"Sir" unvanı, İngiltere'de Kraliçe tarafından bizzat kendince verilen iki unvandan biri. Dolayısıyla ki İngiltere sıkı düzeni düşünerek fazlasıyla önem taşıyan onur tacı. Önceleri savaşlarda üstün hizmet gösteren askerlere verilen bu yaldızlı harfler, günümüz koşullarını askeri boyutların sınırları aşmış bir unvan biçimini aldı. Savaşta gösterilen mücadelelere değil, sanata, spora kısacası göz önündeki alanlara verilen değere biçilen bir kaftan. Genelde ilk akla gelen Alex Ferguson olur, zira efsane "Rolling Stone" Mick Jagger, Elton John futbolun efendilerinden Bobby Robson ve dünyaca ünlü futbolcu David Beckham gibi isimler yaptıkları işlerin hakkını veren isimler. Sir unvanıyla şereflendiriliyor.
Unutulmaya yüz tutmuş bir isim daha var. Bisiklet dünyası onu oldukça yakından tanıyor ve takip ediyor. Kırılması güç rekorları ve sempatikliğiyle İskoçların gözdesi Sir Chris Hoy. Chris Hoy'un tanınmamış olmasının sebebi Olimpiyatlar da aldığı başarılar, madalyalar... Çünkü Dünya Şampiyonları veya Avrupa'da düzenlenen turnuvalar Olimpiyatlara gölge düşürüyor, bir de bireysel sporlara uzak oluşumuz ana etkenlerden. Olimpiyatlar spor ve ülkenin tanıtımının yaygınlaşması açısından dünyanın en kapsamlı spor etkinliği.
Yakın zamanda çok yakınımızda, Erzurum'da gerçekleştirilen Kış Olimpiyatlarının şampiyonları kim diye sorulsa cevap verecek isim zor buluruz. Peki ya Chris Hoy Olimpiyatların neresinde? Hoy 11 kez bisiklette Dünya Şampiyonu olmuş, yanına 6 kez Olimpiyatlar şampiyonluğu yazdırmış. Ona kısaca tüm zamanların gelmiş geçmiş en başarılı Olimpiyat bisikletçisi diyebiliriz. Chris Hoy'un bu başarıları lise yıllarında takım arkadaşlarıyla kürek takımında ve yine bütün olan bu gurup daha sonra rugby oynayarak takım sporlarının getirdiği birliği, bisiklet sporuna taşıyarak boynuna geçirdiği madalyaların açıklamalarını getiriyordu.
14 yaşında bastığı pedallar bir anlamda kariyerini belirliyordu. 3 yıl sonrasında Berlin'de ilk madalyasını (gümüş) kazanacaktı. Beraberinde izlediği şampiyonluklar adım adım onu ve ülkesini Olimpiyatlara taşıyacaktı. 2000 yılında Sidney Olimpiyatları aynı zamanda Büyük Britanya için Rönesans devrimi demekti. Olimpiyat oyunlarında 3 altın madalya kazanan ilk İngiliz sporcu olmayı başarınca sessiz sessiz "Sir" nişanesini yazdırmaya gidiyordu, üstelik kraliçenin ellerinden.
2007 yılı gibi hız rekorunu kırmayı denese de sadece 0.005 saniye düşürerek yaklaşmaya çalıştı. Sidney, Atina ve kendi toprakları Londra için farklı anlamı vardı. İngilizler içinde. O bisiklet sporunun velhasıl İngiltere için dönüşüm ve değişimini sağladı. 2013 yılında emekli olduğunu duyuran Hoy aynı yıl UNICEF'in ilham büyükelçisi oldu.
Çocuklar için özel olarak tasarladığı bisikletler dahil olmak üzere kolları sıvamıştı Hoy. Birleşik Krallık için gurur tablosu eşliğinde "Sir" unvanını hak eden bir sporcuydu. Kimileri Chris Hoy'u yeni duyuyor olabilir kimileri içinse "Sir" unvanı az diyenler yok değil. Olimpiyatlara bir başka gözle bakmamızı sağlayan 3. viteste bir sporcu.
30 Aralık 2015 Çarşamba
29 Aralık 2015 Salı
Klasik Bir İtalyan, Asla! Gianfranco Zola
Jurgen Kloop Liverpool'a çare olabilecek mi derken, henüz grafik yukarılara taşınamadı. Bilakis geçen hafta Watford takımından aldığı ağır darbe sonucu bu işte bir terslik var demeye başladık. Tek başına teknik direktöre bağlamak da yanlış elbette. Watford Spor kulübü orta seyirde takip eden futbolu ile bir Leicester City takımı değil. 2012-2013 sezonunda şu anki Liverpool'a istinaden çözüm üretebilmek adına takımın başına Gianfranco Zola getirildi. Tıpkı şu an Kırmızı-Beyazlıların saplandığı yoldan çıkmak için başvurdukları yöntem.
Futbol her dönem bizi yalnız bırakmadı, ayrı ayrı yıldızlar sundu. Reklamlardaki yüzler, posterler (yerini akıllı telefonların yerini alan), bonservisler, transferler amaç hep aynıydı, yüzler değişse de. Çocuklara idol olan futbolcular birilerinin hayatlarına dokundular. Futbolseverler arasında bir takım yazılı olmayan kurallar da mevcuttur. Mesela körü körüne bağlanmak. Sporun içinden bir cümle. İtalyanlar bu konuda emsal teşkil edenlerden. Çünkü İtalyanlar riski sevmez, yaratıcılığa, farklılığa alışamazlar. Aynı zamanda transfer olmasını da istemezler (İtalyan takımları dışında!).
Sıradışı örnekleri de yok değil tabi. Bir İtalyan futbolu geleneğine sıkı sıkı bağlı, forvetin öncülerinden Zola.
Adını diğer nam salmış futbolculara nazaran duymayız, tarih sayfalarında. Çok daha fazla övgüyle bahsedilecek yeteneklere sahipti. Onun da şansızlığı her dönemde olabileceği gibi forvet mevkinde büyük isimler oluşu. Baggio ve Totti'nin gölgesinde fark edilmek epey zorluydu. Küçücük bir sakatlık veya boşlukta o fırsatı tepmeyecekti. Bunlara rağmen futbol kariyerinin son dönemlerinde ülke sınırları dar gelen, transfer olan ender İtalyanlardan.
Sonuçta Premier Lige aşina olmaya çalışan İtalyan halkı vardı ve İngilizlerin kurtarıcısı Zola rüzgarı esecekti. Chelsea'de gösterdiği performansla Lige damgasını vuracaktı. Dünya devlerinin dahi yakasını kurtaramadıkları mali sorunlar nedeniyle Torres takımından Napoli'yle ağları delen gollerinden sonra Parma'ya transfer olan Zola günümüzde bulunan Parma'nın çok ötesinde.
Inter, Milan, Juventus gibi takımların arasından sıyrılıp Avrupa da ses getirmek istiyorlardı. Bu hedefler doğrultusunda yatırım yapan Parma; listenin başında. Amaçlarına giden yolda Avrupa kupasını kazanmaya yaklaşan hatta kupanın kulpundan tutan Parma, Juventus ve Marsilya'yı eleyerek 2 kere müzelerine götürürler.
Eksikliği bu iki sezonda attığı 50'ye yakın golle kapatır. Başarısını perçinlemiş Zola, artık başka bir ülke de rüştünü ispatlamak ister. Rota dosdoğru Chelsea'ye, Londra'yı gösterir. Harikalar yaratmaya, yazmaya devam eden Zola sezon ortasında geldiği Chelsea'de, İtalya'da görmediği ilgiyle karşılaşır. Yine Chelsea'ye ilk Avrupa kupasını kazandıracak isimdir o. Üstüne üstün oyuna girdikten 30 saniye sonra atacağı maçın tek golü ile. (4-5 ay aradan sonra UEFA Süper Kupayı dahil ederek.)
Chelsea'nin bu sezonu saymazsak; bu başarılara ve dünya devlerinin arasında yer almasının ana sebeplerinden Gianfranco Zola.
Yadsınamaz. Öyle ki 25 numaralı formayı (7 sezon giydiği) Chelsea tarafından emekli edilmesi sıkı bağların ve sadakatin resmedilmesiydi. Bir de yıllarca Fenerbahçe'ye gelememesiyle Türk gazeteciliğinde geniş yankı bulmuştu. Herkes hazırdı, taraftar, yönetim, Havalimanı-Kadıköy arasındaki güzergah bile.
Ama Zola gelmedi. Çünkü Chelsea'den sonra ülkesine dönerek Cagliari de jubile yaparak, veda etti. Attığı frikik golleri, UEFA kupaları, Chelsea derken gölgesinde kaldığı oyunculardan kısmen sıyrıldı.
Yinede hakettiği değeri göremedi, Chelsea taraftarı dışında.
Klasik bir İtalyan gibi çizmenin içine hapsolmadan, etkisini hissettirdi.
Futbol her dönem bizi yalnız bırakmadı, ayrı ayrı yıldızlar sundu. Reklamlardaki yüzler, posterler (yerini akıllı telefonların yerini alan), bonservisler, transferler amaç hep aynıydı, yüzler değişse de. Çocuklara idol olan futbolcular birilerinin hayatlarına dokundular. Futbolseverler arasında bir takım yazılı olmayan kurallar da mevcuttur. Mesela körü körüne bağlanmak. Sporun içinden bir cümle. İtalyanlar bu konuda emsal teşkil edenlerden. Çünkü İtalyanlar riski sevmez, yaratıcılığa, farklılığa alışamazlar. Aynı zamanda transfer olmasını da istemezler (İtalyan takımları dışında!).
Sıradışı örnekleri de yok değil tabi. Bir İtalyan futbolu geleneğine sıkı sıkı bağlı, forvetin öncülerinden Zola.
Adını diğer nam salmış futbolculara nazaran duymayız, tarih sayfalarında. Çok daha fazla övgüyle bahsedilecek yeteneklere sahipti. Onun da şansızlığı her dönemde olabileceği gibi forvet mevkinde büyük isimler oluşu. Baggio ve Totti'nin gölgesinde fark edilmek epey zorluydu. Küçücük bir sakatlık veya boşlukta o fırsatı tepmeyecekti. Bunlara rağmen futbol kariyerinin son dönemlerinde ülke sınırları dar gelen, transfer olan ender İtalyanlardan.
Sonuçta Premier Lige aşina olmaya çalışan İtalyan halkı vardı ve İngilizlerin kurtarıcısı Zola rüzgarı esecekti. Chelsea'de gösterdiği performansla Lige damgasını vuracaktı. Dünya devlerinin dahi yakasını kurtaramadıkları mali sorunlar nedeniyle Torres takımından Napoli'yle ağları delen gollerinden sonra Parma'ya transfer olan Zola günümüzde bulunan Parma'nın çok ötesinde.
Inter, Milan, Juventus gibi takımların arasından sıyrılıp Avrupa da ses getirmek istiyorlardı. Bu hedefler doğrultusunda yatırım yapan Parma; listenin başında. Amaçlarına giden yolda Avrupa kupasını kazanmaya yaklaşan hatta kupanın kulpundan tutan Parma, Juventus ve Marsilya'yı eleyerek 2 kere müzelerine götürürler.
Eksikliği bu iki sezonda attığı 50'ye yakın golle kapatır. Başarısını perçinlemiş Zola, artık başka bir ülke de rüştünü ispatlamak ister. Rota dosdoğru Chelsea'ye, Londra'yı gösterir. Harikalar yaratmaya, yazmaya devam eden Zola sezon ortasında geldiği Chelsea'de, İtalya'da görmediği ilgiyle karşılaşır. Yine Chelsea'ye ilk Avrupa kupasını kazandıracak isimdir o. Üstüne üstün oyuna girdikten 30 saniye sonra atacağı maçın tek golü ile. (4-5 ay aradan sonra UEFA Süper Kupayı dahil ederek.)
