27 Aralık 2021 Pazartesi

Hiç Oynamamış Kaiser

Kariyeri 1979 yılında Botafogo'da başlayıp 1987 yılında Villa Nova takımında sonlanan ancak kariyeri boyunca ayağına top değmeden 6 takıma transfer olma başarısı gösteren 'hiç oynamamış en büyük futbolcu'nun hikayesi: Carlos Kaiser.
2 Nisan 1963’te Brezilya'nın Rio şehrinde dünyaya gelen Carlos Kaiser birçok Brezilyalı futbolcu gibi sokaklarda oynayarak futbolunu geliştirdi ve 10 yaşındayken bir scout tarafından keşfedildi, Botafogo kulübünün alt yapısında futbola başladı. Ailesi bunu bir fırsat olarak görüyor; Kaiser'in ileride profesyonel bir futbolcu olması durumunda hayatlarının kurtulacağını düşünüyordu. Kaiser de ailesiyle aynı fikirdeydi ancak futbol oynamak istemiyordu.

Botafogo'da yaklaşık 6 yıl kaldıktan sonra ilk transferini gerçekleştiren Kaiser, Meksika'nın Puebla takımına gider. İlk başlarda takımda oynar, hazırlık maçlarında forma giyer, hatta gol bile atar ama kafasına futbol oynamamayı koymuştur bir kere... Bunun için bir çözüm yolu arar ve aklına bir fikir gelir: sakatlanmak! Kaiser antrenman esnasında şut çektikten sonra sakatlandığını söyler ve bir süre oynayamayacağını belirtir. Meksika'ya adapte olmakta zorlanan Kaiser hiç oynamadan Brezilya'ya, ilk kulübü Botafogo'ya geri döner. Burada da futbol oynamadan kariyerini sürdürme peşinde olan Kaiser sakatlık dışında yeni bir formül bulmuştur.
Botafogo'nun ardından Fluminense oradan Vasco da Gama'ya transfer olur ancak aynı bahanelerle forma giymeden profesyonel futbolculuk kariyerini sürdürür.

Takım arkadaşları bile bu durumu anlatırken “Sürekli sakatlandığını hatırlıyorum.", insanları nasıl ikna edeceğini çok iyi biliyor. Sizinle konuşurken cüzdanınızı bile çalabilir!", “Tek istediği futbolcuların yaşadığı muhteşem hayatı yaşamaktı ve bunları yaparken de futbolcu olarak anılıp hiçbir sorumluluk almak istemiyordu.” şeklinde onu tanımlamıştı.
Peki nasıl bu kadar uzun süre profesyonel kalabildi? İşte bu sorunun cevabını yaşadığı bir hikaye ile anlatalım. Bangu'ya transfer olduktan sonra yaptığı disiplinsiz hareketler nedeniyle hocası tarafından ceza verilir ve maçta oynatılmayacağı söylenir. O maçta bitime 8 dakika kala takımı 2-0 gerideyken kulübün başkanı ve sahibi Castor de Andrade, hocadan Carlos'un oyuna girmesini ister. Kaiser bunu duyunca şoka uğrar, kalan sürede 8 dakika bile olsa oynamamayı kafasına koymuştur ve hemen bir plan düşünür.


Maçtan sonra soyunma odasına gelen kulübün sahibi ve başkanının gözleri bu hareketi yapan Kaiser'i arar onu gördüğünde neden kırmızı kart gördüğünü sorar ve Carlos öyle bir cevap verir ki ertesi gün yeni sözleşmeyi kapar... Başkana onu 13 yaşında kaybettiği babası gibi gördüğünü, tribündekilerin ona küfürler yağdırdığını fark ettiğini ve buna dayanamayıp kendini kaybettiğini söyler bu durum karşısında duygulanan başkan sakinleşip Carlos'a sarılır.
Kaiser için artık Avrupa'ya açılma vakti gelmiştir... Kulübün önerdiği uzatma teklifini kabul etmez ve Fransa 2. Ligi'nde Gazelec takımına transfer olur. Carlos, Fransa’ya ilk geldiğinde yıldızlar gibi karşılanır, kendisine imza töreni düzenlenir ve burada 8 yıl futbol oynamadan takımda kalmıştır.

İşte 24 yıllık kariyeri boyunca ayağına top değmeden 6 takıma transfer olan ve toplam kariyeri boyunca 61 maça çıkıp sadece 6 gol atan Carlos Kaiser'in hikayesi... Kendisi de bu durumu şu cümlelerle açıklıyor. “Oynamadım. Gerçekten hiç oynamadım. Çünkü oynamak istemedim. Ben sadece eğlenmek istedim.”
Hiç futbol oynamamış en büyük futbolcu olarak adlandırılan Carlos Kaiser'in bu ilginç hayat hikayesi 2018 yılında beyaz perdeye aktarıldı.

O sadece eğlenmek istemişti, nitekim bunu da başardı. Belli zamanlarda bu tip oyuncu çok karşımıza çıkar. Genellikle de sakatlıklar bellerini bükse de bir şekilde ayağına top değer. Kaiser tarafında işler tam olarak böyle gitmese de, onun varlığı yedek kulübesinden de olsa da, takıma hayat veriyordu. Halen daha nice büyük isimler tarafından anılıyorsa da bu da onun başarısı.

16 Aralık 2021 Perşembe

Mucize Agüero

Doğumunda yer alan doktorların söylediği gibiydi onun hikayesi; Ailesine şans ve bereket getirecek olan bebek... Yoksulluk içinde geçen çocukluktan İngiltere'de takımını şampiyonluğa taşıyan yolculukta Arjantin'in yıldızı Kun Agüero. Onun hikayesi başlı başına dünyaya mucizevi şekilde gelmiş olmasıydı... Dünya futbolunun en büyük yıldızlarından biri olan Sergio Kun Agüero futbola gözyaşları içinde veda etti.
Bu yaz 33 yaşında Barcelona’ya imza atan mucize adam İspanya’da sadece 5 maç çıkabildiği yeşil sahaya sonsuza kadar veda etmeye karar verdi. 30 Ekim'de son kez sahaya çıktığını bilmeyen Sergio Agüero’ya yaşadığı nefes darlığı sonrası kalp ritim bozukluğu teşhisi konuldu. Futbol oynamasının kalan hayatında çok büyük riskler taşıdığını öğrendi ve mucizesini kaybetti.

Manchester United'lılar şampiyonluk için City maçından gelecek haberi bekliyorlardı. 90+2. dakikaydı ve City, QPR karşısında 2-1 yenik durumdaydı. Bu skor kupayı United'a verecekti. Ancak bir mucize gerçekleşti. Önce Dzeko, 90+2'de skoru 2-2'ye getirdi. Ardından sahneye Agüero çıktı ve 90+4. dakikada attığı golle City'yi şampiyon yaptı!
Zaferin mimarı Agüero formasını çıkarmış, çılgınca sağa sola koştururken Arjantin'de de müthiş bir sevinç yaşanıyordu. Yoksulluk içinde geçen çocukluğun ardından İngiltere'de şampiyon olan Agüero için mutluluk gözü yaşı döküyorlardı. Onun bu zorlu hikayesi daha doğmadan başlamıştı...

1988 Mart ayında Arjantin’in başkenti Buenos Aires çok büyük bir sel felaketi ile sarsıldı. Başkent çevresindeki bir çok bölgeyi etkileyen bu doğal afet sırasında bir gece kondu mahallesi olan González Catán’da evler tamamen sular altında kaldı. 24 kişinin öldüğü, 57 bin kişinin ise evlerini terk etmek zorunda kaldığı felaketin ortasında kalan hamile genç bir kadın, tüm bu sarsıntının içinde dünyaya mucizevi bir çocuk getireceğinden habersizdi. 19 yaşındaki Adriana, 18 yaşındaki eşi Leonel Del Castillo ile birlikte binbir türlü zorlukla inşa ettikleri evleri sular altında kalınca aynı kaderi yaşayan binlerce insan gibi ayakta kalan bir okulun spor salonuna sığındı. Bu zor koşul, 2 hafta boyunca yere serilen bir minderde yatmak zorunda kalan Adriana’nın hamileliğini fazlasıyla etkiledi. Henüz 6,5 aylık hamile olan Adriana doğum sancıları başlayınca apar topar hastaneye kaldırıldı.


Doktorlar Sergio'nun anne karnında, olması gereken pozisyonda bulunmadığını saptadı. Bebeğin doğması için tek bir yöntem vardı: Forseps kullanılacak ve bebeğin köprücük kemiği kırılacaktı... Adriana'nın bunu kabul etmekten başka bir şansı yoktu. Doğum başladı ve bir mucize gerçekleşti: Sergio sağlıklı bir şekilde doğmuştu. Doktorlar Sergio için; 'con un pan debajo de brazo' dediler. Yani bir Arjantin deyişine göre; doğumuyla birlikte ailesine şans ve bereket getirecek olan bebek!
Agüero da babası gibi evlerinin yakınında, boş bir arazide futbol oynayarak büyüdü. Çocukken Wanpaku Omukashi Kumu Kumu adlı Japon çizgi filmini çok seviyordu ve sürekli 'Kum Kum, Kum Kum' diyerek dolaşıyordu evde... Bir süre sonra, önce dedesi ardından ailenin kalanı Sergio yerine 'Kun' demeye başladılar.

Babasının oynadığı amatör kulübün minik takımında oynamaya başladı. Ardından bir fırıncı olan ancak gönüllü scoutluk yapan Jorge Ariza tarafından keşfedildi. Ariza, onu sadece sahadaki oyunundan dolayı değil, babasının maçları sırasında saha kenarından babasına taktik vermesi nedeniyle de çok beğenmişti. Bu çocuk sonradan değil, doğuştan futbolcuydu. Annesinin 'önce okul' sözlerine aldırış etmeden, Loma Alegre ve Los Primos takımlarında oynadı ve sonunda Independiente akademisine girdi. Independiente, ailesine La Villa'dan bir ev verdi. Serigo'ya da bir şoförle araba... 2004 yılında, henüz 15 yaşındayken A Takıma yükseldiğinde ise doktorun sözleri gerçek olmuştu. Agüero-Del Castillo ailesini kurtaracak çocuk gerçekten oydu...

Hikayenin devamında onlarca kupa, yüzlerce gol, binlerce maç, milyonlarca yüzde ise gülümseme var. Bugünlerde İngiltere'nin gelmiş geçmiş en iyi yabancısı olarak gösteriliyor ve gol rekorunu ele geçirmiş durumda. O ise tüm bunların farkında ama hala kafasını eğip, içgüdülerinin peşinde rakip kaleye doğru koşan küçük Kun gibi oynuyor…

10 Aralık 2021 Cuma

Çaylak

NBA’in yıldızı tabirine ulaşmak epey meşakatli olduğu kadar, dramı bol, yüreği burkan, en diplerden başlayarak yolculuğa adım atmanın hikayesi aynı zamanda. Pek duymayız, zengin bir ailenin çocuğuydu ve kendini potada buldu diye. İmkansız değil! Lakin bizler daha çok yetenek ile para kazanmak arasında sıkışmış kişilerin NBA’ de buluşması esasında.
Yürek burkan bir isim var ki, elektriği olmadığını, doğal afetlerle boğuşan Skal Labissiere; Haiti’de yaşayan zorluk bir çocukluktan geliyor. Haiti’depremden önce bile elektrik ile ilgili sıkıntıları vardı. Kardeşiyle Nintendo’da NBA Live oynarlarken Kobe veya McGrady ile oynardı. Tabii T-Mac o zaman Houston’da, oyunda da harika. Yani bilmidiğimiz McGrady!

Maçlar bitince hemen oyunu kaydetmeye çalışırlardı çünkü elektriğin ne zaman gidip geleceğini bilmiyorlardı. Bazen maçın ortasında gidiyordu. Elektrik kesintileri Haiti’deki yaşamın bir parçasıydı.
Port-au-Prince’te genelde her yerde belirli aralıklarla elektrikler giderdi. Öğlen 2 ila akşam 8 arasında genelde gidiyordu, ancak kimse hiçbir zaman emin olamıyordu. Üç katlı evin en yukarısında yaşıyorlar ve bahçelerinde her gün tüm mahalle toplanıp elektrikler gelene kadar futbol oynuyorlardı. Elektrik bir anda gelirse maç hemen bitiyor, çocuklar sıcak duş alıp televizyon izlemeye veya oyun oynamaya evlerine gidiyorlardı.

Haiti’de ana spor futboldu ve basketbol pek popüler değildi. Bu yüzden o da küçükken futbol oynuyordu ancak 12 yaşında futbol için çok uzun olduğunu anladı çünkü 1.95 olmuştu, Labissiere, zaten 12 yaşında beş altı yaş büyüklerin boylarına gelmiş ve uzamaya devam ediyordu. Spor hayatında büyük yer kaplıyordu lakin depremde. 14 yaşındayken, Labissiere, annesi ve kız kardeşi ile birlikteyken, aniden ev sallanmaya başladığında kardeşi büyük panik havasındaydı. Deprem başlar başlamaz tüm aile, bir araya geldi, daha kötüsüne hazırlandı. Bir an evleri üzerlerine çöktü ve Skal ve ailesi en kazda üç uzun saat kaldı.


