29 Kasım 2016 Salı

Ve Oleg Tinkoff!

Paranın her kilidi açacağını düşünenlerden olmak ne denli doğru, tartışma konusu. Ancak öyle ciddi meblağlar söz konusu ki, ürettiğimiz her türlü aksi tezi çürütüyor. Hele ki futbolda kara borsa misali paralar kazanılıyor. Ve bu ne yazık ki ticarete dönüşen “spor endüstrisi” biçimine dönüştü. Bir de şike, iddia ve doping boyutu var. Bu konuda bisiklet epey yara aldı. Maalesef sarabilmiş değil.

Her geçen gün bir yenisini ekleyerek büyüyen skandallar dur durak bilmiyor. Zira bisiklet sporunun gelişmesi için birtakım ataklarda yok değil. Rus iş adamı Oleg Tinkoff, ismi bir anda aşina olamayacağımız bir milyarderden başka isimmiş gibi gelmiyor. Keza bu adın altında son yılların en büyük bisiklet takımlarından Tinkoff’un sahibi yatmakta.

Medyatik bir kişiliğin yanı sıra iki teker ile özümsenmiş bir ruh var onda. Fazlasıyla gazete ve dergilerin manşetlerinde yer alan ve sansasyonel haberlerin peşinden koşan Rus iş adamına yükleniyor olmak serbest bu noktada. Lakin bisiklete verdiği değer yadsınamaz.

Aslında temelinde Danimarkalıların; iletişim, sadakat, bağlılık, saygı ve ekip ruhunu bir araya getirmek amacıyla kurduğu daha sonra Oleg Tinkoff'un dahiyane Rus zekasıyla bütünleştiği bir takım haline geldi. Tabi yanına yandaş bir sponsor alarak yoluna devam etti.


Uzun bir sponsorluk anlaşma sürecini süzgecinden geçirerek Saxo Bank ile ilerleme kararı aldılar. Bunlar beraberinde çok daha fazlası ile dönecekti. Alberto Contador, Peter Sagan, Pavel Brutt, Ivan Basso gibi pedalları dahil edip büyük sükse yaparak başlangıç yapacaktı.
Daha taze bir hatırlatma;2016 yılı içerisinde Dünya Yol Yarışı ve Avrupa Yol Yarışı şampiyonaları altında Tinkoff - Saxo Bank formasını birincilik ile terleten Peter Sagan'dan başkası olamazdı.

O da tıpkı Oleg Tinkoff gibi medyanın göz bebeği olanlardandı. Hatta bazen abartmasıyla tanıyoruz. Tahayyül etmesi zor olsa da bu ikili zaman zaman bir sonraki yılın kutlamalarını erkenden yapıyordu. Haklı kısımları var! Ve bu bisiklet tutkusunun sadece heyecan verici tarafını değil, sorunlu kısımlarını da ayaklar altına seriyordu. 

Tinkoff madencilik eğitimi alırken, kendisine bir yol bisikleti aldı ve artık onun damarlarında o tutku dolaşıyordu. Zaten hiçbir zaman madencilik üzerine çalışmadı. Esasında bisiklet pedalına da basmıyordu. En azından o dönemler için...
Hazır bir yemek şirketi ve peşi sıra bira fabrikası! Bütün hikaye bundan ibaret. Bir de ileri görüşlülüğü ve biricik sevgilisi bisiklet... Zaten gerisini biliyorsunuz.

25 Kasım 2016 Cuma

Ya Hep Ya Hiç...

Bu yılki ATP Dünya Turunda enteresan eşleşmeler fısıltılar eşliğinde büyüyordu. Hemen hemen herkesin dilinde Murray-Djokovic çekişmesi geçiyordu. Keza öyle de oldu. Nadal sessiz bir şekilde kendinin ayağını kaydırdı. Zira Federer 2017’ye saklıyor. Bu su götürmez bir gerçek. Asıl fırtınayı bir sonraki yıla öteleyen bir beden büyük tenisçiler, yerini hızı epey yukarıdan olan “genç” isimlere bırakıyorlar. Bu aslınsa yavaş yavaş tahtı bırakmanın da sinyalleri…

Mevzubahis gençler olunca o hikâyenin bir yerinde Dominic Thiem ile karşılaşmanız olası. Onun hakkında; Avusturya’daki turnuvalarda parıldaması dışında bir şey göremedik eleştirilerine maruz kalan Thiem’e son derece haksızlık edildiğini kanıtladı. Dominic Thiem için kariyerinin en önemli galibiyetini Kitzbuhel Turnuvasında finali 2-0 alarak başladı.  Daha öncesi de var.