Chelsea'nin bu sezonu saymazsak; bu başarılara ve dünya devlerinin arasında yer almasının ana sebeplerinden Gianfranco Zola.
Yadsınamaz. Öyle ki 25 numaralı formayı (7 sezon giydiği) Chelsea tarafından emekli edilmesi sıkı bağların ve sadakatin resmedilmesiydi. Bir de yıllarca Fenerbahçe'ye gelememesiyle Türk gazeteciliğinde geniş yankı bulmuştu. Herkes hazırdı, taraftar, yönetim, Havalimanı-Kadıköy arasındaki güzergah bile.
Ama Zola gelmedi. Çünkü Chelsea'den sonra ülkesine dönerek Cagliari de jubile yaparak, veda etti. Attığı frikik golleri, UEFA kupaları, Chelsea derken gölgesinde kaldığı oyunculardan kısmen sıyrıldı.
Yinede hakettiği değeri göremedi, Chelsea taraftarı dışında.
Klasik bir İtalyan gibi çizmenin içine hapsolmadan, etkisini hissettirdi.
27 Aralık 2015 Pazar
Engelleri Kaldıralım mı?
Mahalle sakinleri klasik bir şekilde gürültüden şikayetçidir. Yararına olsun olmasın, sokakta ses yapmak kat'iyen yasak. Bu konu nereye gidiyor derseniz de engelli vatandaşlar için yapılan (zorunlu) sarı renkteki görme engelliler için yapılan kaldırım taşları durmaksızın devam ediyor. Yeni yönetmelik bunu gerektirir çünkü.
Aralık ayının ilk günleriydi sanırım, sokakta bağırış sesleri yükseliyordu. Küçük bir ağız dalaşından sonra, sessizlik hakimdi. Kavganın sebebine gelince mahallede oturanlar arabalarını park edecek yer bulamayınca kaldırıma park ediyorlar. Bu kaldırım çatışmasından dolayı sıkıntı yaşayan grubun isyanıymış.
Anlayacağınız, konuya nereden bakarsak bakalım; elimizde kalıyor. Bu kadar uzağız... Konunun ucu açık! Engelli park yerinden tutunda kaldırıma kadar konuşulacak konu başlıkları sıralanır. Gündelik yaşantımızdan ne denli örnekler verebiliyorsak sporda bu örneklemeyi kuşatıyor. Bir basketbol sahasının kuralları, ebatlarının aynısını içeren koşullar, ayrımcılık olmaksızın.
Bilakis yüksek kondisyon ve teknik yeteneklerin ve de hızın yüksek yüzdeyle oynanması gereken bir spor; Tekerlekli Sandalye Basketbolu. Fark ettiniz, bu biraz yabancı geldi. Başarıları da öyle olacaktır muhakkak.
Avrupa ve Dünya'nın kulak verdiği takımlarımıza biz bir o kadar uzağız, konu ana sporlar olunca hayatımızın üstünde tutuyoruz. Diğer branşlara yer bırakmıyoruz. Yer açalım o halde, engelleri kaldıralım. 2014 yılında Güney Kore'de düzenlenen Dünya Şampiyonası'nın yarı finalinde takıldık. Yine de Dünya üçüncüsü oldular. Üstelik bu konudaki dünya devlerinden İspanya'yı devirerek bronz madalyayı boynuna geçirdiler. Belki Avustralya engeline takılmasalardı Dünya Şampiyonu olmaları kaçınılmaz gerçekti.
Bu onları daha hırslı ve istekli olmaya itti. Gelecek yıllarda Türk medyasını arkasına da alarak çok daha ileriye taşıyacaktır.
Nasıl bu kadar emin olduğuma değinirsek, oklar Galatasaray Tekerlekli Sandalye Basketbol takımını gösteriyor. 2005 yılında kurulmalarına rağmen arka arkaya 9 yıl Türkiye Tekerlekli Sandalye Basketbol Süper Liginde (TTSB) Şampiyonluğu göğüslediler. Bitti mi? Tabi ki de hayır, çünkü onları Türk milleti dışındaki tüm Avrupalılar tanıyorlar.
Namağlup Şampiyonlar Kupası alan tek Türk takımı. Özetlemek gerekirse Şampiyonlar Ligi kupasında yenilgi yüzü görmeden kupayı kaldırmak vesselam.
Sanırım bu futbolda olsa kutlamaların sonu gelmezdi. Böyle hayal etmek bu kadar basit. Tekerlekli sandalye basketbol sporcularının da tek istedikleri bu aslında. Desteklemek! Galatasaray takımı, kırılmadık rekor bırakmazken, üstelik sadece gazetenin alt köşelerinde yer alan haberleri dışında. Kıtalararası Kitakyushu Şampiyonlar Kupası 4 kez evine götürdü. Başarılar çok ve uzun...
Bu arada sokakta engelli kaldırım taşları için yapılan tartışma 3 Aralıktı, şimdi anımsadım!
Aralık ayının ilk günleriydi sanırım, sokakta bağırış sesleri yükseliyordu. Küçük bir ağız dalaşından sonra, sessizlik hakimdi. Kavganın sebebine gelince mahallede oturanlar arabalarını park edecek yer bulamayınca kaldırıma park ediyorlar. Bu kaldırım çatışmasından dolayı sıkıntı yaşayan grubun isyanıymış.
Anlayacağınız, konuya nereden bakarsak bakalım; elimizde kalıyor. Bu kadar uzağız... Konunun ucu açık! Engelli park yerinden tutunda kaldırıma kadar konuşulacak konu başlıkları sıralanır. Gündelik yaşantımızdan ne denli örnekler verebiliyorsak sporda bu örneklemeyi kuşatıyor. Bir basketbol sahasının kuralları, ebatlarının aynısını içeren koşullar, ayrımcılık olmaksızın.
Bilakis yüksek kondisyon ve teknik yeteneklerin ve de hızın yüksek yüzdeyle oynanması gereken bir spor; Tekerlekli Sandalye Basketbolu. Fark ettiniz, bu biraz yabancı geldi. Başarıları da öyle olacaktır muhakkak.
Avrupa ve Dünya'nın kulak verdiği takımlarımıza biz bir o kadar uzağız, konu ana sporlar olunca hayatımızın üstünde tutuyoruz. Diğer branşlara yer bırakmıyoruz. Yer açalım o halde, engelleri kaldıralım. 2014 yılında Güney Kore'de düzenlenen Dünya Şampiyonası'nın yarı finalinde takıldık. Yine de Dünya üçüncüsü oldular. Üstelik bu konudaki dünya devlerinden İspanya'yı devirerek bronz madalyayı boynuna geçirdiler. Belki Avustralya engeline takılmasalardı Dünya Şampiyonu olmaları kaçınılmaz gerçekti.
Bu onları daha hırslı ve istekli olmaya itti. Gelecek yıllarda Türk medyasını arkasına da alarak çok daha ileriye taşıyacaktır.
Nasıl bu kadar emin olduğuma değinirsek, oklar Galatasaray Tekerlekli Sandalye Basketbol takımını gösteriyor. 2005 yılında kurulmalarına rağmen arka arkaya 9 yıl Türkiye Tekerlekli Sandalye Basketbol Süper Liginde (TTSB) Şampiyonluğu göğüslediler. Bitti mi? Tabi ki de hayır, çünkü onları Türk milleti dışındaki tüm Avrupalılar tanıyorlar.
Namağlup Şampiyonlar Kupası alan tek Türk takımı. Özetlemek gerekirse Şampiyonlar Ligi kupasında yenilgi yüzü görmeden kupayı kaldırmak vesselam.
Sanırım bu futbolda olsa kutlamaların sonu gelmezdi. Böyle hayal etmek bu kadar basit. Tekerlekli sandalye basketbol sporcularının da tek istedikleri bu aslında. Desteklemek! Galatasaray takımı, kırılmadık rekor bırakmazken, üstelik sadece gazetenin alt köşelerinde yer alan haberleri dışında. Kıtalararası Kitakyushu Şampiyonlar Kupası 4 kez evine götürdü. Başarılar çok ve uzun...
Bu arada sokakta engelli kaldırım taşları için yapılan tartışma 3 Aralıktı, şimdi anımsadım!
25 Aralık 2015 Cuma
Can Bartu'dan Yan Dal
Sivri dili... Biraz üstten bakan görüntüsü... Tanımayanlar için estetiğe ihtiyaç duymadan burnu havaya kalktı gibi düşüncelere kapılabilirsiniz. Yine de çok ama çok seviliyor Sinyor Bartu. Anlatılanlar, okuduklarımız, golleri ile "efsane" olmuş bir futbolcu. Can Bartu'nun şimdilerdeki kimliğini kazanması şık giyinen, koyu Fenerbahçeli babasından gelir esasında. Bir bakıma her çocuğun sporcu oluşundan, bilhassa futbolsa babası etkilidir. Tek başına yeterli değil. Liseye başlarken Fenerbahçe tutkusunu basketbol parkelerine taşır.
Asıl hikayede böyle başlar. Onu futbolcu olarak tanıyanlar, basketbol kökenli olduğunu pek bilmezler.
Basketbol takımı; Edirne'deki maçta, basketleriyle coşturan ve gelecek vaat eden hırsıyla A takıma alma niyetindedirler. O gün Edirne'de sadece basketbol oynayacağını zanneden Can Bartu futbol takımınında basketboldan birkaç takviye oyuncuyla maça çıkarlar. O birkaç oyuncudan biridir Can Bartu. Aynı zamanda takımının tek ve galibiyet golünü de atar. İşte Can Bartu'nun futbol macerası ilk adımını atar.
İki sporu aynı anda yürütmeye çalışan 13 yaşında bir çocuk gerçekte. Ailesini ikna etmekte güçlük çeken Bartu, çareyi habersiz imza atmakta bulur. Böylece futbol antrenmanından çıkıp teri soğumadan basketbol maçında bulurdu kendisini.
Tabi bu evine ekmek götürmeye çalışan baba gibi koşuşturmacayı kaldıramaz. İkisi birlikte gitmeyince tercih yapmak zorunda bırakılır. Gizli kalmış yeşil sahalar çeker içine. O biraz diğer futbolculara göre alışılmışın dışında modaya uygun giyimi ve zarif oyun stiliyle genç yaşta "baron" lakabını üstlenmişti. Fenerbahçe'de arka arkaya oynadığı 5 yıl içinde, Avrupa'da Can Bartu fısıltı gazetesiyle yayılmıştı. İlk teklif, cazip teklif İtalyanlar'dan gelmişti bile. Tam 6 yıl boyunca Fiorentina, Venezia ve Lazio'da orta sahada duvar ördü. Yine de Fenerbahçe'deki oyun tarzından ve gollerinden biraz uzaklaşmıştı.
Aynı yıllarda başka bir efsane daha ses getiriyordu, Metin Oktay. Sarı kırmızı renklerle kuşatılmış Taçsız Kral! Benzer kariyer geçmişine sahip Türk futbolunun medar-ı iftiharı. Onlar adeta bir filmin başkahramanları gibiydiler. Biri Taçsız Kral diğeri Sinyor Bartu filminin gerçek yaşamdan alıntılarını oynuyorlardı. Gelecek nesillere, yeteneklere örnek teşkil ederek. Birer yıl aralıklarla jübilelerini yapmışlardı.
Asıl unutulmayacak dakikalar ise; Metin Oktay'ın jübilesinin son dakikalarında Can Bartu ile formaları değişmiş son 15 dakikayı rakip formalarla oynamışlardı.
Unutulmazdı. Yerini kavganın, ağız dalaşlarının ve kırmızı kartların aldığı bu görüntüleri özledik. Çok mu ciddiye alıyoruz! İki efsaneyi art arda uğurladıktan sonra Can Bartu spor yorumculuğuna transfer olacaktır. Futbolcu değilde basketboldan devam etseydi daha o yıllarda Avrupa'da veya Amerika'da Nba oluşumunun çocukluk dönemlerinden yine isminden söz ettirirdi, hiç şüphesiz.