Depremden sonra Skal’ın basketbol geleceği kasvetli görünüyordu ama hayalperest bir vakıf, uluslararası umutları ABD'ye getirmeye yardımcı olan Gerald Hamilton'a teşekkür etti. Skal vakfın lehtarı oldu ve depremden birkaç ay sonra Hamilton ile birlikte Tennessee, Memphis'e taşınarak yaptı.
Memphis’de, Skal Evanjelik’e katılmaya başladı, Hristiyan Okulu ve hızlı bir şekilde, üniversite takımında oynamaya başlaması da bu vesile ile olacaktı.

Kentucky Üniversitesi'nin koçu John Calipari, yeteneklerinden etkilendi ve onu 2012 NBA Taslakları'nın ilk seçtiği Anthony Davis ile karşılaştırdı. Calipari, Skal'a diğer 2015 adaylarının ötesinde bir burs teklif etti.
Birçok insanın bakış açısından, Skal gerçek değildi. Kolejde birçoğunun ondan yüksek beklentileri vardı, 36 maçta ortalama 6,6 puan aldı. Bununla birlikte, kolej için uygunluğunun son 3 yılını geride bıraktıktan sonra, 2016 Taslağında hala ilk turdaydı. Phoenix Suns onu 28. sıradan seçti. Skal Labissiere’i 2001 NBA Draft’ında 26. sırada seçilen Samuel Dalembert’ten bu yana en yüksek taslaklı Haiti oyuncusu yaptı Taslak seçiminden birkaç hafta sonra Labissiere, Sacramento Kings'e takas edildi.

Oldukça iyi bir çaylak sezonu geçirdi. Kings. En az 32 puanı alan 20 yaşın altındaki 41 NBA oyuncusundan biri oldu. O her seferinde daha iyi bir oyuncu olarak geri döndü. Hemen katkı beklememek lazım ama 2-3 sene içerisinde biraz güçlenirse çok özel bir oyuncuya dönüşebilir. O Haiti’nin yürek burkan kahramanı, o takasların çaylağı, o gelecek…

2 Aralık 2021 Perşembe

Zengin Değil, İdealist

Bu tip hikayeleri Türkiye’de fazlasıyla duyarız. Bursaspor, Samsunspor bilhasssa da saydığım takımlar özelinde. Birleşik Krallık’ta bu seriye katılan ülkeler listesinde başı çekenlerden.
2019-20 sezonu Championship Play-Off finalinde Fulham’a kaybeden Brentford büyük bir yıkıma uğradı. Dile kolay tam 73 yıl sonra İngiltere’nin en üst liginde mücadele etme hakkı elde edeceklerdi. Olmadı. Ancak pes etmek onların ruhlarında var mıydı? Elbette hayır. Nitekim de öyle oldu. Aynı şevk ve iştahla 2020-21 sezonuna başladılar ve bu sefer Play-Off finalinde Swansea’yi mağlup ederek kendilerini Premier Lig’e atmayı başardılar. Bu başarının arkasında ise sıra dışı bir kulüp sahibi Matthew Benham yer alıyor.

Benham’ı bir kulüp sahibi yapacak statü var mıydı? Nasıl takıma “değer” kattı? 1989 yılında Oxford Üniversitesi Fizik Bölümü’nden mezun olan Matthew Benham iş hayatının ilk 12 senesini finans sektöründe geçirdi. Bank of America’nın başkan yardımcısı olan, 2001 yılında kariyerinde yeni bir sayfa açmaya karar verdi. Yeni durağı bahis firması Premier Bet’ti. Orada matematiksel analize dayalı tahmin edilebilir bahis modelleri geliştirme görevini üstlendi. Dünyanın en iyi bahisçilerinden Tony Bloom’un altında çalışması onun en büyük avantajıydı. Ama iki sene sonra bir sebeple fikir ayrılığı yaşadılar ve Benham şirketten ayrıldı. Bu dönemde bahisten yüklü miktarlar para kazanmıştı.

2004’te kendi bahis firmasını kurdu: Smartodds. Burada müşterilerine kendi kullandığı algoritmalar, istatistikler ve veriler ışığında danışmanlık desteği verdi. Kendini zengin yapan modelle müşterilerini de zengin ediyordu. Sonrasında işini büyüttü ve Matchbook adında bir başka bahis firması kurdu.
Aslında çocukluğundan bu yana Brentford’u destekliyordu ve zengin olmaya başladıkça tuttuğu kulübe nasıl destek olunabiliri düşünüyordu. Boşuna değil, 11 yaşından bu yana düzenli olarak Brentford maçlarına gidiyordu. Kulüp 2007 yılında finansal olarak dara düşünce hemen devreye girdi ve taraftarlara kulübü satın almaları için 700 bin dolarlık borç verdi. Anlaşmaya ise şöyle bir madde koydurdu: “Eğer bana bu parayı ödeyemezlerse kulübü satın alma opsiyonum olsun”. Nitekim 2012 yılına gelindiğinde kendisine tek bir kuruş ödenmemişti. O da Brentford’u satın almaya karar verdi.


Aslında zengin bir iş adamı olarak takıma pahalı oyuncular transfer edip başarıya gitmesi beklenebilirdi. Ama o kendisini zengin yapan modeli futbola uyarlamayı tercih etti. Yani istatistiğe ve veriye bağlı bir model geliştirerek başarılı olmak istedi. 2014’te Danimarka’da Midtjylland kulübünü satın aldı. Orada bu modele dair denemeleri yaptı. Başarılı olunan kısımları alıp Brentford’da kullanırken işe yaramayanları çöpe attı. (Midtjylland 2014-15 sezonunda tarihinde ilk kez Danimarka Ligi şampiyonluğuna ulaştı. 2017-18 ve 2019-20 sezonlarında da şampiyonluk yaşadılar. Bravo!

Bir futbolcunun ne kadar gol attığından çok “beklenen gol” (xG) istatistiğine önem verdiler. Çünkü buthew saçma geliyor değil mi? Nasıl oyuncu yetiştirecek bu kulüp diye düşünüyorsunuz. Peki Brentford ne yaptı altyapının yerine? Yaşları 17 ile 20 arasında değişen futbolculardan oluşan bir B Takım kurdu. Ne kadar basit değil mi?

Başarı da bir anda gelmedi tabii. Benham 2012 yılında kulübü satın aldığında takım League One’da (İngiltere’nin üçüncü seviye ligi) mücadele ediyordu. 2013-14 sezonunu da League One’da geçirdiler. Championship’e yükseldikleri 2014-15 sezonunu ise ilk altıda bitirip Play-off bileti aldılar ama yarı finalde Middlesbrough’a elendiler. 2019-20 sezonunu zaten yazının girişinde söyledik. Ancak dokuzuncu senesinde Premier Lig’e yükseldiler. Kolay olacağını kim söylemişti ki!

27 Kasım 2021 Cumartesi

Kolombiya ve Velespit

Diyorlar ki, Türkiye ile Kolombiya arasında benzerlikler var. Denk sayılabilecek sosyo-ekonomik koşullara sahip olmasına karşın Türkiye’nin aksine Kolombiya bisikletle nefes alıp veren bir ülke konumunda. Bu noktada ayrılıyoruz. Ne yazık ki! Neredeyse tüm profesyonel takımlarda bir Kolombiyalı bisikletçi bulmanın mümkün olduğu küçük Güney Amerika ülkesinin temelinde farklı unsurlarda var mı, tartışılır. Avrupa yarışlarından aşina olduğumuz Kolombiyalı bisiklet tutkunlarının anavatanlarındaki gösterisi, ister istemez Türkiye ile Kolombiya bisikleti arasında bir karşılaştırma yapmaya itmiyor değil.

Ülkeyi üçe bölen ve iç kısımda yer alan And dağları, ülkenin ortasına kurulmuş 2700 metre yükseklikteki başkenti ve turizm yapılan okyanus kıyısı ile üç aşağı beş yukarı Türkiye’yi andırıyor. Toprak genişliğine karşın nüfusunun 50 milyonu ancak bulması ise en büyük farklılığı. Bogota şehir merkezinde, karşı kaldırımında fotokopicilerin yer aldığı 25 üniversitenin de yer alması bir başka benzerlik olmalı. Bogota’nın dünyanın en ünlü kornea nakli merkezi olarak ünlenmesi, Medellin’in ise estetik cerrahide öne çıkması sağlık turizminden para kazanmayı hedefleyen Türkiye’ye örnek olmuş mudur dersiniz?

Bogota’da, bir çevreci protesto sonucu 1974 yılından sonra gelişen bir gelenek var. Şehrin ana caddelerinde Pazar günü saat 07:00 ile 14:00 arasında yolun belli bir kısmı trafiğe kapatılıyor. 120 km boyunca, “Ciclovia” denen bu ayrılmış bölümde, onbinlerce kişi gün boyunca bisiklete biniyor. Ülkenin iki rakip dağlık bölgesi Boyoca ve Antioqua’da ise bambaşka bir bisiklet yaşamı var. Ülkenin son yıllardaki en büyük bisiklet yıldızı Nairo Quintana’nın da yetiştiği bu çok dağlık alanlarda bisiklet, yaşamın vazgeçilmez bir parçası olarak kullanılıyor. Quintana’nın her gün büyük irtifa kazanarak 15 km yol katettiği okul yolunda, bazen de kız kardeşini bisikletiyle taşıdığı söyleniyor!


Bisiklet, Kolombiya’da futboldan sonra ikinci önemli spor. Dünya çapında ünlü bisiklet sporcuları çıkarıyor olmaları, aynı futbolda olduğu gibi ülke gençlerini bisiklet sporu yapmaya itiyor. Kolombiya’da altı adet kıta ve bir de profesyonel kıta olan Manzana Postobon olmak üzere yedi profesyonel takım var. Türkiye’de ise yalnızca Sakarya Büyükşehir Belediye takımı sporcuları kıta takımı olarak bisiklet dünyasında boy gösteriyor… 2018 yılında Kolombiyalı 17 sporcu(!) 9 ayrı profesyonel bisiklet takımında spor yaşamlarını sürdürmüştü. Türkiye’de ise bu sayı ne yazık ki yok.

Türkiye’de olduğu gibi Kolombiya’da da spor ve siyaset iç içe geçmiş olmalı. Farklılık, federasyonları kimin eleştirdiğine göre oluşuyor! Kolombiya’da örneğin Nairo Quintana gibi çok ünlü ve aktif bir yıldız federasyon ile çatışabiliyor. Yılların başkanı federasyon başkanı Gonzales ise, “Quintana, kendisinin desteklediği adaya karşı seçimi kazandığım için tamamen böyle politik konuşuyor!” diyor. Tanıdık mı geldi?

Neden Latin Amerika’da en çok Kolombiya’dan bu ölçekte bisiklet sporcusu çıkıyor? Sorunun en kısa yanıtı bu sporu çok sevmeleri. Ama tabii ki bununla kalmıyor. 1980-90 yılları arasında ilk kuşak olarak, Luis Herrera liderliğinde Cafe de Colombia bisiklet takımı ile Avrupa’da göz dolduran Kolombiyalı sporcular, 2008 sonrasında ikinci kuşak olarak sahnede tekrar yer almaya başlıyorlar.

Batı ülkelerini ama gelir düzeyi ülkemizin çok altında olan Kolombiya’dan alınacak dersler olmalı.Bunun başında, bisikletin yurt düzeyinde yarışmacı bir spor olarak sevdirilip yaygınlaştırılmasını sağlamak var. Görev için ise tek adresin Bisiklet Federasyonu olduğu aşikardır. Siyasetten arındırılmış, kişisel öne çıkışlar için sporun kullanılmadığı bir örgütlenme ile bu iş çözülecektir.

19 Kasım 2021 Cuma

Bir Kuntz Hikayesi

Eylül çoğunlukla futbol sezonuna perde açan aydır. Kimileri sevinçten, bazılarıysa hüzünden gözyaşlarına boğulur. Şampiyonlar, düşenler, çıkanlar… Üzerine belgeseller çekilen öyle bir Eylül günü var ki Almanya’da hiç unutulmuyor.
Tarihler 19 Eylül 2021’yi gösterirken, Türkiye yanıyordu. Üstelik sadece milli takımlar düzeyinde de değil! Lig olarak da alev almıştı. Son Avrupa Kupası ile beraber her haftaya kötü başlıyordu. Ve dur denilmesi gereken zamanda birileri su dökmeye başlayacaktı. Milli takımlar düzeyinde son yıllarda üst düzey futbol hedeflenirken, başa gelmedik kalmadı düzeye evrildi. Kaderin bir cilvesi, şampiyonluk adaylarına kafa tutarken, İtalya ve İngiltere şampiyonluk için sahne alıyordu.

Artık bize de sahnede eşlik eden bir Alman ekolü de olacaktı. Alman tarihinin kilometre taşlarından biri, Fransa sınırına yakın küçük bir kent olan Neunkirchen'de 30 Ekim 1962'de dünyaya gelen Stefan Kuntz, ile dikildi. Küçük bir şehir olsa da Almanya'nın taşı toprağı futbola elverişliydi. Belki de tek başına taş, toprak değil de eğitim, altyapı ve dahası için bu ülkede fazlasıyla emek harcanıyordu.
7 yaşında iken Borussia Neunkirchen takımının altyapısında futbola başladı. On yıl sonra, 13 Mart 1980'de, ikinci ligde oynayan bu takımın kadrosunda ilk profesyonel maçına çıkan Kuntz, 1982-1983 sezonunda 36 golle üçüncü Lig Gol Kralı olarak futbol otoritelerinin dikkatini çekmeyi başardı.