ITF Gençler kategorisinde (2011 yılında) dünya 2 numarasında iken Fransa Açık’ta pek de beklenmeyen mağlubiyet sonucunda, şampiyonluk ellerinin arasından kaydı. Thiem diğer genç yeteneklerden ayıran özelliği ise; mücadeleyi asla bırakmaması. Bir de servisleriyle her daim oyunda kalmayı başarabilmesi. 2014 yılında dünya 101. Sırasında iken sadece 2 yıl sonra dünya 7. Olmayı başarmış ender ganimetlerden, sessiz ve derinden çıkıp gelen Dominic, ara sıra şaşırtan geri dönüşleri de yapmayı ihmal etmiyordu.


2014 Mayıs ayında Madrid Open’da ilk sette Wawrinka karşısında varlık gösteremese de geri dönmeyi çok iyi bilecekti. O dönemde ATP ilk 100 arasındayken dikkatleri üzerine çekecekti. ESPN’de dahi Dominic Thiem cümle içinde kıyıda köşede değil ana başlık altında yerini buluyordu. Thiem’in saf gücüne set çekmeye muktedir görünenlerde var.  Bir diğer genç yetenek Sascha zverev gibi…

Murray, Nadal ve Wawrinka gibi tenis yıldızlarının karşısında geri adım atmaması çok şahane bir referans ki onlar karşısında hiçbir zaman sinmedi ve bu yüzdende yeni yetenek olduğuna herkesi ikna etti. Nadal’ı da! Sık sık Nadal ile yarı finallerde karşılaşan ve birçok yönüyle de Nadal’ı andıran Thiem çizgi gerisinden karşıladığı oyun ile toprak tenisçilerden bir adım öne taşınıyor.


Her ne kadar kelimelerin içine sıkıştırıp, tarif etmeye çalışsak da, net ve göz dolduran şampiyonluğa veya Grand Slam finaline uzanabilmiş değil. Kritik anlarda sakin kalabilirse ilk üç sırayı zorlaması şaşırtmayacak. Bence fazlasıyla Grand Slam finali oynamayı sonuna kadar hak ediyor. Tabi burası kurtlar sofrası…

22 Kasım 2016 Salı

Hollanda Ekolü: Edgar Davids

Şimdiki zamana bakış dünyada futbola dair ekolden söz edebiliyorduk. Daha özeline inersek futbolda “Hollanda Ekolü” tabirini bize öğretenler, izlettiren futbolcuları konuşmaktan hiç çekinmezdik. Hunharca eleştirir, attıkları gollerle nefesimiz kesilebilirdi. Veya bir duvar pasının; sıradan bir duvar pasının ne kadar zekâ dolu olabilir ki diyerek cevapsız soruların içinden çıkmaya çalıştık.
Ancak biraz daha geçmişe dönük baktığımızda unutulmayacak bir dizi okutan futbolcularla baş başa kalıyoruz. Açıkçası en sıradışı ve etkileyici olanı Edgar Davids’di. O yalnızca oyun tarzıyla değil, farklı giyimi ve gözlükleriyle bir futbol figürüydü.

90’lı yılların sonu 2000’lerin başı itibariyle yüksek dozda heyecan yaratmıştı. Oynadığı maçlarda. Tüm zamanların en iyi fundamentaline sahip nadir futbolcularındandır. Totalde 5 yıllık Ajax kariyerini İtalya’ya açılacak bir kapı olarak görecekti. Ki o dönemlerde İtalyan “futbolu” konuşuyordu. Hemen hemen tüm yıldız futbolcuların şimdilerdeki Barcelona, Real Madrid rekabetinin oyuncağı olma yolunu İtalyanlar kullanıyordu. Keyfini çıkara çıkara… Uzun sürmeyecekti.


Ajax 90’lı yılların şahane kadrosundan ayrılan furyaya dahil olacaktı. Dudak uçuklatarak, rekor ücretle Milan’a transfer olacaktı. Futbolun nazarından mı bilinmez ayağı kırılan futbolculardan olması sebebiyle Ajax dönemini arar olacaktı. Tecrübeli orta saha toparlar toparlamaz, gelen teklifleri değerlendirdi ve yabancıya değil, Torino ekibi Juventus’a imza attı. Çıkış yakalayan grafiğinin kaldığı yerden devamını çekecekti.