Türkiye spor tarihinde, Türk Milli formayı hem basketbol hem de futbol oynarken giyen ilk ve tek sporcu. Belki Mehmet Okur bu unvanı tazeleyebilirdi ama biz onu böyle de ayakta alkışlıyoruz. Bunları dile getirince aklıma Frank Rijkaard sözleri çınlatıyor. "Türk futbolunda her şeyden biraz var ama hiçbir şey tam değil" haklılık payı çok.!
Asıl hikayede böyle başlar. Onu futbolcu olarak tanıyanlar, basketbol kökenli olduğunu pek bilmezler.
Basketbol takımı; Edirne'deki maçta, basketleriyle coşturan ve gelecek vaat eden hırsıyla A takıma alma niyetindedirler. O gün Edirne'de sadece basketbol oynayacağını zanneden Can Bartu futbol takımınında basketboldan birkaç takviye oyuncuyla maça çıkarlar. O birkaç oyuncudan biridir Can Bartu. Aynı zamanda takımının tek ve galibiyet golünü de atar. İşte Can Bartu'nun futbol macerası ilk adımını atar.
İki sporu aynı anda yürütmeye çalışan 13 yaşında bir çocuk gerçekte. Ailesini ikna etmekte güçlük çeken Bartu, çareyi habersiz imza atmakta bulur. Böylece futbol antrenmanından çıkıp teri soğumadan basketbol maçında bulurdu kendisini.
Metin Oktay ve Can Bartu jübile maçında. |
Aynı yıllarda başka bir efsane daha ses getiriyordu, Metin Oktay. Sarı kırmızı renklerle kuşatılmış Taçsız Kral! Benzer kariyer geçmişine sahip Türk futbolunun medar-ı iftiharı. Onlar adeta bir filmin başkahramanları gibiydiler. Biri Taçsız Kral diğeri Sinyor Bartu filminin gerçek yaşamdan alıntılarını oynuyorlardı. Gelecek nesillere, yeteneklere örnek teşkil ederek. Birer yıl aralıklarla jübilelerini yapmışlardı.
Asıl unutulmayacak dakikalar ise; Metin Oktay'ın jübilesinin son dakikalarında Can Bartu ile formaları değişmiş son 15 dakikayı rakip formalarla oynamışlardı.
Unutulmazdı. Yerini kavganın, ağız dalaşlarının ve kırmızı kartların aldığı bu görüntüleri özledik. Çok mu ciddiye alıyoruz! İki efsaneyi art arda uğurladıktan sonra Can Bartu spor yorumculuğuna transfer olacaktır. Futbolcu değilde basketboldan devam etseydi daha o yıllarda Avrupa'da veya Amerika'da Nba oluşumunun çocukluk dönemlerinden yine isminden söz ettirirdi, hiç şüphesiz.
Türkiye spor tarihinde, Türk Milli formayı hem basketbol hem de futbol oynarken giyen ilk ve tek sporcu. Belki Mehmet Okur bu unvanı tazeleyebilirdi ama biz onu böyle de ayakta alkışlıyoruz. Bunları dile getirince aklıma Frank Rijkaard sözleri çınlatıyor. "Türk futbolunda her şeyden biraz var ama hiçbir şey tam değil" haklılık payı çok.!
24 Aralık 2015 Perşembe
Tenise Bir Yandaş; Squash
Bir konuda yanlışımız var! Açık ve net. İngiltere'ye hep futbolun beşiği diye hafızalara kazıdık. Yanlış ama doğru! Sadece futbolun değil, sporun beşiği. Ne konuda araştırma yaparsak yapalım, muhakkak ki cümlenin birinde İngiltere topraklarına rast gelirsiniz. İşte onlardan biri; Squash... Bizler adını yeni yeni duyuyor olabiliriz. Aslında kökeni 1500'lü yıllara kadar uzanıyor. Her şey Fransızların can sıkıntısıyla ve içinde eğlence olmazsa olmazıyla, topu duvara çarptırması ile başladı.
İlk başlarda sadece bu kadar basitti ve herkes habersizdi. 1800'lü yıllarla beraber küçük bir İngiliz dokunuşuyla asıl amacına ve popülerliğine ulaştı.
Öğrenciler okulun parke zemininin boşalmasını beklerken tıpkı Fransızlar gibi topu duvara atma kervanına katılmışlardı. Ve oyun bundan sonra gelişti, günümüz şeklini almaya başladı. Yine ilk kort zeminini erken davranan İngilizler yaptırdı. Devamında çekişmeli mücadeleler ve tenis seyircisini Squash'a kaydırma çabalarıyla ciddi bir rekabet var. Pakistan, Malezya, Mısır, Fransa ve İngiltere ülkeleri sürekli yer kapmaca oyunu oynuyormuşcasına liderlik koltuğu el değiştiriyor.
Bu koltuğun yer değişiminden istifade Pakistan'ın bir köyündeki squash oyuncuları birbirlerinden habersiz şekilde en çok kazanan ülkesi konuma getiriyor.
Şu çılgın medya nerede? Bu sporunda üzerinde ne zaman flaşlar patlayacak? Henüz sorularımız cevapsız! Ancak dikkat çeken spor severler ve Amerika'nın prestijli iş dergisi Forbes "Dünyanın en sağlıklı sporu" olarak açıklık getirdi. Medya'ya buradan bir koz: Wall Street'in en çok tercih edilen sporu Squash'a bir şans verin. Örneğin izlemek yerine uygulamalı başlayabilirsiniz. Kısaca Squash'a değinmek gerekirse; küpü andıran parke sahadan ve duvarları özel malzemelerden yapılan bir zemin ve de son olarak tenis raketine benzeyen raketler ile klasik tenis mantığıyla, maç kazanılmaya çalışır.
Şu an için Squash "Gelişmekte olan spor branşları" listesinde 1 numara. Daha da çarpıcı bir son dakika haberi, 2016 Olimpiyatlarına yetişemez belki ama Olimpiyatlara giriş yapması an meselesi. Bu sporun en göz alıcı tarafı ise; kadınların himayesine ve üstünlüğüne girmiş bir spor. Gelecekte neler olur bilmiyorum ama günümüz için iç açıcı bir haber.
1912 yılında buz dağı kurbanı olan Titanic!
Binlerce insanın cesetlerinin bile bulanamayan insanların öldüğü gemi de şansı yaver gidenlerde vardı. Dünyanın en ünlü ve kanlı gemisinde sporcularda bulunuyordu. Bokstan, atletizime, tenisten, squasha kadar... Hepsi de gelecekleri adına Yeni Dünya'ya açılmayı hedefliyorlardı. Kim bilir oracıkta can veren sporcuları konuşacaktık kırdığı rekorlarla. Şanslı olanlardan biri de Charles Williams'tı. Gördüğü manzara dev bir buz dağıydı ve de suya gömülen yüce Titanic! Charles dünya şampiyonluğu unvanını korumak ve yeni bir şampiyonluk kazanabilmek için Amerika'ya gidiyordu.
Bir de ünlü tenisçi Dick Williams ve Karl Behr vardı. Yollarına bir şekilde devam etti. Yaşam savaşı verdikleri bu soğuk yolda, şimdilerde birbirlerine yandaşlık yapıyorlar. Tenisin Avrupa'ya ve Dünya'ya kazandırdığı sükseden bahsetmiyorum bile. Burada mühim olan Squash'ın elinden tutabilmek.
İlk başlarda sadece bu kadar basitti ve herkes habersizdi. 1800'lü yıllarla beraber küçük bir İngiliz dokunuşuyla asıl amacına ve popülerliğine ulaştı.
Öğrenciler okulun parke zemininin boşalmasını beklerken tıpkı Fransızlar gibi topu duvara atma kervanına katılmışlardı. Ve oyun bundan sonra gelişti, günümüz şeklini almaya başladı. Yine ilk kort zeminini erken davranan İngilizler yaptırdı. Devamında çekişmeli mücadeleler ve tenis seyircisini Squash'a kaydırma çabalarıyla ciddi bir rekabet var. Pakistan, Malezya, Mısır, Fransa ve İngiltere ülkeleri sürekli yer kapmaca oyunu oynuyormuşcasına liderlik koltuğu el değiştiriyor.
Bu koltuğun yer değişiminden istifade Pakistan'ın bir köyündeki squash oyuncuları birbirlerinden habersiz şekilde en çok kazanan ülkesi konuma getiriyor.
Şu çılgın medya nerede? Bu sporunda üzerinde ne zaman flaşlar patlayacak? Henüz sorularımız cevapsız! Ancak dikkat çeken spor severler ve Amerika'nın prestijli iş dergisi Forbes "Dünyanın en sağlıklı sporu" olarak açıklık getirdi. Medya'ya buradan bir koz: Wall Street'in en çok tercih edilen sporu Squash'a bir şans verin. Örneğin izlemek yerine uygulamalı başlayabilirsiniz. Kısaca Squash'a değinmek gerekirse; küpü andıran parke sahadan ve duvarları özel malzemelerden yapılan bir zemin ve de son olarak tenis raketine benzeyen raketler ile klasik tenis mantığıyla, maç kazanılmaya çalışır.
Şu an için Squash "Gelişmekte olan spor branşları" listesinde 1 numara. Daha da çarpıcı bir son dakika haberi, 2016 Olimpiyatlarına yetişemez belki ama Olimpiyatlara giriş yapması an meselesi. Bu sporun en göz alıcı tarafı ise; kadınların himayesine ve üstünlüğüne girmiş bir spor. Gelecekte neler olur bilmiyorum ama günümüz için iç açıcı bir haber.
1912 yılında buz dağı kurbanı olan Titanic!
Binlerce insanın cesetlerinin bile bulanamayan insanların öldüğü gemi de şansı yaver gidenlerde vardı. Dünyanın en ünlü ve kanlı gemisinde sporcularda bulunuyordu. Bokstan, atletizime, tenisten, squasha kadar... Hepsi de gelecekleri adına Yeni Dünya'ya açılmayı hedefliyorlardı. Kim bilir oracıkta can veren sporcuları konuşacaktık kırdığı rekorlarla. Şanslı olanlardan biri de Charles Williams'tı. Gördüğü manzara dev bir buz dağıydı ve de suya gömülen yüce Titanic! Charles dünya şampiyonluğu unvanını korumak ve yeni bir şampiyonluk kazanabilmek için Amerika'ya gidiyordu.
Bir de ünlü tenisçi Dick Williams ve Karl Behr vardı. Yollarına bir şekilde devam etti. Yaşam savaşı verdikleri bu soğuk yolda, şimdilerde birbirlerine yandaşlık yapıyorlar. Tenisin Avrupa'ya ve Dünya'ya kazandırdığı sükseden bahsetmiyorum bile. Burada mühim olan Squash'ın elinden tutabilmek.
Etiketler:
#CharlesWilliams,
#Egypt,
#england,
#france,
#Malaysia,
#Pakistan,
#Squash,
#tenis,
#tennis,
#Titanic
23 Aralık 2015 Çarşamba
Veledrom Yoksa; Bisiklette Yok, Sporcu da!
Başımızın büyük belası, bireysel sporlar. Uzun yıllardır belimizi doğrultamıyoruz. Sözünü etmemek için kendimi alıkoymak istemiyorum. Başarısız olma sebeplerinden en büyüğü son zamanlarda sadece ülkemiz için değil, dünyayı saran doping skandalları. Önce atletizmde yaşandı bu patlak, ardından bir bir döküldü tüm pozitif sonuçlar. Doping deyince bisikletin adı bir hayli kirlendi. Artık bir şampiyonluk veya yükseliş gösterdiğinde sporcu, hemen akıllara soru işareti geliyor.
Böylelikle sporu, bireysel sporları, takım sporlarına kanalize etmiş oluyoruz. Gerçi takımlarda da olabiliyor ama o 1 kişiyi kapamak kolaylaşıyor.
