoğu Amerikalı basketbolcu gibi emeklilik ona hayat mektebinin mürekkebini yalamış biri olduğunu hatırlattı ve profesyonel hayata geri dönüş yaptı.
Yalnız bu sefer basketbol yerine beyzbol'un haşin vuruşlarına kendini bıraktı.
T-Mac tutkunlarına da Adidas'ın ürettiği ürünlerini sarıp sarmalamak kaldı. Şimdi müsaadenizle 35 saniyedeki 13 sayıyı izlemeye devam edeyim. Defalarca izlesem de aklım almıyor.
Daha yakından incelemenizi tavsiye ederim. Hatta öyle 1-2 saate sıkıştırıp, oldu-bittiye getirmeden. O zamanın koşullarıyla değerlendirin. Şimdi şöyle bir algıda olmamalı bence; bu listeye giremeyenler gelmiş geçmiş en iyi oyuncular değildir, yanlış olur. Boylu boyunca bir sürü isim sayarsınız.
Keza benim içinde var. O dönemlerde Tracy McGrady için 7 sayısı totem niteliğindeydi. 7 kez Nba All-Star, 7 kez Nba yılın beşi araya bir de 2 kez sayı kralı başarılarını sıkıştırıp totemi bozdu.
Bir de Adidas firması en büyük rakibi Nike karşı savaş açabilmek için en büyük kozlarından birini ortaya koydu. T-Mac adında bir seri üreterek piyasada meselesi olan, mücadelesi olan ve de hikayesi olan Tracy McGrady'nin ürünlerini satışa sundu.
Kısa sürede patlama oldu tam da beklendiği gibi. Benimde kıyamadığım T-Mac basketbol topum kullanmamak üzere sabır gösterirken yıllar sonra hafif yamulmuş ve inik olduğunu görünce ki yüz ifademi ve beni ikiye ayırdı.
Bir taraftan kıymetini bilip temiz ve yeni bıraktığım için gururlanırken diğer taraftan "safça" bir düşünceye kapıldığımı fark ettim.
Beni şimdi T-Mac'i izlerken düşünün her an her şey olabilir sloganıyla oynadığı için merakta hat safhada. Kariyerine ilk olarak Toronto Rapters'ta açılış yapan McGrady burada kuzeni Vince Carter'la oynamak biraz canını sıkmış olacak ki feriştahı gelse T-Mac'i Rapters'ta tutamazdı. Orlando Magic ile sözleşme imzalayarak oynadığı "gerçek" oyunu ve takımın yıldızı olmayı söküp aldı.
Buradan da yolu Houston Rockets ile kesişecekti. Neredeyse Çin'den Nba draft edilmeyi başaran tek isim Yao Ming ile gösterdiği uyum takdire şayandı. Fakat bu uyum şampiyonlukla taçlandırmanın yakınına bile getiremedi. Unutulmayanlar arasında; Tracy McGrady imkansızı başarıyor ve San Antonio Spurs mücadelesinde yenilgiye giden maçta 35 saniyede 13 sayı atarak galibiyete uzanıyorlar. Vay be...
Son saniye üçlüklerine başka bir gezegenden geldiğini gösteren sayılarıyla çok konuşuldu. -Şekil A- hala konuşuyoruz. Kesin!
Basketbolda yapması gerekenleri, atılamayacak güçlükteki sayıları skorbord'a yazdıran bir isim çünkü.
2013 yılında basketbolu bıraktığına açıklık getirse de yurt dışı teklifleri için açık kapı bıraktı ve Çin'in yolunu tuttu. Tahmin edersiniz ki bu macerada kısa sürdü. Emekli olsa da çoğu Amerikalı basketbolcu gibi emeklilik ona hayat mektebinin mürekkebini yalamış biri olduğunu hatırlattı ve profesyonel hayata geri dönüş yaptı.