Muhteşem refleksler, olağanüstü top kontrolü ve de ölümcül zihinsel koordinasyon, sonucunda yeşil sahaların dokunduğu futbol cambazıydı. Onu farklı kılan futbol anlayışını kabul ettirdi. İyi ki de!
Lakin Glokom hastalığından (göz tansiyonu) dolayı taktığı özel gözlüğü ve rastalı saçlarıyla ilginç bir şekilde yakaladı bizleri. Ajax takımındayken oynadığı futbol ile hatırlatıyor kendini. Hollanda da iken neredeyse kazanmadığı kupa, şampiyonluk kalmadı. KNVB kupasından tutun da Şampiyonlar Ligi kupasına kadar…


İtalya’da daha çok ulusal kupalarla yetinmeyi tercih etti. İşin aslı buna pek fırsatı olmadı. Bugünlerde biz futbolseverlerin bu dozda futbolculara, belki yöneticilere aşırı derecede ihtiyacı var. Hollanda ekolünün sona ermesiyle beraber başlayan depresyon yavaş bir biçimde tedavi ediliyor. Sancıları da bize kalıyor. Evet, hala Hollanda Futbolunun hangover’ındayım. Pardon TDK’ya göre hengosundayım. Ya siz?

18 Kasım 2016 Cuma

Hırs: Marina Maljkovic

Rüzgar misali bir amaç uğruna savrulmaktan “ben ne yapıyorum” sorusunu sorana kadar yıllar yıllar geçmiş oluyor. Bunun sonucunda asıl olmamız gereken yerde olacağımız gemiyi kaçırmış oluyoruz. Zira bu durum sporcular için rüzgârdan çok tufan etkisi yaratabiliyor. O zamanlamayı ayarlanmadığı takdirde sıradan bir sporcunun ötesine geçemiyor.

Hiçbir hırsın ve başarının beklenmediği bir ortamda, hayal kurmak imkansız. Ancak en sevdiklerimizden; imkansızı gerçeğe dönüştürebilenleri hayranlıkla izlemek! Kendini izleten ender kadın basketbolculardan, en doğrusu antrenörlerden Marina Maljkovic…
Yüzündeki hırs ve heyecan ders olarak okutulsa “hayır” demeyiz. Denmemeli! Çünkü yeterince bastırılan kadınların en azından paradigma olarak önümüze sunulmalı, ateşlemeli! O isimlerden biri Marina Maljkovic.


Fransa’nın Abeilles de Rueil takımının genç kızlar kategorisinde oynarken asistan koçluk görevi omuzlarında hiç de ağırlık etkisi yaratmayacaktı. Kendisinin saha içi mi yoksa saha kenarı tarafında mı olacağını gözüne kestirmişti. Hem takımda oynayarak oyunun içindeydi hem de dışarıdan gözlemleme mertebesine ulaşacaktı.

Bu istekler Maljkovic’i karşılıksız bırakmayacaktı. Sırbistan’ın 3. Lig takımlarından KK Usce’nin başına getirilerek (kısa sürede asistan koçlukta terfisini alarak) kafasında oluşturduğu planları işletecekti. 3. Lig takımını fire vermeden iki yıl içinde 1. Lige çıkarıp, iddiası olan bir takıma dönüştürdü. Tek başına takımlarını değil, kendisini de!
Asıl sorun dışarıdaki zafere kolay yoldan ulaşmaya çalışan takımlardaydı. Maljkovic ilk keşfeden ilk hamlesini yapmıştı bile. ZKK Hemofarm takımı vakit ve nakit kaybetmeden transferi gerçekleştirmişti. Bilakis burada da Sırbistan’da elde edilebilecek bütün başarıları yastık altı yapacaktı.