Durumun vahameti ortada. Ortada olmayan, yatırım ve kaybedilen güven. Yol bisikleti sporunda gelişmekte olan ülkelere bakış pist bisikletinin, kültürünün önemi ortaya çıkıyor. Fransa, İtalya ve İspanya bisiklet devleri, aynı zamanda, dağ ve yol bisikletinin yaygın olduğu ülkeler. Neden? Çok basit. Zamana karşı, tırmanma etapları için ve de hız çalışmaları yapabilmek için gerekli olan tek şart pist bisikleti. Bu antrenmanların yapılması her seferinde şehir de çalışmak için uygun olmayacaktır.
Daha basite indirgersek en kolay ve tehlikesiz şekilde gelişim gösterebilmek adına veledromların mantığını kavrayacağız. Veledromlar da yetişen sporcuları, spora ve yol yarışlarına entegre etmek hem daha kolay hem de sporcu yetiştirmek isteyen ülkeler için çok büyük avantaj.
Veledromu lüks olarak görmek yerine ihtiyaç olduğunu anlayabilmek bir adım öne taşır. Pist bisikleti Olimpiyat sporları içerisinde talep gören ve kaliteli sporcuların yetişmesinde katkısı ölçülemez. Ülkemiz adına da bakmak da yarar var. Açık ve net. Veledrom yok şu an Türkiye de. Bir adet Maltepe'de var esasında. Avrupa yakasında oturan biri için tartışmaya açık bir konuya dönüşüyor. Burası aynı zamanda eğitim amaçlı. Şaşırtıcı ve ilginç bir bilgi bizi bekliyor. Şu an Bursaspor'un Timsah Arena Stadının bulunduğu nokta 1950'li yıllarda veledrom görevi görüyordu; tam olarak değil.
Pistin dokusunun yanlış dizayn edilmesi, açısının hesaplanamaması sonucunda klasik Türk manzarasına dönüştü ne yazık ki. Futbol sahası olarak çevre semtlerin uğrak alanı oldu.
Bursa'daki pistten 65 yıl sonra Maltepe'deki veledromun açılışından bahsedebilmek mümkün. Dolaylı ve doğrudan etkileyen bir anlayış Türk sporcuların başarı ve şampiyonluklar kazanamamasını doğurdu. Beraberinde ana akım medya da unutmaya yüz tuttu. Bakınız Fransa Bisiklet Turuna katılan bir Türk sporcu veya takımı var mı? Çok yüksekten başlangıç olmasın, İspanya turu da olabilir.
İrlanda; küçük ve nüfusu az bir ülke fakat hem Tour de France'de hem de World Tour'a sporcu gönderebiliyor.
Oklar yeniden veledrom ve kaynakların yetersizliğine çıkıyor. Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turunun ötesine geçemiyoruz. Bisikleti Türkiye'nin çok geride kaldığı spor olarak yer bulmaya çalışıyor. Yeni söylemler, "gurur tablosu", "göğüs kabartmalar", veledrom yok ama Olimpiyatlara gidecekler.
Başlık korkunç. Çünkü o bisikletçiler Türkiye'de veledrom olmaması nedeniyle İsviçre'de bulunan parkurları kullanmak zorunda kalıyor. Bisiklet sporu tüm fedakarlıkların sonucunda nasibini aldı.
Bu gidişat almaya da devam edecek görüntüsünde. Gerçekçi olmak şart! Veledrom yoksa; ne bisiklet ne de sporcu var.
Böylelikle sporu, bireysel sporları, takım sporlarına kanalize etmiş oluyoruz. Gerçi takımlarda da olabiliyor ama o 1 kişiyi kapamak kolaylaşıyor.
Durumun vahameti ortada. Ortada olmayan, yatırım ve kaybedilen güven. Yol bisikleti sporunda gelişmekte olan ülkelere bakış pist bisikletinin, kültürünün önemi ortaya çıkıyor. Fransa, İtalya ve İspanya bisiklet devleri, aynı zamanda, dağ ve yol bisikletinin yaygın olduğu ülkeler. Neden? Çok basit. Zamana karşı, tırmanma etapları için ve de hız çalışmaları yapabilmek için gerekli olan tek şart pist bisikleti. Bu antrenmanların yapılması her seferinde şehir de çalışmak için uygun olmayacaktır.
Daha basite indirgersek en kolay ve tehlikesiz şekilde gelişim gösterebilmek adına veledromların mantığını kavrayacağız. Veledromlar da yetişen sporcuları, spora ve yol yarışlarına entegre etmek hem daha kolay hem de sporcu yetiştirmek isteyen ülkeler için çok büyük avantaj.
Veledromu lüks olarak görmek yerine ihtiyaç olduğunu anlayabilmek bir adım öne taşır. Pist bisikleti Olimpiyat sporları içerisinde talep gören ve kaliteli sporcuların yetişmesinde katkısı ölçülemez. Ülkemiz adına da bakmak da yarar var. Açık ve net. Veledrom yok şu an Türkiye de. Bir adet Maltepe'de var esasında. Avrupa yakasında oturan biri için tartışmaya açık bir konuya dönüşüyor. Burası aynı zamanda eğitim amaçlı. Şaşırtıcı ve ilginç bir bilgi bizi bekliyor. Şu an Bursaspor'un Timsah Arena Stadının bulunduğu nokta 1950'li yıllarda veledrom görevi görüyordu; tam olarak değil.
Pistin dokusunun yanlış dizayn edilmesi, açısının hesaplanamaması sonucunda klasik Türk manzarasına dönüştü ne yazık ki. Futbol sahası olarak çevre semtlerin uğrak alanı oldu.
Bursa'daki pistten 65 yıl sonra Maltepe'deki veledromun açılışından bahsedebilmek mümkün. Dolaylı ve doğrudan etkileyen bir anlayış Türk sporcuların başarı ve şampiyonluklar kazanamamasını doğurdu. Beraberinde ana akım medya da unutmaya yüz tuttu. Bakınız Fransa Bisiklet Turuna katılan bir Türk sporcu veya takımı var mı? Çok yüksekten başlangıç olmasın, İspanya turu da olabilir.
İrlanda; küçük ve nüfusu az bir ülke fakat hem Tour de France'de hem de World Tour'a sporcu gönderebiliyor.
Oklar yeniden veledrom ve kaynakların yetersizliğine çıkıyor. Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turunun ötesine geçemiyoruz. Bisikleti Türkiye'nin çok geride kaldığı spor olarak yer bulmaya çalışıyor. Yeni söylemler, "gurur tablosu", "göğüs kabartmalar", veledrom yok ama Olimpiyatlara gidecekler.
Başlık korkunç. Çünkü o bisikletçiler Türkiye'de veledrom olmaması nedeniyle İsviçre'de bulunan parkurları kullanmak zorunda kalıyor. Bisiklet sporu tüm fedakarlıkların sonucunda nasibini aldı.
Bu gidişat almaya da devam edecek görüntüsünde. Gerçekçi olmak şart! Veledrom yoksa; ne bisiklet ne de sporcu var.
22 Aralık 2015 Salı
Abe Saperstein'in Unutulmaz Asisti: Harlem Globetrotters
İkinci planda olmak kelimesini epey yanlış anlayabiliyoruz. Sanki değersiz ve görünmezmiş gibi etkisiz eleman algısı yaratıyoruz. Yanlış. Külliyen yanlış! Aksini düşünürsek, ben izlediklerimin, bizzat gözlerim ile şahit olduklarım yalancısıyım o zaman. Her şeyden önce ikinci planda olanlara ya da olaylara şans tanınmalı. İşte size spor, ikici planda kalan spor. Hemen şimdiden örnek verelim. Bakınız Chelsea'ye puan durumu olarak bakıldığında küme düşme hattında, sallantıda. Fakat o son şampiyon, "kusursuz" Mourinho'nun takımı, asla dillerden düşmez. Zira, düştü. Yerini ikinci planda olan Leichester City'e bıraktı. Sonuna kadar hak ederek geldiler.
Futbol bu ikinci planda kalanlar tabusu da 21. yüzyılda yeni yeni kırılmaya başlandı. Halbuki iki taş, bir top ile sokakta oynanabilen bir spor iken. Burada akla ilk gelen, hazır sokak demişken Harlem Globetrotters akıllara düşüyor. Kimilerine göre basketbol sporuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan kimilerine göre "işte basketbol bu adamım" diyen kesim vardı. Hem ayrıca New York'ta falanda oturmuyorlardı. Abe Saperstein öyle istemişti. Abe Saperstein de kim? Hadi gelin başa alalım.
Bir ipucu verebilirim. Hayal meyal hatırladığım Beyaz Gölge dizisi desem; doğrusu dizinin bir bölümünde de geçen, hafızalara kazınan, ünlü ve kendini bilmeyen lise takımına "haddini" bildirmek olarak çıkış noktası olan bir grup. Böyle bir kalıba yerleştirerek işin içinden çıkmak büyük haksızlık olur. Tamamı siyahi oyunculardan oluşan beyaz Saperstein'in kurduğu Globetrotters sıradan, özgüveni eksik bir takımdı. Yine harekete geçiren de Abe Saperstein oldu. Aslında sıradışı, girişimci, iş adamı, spor tutkusu olan bunların üzerine sos olarak şovmenliği de ekleyerek kafasında bir takım kurmuştu.
Daha ilk yıllarında (ilk profesyonel maçları 1927'de) 117 maçta, 100'ü aşkın galibiyetlerle NBA'e -bir dakika bizde buradayız- dedi. Harlem akılları karıştırıyor. Burada tırnak açmalıyım. İnsanların para kazanmak için, yaşamlarını sürdürebilmeleri için seyahatlerini organize eden, yetinmeyip basketbol oynamak oldukları bir sığınaktı. NBA öncesi yıllardan bahsediyorum. Bir yandan aslında sporun ırk ayrımı olmadan beraber yapılabileceğini bizzat gösteren "motto"suyla devam ediyordu.
1940'lar ve sonrasında NBA paketi açılmamış gıcır gıcır durumda; Bill Russel, Wilt Chamberlain gibi efsane isimlerin adının yeni duyulduğu sayılı günler...
Doğal olarak amatör lig gördüğü, NBA katılmama kararı alır ve özerk şekilde yola devam ederler. O dönem için haklıydı. Minneapolis Lakers'ın ses getiren farklarla yenince fazla güven pompalamışlardı. Dünya'ya basketbolu tanıtma çabası, savaş esnasında farklı ülkelere gidip gösteri maçları yapan profesyonel şovmen takımı olmuşlardı. Abe Saperstein son yıllarında NBA katılmama kararının son derece pişmanlığını her seferinde dile getiriyordu.
Abe esasında hedefine ulaşmıştı, her ne kadar NBA'in kıyısından dönse de: “1951 yılıydı. Berlin Olimpiyat Stadında onları izlemeye 75 bin kişi gelmişti. Bütün stat babamı ve Harlem’i ayakta alkışladı. Babam o gün ağladı. Neden ağladığını sorduğumda bana, -1936 yılında Hitler bu stadı dolduran Almanlara Yahudileri ezdirmişti. Tam 15 yıl sonra yine aynı statta Almanlar, bu kez bir Yahudiyi elleri patlayana kadar alkışladılar-” ifadeleri.
Bu sözler sonrası Harlem'de eski popülerliğini yinelemeye başlamıştı, hesap edemediği NBA dünyayı sarsan profesyonel basketbol anlayışı dışında. Sadece ikinci planda kalabilmişti. Diziye konu olan gölge gibiydi, NBA'e bir çok oyuncuyu kazandıran gölge...
Abe öldükten sonra takım el değiştirdi, ikinci planda kalmaya sıkı sıkı bağlandılar. Bunu basketbol olarak görmeyenlerin kimisini haklı çıkararak! Tamamen eğlence yoluna saparak, -sizin sorununuz o koca kafanızın tabuları yıkmamasıydı- düşünceleri.