Yalnız bu sefer basketbol yerine beyzbol'un haşin vuruşlarına kendini bıraktı.
T-Mac tutkunlarına da Adidas'ın ürettiği ürünlerini sarıp sarmalamak kaldı. Şimdi müsaadenizle 35 saniyedeki 13 sayıyı izlemeye devam edeyim. Defalarca izlesem de aklım almıyor.
8 Ekim 2015 Perşembe
Yine Bize Kalan Hasret Tsubasa
Yani, şimdi düşünüyorum da uyumadan önce masal anlatan anne-baba veya uydurmasyon anlatılan hikayelerimiz vardı. Bu cümleler uyumamak için direnişti kimi zaman. Beyaz bayrağı sallayana kadar uyanık kalmaya çalışırdık. Doğal olarak da sabahları bu bayrak halen daha sallanıyor olup bu sefer zıttı direniş eylemlerine kalkışırdık. Bu süreç 90'ların sonuna doğru çoğu evde son demlerini yaşamaya başladı. Artık ebeveynlerin elinde son teknoloji ile bezenmiş cihazlar, bununla yetinmeyip aynı anda izlenen bilmem kaç dizi serileri...
Bölgesel ve Ulusal şampiyonluklar alır başını gider. Kuşkusuz Tsubasa gibi efsane olmuş Japon oyuncunun ünü ve yaşam biçimi kısa sürede ülkelere yayılır. Asıl hayali Brezilya'da top koşturmak olan Tsubasa her mutlu son gibi Brezilya'ya göç eder. Bunu yazmazsam Japonlar beni topa tutar. Tsubasa'nın en yakın arkadaşı
Taro Misaki ile takımda yakaladıkları uyumla bu ikiliye "Altın İkili" mahlasıyla oynamaya başlarlar.
Şimdilerde yerini doldurabilecek bir çizgi film henüz piyasaya sürülmedi. Yakın zamanda olacağını da sanmıyorum. Kitlendik kaldık çocukluğumuzda. Aman efendim sakın çizgi film izlemenin yaşı olur demeyin. İzliyoruz kabul edelim!
Haksızlıkta etmeyeyim yerini doldurmasa da son model telefonlarımıza yüklediğimiz Tsubasa oyunları ile hasret gidermeye çalışıyoruz.
Özlüyorum gerçekten de çocukluğumu, kolay kolay istediğimizi elde edemiyorduk belki ama içimizi kıpır kıpır
eden maceracı bir ekip kurar aksiyonun ortasında bulurduk.
Bıkmadan usanmadan da Tsubasa'ya has vuruş tekniklerini ve bitmeyen stadı konuşmaya devam edeceğiz.
Çalım üstüne çalım, ağları delen golleri ve de 10 numaralı formasıyla geriye dönük film kareleri bize kalan.
İtiraf ediyorum. Yaşlanıyorum...
Bizler razıydık aynı masalları 99 kez dinlemeye. Merak edileni bulana dek kurcalar, bilim adamı edasıyla bilinmeyenlerin peşine düşen, araştırmacıydık.
Yerini markaların vira yenisini ürettiği tablet ve telefonların hafızalarına yüklenen videolar aldı. Ne oldu böyle yetişen çocuklar da teknoloji müptelası oldu?
Böyle zahmetli aşamalardan geçip uyandığımızda sabahın 6:30'un da başlayan Tsubasa odak noktamızdı. Kız-erkek, yaş sınırlaması olmadan "severek izlediğimiz" çizgi filmlere ne demeli.
Koş koş hiç bitmeyen yeşil zeminin bir anda kaleye çekilen müthiş şutla ki; genelde skor beraberdir ve golü atan kazanır.