Sezon sonunda Almanya'nın birinci futbol ligi Bundesliga ekibinden VfL Bochum'a transfer olan Kuntz, profesyonel futbolculuğunun yanı sıra emniyet teşkilatında meslek eğitimini tamamlayarak polis memuru olma hakkını da kazandı. İşte memleket öyle bir yer ki tek başına yaptığınız sporla sınırlandırmıyor. Sosyal devlet!
Takımı VfL Bochum adına 1985-1986 sezonunda 22 gol kaydeden Kuntz, bu takımın Bundesliga tarihinde çıkardığı ilk Gol Kralı olma unvanını elde etti. Bu sezonun ardından Bayer Uerdingen takımına transfer oldu, golcü futbolcu.


1989-1990 sezonunun başında daha sonra özdeşleşeceği, doğduğu bölgenin en güçlü takımı, 1. FC Kaiserslautern'in (Kırmızı Şeytanlar) kadrosuna dahil olan Kuntz, burada oynadığı altı sezonda çıktığı 170 karşılaşmada 75 gol atmasının yanı sıra takımıyla sürpriz bir şekilde 1990-1991 sezonu Bundesliga şampiyonluğunu kazandı. Şampiyon takımın o sezonki çalıştırıcısı, daha sonra Galatasaray ve Beşiktaş'ta da görev yapacak olan teknik direktör Karl-Heinz Feldkamp'tı.
Kaiserslautern'den ayrılma kararı alan Kuntz, daha sonra Beşiktaş'a transfer oldu. O dönem genç Alman teknik direktör Christoph Daum tarafından çalıştırılan siyah-beyazlılarda, toplam 34 resmi maça çıkan Kuntz 11 kez rakip takımın ağlarını havalandırma başarısını gösterdi.

Sezon sonunda ligi Fenerbahçe ve Trabzonspor'un ardından üçüncü sırada bitiren Beşiktaş'tan ayrılan Kuntz, Alman Milli Takımı Teknik Direktörü Bernd Vogts tarafından İngiltere'de yapılan 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası kadrosuna dahil edildi. ev sahibi İngiltere'ye karşı oynanan maçta ortaya koyduğu mücadeleci futbol ve attığı golle maçın önce uzatmaya, ardından penaltı atışlarına gitmesini sağlayan 33 yaşındaki Kuntz, turnuva sonunda takımıyla birlikte Avrupa Şampiyonu oldu. Almanya A Milli Takımı forması ile 25 maça çıkan Kuntz, bu karşılaşmalarda 6 gol kaydetti.
Beşiktaş'tan ayrıldıktan sonra Almanya'ya dönen ve önce Arminia Bielefeld, daha sonra da VfL Bochum takımlarında oynayan Kuntz, 1999'dan itibaren teknik direktörlük yapmaya başladı.

2004 yılına dek futbola başladığı Borussia Neunkirchen, Karlsruher SC ve SV Waldhof Mannheim gibi takımları çalıştıran Kuntz, 8 Nisan 2008'de, futbolculuk kariyerinde sembol isimlerinden biri olduğu 1. FC Kaiserslautern takımının başkanlık görevini üstlenen Stefan Kuntz, sekiz yılın ardından 2016'da söz konusu görevinden ayrılarak Almanya U21 Milli Takımı'nın Teknik Direktörü oldu. Bu sefer Türkiye ile buluşmasında, asla sıradan bir karşılaşma olmayacaktı. Sadece oynandığı yerde değil, dünyanın değişik coğrafyalarında da irdelenen maç, kendisine yüklenen anlamla, apayrı bir yerde durmaya devam ediyor. Stefan Kuntz, bu sefer geldiğine değecek diyor…

11 Kasım 2021 Perşembe

Kolej Havası

İtalyan edebiyatçı Umberto Eco, altı yıl önce ikinci kez İstanbul’u ziyaret eder. Ziyaretinin son gününde 21 yıl önce Atlas dergisinin objektifine poz verdiği Tarlabaşı’na gelir. Eco ve derginin muhabiri, Sakızağacı Caddesi’nde 21 yıl önceki çekimi gerçekleştirdikleri noktada buluşurlar. Ancak kentsel dönüşüm projesi gerekçesiyle boşaltılan ve yıkımına başlanan yapılar arasında çekimi tekrarlamak kolay olmaz.
15 yıl sonra aynı yerde yeniden buluşmalarının nedenini anlamak için, “Benim mi, yoksa caddenin mi ne kadar değiştiğini fotoğraflamak istiyorsunuz?” diye sorar Eco. “Zamanın,” diye yanıtlar muhabir. Ardından muhabirin, “Buradaki tarihi evlerin yıkılması sizce şaşırtıcı mı? Dünyanın her yerinde benzer yıkımlar yapılıyor” sorusunu ise şöyle cevaplar Eco: “Ama siz çok fazla yıkıyorsunuz.”

Ve bu yağma düzeninin içinde futbol takımları da payına düşeni alıyor elbette. 70’li yıllardan itibaren amatörlüğün yerini profesyonelliğin, çoğu İstanbul’da bulunan mütevazı semt takımlarının yerini ise Anadolu’da sonradan palazlanan sermaye sahiplerinin desteklediği şehir takımlarının almasıyla birlikte, Türkiye’de futbol hızlı bir değişim sürecinin içine girmişti. Bu yeni düzende yerleri olmayan semt takımları da birer birer kaybolmuşlardı.
Her ne kadar dünya kulübü olmanın hedeflendiği 2000’lerden sonra bu kimliği ısrarla unutturulmaya çalışılsa da Beşiktaş da o semt takımlarından biri.

Ve bugünlerde kendisinden yalnızca beş yıl sonra kurulmuş olan Vefa gibi amatör liglerde varlığını sürdürmüyorsa, bunu 1975’te kendisine dayatılan sorumsuzca para harcamaya dayalı neoliberal düzeni elinin tersiyle bir kenara itip; bilgiye, emeğe ve üretime dayalı kendi düzenini, Özkaynak Düzeni’ni kurabilmesine ve o iradeyi gösterebilen insanlara borçlu.


Kolej Havası, işte o insanların hikâyesini anlatıyor. Bu yönüyle resmî anlatının da dışına çıkıyor. Beşiktaş’ın Altın Çağı’nın yalnızca Metin Tekin, Ali Gültiken ve Feyyaz Uçar’dan ibaret olmadığını; öykünün Ziya Doğan, Süleyman Oktay ve Fuat Yaman ile başladığını belirtiyor. Gordon Milne’in hakkını fazlasıyla veriyor; ama suyun yönünü değiştiren adamın Serpil Hamdi Tüzün olduğunun altını da ısrarla çiziyor. Beşiktaş’ın sahip olduğu tüm değerlerin Süleyman Seba’da vücut bulduğunu kabul ediyor; ancak akıntıya ilk karşı gelenin Mehmet Üstünkaya olduğunu da unutmuyor.

Beşiktaş’ın altın çağından ibaret değil; aynı zamanda bize artık çok uzak olan değerleri, kazanmak uğruna vazgeçtiklerimizi ve sonunda kaybettiklerimizi hatırlatıyor. Bu açıdan anlattığı hikâye sadece Beşiktaş’ın değil, ülke futbolunun da hikâyesi.
Ama elbette bu hikâye en çok Beşiktaşlıların ve buna en çok onların sahip çıkması gerek. Yoksa örneğin, 1996’da futbolu bırakan Rıza Çalımbay’ın Beşiktaş tarihinde nasıl bir yere sahip olduğunu, bu kulüp için ne ifade ettiğini, aynı yılda dünyaya gelen bir Beşiktaşlı nasıl bilebilir? Birilerinin anlatması lâzım. Fakat bir anlatıcı da çıksa, içinde bulunduğumuz dönem bazı şeylerin anlaşılmasını imkânsızlaştırmış olabilir.

Evet, geçmiş, şimdiye göre hep daha güzel gelmiştir; bundan sonra da öyle olacaktır. Hâlbuki geçmişte her şey o kadar güzel değildir. Ama çok tatsız bir şimdinin içinde ve ne olacağı fazla belirsiz bir geleceğin eşiğinde, geçmiş gözümüze hep daha sevimli görünür. Yine de bu durum sadece onunla alakalı değil.

4 Kasım 2021 Perşembe

Kuzey Işıkları

Norveç Okulu, kuzeyin sınırlarının dışına taşan, varlığını ve canlılığını başka topraklarda sürdürmeye devam ediyor. Norveç futbolu pek Avrupa standartlarına uymasa da, kalıbının ve ikliminin dışına taşan ekiplerden. O yüzden de başka topraklarda etkisini daha ağır hissettiriyor. Aslında ezimete uğrattığını söylersek pek de abart olmamış olur.
Futbol, taraftar ve heyecana son birkaç yıldır aç durumda. Lakin kuzeyde durumlar farklı. Kemik bir taraftar o heyecanı sıcak tutuyor. Ama yeterli değil. 2021 sezonu başlamadan önce Avrupa Kupaları öncesi takımların televizyon kumandamızla olan ilişkilerine göre bir sıralama yapmaya kalkıştım. Derdim şampiyondan çok, ismini duyduğumuzda bizi televizyon karşısına geçirecek veya tam tersi o gün yıllardır yapmadığımız en sıkıcı işleri bitirmemizi sağlayacak takımları bulmaktı.

2019 yılı başıydı. Bodö Glimt bir önceki sezonu küme düşme hattının üç puan üzerinde 11. sırada tamamlamış, spor yorumcuları onları 2019 sezonu için küme düşmenin en büyük iki adayından biri olarak göstermişti. Çok da haksız sayılmazlardı.
Ligde ilk üç maçlarını kazandıklarında herkes büyük bir şok geçirdi. Tabii bu sadece bir başlangıçtı. 16 takımlı ligde 19. haftayı liderlik koltuğunda geçtiler. Sonda biraz yolları şaşmadı değil ve ligi Molde’nin ardından ikinci sırada bitirdiler. Hiç fena sayılmazdı. Denediler fakat şampiyonluk için yetmedi. 2020 sezonundaki başlangıçları ise bir hayli görkemliydi. İlk 10 maçta fire vermeden 30 puan topladılar ve bir daha da arkalarına bakmadılar.

Norveç’in bu mütevazı takımı nasıl olmuştu da iki senede zirveye oynayan, gol rekoru kıran bir takım haline gelmişti, sırları neydi, başarıda saklı olan tarif nelerdi gibi soru sarmalı sarmıştı.
Aslında her şey 2017 yılının başında başladı. Çok da geriye şey yapmamak lazım! Yeni bir yapılanmaya giden Bodö’de teknik direktörlüğe bir önceki teknik direktörün yardımcısı Aasmund Björkan getirildi. Onun yardımcısı ise Kjetin Knutsen oldu. O sezon Norveç 2. Ligi’nde mücadele eden takım açık ara farkla şampiyona olarak tekrar en üst lige yükseldi.



2018’de ise Björkan sportif direktörlük görevine geçti ve Knutsen de takımı devraldı. 4-3-3 sistemini oturtan Knutsen kulübün transfer politikasını da kökünden değiştirdi. Uzun yıllar alt liglerde çalışmasının avantajıyla takıma potansiyeli yüksek, genç ama pek göz önünde olmayan isimler kazandırdı. Aynı zamanda oyun mantalitesi de baştan aşağı değişti. Kendilerine Klopp’un Liverpool’unu örnek aldılar. Yani hücum presle birlikte daha çok rakip yarı sahada oynayan, enerjik ve dinamik bir takım olmayı hedeflediler. Sahaya bu kadar fazla enerji koymak için yaş ortalamasının düşmesi gerektiğini bilen Knutsen-Björkan ikilisi, ki kendilerine Norveç’te “Dream Team” (Rüya Takım) diyorlar. Kesinlikle katılıyorum.

Artık bir cazibe merkezi haline gelen Bodö, genç yeteneklerin transfer olmak istediği bir takım haline geldi. Çünkü biliyorlar ki burada hem oynanan futboldan keyif alacaklar hem de kendilerini geliştirip Avrupa'nın devlerine transfer olma şansı elde edecekler.
O şansı Jose Mourinho karşısında elde edeceklerdi. Velhasıl, Jose Mourinho'nun büyük umutlarla göreve getirildiği İtalya kulübü, karşılaşmadan hezimetle ayrıldı. Bodo Glimt, karşılaşmadan 6-1 galibiyetle ayrıldı ve liderliğe yükseldi.

55 bin nüfuslu bu küçük şehrin takımı Norveç’te tarihin akışını değiştirdi. İlk kez Kuzey Kutup Dairesi’nin kuzeyinde olan bir kulüp şampiyonluk yaşadı. Elde ettikleri zafer bir günde gelmedi elbette. Ortaya bir vizyon koydular. Bunda ısrar ettiler. Çok çalıştılar. Pes etmediler. Ve en sonunda da ipi göğüslediler. İşte bu kadar basit.
Daha önceki yazıların aksine, bu yazının bir kahramanı olmayacak. Çünkü İzlanda için böylesi uygun olurdu. Stereotiplerden kaçmak isterken sanırım yine onlardan biriyle bitiriyorum.

21 Ekim 2021 Perşembe

Perpektif; Goalball

Bazı spor branşları için yaşam alanı çok daralmış olabilir. Ama halen onların beslendikleri zincire uygun şeyler var. Sadece oyun dünyasının hakim temasının kendilerine uymadığına saplanıp kalmasınlar, kendilerini dışlanmış hissetmesinler. Ki keza goalball bu işin içinden şahane sıyrılıyor.
Sıyrılıyor değil de saklı kalmış spor branşının dışına çıkmayı başardı. Goalball, oyun hadisesinin başlangıcı 1940’ların ilk yarısına dayanıyor.
Goalball, 1946 yılında Avusturyalı Hanz Lorenzen ve Alman Sett Renidle tarafından, savaşta görme yetilerini kaybeden savaş gazilerinin rehabilitasyonuna yardımcı olmak amacıyla icat edilmiş bir oyun.