Abe'nin o domino taşlarına küçük bir dokunuşu unutmazsak!
Futbol bu ikinci planda kalanlar tabusu da 21. yüzyılda yeni yeni kırılmaya başlandı. Halbuki iki taş, bir top ile sokakta oynanabilen bir spor iken. Burada akla ilk gelen, hazır sokak demişken Harlem Globetrotters akıllara düşüyor. Kimilerine göre basketbol sporuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan kimilerine göre "işte basketbol bu adamım" diyen kesim vardı. Hem ayrıca New York'ta falanda oturmuyorlardı. Abe Saperstein öyle istemişti. Abe Saperstein de kim? Hadi gelin başa alalım.
Bir ipucu verebilirim. Hayal meyal hatırladığım Beyaz Gölge dizisi desem; doğrusu dizinin bir bölümünde de geçen, hafızalara kazınan, ünlü ve kendini bilmeyen lise takımına "haddini" bildirmek olarak çıkış noktası olan bir grup. Böyle bir kalıba yerleştirerek işin içinden çıkmak büyük haksızlık olur. Tamamı siyahi oyunculardan oluşan beyaz Saperstein'in kurduğu Globetrotters sıradan, özgüveni eksik bir takımdı. Yine harekete geçiren de Abe Saperstein oldu. Aslında sıradışı, girişimci, iş adamı, spor tutkusu olan bunların üzerine sos olarak şovmenliği de ekleyerek kafasında bir takım kurmuştu.
Daha ilk yıllarında (ilk profesyonel maçları 1927'de) 117 maçta, 100'ü aşkın galibiyetlerle NBA'e -bir dakika bizde buradayız- dedi. Harlem akılları karıştırıyor. Burada tırnak açmalıyım. İnsanların para kazanmak için, yaşamlarını sürdürebilmeleri için seyahatlerini organize eden, yetinmeyip basketbol oynamak oldukları bir sığınaktı. NBA öncesi yıllardan bahsediyorum. Bir yandan aslında sporun ırk ayrımı olmadan beraber yapılabileceğini bizzat gösteren "motto"suyla devam ediyordu.
1940'lar ve sonrasında NBA paketi açılmamış gıcır gıcır durumda; Bill Russel, Wilt Chamberlain gibi efsane isimlerin adının yeni duyulduğu sayılı günler...
Abe Saperstein ile Wilt Chamberlain |
Abe esasında hedefine ulaşmıştı, her ne kadar NBA'in kıyısından dönse de: “1951 yılıydı. Berlin Olimpiyat Stadında onları izlemeye 75 bin kişi gelmişti. Bütün stat babamı ve Harlem’i ayakta alkışladı. Babam o gün ağladı. Neden ağladığını sorduğumda bana, -1936 yılında Hitler bu stadı dolduran Almanlara Yahudileri ezdirmişti. Tam 15 yıl sonra yine aynı statta Almanlar, bu kez bir Yahudiyi elleri patlayana kadar alkışladılar-” ifadeleri.
Bu sözler sonrası Harlem'de eski popülerliğini yinelemeye başlamıştı, hesap edemediği NBA dünyayı sarsan profesyonel basketbol anlayışı dışında. Sadece ikinci planda kalabilmişti. Diziye konu olan gölge gibiydi, NBA'e bir çok oyuncuyu kazandıran gölge...
Abe öldükten sonra takım el değiştirdi, ikinci planda kalmaya sıkı sıkı bağlandılar. Bunu basketbol olarak görmeyenlerin kimisini haklı çıkararak! Tamamen eğlence yoluna saparak, -sizin sorununuz o koca kafanızın tabuları yıkmamasıydı- düşünceleri.
Abe'nin o domino taşlarına küçük bir dokunuşu unutmazsak!
21 Aralık 2015 Pazartesi
Aaron Ramsey'in Damgası
Batıl inanışlar hangi kültür veya toplum olursa olsun dışlanmaya, bazı kesimlerce benimsenmesiyle değer kazanıyor. 13 sayısı, aynanın kırılması, kara kedi türünde vesaire farklı farklı ritüeller üretip, batıl inanç kavramına çeşitli boyutlar kazandırmışlardır. Bir anlamda insanoğlu neye inanmak istiyorsa ona şans verip doğru veya yanlış çıkmasını beklemişler. Uğursuzluk ya da adını nasıl anlamlandırmak istiyorsanız; kişisel hataların, beceriksizliklerin ve şansızlıkların "günah keçisi" olarak başlarından savururlar.
Severiz aslında her ne kadar umurumuzda değil desek de. Biraz magazinel etki yaratması işimize geliyor.
Rutin konuşmaların pençesinden kurtulup, esrarengiz hava yaratılması maçın önüne geçen gündem olarak belirleriz. Kabul edin, böyle! Kaleye çekilen peşi sıra şutların direkten dönmesi; hem taraftarın hem de futbolcuların kanaatsiz uğursuz diye dile getiriyoruz. Bir bakıma sporunda bir parçası haline dönüşmüş bir gelenek. Çoğu futbolcunun da vardır. Bilhassa maç öncesi, İngilizler sansasyonel haberlere bayılır. Medya bayılır! Biraz dedikoduya da. Bir akım beliriyorsa bunda İngiliz medyasının ve taraftarının payı büyüktür.
Genç yaşta yeteneğine bakılmaksızın kıyılan Aaron Ramsey: Adalıların gazabına uğrayanlar listesinde hemen yerini aldı. Halbuki orta saha oyuncusunun istatistiklerinin oldukça üzerinde çıkış yakalamış, takımlar arası transferlerin paylaşılmaz adamı olmuştu. Durumun öznesi, oynadığı futboldan çok, batıl inanışların pençesine takılmıştı. Cardiff City tarafından keşfedilip profesyonel anlamda Premier Lig kariyeriyle açılışını yapar. Cardiff ile attığı ilk golünde liseye giden 16 yaşında bir çocuktu.
Orta sahanın temelini oluşturan Aaron, forveti çıkmaza girdiğinde yardıma golle koşan ilk isim olması Ramsey'i daha yukarılara taşıyacaktı.
Her zaman Everton'ın radarına takılan futbolcu olsa da Cardiff City'de kalması ilk tercihiydi. Ardından Arsenal takımına transfer olmasıyla hem Flamini'nin yerini dolduran hem de Şampiyonlar Liginde oynaması açısından bir basamak atladı. Tabi bu esnalarda sessiz sakin oyu yerine kafa karıştıran haberlerle ürkütülmeye başladı. Arsenal'de gol atmaya devam ediyordu. Ramsey attıkça gündem golleri tartışmak yerine ne zaman bir gol atsa ünlü bir ismin ölüm haberi karşılıyordu.
Kehanet, rastlantı ya da uğursuzluk damgaları birer birer yapıştırılıyordu. 2010 yılında "şansız" bir şekilde ayağı kırılan genç yetenek devreyi kapattı. Ne olduysa bundan sonra gerçekleşmeye başladı. Sakatlık haberleri için manşet beklenirken hemen sayfanın yarısında Şili'de 8.8 şiddeti deprem gerçekleşti ve bu depremde yüzlerce kişi hayatını kaybetti, yazılarıyla küçükten insanların beyni yıkanmaya başlandı.
Bitmedi! İnsanlar enteresan!
Ertesi yıl attığı gollerle takımının galibiyet gollerinden sonra Usame Bin Ladin, Steve Jobs ve Kaddafi'nin ölümleri aynı güne denk gelmesi Aaron Ramsey'e kara kedi muamelesi yapılmak için geçerli sebepleri oldu. 2012 yılında Sunderland'de oynadıkları kritik maçta yine gol atan Ramsey, Whitney Houston'ın otel odasındaki ceseti ile sarsıldı.
Bu denk gelen goller ve ölümler birbiri ile bağdaştırılıp "Curse of Ramsey" ( Ramsey'in laneti) diye tesadüflere dayandırıldı. Sosyal medyanın gücü Ada ve Dünya basınına fazlasıyla yardımcı oldu.
Hat-trick yaparsa herkes olduğu yerde kalsın gibi enteresan açıklamalar bir yandan eğlenceli capslere dönüştü. Nedendir bilinmez Arsenal memnun kaldığı, verim aldığı oyuncusundan faydalanmak yerine kiralık olarak tekrardan Cardiff City'e kiralandı. Bir nevi Dejavu yaşıyordu. Tabi hatayı anlayan Arsenal yönetimi Ramsey'i tekrardan takıma aldı.
Kafa karışıklığına yol açan bu kehanet Aaron Ramsey'i hiç etkilememiş gibi o gollere devam ediyor, dünya da her gün binlerce insan ölüyor. Eeee... insanoğlu doğar, büyür ve ölür!
Severiz aslında her ne kadar umurumuzda değil desek de. Biraz magazinel etki yaratması işimize geliyor.
Rutin konuşmaların pençesinden kurtulup, esrarengiz hava yaratılması maçın önüne geçen gündem olarak belirleriz. Kabul edin, böyle! Kaleye çekilen peşi sıra şutların direkten dönmesi; hem taraftarın hem de futbolcuların kanaatsiz uğursuz diye dile getiriyoruz. Bir bakıma sporunda bir parçası haline dönüşmüş bir gelenek. Çoğu futbolcunun da vardır. Bilhassa maç öncesi, İngilizler sansasyonel haberlere bayılır. Medya bayılır! Biraz dedikoduya da. Bir akım beliriyorsa bunda İngiliz medyasının ve taraftarının payı büyüktür.
Genç yaşta yeteneğine bakılmaksızın kıyılan Aaron Ramsey: Adalıların gazabına uğrayanlar listesinde hemen yerini aldı. Halbuki orta saha oyuncusunun istatistiklerinin oldukça üzerinde çıkış yakalamış, takımlar arası transferlerin paylaşılmaz adamı olmuştu. Durumun öznesi, oynadığı futboldan çok, batıl inanışların pençesine takılmıştı. Cardiff City tarafından keşfedilip profesyonel anlamda Premier Lig kariyeriyle açılışını yapar. Cardiff ile attığı ilk golünde liseye giden 16 yaşında bir çocuktu.
Orta sahanın temelini oluşturan Aaron, forveti çıkmaza girdiğinde yardıma golle koşan ilk isim olması Ramsey'i daha yukarılara taşıyacaktı.
Her zaman Everton'ın radarına takılan futbolcu olsa da Cardiff City'de kalması ilk tercihiydi. Ardından Arsenal takımına transfer olmasıyla hem Flamini'nin yerini dolduran hem de Şampiyonlar Liginde oynaması açısından bir basamak atladı. Tabi bu esnalarda sessiz sakin oyu yerine kafa karıştıran haberlerle ürkütülmeye başladı. Arsenal'de gol atmaya devam ediyordu. Ramsey attıkça gündem golleri tartışmak yerine ne zaman bir gol atsa ünlü bir ismin ölüm haberi karşılıyordu.
Kehanet, rastlantı ya da uğursuzluk damgaları birer birer yapıştırılıyordu. 2010 yılında "şansız" bir şekilde ayağı kırılan genç yetenek devreyi kapattı. Ne olduysa bundan sonra gerçekleşmeye başladı. Sakatlık haberleri için manşet beklenirken hemen sayfanın yarısında Şili'de 8.8 şiddeti deprem gerçekleşti ve bu depremde yüzlerce kişi hayatını kaybetti, yazılarıyla küçükten insanların beyni yıkanmaya başlandı.
Bitmedi! İnsanlar enteresan!
Ertesi yıl attığı gollerle takımının galibiyet gollerinden sonra Usame Bin Ladin, Steve Jobs ve Kaddafi'nin ölümleri aynı güne denk gelmesi Aaron Ramsey'e kara kedi muamelesi yapılmak için geçerli sebepleri oldu. 2012 yılında Sunderland'de oynadıkları kritik maçta yine gol atan Ramsey, Whitney Houston'ın otel odasındaki ceseti ile sarsıldı.