Tsubasa'yı bize çeken asıl madde; sadece işini yapar ve sürekli koşarak takımını bir şekilde galibiyete taşır. Süper Ligde aranan kan tam olarak da bu! Bir de yüz mimikleri! Her Japon animesinde olası bir şey sabitleşmiş kocaman göz ve şaşkın yüz imareleri. Tatlı tatlı eleştiriyoruz amma velakin hepimiz yani en azından
bizim çağın çocukları aralıksız 128 bölümü de izleme kudretine sahibiz. Kimi zaman tekrarları da...
Bölgesel ve Ulusal şampiyonluklar alır başını gider. Kuşkusuz Tsubasa gibi efsane olmuş Japon oyuncunun ünü ve yaşam biçimi kısa sürede ülkelere yayılır. Asıl hayali Brezilya'da top koşturmak olan Tsubasa her mutlu son gibi Brezilya'ya göç eder. Bunu yazmazsam Japonlar beni topa tutar. Tsubasa'nın en yakın arkadaşı
Taro Misaki ile takımda yakaladıkları uyumla bu ikiliye "Altın İkili" mahlasıyla oynamaya başlarlar.
Şimdilerde yerini doldurabilecek bir çizgi film henüz piyasaya sürülmedi. Yakın zamanda olacağını da sanmıyorum. Kitlendik kaldık çocukluğumuzda. Aman efendim sakın çizgi film izlemenin yaşı olur demeyin. İzliyoruz kabul edelim!
Haksızlıkta etmeyeyim yerini doldurmasa da son model telefonlarımıza yüklediğimiz Tsubasa oyunları ile hasret gidermeye çalışıyoruz.
Özlüyorum gerçekten de çocukluğumu, kolay kolay istediğimizi elde edemiyorduk belki ama içimizi kıpır kıpır
eden maceracı bir ekip kurar aksiyonun ortasında bulurduk.
Bıkmadan usanmadan da Tsubasa'ya has vuruş tekniklerini ve bitmeyen stadı konuşmaya devam edeceğiz.
Çalım üstüne çalım, ağları delen golleri ve de 10 numaralı formasıyla geriye dönük film kareleri bize kalan.
İtiraf ediyorum. Yaşlanıyorum...
7 Ekim 2015 Çarşamba
Beyaz Zambaklar Ülkesinde Şah Mat
Daha dün gibi hatırlarım sıklıkla gittiğim kitapçıda raflardaki kitapların "beni oku" diyen sözleriyle iştahımın kabarışını. Aralarından biri sesini daha gür bir şekilde ve narin yapısıyla "ben buradayım" demesini. Farkında olmadan elimin uzandığını fark etmemle, kapak incelemesi, önsöz derken içindekiler kısmında beni hemen içine çeken başlıkla göz göze geldık. Futbol.
Esasında kitap; sömürge ülkesi olan ve diğer kuzey ülkelere istinaden geri kalmış Finlandiya'nın eğitim, kültür ve spor anlamında kendini milletine adamış aydın kesimin mücadelesini anlatıyor.
Yine de futbola ayrı parantez açılması dikkat çekici.
Finlandiya'nın o günlerdeki ülke durumuna, çağın şartlarına göre eleştirel olumlu, olumsuz yönlerinin bir arada olduğu bir değerlendirme yapılıyor. Ben burada bilhassa kitabın o dönemlerdeki spor tutkusunu, futbol müsabakaları için ülkenin ikiye bölünmesinden dem vurulmasını değerlendiriyorum. Ancak günümüzde Finlandiya da futbol çok da hayati bir önem olarak yer kaplamıyor. Anlaşılan Finlandiyalılar yazarın ve bir avuç aydının sözlerini ve özverili çalışmaları dikkate almış.
Bu demek değil ki Finlandiya'dan da hiç iyi futbolcu veyahut sporcu çıkmayacak. Bunun son örneği ya da en çok bilinen örneği; Finlandiya futboluna taze bir hava kazandıran Sami Hyypia.