Oyun, dünyaya 1976 yılında Kanada, Toronto'daki Paraolimpiyatlarda tanıtılmıştır ve o zamandan beri her Paraolimpiyatlarda oynanmakta. İlk dünya şampiyonası 1978 yılında Avusturya'da gerçekleştirildi ve o yıldan beri her dört yılda bir teşrif ediyorlar. O zamandan beri goalball'un popülaritesi giderek arttı, oyun bugün tüm IBSA(Uluslararası Görme Engelliler Sporları Federasyonu) üye ülkelerinde oynanmakla kalmayıp, gururlandırıyorlar.
Gurur derken, göğüs kabartan kadınlarımıza dayanıyor. Ne güzel dünya değişiyor, gelişiyor, ilerliyor. Büyüyen ekonomi, artan yatırım, çeşit ve kaliteyi getirir büyük oranda. Kalite için konuşmak biraz subjektif olur, ama haksızlık etmeyelim, çok göz alıcı oyunların içinden hep kadınlar var. İtiraf edilmeli!

Oyuncuların adil bir yarışma olması için karşılaşma boyunca "blackout" denilen opak göz maskeleri takmaları gerekiyor. Takımlar 6 oyuncudan oluşuyor. Her takımda en fazla 3 yedek sporcu var.
Oyuncular kalelerini savunmak için elleri ve dizleri üzerinde duruyor. Oyunun amacı ise içinde zil bulunan topu rakip takımın kale çizgisinden geçirmekten ibaret aslında. Takım, 3-8 Haziran 2018 tarihleri arasında İsveç'in Malmö kentinde düzenlenen 2018 Dünya Şampiyonası'nda yarıştı. C grubunda yer alan takım; İsveç'i 11-1, İsrail'i 11-3, Japonya'yı 5-0 ve Avustralya'yı 6-0 yenerken Rusya'ya 7-5 yenildi ve grubu ikinci tamamladı.


ABD'yi çeyrek finalde 12-2 ve yarı finalde Brezilya'yı 5-2 yendiler. Final maçında Rusya ile tekrar karşılaşan takım, onlara 4-3 yenilerek gümüş madalya kazandı. Hem takımının hem de turnuvanın en skorer ismi 46 golle Sevda Altunoluk oldu. Bu isme daha sonra pek çok kez tanıklık edeceğiz. Çünkü bu alanda hiç de mütevazi olmaya gerek yok lider!
Sonrasında Tokyo’da gerçekleşen 2020 Paralimpik Oyunları final karşılaşmasında ABD'yi 9-2 mağlup ederek şampiyonluğa ulaştı. Ülkemize Tokyo'daki 2. altın madalyasını kazandıran Goalball Kadın Milli Takımımız, üst üste ikinci kez paralimpik oyunlar şampiyonu oldu. Muntazam!

Gelelim Sevda Altunoluk’a, bu takımın olmazsa olmazı. Bu ortamda oyun nasıl hızlanmasın? Yeni jenerasyon oyuncular artık işin hikaye bölümüyle, altyapısı, kültürü ile fazlasıyla ilgileniyor. İşte tam olarak bu noktada Sevda’yı da Sevda yapan inandığı hikaye. Türk spor tarihini şöyle dursun dünya spor tarihinin en dominant oyuncularından biri olacağı kesin. Henüz tam adını duyuramasa da…
Naim Süleymanoğlu için halter ne ise, Sevda Altunoluk için de golbol o demek. Ya da Phelps için, Jordan için… Liste uzar, Sevda için yolculukta uzun.

Evet, şu doğru ki, turnavadaki pek çok takımdan, hatta abartı olmazsa hepsinden daha çok gol atan sporcu. Bu oyun ilk izlediğinde gol atmak çok zor deyip sıkılıp kapatmak mümkün. Küçük üreticiler olarak baktığımız, uyum sağlanabilecek deneyimler sunan yeni nesil oyunlar gibi dursa da tarihi var! Yeni olimpiyatlar düzeninde de izlemesi kaliteli bir yaşam tercihi sunuyor. Ancak galiba spor oyunları için aynısını söylemek zor. Galiba onlar biraz fazla el becerisi ister oldu. Misal “Golbol”

15 Ekim 2021 Cuma

Neden Olmasın Stephens

Forbes, son 1 yıl içerisinde en çok kazanan kadın sporcuları listeledi. Listede yer alan 10 kadından 9’u tenisçilerden oluşurken Naomi Osaka ve Serena Williams, bir kez daha 2020 yılında dünyanın en çok kazanan kadın sporcuları oldu. Evet, gündem hep erkeklerin kazandıkları ve daha çok kazandıkları… Lakin kazanamayanı pek konuşmayız. Esasında konuşmayı sevmeyiz. Bu sefer ana temadaki kadın ilk 10 listesine giremeyelerden.
Sloane Stephens, 2017’de Amerika Açık şampiyonluğu ve 2018 yılında kıyısından döndüğü Fransa Açık ikinciliği ile epey listeyi zorlayan kesimin içindeydi. Ancak yeni yeni parlayan isimlerden ve malum hastalıktan iyice içine kapanan oyuncu profiline evrildi.

Sloane Stephens, etrafında ölü bedenlerle büyüdü. Çok enteresan aile mesleği sayesinde… Ailesinin bir cenaze evi vardı. Bu yüzden ergenlik yılları cesetlere dolu dondurucuların yanında, bedenleri cenaze için giydirerek ve ailesini cenaze arabasıyla bir yerlere götürerek geçti. Bir keresinde bir grubun önünde ağladığı için yas tutanlarla selamlaşması yasaklandı. Hobileri arasında ceset yakmak ve mumyalamak var. Ve evet, bunun garip olduğunu kendisi de biliyor.
Hayatını fazlasıyla etkileyen bu aile dışının önüne geçen bir şampiyonluk var artık. O şampiyona öncesinde de ayak sakatlığı ile boğuşup, sıfırdan başlama modunu açmıtı ki, öyle olmadı.

Kortlardan ayrı kalmak Stephens’ı o kadar derinden etkilemişti ki, dönüşünün ardından katıldığı beşinci etkinliğin sonunda, tenis tarihinin en iyi geri dönüşlerinden birini yapmış olarak Arthur Ashe Stadyumu’nda ellerinde Amerika Açık kupasıyla duruyordu. “Kesinlikle farklı bir manzaraydı.” diyor Sloane, “Oynamayı özlemiştim. Hayatım boyunca ilk kez gerçek dünyanın büyük bir kısmını tecrübe etmiştim ve yarı yetişkin olmuştum. Gerçekten çok iyiydi.” Ancak 2018’in sonlarında antrenörü Kamau Murray ile ayrıldıktan sonra, bu sezona favorisi toprak kort sezonunun hemen öncesinde yaptığı altı galibiyet ve altı mağlubiyetlik kötü bir dereceyle başladı. Sloane, bu durum için “Oradaydım ama sanki orada değildim. Fiziksel olarak korttaydım ama aklım orada değildi.” diyor.


Eğer yapabilirse, sporuna hükmedebilir. En iyi halindeyken, yaşıtlarından farklı bir sporu yapıyormuş gibi gözüktüğü zamanlar var. Vuruşları keskin ve ne yapmak istediğini bilen hamlelerdi. Çoğu oyuncu ya hücumu seçer ya da savunmayı ancak Stephens için bu ikisinin arasında bir fark yok. Kendisi hızlı bir oyuncu ve üstten falsolu sert bir forehand’i herhangi bir savunmayı yerle bir edebilir. Stephens hem hücumla hem de savunmayla kazabilir bir tarza sahip. Ama onun en önemli kusuru hızlı ayakları hareket etmeyi bıraktığında bunu çözmeyi reddetmesi.

Wimbledon'u sallayabilir, Roland Garros'ta tarih yazabilir, Grand Slam'de başarısına başarı eklemesi de ihtimaller arasında. Kadın tenisçilerin kan, ter ve gözyaşı; ama en çok da başarılarla dolu zamanları kadar, bu başarıya giden yolda çektileri çetrefilli yolları anlatıyor Sloane Stephens. Tenis gibi bireysel bir sporda yaş ve güç, eğer bunun peşindeyseniz, beraberinde sorumluluk getiriyor.Sorumluluğunu alan ödülünü de alıyor elbette.
Kimse ne yapacağını bilmiyor ama oyunda olduğu, yürüdüğü ve yaşadığı sürece ondan korkulmaya devam edecek.

Forbes, son yıllar içinde en çok kazanan kadın sporcuları listeledi. Listede yer alan 10 kadından 9’u tenisçilerden oluşurken Naomi Osaka ve Serena Williams, bir kez daha 2020 yılında dünyanın en çok kazanan kadın sporcuları oldu.
2019’da da dünyanın en çok kazanan on kadın sporcısından dokuzu tenisçilerden oluşuyordu. Bu tenisçilerden biri neden Stephens olmasın ki! Yaşını da göze alırsak, hızlanması gerekiyor.

10 Ekim 2021 Pazar

İspanyol İşi

İngiliz futbolu bambaşka, onların futbolu çok ama çok değişik! Neleri farklı değil ki bizden? Nelerde aynı düşünüyorlar ki bizimle? Bizim statlarımızda içeriye küçük su kutusu bile sokmak yasakken, İngiliz futbolunda stadyumların içine pub açmak için girişimciler ihale yarışlarına giriyor. Bizim futbolumuzda her sevinç, her hüzün, her kızgınlık uzun süreçte yaşanıyor; ama onlarda bunların hepsi günübirlik gerçekleşiyor.
Ama bir de bu işin felsefi ve kültürel boyutu var.Bir takım mağlup olduğu zaman seyircileri tezahüratla onları soyunma odasına yolluyor, bir takım kötü oynayarak galip geldiği zaman seyirciler tepki gösterebiliyor. Çünkü onlar için önemli olan futbolda sonuç, galibiyet ya da mağlubiyet değil; onlar için önemli olan futbolu futbol gibi oynamak, futbolu zevkli kılmak, ondan zevk almak!

Lakin bu zevki veren futbolcuları da ayakta alkışlamak canı gönülden. Bir tanesi benden olsun! Evet, herkes yeteneklerini biliyor ancak Pedro Rodreguez biyografisini oldukça ilginç bulan az kişi var. Başkası olmadan kendiniz olun ve Pedro’nun yolculuğuna eşlik edelim.
O İspanyol bir ailenin aksine bir evin tek çocuğu. Pedro iyi eğitilmişti ve ebeveynleriyle yakın bağları vardı. Okul ve spor için daha donanımlı olması bir yana, genç ve kanı deli akan hayata harika bir başlangıçtı. Kitaplarını okumakla, arkadaşlarıyla, futbol oynamak arasında mükemmel dengeyi buldu.

Pedro, futbolda geç bir başlangıç ​​yaptı, 16 yaşın rakamı ona uğurlu gelecekti. 2003'e kadar San Isidro akademisinde boy gösterecekti. İşler tıkır tıkır işlerken, 2004 yılında İspanyol devi Barcelona’nın radarına takılmak şöyle dursun, Katalan kulübün Pedro’yu almak için tüm scout ekibini devreye sokmakla yükümlendirdi. Yani o derece kıymetliydi.
Katalan kulüp akademisinin davetini kabul edip, çalışmalarına devam etti ve kulübün genç takımında 2005 yılına kadar oynadı.
O yıl aynı zamanda imzaladığı profesyonel sözleşme ve kulübün üçüncü takımında yer aldığı için onun için fazlasıyla verimli geçecekti. 2005-2007 arasında Pedro Rodríguez üçüncü takım ana oyuncularından biri oldu. İstediği de bu değil miydi!



Genç Pedro’nun etkileyici performansı, 2007'den beri var olup, attığı ilk golden itibaren kulüpteki yerini hem sağlamlaştırdı hem de gelecek için Barcelona’ya servet kazandıracağını gösterdi.
2009 ve 2010'da, Pedro, tek bir yılda altı farklı klüp yarışmasında skor yapan ilk oyuncu oldu, sadece Lionel Messi'nin 2011'da yaptığı rekor.
Toplamda Pedro, Barselona'nın ilk takımı için toplam 321 resmi maç oynadı, 99 gol attı ve şaşırtıcı bir şekilde 46 asist yaptı ve bunların % 50'den fazlası Messi'ye gitti. Yaklaşık 25’ini izleme şansına nail olduk.

2009-2010 sezonunda İspanya Millî Futbol Takımı'na seçildi ve kusursuzu başardı. Barcelona'nın 2009-10 sezonunda mücadele ettiği tüm kulvarlarda gol atan tek oyuncu oldu.
O kadar ileriye gitti ki, 2015 yılında Chelsea’ye transfer olduğunda José Mourinho, daha ilk maçında; West Bromwich Albion maçı için kadroda olduğunu söylediğinde hiç çekinmeyecekti. O derece güven veriyordu. Tarihte Şampiyonlar Ligi, Avrupa Ligi, Avrupa Süper Kupası, Kulüpler Dünya Kupası, Avrupa Şampiyonası ve Dünya Şampiyonasını kazanan tek oyuncu olma özelliği de, bir kalem de yazılıp hayran kalmaya yetmiyor. Muhteşem!