Hedeflerinin daha da büyüten Marina Maljkovic şöhretiyle nam salmış Partizan takımına imzayı atacaktı. Pek tabi ki kadın takımına. Kendini kadın sporuna adamış olduğunu Partizan takımıyla ispatlayacaktı. Kısaca Sırbistan kariyerini açıklamak gerekirse; lig şampiyonluğu yaşadığı takımların arkasında hep “yılın koçu” unvanı olacaktı. Ve daha sonra dışarıya açıldı. Aslında çok da yabancısı olmadığı Fransa’ya uzandı. Lyon’a… 2011 yılı itibariyle Sırbistan Milli Takımın başında, 2015 Avrupa Kadınlar Basketbol şampiyonu yapacaktı.
Üstelik bu Sırbistan tarihinde de bir ilk olacaktı. Son sezonda da takımının başına “acil” koç arayan Galatasaray, Maljkovic’in kapısını çalacaktı. İşin aslı uyuyan bir takımı uyandıracaktı 35 yaşındaki Marina Maljkovic!


15 Kasım 2016 Salı

Basketbol Gurusu; Dean Smith

"Bana sadece basketbolu değil, hayatı da öğretmişti." Dean Smith'i bu sözlerle anıyordu, Michael Jordan. Ya da daha özele inmek gerekirse şayet, Michael Jordan'ı yaşayan efsane olarak dillendiriyorsak temelinde Dean Smith'ten başkası olmayacaktı. Şimdi biraz basketbol tarihine tanıklık etme zamanı...

Basketbol otoritelerinin ve disiplinli anlayışıyla yeni bir soluk getiren, 2015 yılını her ne kadar hatırlamak istemesek de; Amerikan basketbolunu yıllardır takip edenlerin sonsuz saygı ve minnetle baktıkları, hatta North Carolina denilince Michael Jordan'ın da akıllara düşmesini sağlayan Dean Smith'i kaybettiğimiz yıl geliyor ne yazık ki!
Hayatını North Carolina'ya adamış bu özel adamın izahı yok... Zira insani tarafının ağır bastığı, yardımseverliği ve ikili ilişkileri tarafından bakıldığında inanılmaz bir figürdü.



O basketbola başka pencereden bakmayı öğretti. NBA'de hiç koçluk yapmadı! Buna rağmen adını "Bay Basketbol" olarak anmaktan kimse kaçınmadı. Sadece ve sadece kolej basketbolunda yetiştirdiği yıldızlar, oyunun ivmesini değiştirdi.
Yeni bir akım başlattı. Eski köye yeni adetlerin devamı gelecekti. Örneğin kırılması güç rekorlara imzasını atmayı esirgemeyecekti.

23 NCAA turnuvasına katılacak bu alanda diğer koçlara hükmedecekti. Bunların yanı sıra 879 galibiyeti ile tarihte en çok galibiyet alan 10 koçtan biri olarak; onun ne kadar önemli bir basketbol adamı olduğunu tekrar tekrar gösterecekti. 
1967 yılında, ayrımcılığın ve ırkçılığın yoğun olduğu dönemlerde, Charlie Scott'ı transfer ederek aynı zamanda ilk burs alan siyahi basketbolcu olmasını sağladı.
1976 yılı hem ABD için hem de North Carolina için devrim niteliğinde bir karar ile Dean Smith'i ABD Milli Takımı'nın başına getirilecekti.


Smith asla oyuncunun ismini önemsemez, doğrusu oyunun önüne geçmesine izin vermezdi. 1981 yılında Dean Smith'in dikkatini çektiği ve ilk beşin bir parçası haline gelen Michael Jordan'ı keşfeder. Bu beş hayal bile edilemeyecek başarılara ulaşır. Çok geçmeden Dean Smith, Michael Jordan ikilisi dilden dile köşe bucak her noktaya ulaşır...

1982 yılında Jordan'ın son saniye basketiyle (Georgetown'a karşı) kazandığı şampiyonluk unutulmazlar arasında yerini alacaktı. North Carolina maçlarının oynandığı stadın adı Dean Smith Center olarak değiştirilmiş ve şaşırılmayacak şekilde devasa bir Michael Jordan forması asılacaktı. 
Basketbol ekolü olan Dean Smith; hayatını bilakis Michael Jordan'nın gelişimi için de adamıştı. Sadece Amerika Basketbolunun değil mütevazi ve disiplinliği ile dünyaya örnek profildi.

Bakınız Michael Jordan ne de güzel tarif ediyor: “Ailem dışında kimsenin hayatımda koç Smith kadar etkisi olmamıştır. O bir koçtan fazlasıydı. Akıl hocam, öğretmenim, benim ikinci babamdı. Ne zaman ihtiyacım olsa o hep yanımdaydı. Bu yüzden onu çok seviyordum. Basketbolu öğretirken, hayatı da öğretti." 
Teşekkürler Dean Smith!