Soğuk hem de buzlar ülkesi Finlandiya'ya gelen sıcak rüzgarlar sadece futbol anlamında değil başta eğitim olarak yeni kan getirdiler. Sami Hyypia'nın başarısı da öyle kolay lokma olacak türden değil. Dile kolay 10 yılını Liverpool'un defans oyuncusu olarak adını yazdırmanın yanı sıra 22 golü ile de fileyi havalandırmıştır. Gol kısmına gelince manidar bir bilgiye rastlıyorum.
Beşiktaş-Liverpool maçında kendi kalesine attığı golle 2-1 yenilmiştir. O an moraller dip yapmış, gözler yaşlarla dolsa da bu maçın rövanşının sonucu (8-0) ile her daim yerinin ayrı olduğunu gösterdi.
10 yıllık emeğin sonucu yıllarca Almanya'nın futbolunu örnek almış Finli gençlerin hayallerini süslüyordu. Gerçi
İngiltere'nin dümdüz yollarında yürümek de ona aynı hissi vermişti ama Almanya son yılların futbol tekeli olduğu için havalıydı gençlerin gözünde.
Bayer Leverkusen'de 2012 yılına kadar futbol kariyerini sürdürdü sürdürmesine de Almanlar Sami'yle ilişkilerini sıcak tutmak istediklerini ilettiler. Uzun uğraşlar sonunda Leverkusen'e teknik direktörlüğe getirmeyi
başardılar. Çok uzun sürmese de buradan Brighton ve en son olarak da FC Zurich takımının başına geçti. Tıpkı yıllar yıllar önce Finlandiya'daki bir avuç aydın gibi kalkınma hamlesini -şah mat- yaparak.
Futbolculuk hayatında başarılı bir milli takım, lig takımları yanında kıymetini bilmeyenlerde oldu ne yazık ki.
1993-94 sezonu öncesi Samsunspor'un denenmek için çağrılan isimdi Hyypia. Cılız ve tecrübesiz görülerek imzanın eşiğinden döndü Samsunlular. Tabi yıllar sonra gelinen noktaya bakış kaçan balık büyük olur derler. Acaba Samsunspor da kalsaydı bu performansı tekamül gösterebilir miydi?
İşte orası muamma!
Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabının yazarı Grigoriy Petrov deyim yerindeyse bir heykeltraş gibi ince ince işlemiş sanatı. Çöküşten, yükselişe abartıya kaçmadan yalın bir dille. Kuvvetli bacak değil yalnızca, kuvvetli toplum ve düşüncesiyle bütünü sergiliyor.
Bizler daha çok Finlileri motor sporlarındaki başarıları ile tanısak da bu ülkenin çalışkan insanları sporda da gayet iddialı olabileceğini kanıtlamışlardır. Devamı da küçük yaşlarda yetiştiriliyor.
Aydınlarının, gönül tokluğu ile didinen büyüklerinin sözlerinden de ayrılmamışlardır. Sami Hyypia bunun en büyük örneği ne dersiniz?
A bu arada unutmadan bugün 7 ekim doğum günümüz kutlu olsun Hyypia. Saygıdeğer Finlandiyalılara da selam olsun!
6 Ekim 2015 Salı
Kadın İsterse; Lizzie Armitstead
Beyaz bir çarşaf gibi yayılan rüzgar, yırtarak ilerleyen; uzaklarda belirmeye başlayan finish çizgisi, rakiplerine yaşattığı ufak bir hata dahi yapmadan pedalına basıyordu. Bazen çaktırmadan baktığı arkasına ağır ağır yaklaşan galibiyetin tebessümünü gönderiyordu. Saatlerdir süren yolculuğun sonunda kendini göstermeye başlayan kutlamalar ve alkışlar cabası. Sol tarafında biraz yüksekçe madalya merasiminin yapılacağı alan, diğer tarafta seyirciler, takım antrenörleri... Heyecanlı ama zafer var sonunda.