Pedro, İspanyol, İngiliz ve son olarak da İtalyan topraklarında oynadığı oyunla dostlarını toplayan ve en iyi bildiği sularda yüzen ve geleceğe büyük bir başarı bırakan filmlerinden biri oldu. Adeta senaryosunu kendi yazan, oynayan bir oyuncu edasıyla, son dönemlerin en başarılı sessiz futbolcusu. yaptığı asistler içinde ilgiyi en fazla hak eden, daha da önemlisi onu o yapan Messi gollerinin arkasında Pedro’dan başkası olamazdı. İnsan eskiye özlem duymuyor değil. Unutmadan hala sahalarda ve beklenmedik anda daha iyi işlere ayaklarını ortaya koyabilir.

30 Eylül 2021 Perşembe

Parkeden Ivkovic Geçti

1940’lar Yugoslavya ülkesi için çok fazla ifadenin barınak yılı. Bilhassa 1943 yılında verilen kararla Demokratik Federal Yugoslavya adı altında partizanlar tarafından farklı isim aynı benzer sistemle yola devam edildi. Aynı yıl tüm bu kaotik durumdan bağımsız şimdiki adı Sırbistan’da doğan Dusan Ivkovic bu atmosferden sıyrılarak kendi hikayesini bulacaktı. 1943 yılında Belgrad’da doğmak ideal yer değildi. Şehir iki senedir Alman işgali altındaydı. Yoksulluk ve belirsizlik ağırdı.
Belgrad’da, şair bir anne ile hukukçu bir babanın oğlu olan Duşan’ın çocukluğu, altı yaş büyük ağabeyi Slobodan’ın etkisi altında geçti. Ve hikayesinin yolunu ararken ağabeyi ona el verecekti.

Almanların nadir olarak bıraktıkları alanlardan biri de karşı sokaklarındaki kulüptü. Ve onların kaçış noktasıydı. Kulübe ait açık saha, en büyük eğlenceleriydi. Oraya kaçıp boks, hentbol ve basketbol maçlarını izliyorlardı. Esasında o dönemlerde göz bebeği bokstu, Dusan Ivkovic’in. Anne Branka, çocuklarının ilgi alanlarını besleyen bir tutum izlerken, babası daha sert bir karakterdi, çocukların sporla uğraşmasından pek de haz etmiyordu. Boksu yasakladı. Basketbol ise “bütün gün topu havaya atıp durmak, maymun gibi zıplamaktı” ve mantıksızdı. Ama iki kardeşin düşüncesi aynı doğrultuda değildi.

Küçük yaştaki Ivkovic’in basketbolda en çok dikkatini çeken nokta, potanın yatay bir düzlemde olmasıydı. Futbol veya hentboldaki kalelerin aksine, basketbolda topu yatay bir hedefe göndermek için gereken özel maharet, onda özel bir ilgi uyandırmıştı. Üstelik erken yaştan itibaren sahadaki basketbolcuları izleyerek bu onuda kendi tarzı oluşturmaya başlayacaktı.
Ama Ivkovic kardeşler vazgeçmedi. Dusan, 15-25 yaşları arasında oyun kurucu olarak sahaya çıktı. Maden ve jeoloji mühendisliği okusa da mesleğini hiçbir zaman yapmadı. Zaten okumak basketbola giden bir yoldu onun için. Antrenörlüğe başladığının ertesi yılı ise babasını kaybetti. Bu olay, yaşamındaki en önemli dönüm noktası oldu.


Yugoslav basketbolunun kurucularından Aleksandar Nikoliç’in kurduğu düzen adım adım otumaya başlarken, Milli Takım 1970’te dünya şampiyonu olmuştu. Ivkovic kardeşler ülkede yükselen basketbol dalgasından hem beslendiler hem de bu dalganın devamını sağlayan isimler oldular. Radnicki’nin yükselişi bir anlamda Ivkovic’in de yükseliş biletiydi. Takımın beş oyuncusu 1973’te Avrupa şampiyonu olan Yugoslavya kadrosunda yer almakla birlikte, Dusan Ivkovic’in gençlerle kurduğu iletişimden etkilenen Partizan, onu A takım seviyesindeki ilk baş antrenörlük deneyimi için takımın başına getirdi. İlk sezonunda ligi, Yugoslavya Kupası’nı ve Koraç Kupası’nı kazandı. Artık kariyerinin ileriye gideceği belliydi. Ve bu kariyer yolculuğu onu çok başka noktaya götürecekti.

Basketbol hariç her şeye belli bir mesafeden bakmayı şiar edinmişti. Sert, sabırlı ve çalışkandı. Sürece ve zamana inanıyordu. Muhtemelen genç oyuncular üzerinde bu kadar başarılı olmasının sebebi de buydu. Kendi metodolojisine hep sadık kaldı.
1980’lerin sonundaki Yugoslavya Milli Takımı’nın kadrosunda Drazen Petrovic, Toni Kukoc, Zarko Paspalj, Stojko Vrankovic, Vlade Divac, Pregrag Danilovic ve Dino Radja gibi yıldızlar vardı ve takım Ivkoviç yönetiminde 1988’de Seul’de Olimpiyat ikincisi, 1989’da Avrupa şampiyonu, 1990’da dünya şampiyonu, 1991’de yeniden Avrupa şampiyonu oldu. Dev egoları yönetmeyi başarmıştı.

Toplamda on iki kulüp çalıştırdı; hiçbirinde üç yıldan uzun, iki yıldan kısa kalmadı. Kulüp ve milli takım kariyerinde onlarca kupa kazandı. Obradovic’ten birçok isme kadar onun tedrisatından geçti; Avrupa basketbolundaki hemen her yıldız oyuncunun ve hocanın kariyerine bir şekilde dokundu. Son olarak Anadolu Efes’in başına geçti, ama hem kendisinin hem de yöntemlerinin miadı dolmuştu. 2017 yılında FIBA Şöhretler Müzesi’ne seçildi. Emekli oldu. Her şeyin bir zamanı vardı; hayatta kestirmeler, kısa yollar yoktu. Basketboldan Ivkovic geçti.

24 Eylül 2021 Cuma

Riski Seven Xavi

Xavier için klavye dokunuşlarını yaptığımızda aklımıza ilk gelen, Xavi Alonso’dan başkası olamaz ve bir de takımı Barcelona. Futbolu bırakması ardından takımının tökezlemesi derken biraz unutulmaya yüz tuttu. Kıssadan hisse, Xavi ismi doğrudan Latin çağrışımı yapsa da bir o kadar da başarılı ve genç isim Alonso ve Barcelona’nın futbolu kadar konuşulmuyor. Adaşı Xavier Pascual. Ve bir noktada yollara Barcelona’da kesişiyor. Ama parkeli yollardan…
Xavi Pascual ve Barcelona öngörülen doğrultuda ilerliyordu aslında. Sezon başlarken kazanılan Süper Kupa’yı onların mı kazandığı yoksa Real Madrid’in mi kaybettiği pek çok kişiye göre tartışılırdı.

Sezon içinde daha önceki dönemde olmadıkları kadar bağımlı oldukları oyuncuların oynamamasına rağmen Navarro’nun oynamadığı, keşke takımda olmasaydı dedirten performansına rağmen geriden gelip, son topta kaybettikleri deplasmanda bile hala psikolojik üstünlük onlardaydı. Ama kendi taraftarı önünde hem de farklı kaybedilen kupa finalinin sonrasında Palau Blaugrana’da zorlukla kazandıkları maç ibrenin yıllar sonra yön değiştirdiğine yönelik düşünceleri güçlendirmişti.
Ezeli rakiplerine karşı kazanmak kaybetmekten öte, Euroleague’de playoff dahi görememiş bir takıma karşı bu kadar istediklerini yapmaktan uzak, tepkisiz bir takım haline gelmeleri asıl problemdi.

2004-05 sezonunda Barcelona'ına geçti ve İspanya dördüncü liginde bulunan B takımını yönetti. 2005-06 sezonunda ise A takımında yardımcı koç olarak görev aldı. 2008 senesinde baş antrenör Duško Ivanović takımdan ayrılması üzerine Xavier Pascual başa getirildi. Xavi Pascual’ın hayatının hem en uzun hem de en kısa yıllarını geçirdiği takım Barcelona olabilir. Bir yandan idam öncesindeki bir mahkum gibi sonunu beklerken yıllardır oluşturduğu yapının o andaki işlevsizliğine karşın bir çözüm getirmek için sadece anlık maçları vardı. Son savaşını kaybedecekse bile bu onurlu olmalıydı. Savaşmadan gitmeyecekti.


Muhtemelen basketbolun kelebek etkisi yaratan anlarından biri yaşandı. Çok fazla önemli taşın yerinden oynadığı 2012 yazında Barcelona’nın da bir koç arayışında olması işleri daha da fazla karıştırabilirdi. Xavi Pascual, adı çıkardığı özel işlerle değil hayal kırıklarıyla anılan bir teknik adam. 2009’da yarı finalde Messina finali elinden alıp giderken izlemişti. Belki de tarihin en iyisi, herkesi ezerek Euroleague şampiyonu olan takımı ACB finallerinde maç bile kazanamazken ya da ertesi sezon Obradovic playofflarda onunla adeta dalga geçerken de izlemişti.

Futbolda son yıllardaki Barcelona’yı izlerken hala en etkilendiğim kısım bu işin arkasındaki planlama ve pek çok detayın nasıl da iyi bir şekilde düşünüldüğü. Xavi Pascual de aynı futbol takımı gibi muazzam bir planlama ile tarihin en iyisini yaratmıştı. Durdurulamaz görünen 2010 model Barça’nın yine de en etkileyici kısmı hücumdaki çeşitliliğiydi. Kendilerine karşı hazırlık yapmayı neredeyse imkansız kılan, dizginlerin başka kimsede olmadığı kadar onda olduğu sıra dışı bir yapıydı. Ve bu yapı ile 2009-10 sezonunda Euroleague'de final maçında Olympiakos'i 86 - 68 yenip, şampiyon oldu.

Sarunas Jasikevicius gibi saha dışında yönetmesi zor, saha içinde de kapatmanız gereken tonla defosu olan bir ismi isteyenin Joan Creus değil Xavi Pascual olması, onun yeni profili için bir başka güçlü işaretti. Saras’ın tecrübesi ve yaratıcılığı Barça için gerekli olmanın ötesinde sistem dışı bir katkı arayışıydı aynı zamanda. Xavi Pascual risk almaktan eskisi gibi çekinmiyordu artık. Bu risk onu Barcelona’dan koparıp önce Yunan ekibi Panathinaikos sonrasında da Zenit ile yeni bir bilinmezliğe yelken açtı… Ya sonra…

17 Eylül 2021 Cuma

İngiliz Rüyası

Bir itiraf yaparak başlamak istiyorum. Amerika Açık için herkesin tahminleri vardı. Malumunuz şampiyon olacak minvalinde konuşurken, kadınlarda bol sürpriz bolca da tırnak yedirten ralliler oynandı. Ama o iki haftalık bitmesini istemediğimiz son Grand Slam’in unutulan bir yönü de ana tabloya kalabilmek için oynanan eleme oyunları…
Ve Grand Slam tarihinde bir ilk başarılarak elemeden son ana kadar tüm maçları kazanan Emma Raducanu Amerika Açık’ta şampiyonluk kupasını uzun süreden sonra Birleşik Krallığa getirdi. Ama göründüğü gibi de kolay olmadı. Şayet şampiyonluk maçındaki rakibi Leylah Fernandez de en az Raducanu kadar konuşulmayı bilakis manşetlere taşınmayı hak ediyor.

Emma Raducanu Amerika’ya gelmeden hemen önce okuldaki son sınavlarını girip, üniversite yoluna adım atarken, bir yandan da ve ehliyetini daha yeni aldı. 18 yaşındaki İngiliz sporcu Amerikan Açık Tenis Turnuvasında finale kalarak şimdiden tarih yazdı. Son yıllarda Kanada tarafında yeni isimler parlarken, üstelik 18 yaşında ve daha yeni başlayan Leylah Fernandez azınlıkta bulunan sol elli oyunculardan. Evet, gelecek var dedirtiyor.
Öbür tarafta şampiyon ki esasında iki isim de oynadığı oyun, sergilediği tavırlar ile taht kurdu. Emma Raducanu, tenis tarihinde yeni çağın başlangıcı kabul edilen 1968'ten bu yana büyük tenis turnuvalarında finale kalan en genç oyuncu oldu.

Raducanu dünya sıralamasında 361'inci sıradayken ilk defa çıktığı Wimbledon kortunda son 16'ya kaldı. Temmuz ayında da, Wimbledon turnuvasının dördüncü turuna çıkarak, son 42 yılda bu konuma gelen en genç İngiliz oyuncu oldu. Raducanu neler başarabileceğinin işaretini veriyordu.
İngiliz sporcu Amerika Açık Tenis Turnuvası'nda finallere kalmayı beklemediğini söyledi. Maçlardaki kazanımları hızla artınca daha erken bir tarihe aldığı uçak biletini de iptal etmek zorunda kaldı.
Emma Raducanu, Çinli bir annenin ve Romanyalı bir babanın kızı. Kanada'da doğdu, 2 yaşında ailesiyle birlikte İngiltere'ye taşındı. Londra'da büyüdü, 5 yaşında Londra'nın güneydoğusundaki Bromley Tenis Akademisi'ne yazılmadan önce bale, binicilik, yüzme, basketbol hatta go-karting dahi yaptı.