Bu denk gelen goller ve ölümler birbiri ile bağdaştırılıp "Curse of Ramsey" ( Ramsey'in laneti) diye tesadüflere dayandırıldı. Sosyal medyanın gücü Ada ve Dünya basınına fazlasıyla yardımcı oldu.
Hat-trick yaparsa herkes olduğu yerde kalsın gibi enteresan açıklamalar bir yandan eğlenceli capslere dönüştü. Nedendir bilinmez Arsenal memnun kaldığı, verim aldığı oyuncusundan faydalanmak yerine kiralık olarak tekrardan Cardiff City'e kiralandı. Bir nevi Dejavu yaşıyordu. Tabi hatayı anlayan Arsenal yönetimi Ramsey'i tekrardan takıma aldı.
Kafa karışıklığına yol açan bu kehanet Aaron Ramsey'i hiç etkilememiş gibi o gollere devam ediyor, dünya da her gün binlerce insan ölüyor. Eeee... insanoğlu doğar, büyür ve ölür!
18 Aralık 2015 Cuma
Sanki Hiç Bırakıp Gitmeyecekmişsin Gibi Kobe
Nereden başlayacağım gerçekten bilemiyorum. Çünkü her şekilde haksızlık olacak. Hemen hepsini yazıya döküp, eksiksiz ki bu pek mümkün değil. Dürüst olmak, insanın kendisindeki başarısızlığı kabullenmek hele ki bir dünya yıldızı iseniz insanın ruhuna dokunuyor, sorguluyorsunuz. İlk başladığı günden beri (1996 yılından) 2016 Haziran ayını varsayarak 20 yıl Los Angeles Lakers'ta 8 ve 24 numaralı formalara yeni şeklini verdi. Hayranları da bu numaralar üzerinden ilginç yaklaşımlar geliştirdiler: dövme yaptırandan, matematik formülü oluşturana kadar seçenek çok...
İlk başladığı yıllarda takımın daha mühim, kallavi bir değeri vardı. Hem daha Bryant kim, tanıyan yok! Sokaktan geçen vatandaş misali..! Zaten birkaç yıl içinde bu çekişme, ağız dalaşına varıncaya kadar medya önünde "reality show" niteliği kazanacaktı. Shaquille O'neal ile arasındaki gerginlik üst seviyeye ulaşsa da kimse terk eden taraf olmak istemiyordu. Paylaşılamayan toplar çöküşün zeminini hazırlıyordu, en azından yakın zaman için... Shaq ile birlikte arka arkaya (2000, 2001, 2002) olmak üzere NBA şampiyonluğu yaşadılar. Burada MVP savaşları da çıkacaktı. Bu konuda Shaq'ın eline su dökemeyiz. 2004 yılı ile beraber paylaşılamayan Shaq vardı. Tam üç oyuncu karşılığında Miami sahillerine takas edilen Shaq! Ucuza bile gitti diyenler olmuştu. Doğal olarak Lakers'ta ortalık Kobe'ye kalmış oldu.
Yeri doldurulamaz oyuncudan bahsediyoruz. Bir bocalama dönemi başladı. Tam üç yıl sürdü! Çalkantılı Los Angeles günleri, haftaları yaşamış birine göre fazla dik ve emin duruşlu idi. Kim bilir onu takımda tutan da bu özgüvendir belki de. Shaq'ı bile deviren bir Kobe'den bahsediyorsak hırsından ve atletik duruşundan korkmalıyız. O bize hep sempatik baksa da. Neredeyse NBA başladığı günden beri All-Star karmasına seçilen (toplam 17 kez, bu yılı bilemiyoruz henüz tabi) ve beş NBA şampiyonluğu yaşayan, evinin bir köşesini müzeye çevirecek yüzükleri, madalyaları ve şampiyonlukları bulunan Kobe 37 yaşına geldi, halen daha yeni genç isimlere taş çıkartır durumda.
Yeni, dahi çocuk Curry zor biraz! Ortalığı silip, sürüyor. 30 kasım 2015'te basketbola ateş düştü, alevleri tüm dünyayı sardı. Futbolcular başta olmak üzere Kobe'ye jestler yapılıyordu.
Özel bir davet için Türkiye'ye gelen Black Mamba, Galatasaray formasını giyerek hem goller attı hem de kalesini korudu. O gün bugündür sıcak temaslar sürdürülüyor. Emekli olacağını açıklayan Kobe Bryant'ın bu durumdan istifade Galatasaray yönetimi; bir nevi transfer teklifiyle "Bizimle devam etmek ister misin?" sözleriyle farklı bakış açıları geliştirildi.
Daha öncede Barselonalı Messi ile Kobe'nin THY reklamlarıyla İstanbul aşinalığını biliyoruz. Dünya'da onu tanımayan var mı ki? Üstelik emeklilik kararından sonra sarsan ve duygu yüklü mektubu varken. Hem bence kesin bir kitap yazar, kelimelere sığdıramadığı basketbolunu düşünürsek. Bırakmadan önce Michael Jordan'ın bir rekorunu kırmadan olmaz dedi. NBA'de tüm zamanların en skorer 10 isminden 3. sıraya taşındı. (32310 ki bu rekor yıl sonuna doğru daha katlanabilir) 1 numarada Kareem-Abdul Jabbar var, 38387 ile.
Belki basketbola hiç yönelmeseydi bilim adamı olabilirdi, (SAT puanındaki derecesiyle) veya bir futbolcu (babası İtalya'ya transfer olduğu zaman) ya da iyi bir dil bilimci (İngilizce, İtalyanca ve İspanyolca ana dili gibi). Kolay kolay keşfedilmeyen yeteneklerin değeri sahiden paha biçilemez.
Birçokları tarafından da özellikle spor yazarları için geçerli, onu Michael Jordan'ın veliahdı olarak görüyorlardı. Bilemedim! İlla birilerine benzetmek? Farkı farklı olarak sunan iki isim! Yine de bir dipnot; Lakers'ta dolu dolu 20 yıl oynayarak NBA takımının formasını en uzun süre giyen basketbolcu unvanını da elde etmiş oldu.
Unvan çok, emek yoğun, duyguları baskın. Mektup her şeyi özetliyor aslında. Son bir isteği var Kobe'nin. 2016 Rio Olimpiyatlarında yer almak istiyor, hem bize de son kez izleme şansı doğuyor. "Bunu şimdi bilmeni istiyorum ki kalan her anının keyfini çıkaralım."
İlk başladığı yıllarda takımın daha mühim, kallavi bir değeri vardı. Hem daha Bryant kim, tanıyan yok! Sokaktan geçen vatandaş misali..! Zaten birkaç yıl içinde bu çekişme, ağız dalaşına varıncaya kadar medya önünde "reality show" niteliği kazanacaktı. Shaquille O'neal ile arasındaki gerginlik üst seviyeye ulaşsa da kimse terk eden taraf olmak istemiyordu. Paylaşılamayan toplar çöküşün zeminini hazırlıyordu, en azından yakın zaman için... Shaq ile birlikte arka arkaya (2000, 2001, 2002) olmak üzere NBA şampiyonluğu yaşadılar. Burada MVP savaşları da çıkacaktı. Bu konuda Shaq'ın eline su dökemeyiz. 2004 yılı ile beraber paylaşılamayan Shaq vardı. Tam üç oyuncu karşılığında Miami sahillerine takas edilen Shaq! Ucuza bile gitti diyenler olmuştu. Doğal olarak Lakers'ta ortalık Kobe'ye kalmış oldu.
Yeri doldurulamaz oyuncudan bahsediyoruz. Bir bocalama dönemi başladı. Tam üç yıl sürdü! Çalkantılı Los Angeles günleri, haftaları yaşamış birine göre fazla dik ve emin duruşlu idi. Kim bilir onu takımda tutan da bu özgüvendir belki de. Shaq'ı bile deviren bir Kobe'den bahsediyorsak hırsından ve atletik duruşundan korkmalıyız. O bize hep sempatik baksa da. Neredeyse NBA başladığı günden beri All-Star karmasına seçilen (toplam 17 kez, bu yılı bilemiyoruz henüz tabi) ve beş NBA şampiyonluğu yaşayan, evinin bir köşesini müzeye çevirecek yüzükleri, madalyaları ve şampiyonlukları bulunan Kobe 37 yaşına geldi, halen daha yeni genç isimlere taş çıkartır durumda.
Yeni, dahi çocuk Curry zor biraz! Ortalığı silip, sürüyor. 30 kasım 2015'te basketbola ateş düştü, alevleri tüm dünyayı sardı. Futbolcular başta olmak üzere Kobe'ye jestler yapılıyordu.
Özel bir davet için Türkiye'ye gelen Black Mamba, Galatasaray formasını giyerek hem goller attı hem de kalesini korudu. O gün bugündür sıcak temaslar sürdürülüyor. Emekli olacağını açıklayan Kobe Bryant'ın bu durumdan istifade Galatasaray yönetimi; bir nevi transfer teklifiyle "Bizimle devam etmek ister misin?" sözleriyle farklı bakış açıları geliştirildi.
Daha öncede Barselonalı Messi ile Kobe'nin THY reklamlarıyla İstanbul aşinalığını biliyoruz. Dünya'da onu tanımayan var mı ki? Üstelik emeklilik kararından sonra sarsan ve duygu yüklü mektubu varken. Hem bence kesin bir kitap yazar, kelimelere sığdıramadığı basketbolunu düşünürsek. Bırakmadan önce Michael Jordan'ın bir rekorunu kırmadan olmaz dedi. NBA'de tüm zamanların en skorer 10 isminden 3. sıraya taşındı. (32310 ki bu rekor yıl sonuna doğru daha katlanabilir) 1 numarada Kareem-Abdul Jabbar var, 38387 ile.
Belki basketbola hiç yönelmeseydi bilim adamı olabilirdi, (SAT puanındaki derecesiyle) veya bir futbolcu (babası İtalya'ya transfer olduğu zaman) ya da iyi bir dil bilimci (İngilizce, İtalyanca ve İspanyolca ana dili gibi). Kolay kolay keşfedilmeyen yeteneklerin değeri sahiden paha biçilemez.
Birçokları tarafından da özellikle spor yazarları için geçerli, onu Michael Jordan'ın veliahdı olarak görüyorlardı. Bilemedim! İlla birilerine benzetmek? Farkı farklı olarak sunan iki isim! Yine de bir dipnot; Lakers'ta dolu dolu 20 yıl oynayarak NBA takımının formasını en uzun süre giyen basketbolcu unvanını da elde etmiş oldu.
Unvan çok, emek yoğun, duyguları baskın. Mektup her şeyi özetliyor aslında. Son bir isteği var Kobe'nin. 2016 Rio Olimpiyatlarında yer almak istiyor, hem bize de son kez izleme şansı doğuyor. "Bunu şimdi bilmeni istiyorum ki kalan her anının keyfini çıkaralım."
17 Aralık 2015 Perşembe
İçimizdeki Çocuklar; Isaac ve Jaden Newman gibi!
Çocuklar harika birer aktörler, her şey yapacakları her şey için doğallığını katarak kendilerini veriyorlar. Aldatmaca yok! Pazarlık yok! En önemlisi saf sevgilerini vererek var olma çabasındalar. Bu gerçekten çaba gerektirir. Çünkü doğal ve saf olan hiçbir duyguyu kabul etmez spor; sert, acımasız ve işgüzarlığı sever. Gerisi teferruat! Gündemi meşgul eden çoğu sporcu 20 yaş ve üstü. Zannediyoruz ki bu isimle belli yaştan sonra yeteneğine yetenek katıyor. Yani, şimdi bu tarzda oyuncularda var.