Ne zaman bir kadının başarı hikayesini okusam Banu Yelkovan aklıma gelir, daha da ilginç olan Socrates dergisinin (ilk sayısında) yazdığı yazıyla; eminim ki birçoğumuz anlatan noktasına, virgülüne kadar katıldığımız kalemiyle tercüme etmiş. Zihnimde oluşan profiline bir yenisini ekledi. "Doğru söze ne hacet" Bu kadar zorlaştıran, kişilere inat bir yol bulmasını bildik.
Yol bulmasını dedim ama çok manidar oldu bu. Richmond, Virginia Yol Bisikleti Dünya Şampiyonasında bayanlar klasmanında yıllardır sessiz sedasız ilerleyen Lizzie Armitstead altın madalyayı boynuna taktı. Lizzie yarışlarda hep bir dönüm noktasının peşindeydi. Zorluyordu ancak bir türlü istediğini alamıyordu. Onun için en büyük dönüm noktası -bu zamana dek- 2010'da 23 yaş altı kategorisinde altın madalyayı rüzgar eşliğinde aldı.
Bu dönemlerden önce pistte kendisi fazlasıyla zirve yapmıştı. Bu zirve 23 yaş altı kategorisinde ilk 10'da yer alan ilk bisikletçi olmasını da beraberinde getirdi. Kadınlarda da tıpkı erkeklerde olduğu gibi domine etmiş isimler görmek mümkün hale geldi.
Şüphesiz ilk isim Marianne Vos; gökkuşağının renklerini üstünde üst üste sırtlayınca rekabetin dozunu arttıracaktı.
Madalya kürsüsünden diğerlerine selam verenler rakiplerini durdurmak kolay olmayacak. Sonuçta kadınlardan söz ediyoruz. Altın madalyayı takmayı hazmedemeyen Vos'un gözyaşlarını görmek çok daha kolay ekranlara yansıyordu.
Kadınlar yolunu inşa ederken Lizzie'nin gelişini kimse fark etmiyorlardı. İngiltere, Olimpiyatlar derken dönüm noktasına ulaşma çabaları 3. viteste gidiyordu.
Şunu da kabul edelim ki bisiklet konusunda sessiz ama hakları konusunda dünyaya hükmediyorlardı. Lafını esirgemeyen, fırtınalar koparan Lizzie yakın dönemlerde kadın bisikletinin sorunlarını duyurmak için eline megafon alanlardandı.
Sesini duyurmayan bisikletçileri eleştirirken alaşağı etmeyi de esirgemiyordu. 2012 yılında Londra Olimpiyatlarındaki konuşmasıyla korkusuz ve bisiklet dünyasını sarsan bir açıklama getirdi. Yankılanan sesi diğer kadın bisikletçileri de harekete geçirdi.
Yarışlar sonrasında hayal kırıklıklarını telafi etmek için içini boşaltıyordu. Bir cümlesi ile açıklık getirelim. Perdeyi Lizzie'nin cümlesiyle kapatalım o zaman!
"Kariyerim boyunca karşılaştığım cinsiyetçilik oldukça bunaltıcı ve çok sinir edici olabiliyor. Yine de buna alışıyorusunuz. Şu anda elit bir atlet olarak yapabileceğim çok fazla şey yok. Kariyerimi noktaladıktan sonra yapabileceğimi umuyorum."
Ne zaman bir kadının başarı hikayesini okusam Banu Yelkovan aklıma gelir, daha da ilginç olan Socrates dergisinin (ilk sayısında) yazdığı yazıyla; eminim ki birçoğumuz anlatan noktasına, virgülüne kadar katıldığımız kalemiyle tercüme etmiş. Zihnimde oluşan profiline bir yenisini ekledi. "Doğru söze ne hacet" Bu kadar zorlaştıran, kişilere inat bir yol bulmasını bildik.