Raducanu'nun gelişmekte olan yeteneği, az da olsa ünü dünyanın dört bir yanına salınmadan önce kortta büyülemeye başlamıştı. Oyun tarzında Simona Halep ve Li Na'dan etkilendiğini söylüyor.
2020 yılında verdiği bir röportajda, "Halep gibi atletik olmak istiyordum. Bir de Li Na. Oyununun çok büyük hayranıyım. Çok güçlü vuruşları var. Düşünce yapısına bayılıyorum. Ven de öyle olmak istiyorum" demişti. Kısa bir süre önce bir grup ünlü İngiliz isim sosyal medyada Raducanu'yu öven bir şarkı paylaştı. Oasis'in eski üyesi Liam Gallagher, Raducanu için "Tanrısal bir yetenek" nitelemesi yaptı, eski İngiliz futbolcu Gary Lineker de Raducanu'yu izlemenin "keyif verici" olduğunu söyledi.

Tek kadınlarda elemelerden gelen Emma Raducanu, önceki turlarda Petra Kvitova, geçen yılın şampiyonu Bianca Andreescu ve 4 numaralı seribaşı Çek Karolina Pliskova'yı eleyen 17 numaralı seri başı Yunan Maria Sakkari'yi 6-1 ve 6-4'lük setlerle geçerek Fernandez'den sonra yeni bir başarı hikayesiyle tenis tarihindeki yerini alacaktı.
Wimbledon'da ortaya koyduğu performansla tanıdığı Raducanu, özel davetiyeyle katıldığı turnuvada seyircilerin de desteğini arkasına alarak ilerlerken dördüncü turda sağlık sorunları yaşayınca maçtan çekilmek zorunda kalmış ve büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı.

44 yıl sonra tek kadınlarda finale çıkan ilk Büyük Britanyalı sporcu olmayı başardı. Amerika Açık Tenis Turnuvası'nda finallere kalmayı o kadar beklemiyordu ki uçak biletini erken bir tarihe almıştı. Büyük başarılar elde etmek için yaşın ciddi bir faktör olmadığını; muazzam başarıların inanç, azim ve cesaretle atılan bir adımla geldiğini gösteriyor Emma Raducanu ve bu tarihi başarısıyla diğer rakiplerine “ace” atıyordu. Kendinize inanırsanız olamayacak başarı diye bir kavramın olmadığının somut bir şampiyonu aslında Raducanu.

9 Eylül 2021 Perşembe

Voleybol'un Yenisi

"Ben de ırkçılığa maruz kaldım. İnsanlar ten renginden dolayı annemi hep küçümsediler. Bazen bir bankada bile ırkçılığa uğradık ancak insanlar beni tanıdıkça anneme karşı olan bakışları ve tavırları değişti. Bu durum beni içten içe çok üzüyordu. Bazen hala kendime soruyorum; insanlar, diğer insanları neden yalnızca ten renklerine bakarak aşağılıyor. Hepimiz insan değil miyiz? Anlam veremiyorum... Kültür, inanç ve cinsel tercihler toplumun içinde var olması gereken farklılıklar. Bu farklılıklar, insanın kendisini geliştirmesi ve tanıması için çok büyük öneme sahip. Özellikle yeni jenerasyon bu konularda daha açık fikirli olmalı..."
2019 Mart’ının son günleri… Paola Egonu başına gelen talihsiz olayı böyle dile getirmeye çalışırken, sadece spor arenasında değil yaşam mücadelesini de esasında anlatıyordu. Oynadığı oyunlarda kazanma yüzdesi o derece yüksekti ki, bu sefer büyük ihtimalle kazanacak olduğu da hayat bakışı…

İtalya'nın kuzeydoğusunda bulunan Padova'nın Cittadella şehrinde dünyaya geldi Paola Egonu. Ve onu ailesinden ayıran Avrupa sınırları içerisinde doğmasından mütevellit. Göçmen bir Nijeryalı ailenin kızı olan Egonu, erken yaşta voleybol kariyerine başlamasında ve genç yaşına rağmen başardıklarının perde arkasında ailesinden aldığı cesaret olduğu oyunundan anlaşılıyor. Cesur!
Egonu'nun ailesi Nijerya'dan İtalya'ya gelmeden önce babası Ambrose, Lagos'ta kamyon şoförüydü. Annesi ise hemşireydi. Ailesinin İtalya'ya göç etmesinin hayatındaki kırılma noktası olduğunu anlatan başarılı sporcu, "Verdikleri bu karar hayatta kalma üzerineydi. Sahip oldukları cesareti bu kararlarına bakarak görebiliyorum. Buraya geldikten sonra elde ettikleriyle de yetinmediler. Şu an Manchester'dalar ve hala çalışıyorlar."

Tıpkı ailesi gibi çalışmak, çalışmak ve çalışmak… Egonu’nun mottosu da hem ailesine hem de çalışmasına bağlı. Ailesinin aldığı bu cesur karar, Egonu'nun kendi yolunu çizmesinde ona hem yol gösteriyor hem de cesaret veriyor. Ailesi çalışmak için Manchester'a taşınırken o henüz 14 yaşındayken evden ayrı kalmayı göze alarak Milan'da voleybol macerasına atılıyor...
Lakin volaybolla tanışması daha farklı bir noktadan evriliyor. Okulda dersleri çok iyi olan Egonu, kendisini tabiri caizse 'inek' olarak tanımlıyo ve dersleriyle arası çok iyi olan Egonu, ufak yaşlarda herhangi bir spora çok fazla ilgi duymuyordu. Derslerinden arta kalan zamanında televizyon başında vakit öldürse de, o dönem babasının 'kendine bir hobi edinmelisin' telkiniyle voleybolla tanışıyor.


Bu hobi doğduğu kente bağlılığından Padova’da bir takımdan kabul almasıyla kendi hikayesini yazmaya başlıyor, pek de farkında olmadan. Bir telkinle çıktığı yolda neler olmayacaktı ki! 14 yaşına geldiğinde babasının İtalyan pasaportu çıkarmasıyla birlikte İtalyan vatandaşlığı geçecekti. İtalyan vatandaşlığı aldıktan sonra voleybol kariyerindeki hızlı yükseliş iyice ivmeleniyor. Alt yaş kategorilerinde oynadığı takımları şampiyonluğa taşıyan Egonu, henüz 15 yaşında gelmeden milli takım kapısından içeri girmeyi başaracaktı.
Milli takım hikayesi, 2021 yılında Olimpiyat Oyunları'nda geçit töreninde İtalyan bayrağını taşımasına kadar uzanıyor...

Voleyboldaki yeteneğiyle büyülerken bir yandan akademik kariyerine de devam ediyor. Muhasebe mezunu olan Egonu'nun en büyük hayali aslında avukat olmak. Dünyadaki eşitsizliği en aza indirgemek için kendi payına düşen görevi yapmak istediğini söyleyen idealist voleybolcu, ilerleyen yıllarda hukuk diploması almayı arzuluyor.
Kendisini Afro-İtalyan olarak tanımlayan Egonu, Nijerya ile bağlantısını koparmış değil. 13 kişilik ufak sayılmayacak bir ailesi olan yetenekli isim, her iki yılda bir Noel için Nijerya'ya giderek yakın akrabalarıyla buluşuyor. Angela ve Andrea isminde iki erkek kardeşi olan Egonu'nun kuzeni Terry Enweonwu da kendisi gibi bir voleybolcu...

Dünyanın herhangi bir yerine gidip hiç istifini bozmadan, o aksanından dahi gram taviz vermeden kendi dilini konuşmaya devam eden ve herkesin nasıl olsa onu anlayacağını bilen, anlamayanların ise zaten neandertal hüviyetinde oldukları için onlara yapacak bir şey olmadığını düşünen bir İtalyan gibi. Bu tanıdık ama bir o kadar yabancı ülkenin sokaklarında Paola Egonu’nun varlığı bilhassa İtalyanlar için rahat olma sebebi. Ama Egonu daha yeni başlıyor…

2 Eylül 2021 Perşembe

Durantula

Her oyuncunun giymek istediği özel numaralar vardır. Bazılarının uğurlu sayısıdır bu, bazılarının ise ailesinden bir kişinin doğum tarihi ya da akılalmaz başka senaryolar vardır. Kevin Durant’in da tam olarak burada söyleyecekleri var.
Kariyerine başladığından bu yana aynı numarayı giymesinin ise çok farklı bir nedeni var. Basketbola başladığı yer olan Amatör Atletizm Birliği’nden. Burada onun baş antrenörlüğünü yapan ve deyim yerindeyse kariyerini ona borçlu olduğunu söyleyen Durant, antrenörünün 35 yaşında hayatını kaybetmesi nedeniyle bu forma numarasını giyiyor. Ve o günden beri de sırtında taşıyor.

Babasının onları terk etmesi, annesinin ise aileye bakmak için çalışması nedeniyle büyükannesi tarafından büyütüldü. Çocukluk yıllarında spora, özellikle de basketbola ilgisi olan bu genç adam profesyonel kariyerine Amatör Atletizm Birliği’nde başladı. Ailesinin yaşadığı zorluklar nedeniyle sık sık taşındılar ve bunun nihayetinde birçok takımda forma giydi. Lise kariyerine National Christian Academy’de başlayan ve burada iki yıl forma giyen Durant, daha sonra Oak Hill Academy’de forma giydi. Gösterdiği başarılı performans ve o yaşıtlardaki arkadaşlarına göre daha atletik olan KD, Montrose Hristiyan Lisesi tarafından kadroya katıldı.

Tarihler 2006 senesi gösterdiğinde liseden mezun olan bu genç adam, kolej kariyeri için en ünlü takımlardan bir tanesi olan Texas Üniversitesi ile anlaştı. Lisedeki iyi performansını burada da devam ettiren Durant, o sene içerisinde oynanan Tec Red Raiders maçında ortaya koyduğu inanılmaz performansla adeta herkesin ağzını açık bıraktı(37 sayı-23 ribaund). O sezonu sayı krallığıyla tamamlayan bu doğuştan skorer isim, birçok ödüle layık görülürken aldığı kararla 2007 yılında NBA seçmelerine gireceğini açıkladı. Bu karardan sonra Texas Üniversitesi onun giydiği 35 numaralı formayı emekli etti.
Seattle Supersonics tarafından birinci tur draft seçimlerde ikinci sıradan seçilmeyi başardı. Kalitesini kolej yıllarından itibaren gösteren Durant, NBA’de yer aldığı ilk senede 20.4 sayı, 4.4 ribaund ve 3.3 asist ortalamalarıyla oynayarak hem yılın çaylağı ödülünü hem de yılın birinci çaylak beşinde yer alma başarısı gösterdi.



Oklahoma City Thunder, Kevin Durant’taki müthiş parıltıyı görünce, şampiyonluk yolunda iddialı bir kadro kurma amacıyla o sene kadrosuna Russell Westbrook’u da kattı. Önündeki iki yıl boyunca,
önce 2009 All-Star organizasyonu kapsamında Çaylaklar Maçı’nda görev alan Durant burada 46 sayının altına imzasını atarak, Çaylaklar Maçı’nda bir oyuncunun en fazla üretebileceği sayı rekorunu kırmıştı. Gittikçe daha da tecrübe sahibi olan ve Westbrook’la çok iyi bir uyum sağlayan Durant, 2012 yılında kariyerinin ilk NBA Finali’nin oynama başarısı gösterdi. O dönemde Chris Bosh’lu, Dwayne Wade’li ve LeBron James’li Miami Heat’e 4-1 kaybetse de çok fazla tecrübe, başarı kazandı.

Oklahoma City Thunder ve Kevin Durant birlikte tam 9 sene geçirdi. Bu sürede Durant, sergilediği performansla kulüp tarihine adını altın harflerle yazdırmayı başardı ve en çok sevilen Thunder oyuncusu oldu ta ki…
Bir 4 Temmuz günü Durant’ın Golden State Warriors’a katılmasını açıklayacağı güne kadar. Bu karar herkes tarafından oldukça eleştirilirken, Durant’in sadece şampiyonluk kazanmak amacıyla oraya gittiğini ve takımını sattığını düşünenlerin sayısı hiçte az değildi.
2017 ve 2018 yıllarında peş peşe iki kez NBA şampiyonluğu yaşayan koca adam, oynadığı oyun ile sus payını verecekti.

Yaz günlerinin sıcak sıkıcılığının üzerine gelen, işin devamlı yokuşa sürüldüğü transfer görüşmeleri canımızı fazlasıyla sıkmıştı. Hatta artık Kevin Durant’ın eski halinden ümidini kesenlerin sayısı da epey fazlaydı. Ama o hep bu oyuna hayat veren, düşüşte de olsa ışık yakan koca adam NBA ve basketboldan nefes aldığını ispatladı.
Tam adıyla Kevin Wayne Durant. Ya da aşina olduğumuz lakaplarıyla ‘’Durantula’’ veya ‘’KD’’…

27 Ağustos 2021 Cuma

Sancho United

“Her zaman kendimden daha büyük çocuklarla oynardım ve bu özgüvenimi kazanmamı sağlardı. Bu yüzden herkesten çok çalışırsam kendimi daha çok ön plana çıkarabileceğimi düşündüm.” Bunları söyletecek kadar haklı çıkartan Manchester United, son iki sezondur amiyane tabirle Jadon Sancho’nun peşinden koşmasını merakla takip ederken, mutlu sona ulaşıldı.
Jadon Sancho, henüz 21 yaşında ve dünyanın en çok umut vadeden oyuncuları arasında. Dortmund gibi Avrupa’nın gelişim gösteren kulüplerinden birinde kendini geliştirip, ilk 11’de forma giyerken, aynı zamanda da İngiltere Milli Takımı’nın milenyum çağında doğan ilk oyuncusu… Borussia Dortmund’un onun için biçtiği değer şimdiden 100 milyon euro. Aslında Manchester United boşuna peşini kovalamamış diyorsunuz.