11 Kasım 2016 Cuma

Temiz Ayaklar... Calciopoli...

Şimdilerde İtalya denilince akla pizzası, oldukça karizmatik erkekleri, tasarımları ve saymakla bitmeyecekleri şöhretleri geliyor. Haksızlık etmeden, turistik bir ülke olduğunu es geçmemek gerek . Tebdili mekanda ferahlık uzun sürmeyecekti. Yani Torino için…
Ve birkaç şehri için daha… Bilhassa son yıllarda  Milan’ın, Inter’in yokluğunda İtalyan kulüpleri arasında en başarılılardan biri olan Juventus 2006 yılında şike iddiası ile deyim yerindeyse futbol depremi yaşandı. Çünkü sadece İtalya için değil, uluslararası alanda da ilkler yaşanacaktı.
Sadece Juventus değil, İtalyan futbolu ciddi anlamda prestij kaybı yaşamış ve bir daha toparlanması yıllarını alacaktı. Dürüst olmak gerekirse en ağır darbeyi alan Juventus sağlam adımlarla yükselişe geçecekti. Geçmeye devam ediyor.

Peki nereden çıktı bu şike davası? Calciopoli skandallarının hemen arkasından Juventus’un şampiyonluklar, başarılarla dolu geçmişinin gölgede kalması ve eski itibarını kaybetmesine sebebiyet veren olaylar zincirinin temelinde yatan Calciopoli davasından başkası olmayacaktı. Her şey tesadüfen başlayan polis-medya kovalamacasının sonucunda başladı. Devamındaki süreçte polis “Temiz Ayaklar Operasyonu” olarak sürdürdü.


Büyük bir soruşturma neticesinde sadece Juventus yara almamıştır. Ya da Juventus kadar çalkantılı olmayacaktı. Milan ve Fiorentina gibi dev kulüplerin yer aldığı; maçların sonucu için hakemlerle anlaştıklarına dair bir davaydı bu. Bu yolda Juventus’un direkt olarak bir alt lig (Serie B’ye) düşürülmüş ve -9 puandan başlatılmasına karar verilmişti. 2005 ve 2006 yıllarındaki unvanları, şampiyonlukları geri alındı.

UEFA’da cezasını kesecekti ve iki yıl boyunca men edilmesine karar vermişlerdi bile! Milan, Fiorentina gibi takımların sadece (-) puanlarla başlaması uygun görüldü. Şimdi bu kadar üst seviyedeki kulüplere ceza verilir mi? Evet. Üstelik ilk olacaktı. Tabi takımlar bu denli ciddi cezalar alırken, esas kişiler yani yöneticiler ve hakemler men cezalarını alacaktılar.


Futbol bu kadar kirli bir oyun olmuş, spor endüstrisinin ağına düşmüşken, geçmişe dönmeyi borç bilmeliyiz. Son zamanlarda UEFA ‘da yaşanan skandallar, menajer + futbol ilişkilerindeki tiki takalar vesaire vesaire… Hatırlatalım! İtalya Serie A’da ne Roma’nın ne Inter’in ne de Milan’ın esamesi okunmuyorken Juventus yeşil sahaları silip süpürüyordu. 

8 Kasım 2016 Salı

Mini Mourinho

"Tutku, ormana giden yol değil, ormanın ta kendisidir. Ormanın en derin ve vahşi tarafıdır hatta. Aynı anda perilerin hala dans ettiği ve zehirli yılanların dallarda uyukladığı..." demiş Tom Robbins. 

Kulübün telefonu aralıksız çalıyordu. Arayanlar büyük ihtimalle basın mensuplarıydı. Peşi sıra kesilmeyen röportaj istekleri bitmeyecek gibiydi. Ancak ne kulüp ne de Nagelsmann dışarıya açılmak istemiyordu.
Son zamanlarda yakaladığı başarı/lar bir anda medyanın kucağına oturmuş olarak bulacaktı. Julian Nagelsmann henüz 29 yaşında fakat Alman basını peşini bırakmıyor. Ne oynadığı futboldan ne de yaptığı açıklamalardan ötürü değil! 