Kendini yeni keşfeden, öbür yandan çocuk yaşta kasıp kavuranların haberi mümkün değil yapılmaz. Geçtiğimiz aylarda Messi'nin belgeseli yayınlandığında kısacık boyuna ve yaşına rağmen neler yapabileceğini çalımlayarak anlattı. Çocukluk dönemleri hiç yaşanmayıp, doğruca profesyonel hayata ışınlanıyormuşuz gibi etki yaratıyoruz. Halbuki bakın Kobe Bryant'ta yazdığı mektupta çocukluk anılarıyla bütünleşen, basketbol tutkusunu yazıya dökmüş; içindeki çocuğu yaşatarak.
Basketbol cinsiyet ayrımının daha az görüldüğü ve himayesine alabilen spor. Amerika, basketbolun doğma büyüme memleketi. Kısmen bir parçası Avrupa'da yetişiyor. 10 yaşındaki Jaden Newman okul takımının vazgeçilmez parçası, kulübünün de. Jaden, kendisinden yaşça ve boy olarak büyük rakiplerine boyun eğmeyen, sayı kraliçeliğine adını yazdıran bir çocuk. Tamamıyla amatörce oynuyor ama öyle düşünmeden. Esasında profesyonelliğe erişmiş. Sezon başına 30,5 sayı ortalamasıyla NBA istatistiklerini zorluyor.
NBA mi? Kesinlikle öyle. Çünkü Jaden'ın en büyük hayali NBA'de oynayan ilk kız olabilmek. Onun için "çocuk oyuncağı"! Geçen hafta önemli, kritik maçları vardı. Ancak Jaden nefes aldırmadı, kendisine dahi. Topu yarı sahaya sürdükten sonra, tıkır tıkır üçlük atmaya başladı. Çoğunlukla bu muhteşem sayılardan oluşurken, onun için sıra sıra rakibi şaşırtıp, turnikeye girmeyi ihmal etmiyor.
Sonuçta basketbolun yapı taşı. O gün maçta 59 sayı attı. Kadın basketbolu için bu rakam bir takımın atabileceği düzeyde.
Bir küçük not; Newman 9 yaşından beri Downey Christian Okulunun üniversite takımında, haberi şehrinin sınırlarını aştığını bilmeksizin, üçlüklerini gönderiyor. Bu gezegenin en müstesna çocuklarından. Daha ayrı bir teşekkürü de Jaden Newman'ın videolarını çekip paylaşan gizli kahramana. Sosyal medya öyle bir platform ki ulaşmak istediğiniz tüm kapılar çalınabiliyor. Bu sosyalliği yoğun ve anlamlı çalışmalarda kullananlar da başta İngiliz futbol kulüpleri, çocuklara yönelik özel projeler tasarlıyorlar.
Farkında olmadan onlara oyuncularla tanıştırma fırsatı sunuyorlar. Çocukların o anki sevinç çığlıkları doğru yönün çocuklar üzerinden geçebileceğini gösteriyor. Bir diğer küçük yıldız kasım ayında Liverpool'a gelen Jurgen Kloop üzerinden etkisini hissettiriyor. Liverpool taraftarı Isaac adında bir çocuğa Jurgen Kloop ile röportaj yapılması isteniyor. Tabi sorular Isaac'ten. Jurgen'e sıcak saatler yaşatan nadide insanlardan. Esprili ve zekice sorularıyla düşündürmeye zorlayan Isaac 5-6 yıl sonra tekrar Jurgen ile röportajı koparıyor.
Geleceğini sağlama almak adlı çalışma. Size en başından söylemiştim. Çocuklar müthiş aktörler diye. Bir çocukluğunuzu düşünün. Çok da anımsayamıyorum diyorsanız. Onlara fırsat verin. İçindeki besledikleri çocuk sayesinde adım atsın.
Kendini yeni keşfeden, öbür yandan çocuk yaşta kasıp kavuranların haberi mümkün değil yapılmaz. Geçtiğimiz aylarda Messi'nin belgeseli yayınlandığında kısacık boyuna ve yaşına rağmen neler yapabileceğini çalımlayarak anlattı. Çocukluk dönemleri hiç yaşanmayıp, doğruca profesyonel hayata ışınlanıyormuşuz gibi etki yaratıyoruz. Halbuki bakın Kobe Bryant'ta yazdığı mektupta çocukluk anılarıyla bütünleşen, basketbol tutkusunu yazıya dökmüş; içindeki çocuğu yaşatarak.
Basketbol cinsiyet ayrımının daha az görüldüğü ve himayesine alabilen spor. Amerika, basketbolun doğma büyüme memleketi. Kısmen bir parçası Avrupa'da yetişiyor. 10 yaşındaki Jaden Newman okul takımının vazgeçilmez parçası, kulübünün de. Jaden, kendisinden yaşça ve boy olarak büyük rakiplerine boyun eğmeyen, sayı kraliçeliğine adını yazdıran bir çocuk. Tamamıyla amatörce oynuyor ama öyle düşünmeden. Esasında profesyonelliğe erişmiş. Sezon başına 30,5 sayı ortalamasıyla NBA istatistiklerini zorluyor.
NBA mi? Kesinlikle öyle. Çünkü Jaden'ın en büyük hayali NBA'de oynayan ilk kız olabilmek. Onun için "çocuk oyuncağı"! Geçen hafta önemli, kritik maçları vardı. Ancak Jaden nefes aldırmadı, kendisine dahi. Topu yarı sahaya sürdükten sonra, tıkır tıkır üçlük atmaya başladı. Çoğunlukla bu muhteşem sayılardan oluşurken, onun için sıra sıra rakibi şaşırtıp, turnikeye girmeyi ihmal etmiyor.
Sonuçta basketbolun yapı taşı. O gün maçta 59 sayı attı. Kadın basketbolu için bu rakam bir takımın atabileceği düzeyde.
Bir küçük not; Newman 9 yaşından beri Downey Christian Okulunun üniversite takımında, haberi şehrinin sınırlarını aştığını bilmeksizin, üçlüklerini gönderiyor. Bu gezegenin en müstesna çocuklarından. Daha ayrı bir teşekkürü de Jaden Newman'ın videolarını çekip paylaşan gizli kahramana. Sosyal medya öyle bir platform ki ulaşmak istediğiniz tüm kapılar çalınabiliyor. Bu sosyalliği yoğun ve anlamlı çalışmalarda kullananlar da başta İngiliz futbol kulüpleri, çocuklara yönelik özel projeler tasarlıyorlar.
Farkında olmadan onlara oyuncularla tanıştırma fırsatı sunuyorlar. Çocukların o anki sevinç çığlıkları doğru yönün çocuklar üzerinden geçebileceğini gösteriyor. Bir diğer küçük yıldız kasım ayında Liverpool'a gelen Jurgen Kloop üzerinden etkisini hissettiriyor. Liverpool taraftarı Isaac adında bir çocuğa Jurgen Kloop ile röportaj yapılması isteniyor. Tabi sorular Isaac'ten. Jurgen'e sıcak saatler yaşatan nadide insanlardan. Esprili ve zekice sorularıyla düşündürmeye zorlayan Isaac 5-6 yıl sonra tekrar Jurgen ile röportajı koparıyor.
Geleceğini sağlama almak adlı çalışma. Size en başından söylemiştim. Çocuklar müthiş aktörler diye. Bir çocukluğunuzu düşünün. Çok da anımsayamıyorum diyorsanız. Onlara fırsat verin. İçindeki besledikleri çocuk sayesinde adım atsın.
Etiketler:
#basketball,
#basketbol,
#children,
#DowneyChristianSchool,
#football,
#Isaac,
#JadenNewman,
#JurgenKloop,
#KobeBryant,
#liverpool,
#LiverpoolFC,
#messi,
#nba,
#SocialMedia
16 Aralık 2015 Çarşamba
Sevgili Ekselansları ve Radikal Kararları
Ne olduğunu hiç anlayamadık. Oysa ki tüm düzen ve
gidişat olması gerektiği gibiydi. Tenis dünyası iki haftadır hiç de beklenmedik haberlerle
çalkalanıyor. Aralarından birkaç tanesi var ki 2016 sezonuna mührünü bastılar.
Son 2 sezondur oynadığı müthiş oyunla ve birlikte kazandıkları 11 turnuvayla
son derece yaşına bakmaksızın fırtına gibi esen bir grafik çiziyordu. Çocukluk
hayallerini süsleyen Stefan Edberg, aynı zamanda 2014 yılından beri çalıştığı
koçu, eski dünya birincisiyle yollarını ayırdı. Hiç beklenmedik desek de; ilk
anlaşmalarında Edberg’in sadece 1 yıllığına gelecek olmasıydı.
Hikayede bu sevdayla
başlamıştı. İkili arasındaki ilişkiler ve Federer’e hayır diyememesi itibariyle
opsiyonunu kullanarak yola devam etti. İkinci yılı sürpriz oldu! Edberg tenis
sporunun unutulmaz ismi olması, herkesin onu koçluk kariyerine devam edeceğini
düşündürdü. Aksine her şey iki taraf içinde olumlu yönde ilerliyor. Federer
gelişiyordu. Yeni rekorlar için.
Dünya tenis tarihinde 2004-2007 yılları arasında kurduğu
hükümdarlık döneminden sonra en can alıcı sezonunu geçiriyordu. Masters’lar da
aldığı şampiyonluklar ve oynadığı turnuvalar eski Federer’i geri getirmişti.
Wimbledon ve Amerika Açık’ta finale kadar çıkmış, Djokovic’in rakibi olmuştu.
Fakat Djokovic’e şampiyonluğu bıraktı. Ya oynadığı oyunlar, setler, maçlar ve geri
dönüşleri. Gerçekten harikalar yaratıyordu.
Edberg’in etkilerini buralarda görebilmek serbestti.
Zamanında en iyi file önü oyuncularından biri olan İsveçli aynı dokunuşları
Ekselanslarına yaptığını izlettiriyordu.
Hakkını yememek gerek Federer, Edberg’den önceden file
önündeki akıl dolu hamleleriyle, rakibine şans tanımıyordu. Ama artık veda
zamanı. Geri dönüşüyle yaptığı veda. Belirsizlik olmadan bir ayrılış bu. Çünkü
Stefan Edberg’in yerine gelecek isimde çok tanıdık gelecek. Hem sosyal anlamda
hem de tenis oyuncusu olarak etkileyici ve aktif özne; Ivan Ljubicic. En fazla
dünya üçüncülüğüne kadar uzanabilse de farklı marifetleri de
mevcut.
ATP’de başkanlık ve üst düzeyde tenis koçluğu yapmış
olması övgüyle bahsedilecek bir özelliği.
Federer’in daha önce de ATP yöneticileriyle bir arada
çalıştığı görülmüştü. Paul Annacone ile 3 yıla yakın orta düzeyde
antrenmanlarıyla yerini Edberg’e bırakmıştı. Edberg ile 11 tekler kupası
ekleyen ve Grand Slam’ler de aldığı darbeler sonucunda boynu bükük ayrılmak
zorunda kaldı. Halen daha koç değiştiren Federer’in hırsı ve isteği de takdire
şayan. Yoluna Ljubicic ile devam edecek ancak baş antrenör olarak 2007 yılından
itibaren aralarında tutkulu bağlılık oluşması da etken; Severin Lüthi ile devam
etmek istemesi örneğin. Her zaman kazanmak isteyen, finallerle yetinmeyen ekselansları, hiç
şüphe etmediğimiz olağanüstü yetenekleriyle bezenmiş ve sınır tanımayan öğrenme
arzusuna sahip olduğunu hissediyor ve bizlere yaşatıyor.
Federer uzun yıllardır tek başına verdiği mücadele de
radikal bir değişikliğe gitti. Bu yıl Rio’da düzenlenecek World Group Play-Off’lar
da karışık çiftlerde Martina Hingis’in teklifine sıcak bakıyor. Hatta bir ipucu
İsviçre basınında Federer’in Hingis’e evet dendiğine dair. Bu gerçekten radikal
bir karar. Federer için, İsviçre tenisi için. 2016 yılı şölen kıvamında olacağı
kesin bilgi. Neredeyse 13 yıllık hasret sona erecek. Sürprizlere açık ve
müsterih olunmalı.