Londra’nın güneyindeki bir sahanın müdürlüğünü yaparken altı yaşındaki Jadon’ı keşfeden Norman Dawkins. “Her zaman onu takip eden çocuklar olurdu. Kendi başına koşuya çıkardı ve çocuklar hemen onun peşine takılırlardı!” Norman çocuklar için yürüttüğü sosyal sorumluluk projelerinin yanı sıra bir futbol antrenörüydü. Alt yaş gruplarındaki turnuvalar başladığında da Sancho’yu da çağırırdı. Ama Sancho’nun yanı sıra başka bir gizli silahı daha vardı. Korkusuz bir tarafı olması onun daha da zorlu rakip haline evrilmesiyle olacaktı.
Bu noktada Sancho çoktan Watford’da dikkatleri üzerine çekmişti. Orada, belki de, profesyonel antrenörlükten ve ailesinden uzakta yaşamaktan fayda sağladı.

Yaşından büyük numaralara sahip Sancho, 8 yaşında ilk gençlik kontratını imzalayana kadar kendi yaş grubu ile beraber birkaç sene idmanlarına devam etti. Kulübün altyapı antrenörü Dave Godley, bu yetenekten Arsenal ve Chelsea gibi büyük kulüplerin haberdar olmasından dolayı çok endişeliydi. Bu yüzden Jadon ve ailesini tren istasyonundan alarak tesislere bizzat kendisi götürürdü.
Jadon’ın diğer çocuklara göre çok daha teknik bir oyuncu olduğu fakat yerel futbol seviyesinde tecrübesiz kalması bir dezavantajdı. Fakat, onun için sorun bile değildi. O döneme kadar bir takımda futbol oynamamıştı, sokaklarda futbol oynamıştı. Şüphesiz doğal bir yeteneği vardı ve burada çok sıkı çalıştı, sürekli futbol topuyla birlikteydi. Sanki sürekli ayağında topla cambazlık yapıyordu ve böylece teknik anlamda çok iyi bir isim oldu.


Sancho her zaman Ronaldinho gibi olmak istemişti fakat bunun doğal yetenekle bir ilgisi yok. Maradona’ya bakıp ‘O futbolcu olmak için doğmuş’ diyenler var ama hakkındaki belgeselleri izlediğiniz zaman, kendini geliştirmek için sürekli futbol oynadığını görüyorsunuz. Ayağında sürekli top var. Jadon gibi.
Atletik, fiziksel ve mental anlamda ona çok yardımcı olan özelliklerle doğdu elbette. Ama nihayetinde bunları sürekli çalışarak, insanlara bacak arası çalım atarak, antrenmanlarda herkesi karşısına alarak çok geliştirdi. Sancho’nun futbol eğitimi sadece Watford günleriyle de sınırlı değildi. Birçok genç turnuvalarında yer aldı, sokaklarda oynamaya devam etti. Futbol altyapısında şüphesiz bunların da etkisi var.

Sancho’nun çok fazla cesaretlendirilmeye ihtiyacı yok. Yetenekleri hiçbir zaman sorgulanmamasına rağmen mental özellikleri de onunla beraber çalışanların hemen gözüne çarpıyor. Onu diğerlerinden ayıran iki özellik var. Birincisi yeteneklerine olan güveni, ikincisi ise korkusuzluk. Jadon Sancho oynadığı ilk dönemlerde çok fazla dikkat çektiği için Godley ve meslektaşları tarafından bazen daha büyük yaş gruplarında oynatılır ya da kendi bölgesinde oynatılmazdı. İngiltere’nin en büyük kulüplerine karşı çok dikkat çekmesi istenmiyordu.
Sancho 14 yaşına geldiğinde £66,000 karşılığında Manchester City’ye transfer oldu. Kalite…Buradaki ilk senesinden sonra yeteneğiyle herkesi etkiledi ve sonraki sezon takımın başına gelen Pep Guardiola’yı da etkilemişti.

Sancho Borussia Dortmund takımında parladı. 2017’de U17 Dünya Kupası’nı kazanan İngiltere Milli Takımı’nın önemli oyuncularından biriydi, ve sonrasında ise Bundesliga’nın en dikkat çeken ismi oldu. Dört sezonluk Dortmund kariyer okulundan mezun olurken, gururluydu. Ama hiçbir zaman gelişimi için durmadı. Şimdi ise Manchester United için parlayacak.
Sancho hedeflerinden birinin de Altın Top ödülünü kazanmak, bu şekilde gelişmeye devam ederse çok yakında bu ihtimali de konuşuyor olabiliriz.

19 Ağustos 2021 Perşembe

Torres'in Kulesi

Son yıllarda hakkını teslim etmediğimiz voleybolun araştırmasına daldıkça konu derinleşti. Ve kendimi Türk topraklarından çıkıp, Havana’nın geleneksel moduna bıraktım. Aslında tam olarak da öyle olmadı.
Başat sporlardan voleybol, 2000’lerin ikinci yarısıyla beraber, özellikle de bu sporun NBA’i sayılan Pallavolo Serie A yani İtalya Ligi’nin ülkedeki ekonomik krize istinaden çökmesi sonrasında hızla kan kaybederken Türkiye yeni düzenin en kilit aktörlerinden oluverdi. Hatta o kadar ileri taşıdı ki kendini İtalya’ya oyuncu ihraç etmek şanındandır. Geride kalan Tokyo Olimpiyatlar ekseninde, yönetsel omurgaların hatalarını, çağa ayak uydurmak için yapılabilecekleri ve ligdeki devasa yatırıma rağmen isteneni veremeyen Filenin Sultanları’na hakkını teslim etmeye başladık. Sonra, aynı bizim gibi hakkını vermeyen kaç ülke olabilir ki derken…

Çok küçük yaşlarda voleybola profesyonel olarak başlayan Regla Torres; Küba’dan gizli kalmış ama dünyaya adını duyurmuş bir isimdi. Şayet Küba’nın şimdilerde de bu spor özelinde ne kadar sıkı bir rakip olduğunun ispatı adeta.
Regla Torres, zaman mefhumunu yitirmiş şampiyonlukları, başardıkları ve bu yolda başaramadıklarını dünyaya fırlatılmışlığımızın hikâyesini anlatmaya devam ediyor. Ve bunu filenin tam önünde sergilemekten hiç de geri durmadı. “Torres” İspanyolca’da “Kule” anlamına gelmekle beraber; Torres’in ailesinden aldığı en önemli özelliğini profesyonel hayatında file üstünde kurduğu ve kuleyi anımsatan bloklarıyla tanıştıması ile olacaktı.

Voleybola daha 8 yaşındayken Havana’da Empeza Jugar adlı bir spor okulunda başlayan Torres, 14 yaşındayken Küba Yıldız Milli Takımı ile uluslararası turnuvalarda boy göstermeye başladı. 1990 yılında Seattle’da düzenlenen İyi Niyet Oyunları’nda ve Dünya Şampiyonası’na Küba Milli Takımı ile katıldı. Daha 16 yaşındayken Pan Amerika Oyunları ve Dünya Kupası’nda Küba Milli Takımı ile altın madalyaya uzandı. Bu arada olimpiyatlar tarihinde altın madalya kazanan en genç unvanını da almayı ihmal etmedi. 1.91 boyundaki orta oyuncu genç yaşında voleybolunu her gün geliştirmeye devam etti ve Küba Milli Takımı’nın dünya voleybolunda yıllarca zirvede kalmasında büyük pay sahibi oldu. Torres’in en bilinen özelliği ise 3,3 metreye sıçrayabilmesi.



Küba’nın şampiyon olduğu, Torres’in “En Değerli Oyuncu” seçildiği ve “En İyi Manşet” ödülünü aldığı 1993 Dünya Grand Prix turnuvası, Küba ve Torres’in üst üste kazanacağı başarıların sadece bir başlangıcı oldu. Bu ödülleri 1994 Dünya Grand Prix turnuvasında gümüş, 1994 Dünya Şampiyonası’nda finalde Brezilya’yı 3-0 yenerek aldıkları altın madalya izlerken her 4 yılda bir düzenlenen bu değerli turnuvada “En İyi Blokör” ödülünü aldı ve yine “En Değerli Oyuncu” seçildi. Takımın o zamanki lideri olarak gösterilen Torres’in takım arkadaşı Mireya Luis’e gitmesi beklenen bu MVP ödülü şampiyonanın tüm istatistiklerinde zirvede yer alan Torres’e gidince dünya voleybol otoritelerinin tüm dikkati sahalarda yeni yeni doğan 19 yaşındaki bu yıldıza yöneldi. Haklı olarak!

Artık Regla Torres, hem sahadaki mücadele azmi hem dikkat çekici güzelliği hem de ortaya koyduğu oyunun etkisiyle FIVB tarafından tüm tanıtım filmlerinde oynatılmaya başlandı. FIVB’nin amacı Torres’i bir kamu figürü haline getirerek voleybolu izleyen seyirci kitlesini artırmaktı.
1995’te gelen Dünya Kupası altın madalyasından sonra Torres için altın madalya yolu 1996 Atlanta Olimpiyatları’nda o kadar kolay olmayacaktı. Lakin yine de Torres üst üste ikinci altın madalyasına kavuşması imkansız olmayacaktı.
Hem hücumda etkiliydi hem dünyanın en blokörlerinden biri olarak anılıyordu ama belki de onu tüm orta oyuncularından ayıran en önemli özelliği arka alanda özellikle blok üstünden gelen toplara müthiş bir defans yapabilmesiydi.

1996, 98 ve milenyum derken şampiyonluklar birbirini kovaladı. Ve “Kule” Torres’in daha sonra dizinden talihsiz bir sakatlık geçirdi ve bir süre voleybola ara vermek zorunda kaldı. Açıkcası eskisi gibi de olamadı. Ama adına Montrö’de heykellerin yapılmasına, “Yüzyılın Oyuncusu” olarak anılmasını da hafızalardaki oyunuyla ve heykeliyle yaklaşık 15 yıllık voleybol kariyerinde elde ettiği başarılarla bir yüzyıla damgasını vurmuş ve voleybolun kulesi olarak tarihte kendine en şerefli podyumu bulmuş gibi gözüküyor.

12 Ağustos 2021 Perşembe

Sınır, Gökyüzü

20 yaşındaki Venezuelalı üç adım atlamacı atlet. Madrid'te 14.69 m atlayarak yılın en iyi derecesini yaptı, diyerek manşetler attığımız Yulimar Rojas için artık daha büyük puntolu manşet atmamız boynumuzun borcu. Esasında her şey 2016 Rio’daki olimpiyatlarda kadınlar 3 adım atlama finalinde, 14.98 m'lik atlayışı ile gümüş madalya kazanarak başlatacaktı. Üstelik rakiplerine nazaran henüz pek de adı sanı duyulmayan ama gelecek vadeden bir yetenek olarak bakılan atletten ötesi değildi.
Lakin Rojas için gökyüzü, uçsuz bucaksız bir vahaydı. Daha ötesine, biraz daha ötesine “merakı” ve azmi ile getirdi kendisini buralara.

Venezuela'nın kenar mahallelerinde büyüyen bir çocuk olan Yulimar Rojas'ın atletik hüneri herkesin görebileceği kadar açıktı. Ama Güney Amerika koşullarını olabildiğince zorlamak pek de kolay olmayacaktı.
Atletizme dönmeden önce çeşitli sporlar yaptı, hemen hemen olimpiyatlarda var olan tüm disiplinlerde şansını denedi. Elbet sonunda bulacaktı, o sıçramayı. Mütevazı başlangıçlarından yılmayan 25 yaşındaki pembe saçlı yetenek, bugün toplumunun gururu ve ekonomik krize batmış bir ülkede yoksulluk çeken diğer gençler için bir umut sembolü. Ailesi ve eski teknik direktörü tarafından açıklanan go-getter tavrının bir örneği olan Rojas, Oyunlar öncesinde "Sınır gökyüzüdür," dedi.

Karakas'ta doğan Rojas, Venezuella sahil kasabası Puerto la Cruz'un dışındaki küçük tuğla ve çinko evlerin yoksul bir mahallesi olan Pozuelos'ta büyüdü. 51 yaşındaki annesi Yulecsi Rodriguez, uzun uzuvlu şampiyonun ortaya çıkmasına neden olan yakın zamanda mahalleye yaptığı bir ziyarette, "Yuli'yi pek çok sorunla dolu mütevazi bir evrende büyüttük" dedi.
Rojas, bir çocukken, evlerinin dışında bir kayaya karşı sürekli bir softbol sektiriyordu. Güçlü bacakların bir geçmişi olmalıydı. Bu kaya, Rojas'ın büyüdüğü, zamanla elementler tarafından parçalanan cılız evden geriye kalan tek şey. Rojas, çocukken, eski antrenörü Jesus Velasquez'in kendisinin ve diğer genç sporcuların bir hünnap ağacının gölgesindeki atlama çukurunu kazmaya yardım ettiğini söylediği evden bir taş atımı uzaklıktaki Salvador de la Plaza kompleksinde spor yapardı.