Yol bulmasını dedim ama çok manidar oldu bu. Richmond, Virginia Yol Bisikleti Dünya Şampiyonasında bayanlar klasmanında yıllardır sessiz sedasız ilerleyen Lizzie Armitstead altın madalyayı boynuna taktı. Lizzie yarışlarda hep bir dönüm noktasının peşindeydi. Zorluyordu ancak bir türlü istediğini alamıyordu. Onun için en büyük dönüm noktası -bu zamana dek- 2010'da 23 yaş altı kategorisinde altın madalyayı rüzgar eşliğinde aldı.
Bu dönemlerden önce pistte kendisi fazlasıyla zirve yapmıştı. Bu zirve 23 yaş altı kategorisinde ilk 10'da yer alan ilk bisikletçi olmasını da beraberinde getirdi. Kadınlarda da tıpkı erkeklerde olduğu gibi domine etmiş isimler görmek mümkün hale geldi.
Şüphesiz ilk isim Marianne Vos; gökkuşağının renklerini üstünde üst üste sırtlayınca rekabetin dozunu arttıracaktı.
Madalya kürsüsünden diğerlerine selam verenler rakiplerini durdurmak kolay olmayacak. Sonuçta kadınlardan söz ediyoruz. Altın madalyayı takmayı hazmedemeyen Vos'un gözyaşlarını görmek çok daha kolay ekranlara yansıyordu.
Kadınlar yolunu inşa ederken Lizzie'nin gelişini kimse fark etmiyorlardı. İngiltere, Olimpiyatlar derken dönüm noktasına ulaşma çabaları 3. viteste gidiyordu.
Şunu da kabul edelim ki bisiklet konusunda sessiz ama hakları konusunda dünyaya hükmediyorlardı. Lafını esirgemeyen, fırtınalar koparan Lizzie yakın dönemlerde kadın bisikletinin sorunlarını duyurmak için eline megafon alanlardandı.
Sesini duyurmayan bisikletçileri eleştirirken alaşağı etmeyi de esirgemiyordu. 2012 yılında Londra Olimpiyatlarındaki konuşmasıyla korkusuz ve bisiklet dünyasını sarsan bir açıklama getirdi. Yankılanan sesi diğer kadın bisikletçileri de harekete geçirdi.
Yarışlar sonrasında hayal kırıklıklarını telafi etmek için içini boşaltıyordu. Bir cümlesi ile açıklık getirelim. Perdeyi Lizzie'nin cümlesiyle kapatalım o zaman!
"Kariyerim boyunca karşılaştığım cinsiyetçilik oldukça bunaltıcı ve çok sinir edici olabiliyor. Yine de buna alışıyorusunuz. Şu anda elit bir atlet olarak yapabileceğim çok fazla şey yok. Kariyerimi noktaladıktan sonra yapabileceğimi umuyorum."
5 Ekim 2015 Pazartesi
Sporcu Olmanın Ötesinde...
Önyargı insanoğlunun en büyük düşmanlarından. Bir insanın soğuk duruşuyla dahi hemen biletini kesiyoruz. Ya sporcular... Hemen her gün ekranlarda gördüğümüz Ronaldo, Messi isimlerinin yaptığı küçücük bir yanlışla, daha önceki klas hareketleri bir kalemde silmeye bayılıyoruz. Bile bile yaptığı hatalardan bir şekilde kendilerini de affettirdiklerini unutmamak gerek.
Ronaldo'nun takım arkadaşı gol attı diye arkadaşına trip atan ve egolarının ağır bastığı bir maçta eleştirenler bile ikiye bölündü. Bunun perde arkasına da bakmak gerekiyor.
Hadi diyelim ki bunlar dünyaca ünlü sıradışı sporcular. Medya ve hırsın baskısıyla ön planda. Ya tribünler veya taraftarlar. Şimdi bir örnekle sarsılacağınızdan eminim. Bundan yaklaşık 11 yıl önce trafik kazası geçiren Jesus Aparicio 18 yaşındayken komaya girdi. Her gün bu tip haberleri okurken o dakikalarda içimiz acır, 1-2 saate unuturuz ya da bir daha o kişinin komadan çıkamayacağını düşünürüz.