Futbola FC Issing'te başlayan Nagelsmann, altyapı seviyelerinde Münih ve Augsburg takımlarının U-19'lar takımında oynayacaktı. Hatta kaptanlığını dahi yapacaktı. Augsburg'da yaşadığı sakatlıklar nedeniyle maç yapamayacak hale gelmişti. Böylece üst üste aldığı darbeler sonucunda U-19 kategorisinde futbolu bırakmak zorunda kalmıştı.



Spor hayatını, en azından şimdilik bitiren Julian Nagelsmann bu boşluktan kariyerine üniversitede devam ettirmeye başlayacaktı. Devamında spor bilimlerine geçecekti. Yani kapı kapıyı açacaktı... Biraz da insan kendi şansını yaratır felsefesi ile eski takımı Augsburg'a döner.
Bu sefer teknik direktör olarak! Zira bir dönem Thomas Tuchel ile çalışacaktı. Eskiyi yad eden Nagelsmann, bir diğer eski takımı 1860 Münih takımının hocalığını yapacaktı. 

Kendine yer bulmakta pek güçlük çekmeyen yetenekli genç yetenek, en son olarak TSG 1899 Hoffenheim takımına geçti. Önce U-17 klasmanında 4 yıl hem kendisine hem de oyuncularına hocalık yapacaktı.
Bir dönem A takımın yardımcı antrenörlüğünü yaptığında hocası Tim Wiese; Nagelsmann'a "Mini Mourinho" yakıştırmasını yapacaktı. Gözünü hırs bürüyen, bir o kadar sakin yapısı yapısı ile Julian, Uu-19 takımı ile Almanya şampiyonluğu yaşadı. Bu arada U-19 liginde şampiyonluk yaşayan en  genç teknik adam oluverdi.

Lakin A takımın teknik adamı yaşadığı rahatsızlıklardan dolayı takımın başına Nagelsmann'ın geçmesine karar verdiler. (10 şubat 2016) ve bundan sonra film başlayacaktı.
Şimdilerde Bundesliga'nın yenilgisiz üç takımından bir olmuştu. Bu yıl Bayern Münih'e kancasını takan bir diğer takım olmayı başarmak pek ala zor iş...
Şampiyon olsun ya da olmasın Almanya'ya damgasını vuracaktı.

4 Kasım 2016 Cuma

İtalyan, Nibali...

Yaşamınızdaki her şeyi tanımlayabilir misiniz? Ulvi bir gücünüz yoksa çok zor! Bazen gerçekler yerine duygular devreye girer. Bazen hissetmek gerek. Örneğin sanatı… Daha da kişiselleştirirsek, müzik mesela, Rock yıldızlarından Joe Satriani; “Ne zaman albüm çıkarsam bazı hayranlarımın şok olmasına, bazılarının şaşırmasına ve bazılarını serseme dönmesine alıştım. Bu iyi bir şey. Hak ettiğimi elde ediyorum, çünkü yaratıcılığı takip ediyorum.” Anlatmak istediğim bu nokta!

Bisiklette bu ayarda benzetmelere oldukça uygun. Bilhassa özel klasman turlar. En başında Fransa Bisiklet Turu… Neden dünyanın en büyük yarışı? Net ve dürüst cevap vermek güç, bunu anlamak için belli bir saatinizi ayırıp etabı baştan sona izlemeniz, yaz sıcağının ortasında Fransa’nın yağlı boya tablosundan fırlamış kasabalarında soluğu almanız gerekebilir. Ne var ki spor endüstrisi burada da baş gösterecekti. Çünkü artık adı Fransa Bisiklet Turu olan yarışın başlangıç noktası İngiltere’ye kadar uzanacaktı. 
Ancak kadro da Froome, Contador, Nibali, Quintana… bir geri gelin ve orada bir müddet ara vererek devam edelim.


Vincenzo Nibali bir İtalyan olarak Fransa turuna farklı bir dokuyla işleyecekti yolları. Ki diğerleri bilindik isimlerdi. 2014 yılında Nibali’nin Tour de France’ı kazanırken sergilediği form, bu dörtlü isim arasında nadide bir yer edinmesine neden oluyordu. Aslında bu tabloya baktığımızda kurgunun sınırlarını zorlamak mümkün.