Küçüklüğünden beri her şeyde iyiydi: kickball (ayaklarla oynanan bir beyzbol türü), softbol, ​​basketbol, ​​​​futbol onun spor aşkı. Yol ayrımı geldiğinde Daha sonra dikkatini atletizme çevirdiğinde, sprintte, tercih yapması hiç de basit olmayacaktı. Mükemmelleşti, ancak yüksek atlama için özel bir yetenek gösterdi. 2014 Güney Amerika Oyunlarında bu disiplinde altın madalya kazandı, ancak aynı yıl üç adım atlamaya geçti. Hikayesi de bir o kadar basitti.
"Bir gün, üçlü atlamada bazı gençlere koçluk yapıyordum, çıktı, onlarla sohbet etmeye başladı ve 'Bahse girerim seni yenebilirim' dedi. Aynı şekilde atladı ... 12 metre," dedi Velasquez - ilk deneme için dudak uçuklatan bir başarı. Disiplin değiştirme kararıyla deli olmanın haleti ruhiyesiydi.

Rojas, "İyi bir çılgınlıktı... Üç adım atlamaya aşık oldum. Hayatımın en iyi kararıydı," demesinin ardından, Olimpiyat rekoru sahibi olmadan önce 2017 ve 2019'da iki kez dünya şampiyonu oldu.
Onu tanıyanlar, bunun yalnızca ham yetenek meselesi olmadığını söylüyor. Her zaman bir ötesini daha bir sıçrama daha ve bir tane daha diyerek çıktı madalya kürsüsüne.
Tokyo'daki altıncı ve son atlayışında 15.67 metrelik bir dünya rekoru kırdı ve 1995 yılında Ukraynalı Inessa Kravets tarafından belirlenen 15.50 metrelik bir önceki en iyi atlayışı kırdı. Bu Tokyo Olimpiyatları atletizm programının ilk dünya rekoruydu.

Başka uzun atlama severlere biraz olsun fikir ve ilham verebilmiş olmasını umuyor Rojas. Neler başarabileceğini düşünerek hayıflanmaktansa yaşarken ortaya koyduklarının keyfini çıkarmak, sanırım yapmanız gereken şey bu. Rojas'ta dilediğince deneyebildiği sporları denemiş, ve bunu sınırlı gökyüzüne sıdırmış... En azından şimdilik.

5 Ağustos 2021 Perşembe

Tony Hawk Temel Taşı

Temmuz ayı illa sıcakla, yaz ayının alevi ile gelmez, tam olarak bunlarla gelir. Temmuz ayının geldiğini anlamanın çeşitli yolları var. Bunu kendinize bakarak da anlayabilirsiniz. Kan, ter, gözyaşı kelimelerini fazla kullanmaktan, geceleri televizyonun en saçma programlarına yakalanmaktan, tüm haber kanallarının spiker kadrolarını ezberlemekten, günlük hayatınızda soğuk su ve bir iki dal sallanması triplerine girmekten kendinizi alamazsınız. Temmuz ayı illa sıcakla, yaz ayının alevi ile gelmez, tam olarak bunlarla gelir.
Bir de bir klişeyi kullanmaktan hiç bıkmazsınız. Sakin olun, daha Tokyo 2020’nin başlamasına çok var. Aslında çok yok. Hatta çattı geldi. Bazen klişeler güzeldir, bazen klişeleri kullanmak güzeldir.

Japonya’da bir bayram havası var diyemeyiz. Sebebi malum! Olimpiyatlar başlamalı mı, ertelenmeli mi derken bir diğer tartışma konusu bazı “sporların” dahil edilip edilmemesi konusunda büyük polemikler vardı. Esasında bitmiş gibi de durmuyor. Beyzbol, softbol, sörf, kaykay ve evet karate. Yanlış duymadınız karate de olimpiyatların içinde yer almayan bir spor olması şaşırtıcı. Ama bunların içinde en sürprizi kaykay! Bu sporu sıra dışı yapan özelliklerden biri hemen hemen her yaş grubunun aynı anda rakip olabilecekleri mümkün. 15 yaşındaki ile 45 yaşındaki sporcuyu aynı kürsüde görmek olası durumlardan…

Kaykay spor olarak kabul edilmeden epey önce parklarda kaldırımlarda veya merdivenler de çocukların, gençlerin yaptığı “deli dolu” hareketler olarak tanımlanmanın ötesine geçmiyordu. Lakin kulaktan kulağa dolaşan hareketler silsilesini spora dönüştürmeyi başaran şüphesiz Tony Hawk’tı. Bu vesile ile kaykayı yeniden icat eden Hawk, kendi markasını yaratarak bir adım öteye geçti. Kaykayını da beraberinde götürdü. Hawk, bugün belki olimpiyat’ta yarışamayacak olsa da başarısından gurur duyduğunu biliyoruz.
Hem belki bu vesile ile ilham aldığı Tokyo’dan yeni kaykay üretimine başlar. Bunu bilemeyiz ama 1982’de profesyonel olarak başladığı sporun yıllar yıllar sonra olimpik spora evrilmesi gurur tablosuna denk düşüyor olabilir.


Çocukken bile başarısızlığa sabrı çok az olan Hawk, 9 yaşında kaykay yapmaya başladı. 11 yaşında yarışmalara girmeye başladı ve yaratıcılığı ve cesaretiyle anlık bir izlenim bıraktı. Ailesi yeni hobisini destekliyordu ve daha sonra spora meşruiyet sağlamaya yardımcı olmak için California Amatör Kaykay Ligi ve Ulusal Kaykay Derneği'ni düzenlediler.
Hawk başarılı bir sokak patencisi olmasına rağmen, ünü "vert" (dikey) patenci olarak becerilerine dayanıyordu. 1980'lerde ve 90'larda kaykay yarışmalarına monarşisini kurmuştu. 73 şampiyonluk kazandı ve 1984'ten 1996'ya kadar her yıl en iyi vert patenci seçildi. Ayrıca ollie-to-Indy, jimnastikçi tesisi, frontside 540-rodeo flip ve Saran wrap dahil olmak üzere düzinelerce hareket icat etti. 1990'ların başında Hawk, bir kaykay ve aksesuar üreticisi olan Birdhouse'u ve bir kaykay ürünleri distribütörü olan Blitz'i kurdu. Şirketler başarılı oldu ve kısa süre sonra diğer girişimlere dahil oldu.

1998'de ailesi ile birlikte Hawk Clothing adlı bir çocuk paten kıyafeti yarattı ve aynı yıl yazılım şirketi Activision ile kaykay temalı bir video oyunu geliştirmek için bir anlaşma yaptı .Tony Hawk's Pro Skater 1999'da piyasaya çıktı ve sonra 1 milyar dolardan fazla satış oluşturarak onu tüm zamanların en başarılı video oyunları arasında yer almasını sağladı. Tony Hawk, Inc., Hawk'un tüm girişimlerini denetlemek için kuruldu.
1999'da yarışmadan emekli olmasına rağmen, sporu ve ürünlerini tanıtmada aktif kaldı. 2002'de koreograflı kaykaycılar, BMX bisikletçileri, motosiklet dublörleri ve popüler punk gruplarının gezici gösterisi olan Tony Hawk'un Boom Boom HuckJam'ini yarattı. O yıl Tony Hawk Vakfı, düşük gelirli mahallelerde paten parklarının geliştirilmesine yardımcı olmak için kuruldu.

Amerikan spor medyası; kariyer ön görme işlerine bayılır ve bunu, siteler-yazarlar arası ciddi bir rekabet haline getirmeleri de en az birkaç sene geriye giden, mazisi olan bir olaydır. Ancak Tony Hawk’ı epey geç fark ettiler, onu görmezdn geldiler ama Hawk’ın pek de umrunda olduğu söylenemez. O bildiği işi yaptı, yapmaya da devam ediyor. Şimdilerde Tokyo’da kaykaydan bahsediyorsak temelini tamamen Tony Hawk’ın attığını söylemek mübalağa olmaz. Hatta gerçeğin ta kendisi olur.

29 Temmuz 2021 Perşembe

Göklerde Yaşayan Jorginho

Tanıdık bir hikaye kalıbıyla başlayalım. Futbolda en son aynı yıl hem birlikte Şampiyonlar Ligini, hem de yerel lig ve kupayı kazanan takım kupa kaldırdığında henüz Jorginho doğmamıştı. Futbol tarihinde bunu başaran ilk takım, 1966-1967 sezonunda Celtic oldu. İskoç ekibi aslında o sezonu 4 kupa ile tamamladı. Jorginho’nun ailesi bu kupayı görmek için bundan bir on sene daha beklemesi gerekiyordu.
Eşi görülmemiş zamanlarda yaşıyoruz ya da öyle olduğu söyleniyor. Diğer yandan geride kalan on yıllık süreçte bu tarz alışılmadık şampiyonlukların bazen geri dönüşler bazense büyük hezimetler biçiminde daha sık yaşanmaya başladığından ve iyiden iyiye normalleştiğinden söz edilebilir. Bu durum bir kez tanımlandıktan veya yeni bir mesele olarak ortaya atıldıktan sonra da açıklama arayışları doğuyor elbette.

Yeni bir cümle daha kazanımı oldu bu vesile ile… Aynı yıl hem Şampiyonlar Liginde hem de Avrupa Kupasında kupa kaldıran bir kişi tanıyoruz. Adı her ne kadar Euro 2020 olsa da İtalya ile Avrupa'nın en büyüğü, Şampiyonlar Ligi’nde Chelsea ile takım olarak zoru başaran Jorginho adı sıradışı olarak 2021 yılına damgasını vuracaktı. Lakin muzaffer olmadan önce mutfağına bakmaya ne dersiniz?
Peki bu arka plan hikayesinin ne önemi var? Chelsea’nin son yıllarda inişli çıkışlı kariyerinin tarihsel bir yaklaşım içinde değerlendirmek şöyle dursun, çalkantılı ve de hiç şans vermeyen rakiplerine rağmen teknik direktör değişikliğiyle kupayı kaldırmak sanıldığı kadar kolay olmadı.

Lampard’ın büyük beklentiler içerisinde kurduğu takımın br türlü istediği oyunu sahaya yansıtamaması sonucu bileti kesildi. Fakat transferler içerisinde iyi yaptığı işlerden biri de genç oyunculara, gelecek vaat edenlere yer ayırmasıydı. Onlarda biri de Jorge Luiz Frello Filho ya da kısaca Jorginho... Lampard’ın son dönemlerinde çok daha az risk alan, az gol atan bir takıma evrildiğinden söz edersek ve iki yaklaşımdan birinin diğerinden üstün olmadığı şerhini de düşerek eski Chelsea oyuncusu Lampard’ın o dönemlere ait olan futbol felsefesi ile teknik adamlık arasındaki farkın futbolun ne yöne doğru gittiğinin bir göstergesi olduğu tespitinde bulunmak mümkün.



Chelsea’nin seneler içinde Premier League’in en güçlü takımlarından biri haline dönüşmesi de aslında sözünü ettiğimiz dağınık anları törpülemesi ve başlangıçtaki eğlenceli oyundan sıkıcı bir oyuna geçmesi ile mümkün oldu. Bu noktada tartışılacak konular çoğalır. Ancak parantezi oyunculara açmak da yarar var.
İşte onlarda biri Jorginho, 2018 yılında geldiği Londra devine fazlasıyla adapte olmuş takımın ilk 11 parçalarından birine dönüşecekti. Öncesinde annesinden öğrenecekleri vardı. Mesela; futbol oynamanın incelikleri! Jorginho, kendisi de bir futbolcu olan annesi Maria Tereza Freitas’tan çok şey öğrenmiş. Brezilya'nın güneyindeki sahil kasabası Imbutiba, artık sadece harika manzarasıyla değil, aynı zamanda Jorginho’nun büyüdüğü yer olarak da tanınıyor. Çünkü küçük annesi ile beraber sahile giderken yanına bir top alır ve hava kararıncaya kadar kum üzerinde top tekniğini çalışmaktan kendilerini alamazlardı.

Jorginho altı yaşındayken eşinden boşanan Maria, oğlunun hayattaki her şeyi haline gelmiş. Geçimlerini sağlamak için temizlik işleri yapan Maria, bir yandan Jorginho’yu futbol oynadığı yerel kulüp Bruscao’nun antrenmanlarına götürmeye devam etmiş. Jorginho, İtalyan girişimciler tarafından Brezilyalı yetenekleri keşfetmek için kurulan Guabiruba projesine seçilmiş ve zorlu şartlara göğüs gerip Verona’dan bir sözleşme kapmayı başarmış.
Transferi ayarlayan menajer 27,000 sterlini cebe indirirken, Jorginho haftada 18 sterlinle hayatını idame ettirmek zorunda kalmış. Bir buçuk yıl süren bu durum Jorginho’yu bırakmanın eşiğine getirse de, annesi hayalinin peşinden gitmesi için onu yüreklendirmiş.

2014 yılında Verona’dan ayrılıp Napoli’ye geçtiğinde daha gözü kara hale gelecekti. Napoli’de geçirdiği dört yılda elit orta saha oyuncuları arasındaki yerini iyice perçinleyen Jorginho, 2018’de Chelsea’ye imza atarak yeteneklerinin alameti farikasınıı Premier Lig’e taşıdı. Son üç yıldır Londra’daki futbol hayatını, milli takımlar düzeyinde de ileriye götürecekti. Onu da aynı yıl hem Şampiyonlar Ligi hem de Euro 2020’yi göklere taşıyarak annesine armağan etmesi işten bile değildi.