Kimileri mucizevi dönüşlerde yapar sanki yakınımız gibi seviniriz. Jesus'da bu mucizevi uyanış yapanlardan biri. Onu çarpıcı kılan ise; bu noktada ara verip ayrı olarak koyu puntolarla aktarmak istediklerim var.
Jesus 2004 yılının bahar aylarına sıcak olarak giriş yaptığımız Amerika Açık'ta Lleyton Hewitt'i mağlup etmiş Federer'i avuçları kızarıncaya kadar alkışlıyordu. Sevinci öylesine yaşıyordu ki onu yıllarca hayatta tutanın "o an" olduğunu düşündürüyordu.
Şu an saçmalıyorsun diyenler olabilir. Saygı duyarım. Gözden kaçırmamanızı istediğim husus, 29 yaşına gelmiş Jesus komadan uyandığı gibi sorduğu ilk soru: 'Federer tenisi bıraktı mı?' Buz tuttum. Tutkunun, bağlılığın ulaşamayacağı nokta yok! Öyle değil mi?
İspanyol Federer hayranı oracıkta kalpten gidebilirdi. Çünkü Federer'in halen daha tenis oynadığını duyan daha şahane haberi duyunca, -17 Grand Slam sahibi olduğunu- komadaki biri nasıl canlanır sorusuna cevap niteliği taşıdı. Jesus hayalini biraz daha öteye taşıyarak Federer'in 18. Grand Slam'ine şahitlik yapabilmek.
Ben bu haberi ilk okuduğumda aklıma Federer'i hep soğuk ve mesafeli tanıyanlara karşı vurucu darbe olarak gördüm. Düşünün bir insan komadan uyandığı gibi anne, baba veya kardeşten önce yere göğe sığdıramadığı sporcuyu soruyor. Bu sevgi nasıl yıllarca korunabiliyor? Basit bir cevabı var.
Bizler sporcuları maç esnasındaki ruh durumları sevinçleri, kızgınlıkları o anki duygularıyla yargılıyoruz. Daha da ileriye gidip özel yaşantısıyla silenleri görüyoruz. İyi de adı üstünde "özel" hayatı.
Keza bende bir Federer hayranı olarak kendisi ile ilgili her yazıyı, habere merak salıyorum. Ancak "soğuk" ve "mesafeli" duruşun altında baba olmasından çok öte insani duyguları ve merhameti yatıyor.
Bu hayranlık nasıl ülke sınırlarını aşıyor, işte size gizli kalmış ulaşımı. Roger Federer 2003 yılında kurduğu Roger Federer Foundation'ın ile yardıma, sevgiye, bilgiye, eğitime... ihtiyacı olan çocuklara, projelere destek sağlamak amacıyla kurdu.
İki yıl sonra Hindistan'daki tsunami bölgesine elini uzattı. Bundan bir yıl sonra UNICEF iyi niyet elçisi oldu. UNICEF adına imzalı raketlerini satışa çıkardı. Şimdi bunlar "ace" niteliğinde değilde ne? Bu yılda Malawi'ye bizzat giderek o atmosferi sıcağı sıcağına yaşadı. Asıl amacı 2021 yılına kadar 135 bin çocuğa uzanabilmek.
Tenis dünyasında son zamanlarda Avrupa'da yaşanan sıkıntılara göğüs germeye çalışıyor. Mültecilere karşı Djokovic ve Murray gibi önemli isimler her türlü maddi-manevi sevgilerini açmış durumda.
Bunlarda sınırların çok ötesinde değil mi?
Ronaldo'nun takım arkadaşı gol attı diye arkadaşına trip atan ve egolarının ağır bastığı bir maçta eleştirenler bile ikiye bölündü. Bunun perde arkasına da bakmak gerekiyor.