Artık bilindik isimlerin yanına yeni yeni pedallar yazılırken, Nibali bir pedal ile öne çıkıyordu. 2002 yılıyla Gençler Dünya Zamana Karşı etabında dünya şampiyonu olan Nibali’yi henüz durdurabilen olmadı. 2005 yılıyla profesyonel ekibe adımını attı. Önceliğini günlük turların cazibesiyle tatlandıran peşi sıra kendi toprakları İtalya’da Giro’yu kazanan bir Nibali var olacaktı... Ve hemen İspanya ve İtalya’nın özel klasman yarışları ve Fransa Turu…


Onun için şampiyonluklardan çok kendisinin ne kadar üstüne çıkacağıydı. Zira hedeflerinin üstüne her pedal basışı ile vitesi yükseltiyordu. Büyük turların hepsini en az 1 kere kazanan oyuncular listesine adını yazdırırken mahlasını oracıkta kazanacaktı. Bir İtalyan edasıyla “köpekbalığı” benzetmesini yakıştıranlara da her zaman ki gibi sessiz kalacaktı. Açıkçası o da Joe Satriani gibi hissederek yaratıcılığını ortaya koyuyordu. Gerisi mi? Teferruat!

1 Kasım 2016 Salı

Arjantin'de Tabularınızı Yıkın!

Biraz gerçeklerden biraz da temennilerle birlikte yola çıktığımızda mutlaka varırız. Ya da öyle olmasına kesin gözüyle bakmak isteriz. Tabi çoğunlukla böyle ilerlemez. Durumu yıllardır domine eden bir sporcu veya takım vardır. Zira onlarda geçilmez kıvamdadır. Bu yıldız isimleri yendiğinizde anında kahraman olmuşsunuzdur. Üstelik sadece ulusal anlamda değil dünya çapında da!
Bu tabuları yıkan yok değil mi? Leicester City takımı geçtiğimiz sezon bunu pek ala başardı. Futbolda artık bu duvarları kıranları görmeye ısındık ya diğerleri…

Misal basketbol da epey yıllar oldu. Amerika’nın kırılmaz, geçilmez durumu sinir bozucu olmaya başladı ama ilginç tarafı keyif alabiliyoruz. Bir zamanlar kimisi yakın zamanda olmakla beraber Arjantin Basketbol Takımı güneyin esintileriyle kırıp döküyordu. 1950 yılında basketbolun esamesinin yeni yeni okunduğunda Dünya Şampiyonasında altın madalya almayı başarmışlardı. Daha alışık olduğu coğrafya da Pan Amerika Oyunlarında gümüş madalyasıyla Olimpiyatlara hazırlık yapacaklardı.


Güney Amerika Kupasında kazandıkları şampiyonluklar için müzede yer bırakmayacaklardı. Lakin onlarında baş belası olacağı bir takım vardı. Amerika’nın kurduğu basketbol cumhuriyeti diğer ülkeleri zorlasa da daha yakındakilerin canını acıtmak daha kolay olacaktı. 
Bu kâbustan uyanan ülkelerin başında Arjantin’den başkası olmayacaktı. 2011 yılında FIBA Amerika Şampiyonasında birincilik tahtına oturan Arjantin, Manu Ginobili ve Luis Scola’nın MVP ödüllerini kendi aralarında paylaşmaları diğer takımlar için pek hoş karşılanmayacaktı.

Scola ve Ginobili bu ödülleri karşılıksız bırakmayacak NBA’de deyim yerindeyse parkede izini bırakacaktı. Güney Amerika’da sadece Arjantin varmış gibi konuşmamak gerek. Brezilya Basketbol takımı da bu konuda hiç fena sayılmaz. Yakın zamanda Güney Amerika’nın Leicester City takımı çıkacağından hiç şüpheler yok. 
Yine de Arjantin’e dönecek olursak; Ginobili, Scola, Pepe Sanchez, Hermann gibi yıldızlarıyla 2002-2012 yılları arasındaki rakiplerine korku salmış bir takımdı.

Bu oyuncuların muntazam saha görüşü olmasından ötürü, çevirdikleri top ile rakip taraftarları dahi coşturdukları çok olmuştur. Gözlerin bu efsane kadroyu aradığından dolayı Amerika’nın hükümdarlığına boyun eğilmesi bundandır.

Beklentilerin aksine Güney Amerika’da futbolla kurdukları net bağlantı sadece biz, olmasını diliyor ve bunun peşinden iz sürüyorduk. Haklı çıkmak, gerçeklerimize oturtmak için…