Hadi diyelim ki bunlar dünyaca ünlü sıradışı sporcular. Medya ve hırsın baskısıyla ön planda. Ya tribünler veya taraftarlar. Şimdi bir örnekle sarsılacağınızdan eminim. Bundan yaklaşık 11 yıl önce trafik kazası geçiren Jesus Aparicio 18 yaşındayken komaya girdi. Her gün bu tip haberleri okurken o dakikalarda içimiz acır, 1-2 saate unuturuz ya da bir daha o kişinin komadan çıkamayacağını düşünürüz.
Kimileri mucizevi dönüşlerde yapar sanki yakınımız gibi seviniriz. Jesus'da bu mucizevi uyanış yapanlardan biri. Onu çarpıcı kılan ise; bu noktada ara verip ayrı olarak koyu puntolarla aktarmak istediklerim var.
Jesus 2004 yılının bahar aylarına sıcak olarak giriş yaptığımız Amerika Açık'ta Lleyton Hewitt'i mağlup etmiş Federer'i avuçları kızarıncaya kadar alkışlıyordu. Sevinci öylesine yaşıyordu ki onu yıllarca hayatta tutanın "o an" olduğunu düşündürüyordu.
Şu an saçmalıyorsun diyenler olabilir. Saygı duyarım. Gözden kaçırmamanızı istediğim husus, 29 yaşına gelmiş Jesus komadan uyandığı gibi sorduğu ilk soru: 'Federer tenisi bıraktı mı?' Buz tuttum. Tutkunun, bağlılığın ulaşamayacağı nokta yok! Öyle değil mi?
İspanyol Federer hayranı oracıkta kalpten gidebilirdi. Çünkü Federer'in halen daha tenis oynadığını duyan daha şahane haberi duyunca, -17 Grand Slam sahibi olduğunu- komadaki biri nasıl canlanır sorusuna cevap niteliği taşıdı. Jesus hayalini biraz daha öteye taşıyarak Federer'in 18. Grand Slam'ine şahitlik yapabilmek.
Ben bu haberi ilk okuduğumda aklıma Federer'i hep soğuk ve mesafeli tanıyanlara karşı vurucu darbe olarak gördüm. Düşünün bir insan komadan uyandığı gibi anne, baba veya kardeşten önce yere göğe sığdıramadığı sporcuyu soruyor. Bu sevgi nasıl yıllarca korunabiliyor? Basit bir cevabı var.
Bizler sporcuları maç esnasındaki ruh durumları sevinçleri, kızgınlıkları o anki duygularıyla yargılıyoruz. Daha da ileriye gidip özel yaşantısıyla silenleri görüyoruz. İyi de adı üstünde "özel" hayatı.
Bu hayranlık nasıl ülke sınırlarını aşıyor, işte size gizli kalmış ulaşımı. Roger Federer 2003 yılında kurduğu Roger Federer Foundation'ın ile yardıma, sevgiye, bilgiye, eğitime... ihtiyacı olan çocuklara, projelere destek sağlamak amacıyla kurdu.
İki yıl sonra Hindistan'daki tsunami bölgesine elini uzattı. Bundan bir yıl sonra UNICEF iyi niyet elçisi oldu. UNICEF adına imzalı raketlerini satışa çıkardı. Şimdi bunlar "ace" niteliğinde değilde ne? Bu yılda Malawi'ye bizzat giderek o atmosferi sıcağı sıcağına yaşadı. Asıl amacı 2021 yılına kadar 135 bin çocuğa uzanabilmek.
Tenis dünyasında son zamanlarda Avrupa'da yaşanan sıkıntılara göğüs germeye çalışıyor. Mültecilere karşı Djokovic ve Murray gibi önemli isimler her türlü maddi-manevi sevgilerini açmış durumda.
Bunlarda sınırların çok ötesinde değil mi?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)