Federer bombaları bırakıp, rakiplerine göz kırpıyor. 34
yaşında belki ama hala tenis sahalarındayım diyor. Hemen hemen tüm tenis sevenlerin gönlünde taht kurduğu Federer bize bir şeyler anlatıyor.
Djokovic’le finalde eşleşip beş setlik maçlarda yenmenin
formülünü anlatıyor mesela, ya da rakip kim olursa olsun. Belki de yol
gösterecek bir ışık, teknik adam veya sevgili Roger Federer'in bitmeyen tenis randevularını.
15 Aralık 2015 Salı
Amatör ve Taçsız İzmirspor
Daha öncede belirtmiştim, futbol takımları sadece para
kazanmak dışındaki futbolcu yetiştirmek gibi artılarıyla ön plana çıkıyor.
Hatırlasanız Porto Futbol kulübünü kaleme almıştım. Ne hikmetse adını futbol
fabrikası olarak nitelemekten alıkoyamıyorum. Dünya yıldızlarının geçidi,
mabedi. Bu belli bir zaman dilimi içinde geçerli değil. Halen daha futbol okulu
vizyonuyla emin adımlarla ilerliyor. Bir benzeri de Türkiye sınırları
içerisinde. Biraz güneye doğru, çok da ilerletmeyin rotanızı. İzmir'e doğru
gelin ve o noktada mola verin.
İhmal edilen İzmirspor tam olarak konum. Altınordu, Altay, Bucaspor, Göztepe,
Karşıyaka takımlarının haberlerini pekçe dile getiriyoruz. Esbabı
mucibenin ne olduğunu bilmeksizin
Göztepe-Karşıyaka derbilerini Süper Lig lezzetindeki heyecanıyla izlememiz
açıklıyor esasında. Belki de sebebini bilmediğimiz merak bizi teşvik ediyor,
İzmir derbisine.
Yana yakıla konuşulan İzmir takımları içerisinde İzmirspor
neden yer bulamamış? Elbette ki yazılıp, çizildiği kadar kolay değil. Böyle de
tadı çıkmaz diye tahmin ediyorum. Fakat İzmirspor’un doğuşundan beri bizi
“ilkler” tablosu karşılıyor.
İzmirspor 1962-63 kadrosu |
Şaşkınlık mı? Evet, o da burada. Öncelikle biraz sofistike
biraz tarihi bir gezintiye çıkalım İzmir sokaklarında. Bir mahalle düşününki,
semtin sakinleri ve okumuş insanlarının bir araya gelerek futbol takımı
oluşturduklarını. Hani deriz ya eskiden mahalle kültürü böyle miydi diye
hayıflanırız. 1923 Eşrefpaşa semtinde “Altınay” adıyla ilk futbol oluşumunun
taslağını ortaya çıkardılar.
Daha sonraları Altınay ismi fazlasıyla evrim geçirerek
İzmirspor adını almıştır.
Girdiği rekabetlerde oyunlar sertleşince iki kulübü
birleştirerek tek çatı altında toplaya toplaya ilk doğuştaki yapı ve anlayış
değişime ayak uydurmak zorunda kaldı.
Yani bir anlamda çekişme ve sertliği hesaba katınca
Galatasaray ve Fenerbahçe takımların birleşmesi gibi bir anlayışla karşı
karşıya kalınmış. Radikal kararların doğuşu! Bir dönem Göztepe ile birleşerek
“Doğanspor” daha sonra fazla samimiyet tez ayrılık getirmesiyle yoluna tek ve
“Ateşspor” olarak devam etti. Ancak bu devamlılığında ateşi sönünce yoluna eski
ve güvendikleri isim “İzmirspor” olarak yola koyuldular.
Bu yolda Porto etkisi yaratan futbol kulübü olacaklarından
habersiz. Damlacıkspor ve Yün Mensucat rötarlı geldiği İzmirspor’u benimseyen
adı.
Doğduğu, büyüdüğü şehir, gol kralı, ilk göz ağrısı İzmir’i
bırakıp futbol sevdasının peşinden koşan taçsız kral. Metin Oktay! Ne söylense
az, gözlerinize inanamadığımız goller ve en nihayetinde gol kralı. Hiç şüphesiz
akıllara ilk gelen Fenerbahçe karşısında attığı golle ağları yırttığını
hatırlıyorsunuz. Kişiliği, naifliği, geldiği yeri unutmayan Galatasaray
takımına tutkusu, bağlılığıyla biliyoruz.
İşte o yüzden kelimelere sığdıramıyorum, sığdıramıyoruz.
Onun halefi ise Galatasaray’da oynadığı Tanju Çolak olacaktı. Yekta Kurtuluş,
Semih Şentürk, Hazma Hamzaoğlu, Tarık Gencay, Seyfi Talay ve yine İzmirspor’da
emek vermiş Mesut Bakkal gibi mühim futbolcuların orta nokta da buluştukları ve
Türkiye futboluna kazandırdığı unutulmaz oyuncular yetiştirmiştir.
Onların misyonunda ve futbol anlayışında tıpkı Porto'daki gibi yetiştiricilik kültürü yatmaktadır. Aynı zamanda Türkiye 1. liginde resmi maç
yapan ilk kulüp, galibiyet alan ve ilk golü atan takım olarak da literatüre
geçmeyi başarmıştır. Şu sıralar Bölgesel Amatör Lig de top koşturmaları
yanıltmasın. Uzun yıllar 1. lig de oynadıktan sonra sponsor desteği bulamayınca
düşüş başlamış oldu. Yine de anlam veremiyorum.
Göztepe, Karşıyaka gibi takımlar birbirleri var oldukları
için yukarıya taşıdılar. Neden İzmirspor yok? Bu denli büyük isimleri futbola
kazandırmışken, az önce verdiğim molayı sonlandırıp harekete geçmek istiyorum.
Bir zamanlar İzmirspor çatısı altında birleştikleri İzmir takımlarına
istinaden.
Etiketler:
#football,
#futbol,
#İzmir,
#İzmirspor,
#MetinOktay,
#turkey,
#türkiye
14 Aralık 2015 Pazartesi
Piramidi İnşa Ederken; Jean-Marie Leblanc
Arka fonda Jazz müziği. Klarnette Woody Allen keyif alarak çalıyor, dinletiyor. Dinleyenlerden bir isim tanıdık. Bisikletseverler için. Dünya bir numarası Tour de France'in patronluğunu yapan tecrübeli bisikletçi Jean-Marie Leblanc. Bisikletin eski toprağı. Bisiklet sporuna katkılarından dolayı çok konuşulan ve konuşulacak ancak onun müzik kulağı da, tutkusu da sohbet konularından. Dallanıp budaklandığı meslek grubu çok. Muhakkak ki siması, konuşmaları veya yazıları tanıdık gelecektir. Düşüncelerinizin bam teline dokunmuştur.
Sözünü esirgemez, sapasağlam ayakta durur. Tour de France Bisikletçilerin katılmak için can attığı, 1 yıl öncesinden özel programlarla hazırlandığı tur potansiyelinde. Aslında tüm turlar bu güzergahta. Fakat Fransız vatandaşıysanız özel bir imtiyaz sahibi olabiliyorsunuz. Leblanc ileri görüşlülüğüyle babası gibi olmak istemiyordu. Arada bir ayağına gelen toplara vurarak futbolcu olamayacağını da bilmek için müneccim olmaya gerek yoktu. Lise de tanıştığı bisiklet sporu, babasının söz verdiği Bobet marka bisikletiyle ondan mutlusu yoktu. Gelecekten habersizdi!
Anlık yaşayan çocukluk döneminden sonra, gelecek denilen planlamanın farkına varacak yaştaydı. 1968-1970 yılları arasında bir görünüp kayboldu. Tam bir kaybolmak değil bu. Bisiklette ikinci adamı olmak. Ya da mahkum olmak. Leblanc Fransa'nın Lavanta kokusuyla eşsiz bir tuz geçirmenizi sağlayan Prix d'Aix -en- Provence birinciliği ile açılışı yaptıktan sonra, hemen arkasından tek ve küçük turlardan d'Armorique'yi kazandı. Perdeyi de Dunkirk ile kapattı.
Tam olarak bisikleti bıraktı diyemeyiz. Günümüzde Andre Greipel'in yaşadığı sıkıntıları bir dönem Leblanc'ın karşılaşması rastlantısal mı bilinmez!
Eğer bisiklet ile iç içe yaşantınız varsa bu tip sıkıntılar problemlere maruz kalabilirsiniz. Ancak artık pedal çevirmek yerine spor üzerine yazılar yazmaya başladı. Esas başlangıç 1971'de yarış kariyerinin sona ermesi La Voix des Sports'da gazetecilik yapmasıyla oldu. Olağanüstü gazetecilik kariyerine imzanı atan Leblanc 1989-2006 yılları arasında Fransa Bisiklet turunun CEO'luğunu üstlenmiştir. O zamanlarda Leblanc ile birlikte spor, bisiklet ve Tour de France için değişime girer.
Fransa için büyük bir ekonomik katkı, medyanın takibi, dünya basını derken bisiklet için hegemonik bir yapıya dönüşür. Yeni CEO "modernleştirilmiş turnuva düzenlemekti.
90'lı yıllarda bunu başarabilmek basmakalıp ifadelere bastırılıp imkansızmış gibi yansıtılıyor. Lakin Leblanc ve ekibi Fransa'nın bisiklet kültürü oluşmasına baş koydu. Önceleri bölgesel olan bu inanış, Kuzey Avrupa'dan başlayacak, Amerika kıtasına kadar yayılım gösterdi. 2007 yılında memnuniyetsizliğini dile getirmesi bir anlamda Tour de France müdürlüğünden emekli olduğunu açıkladı. Dolaylı yoldan olsa da.
Leblanc'ın modernleştirdiği bisikleti günümüz modern bisikletine dair söyledikleri şaşırtmıyor. "Artık yarışlarda fanteziye ve doğaçlamaya neredeyse yer yok. Çekicilik azaldı. Kaçış grupları öne çıkıyor ve çoğu zaman da yakalanıyor. Panache ve sürpriz eksikliği var. Bu yarış radyolarının suçu mu? Şüphesiz ki, biraz. Aynı zamanda paranın bir etkisi mi? Biraz da öyle.” ifadeleriyle, pek de haksız olmadığını söyleyebiliriz.
Bilhassa bu yılki Fransa Bisiklet Turu hüsrana uğrattı. Kontrol kimdeyse, macera arayanları bir kenara itti. Elbette ki yarışları izleyebilmek için gün sayıyoruz ama bu demek değil ki, eski zevki alıyoruz. Bir de kaçış grupları meselesi var. 10 km'nin sonunda yakalanabilen grup işte Jean-Marie Leblanc'ın getirdiği düzenin bozulması, olay yaratılacak haberlerinin çıkmasını bekleyen medya ve daha çokça uzayan başlıklar... Halen daha bu kadar izleyiciye sahipken, sporcu katılmak için yıllar öncesinden planlarını yapıyorsa, kötüye giden bir turnuva değil, sadece değişen Tour de France'tan bahsedebiliriz. Tıpkı bir zamanlar Jean-Marie Leblanc'ın yaptığı gibi...
Sözünü esirgemez, sapasağlam ayakta durur. Tour de France Bisikletçilerin katılmak için can attığı, 1 yıl öncesinden özel programlarla hazırlandığı tur potansiyelinde. Aslında tüm turlar bu güzergahta. Fakat Fransız vatandaşıysanız özel bir imtiyaz sahibi olabiliyorsunuz. Leblanc ileri görüşlülüğüyle babası gibi olmak istemiyordu. Arada bir ayağına gelen toplara vurarak futbolcu olamayacağını da bilmek için müneccim olmaya gerek yoktu. Lise de tanıştığı bisiklet sporu, babasının söz verdiği Bobet marka bisikletiyle ondan mutlusu yoktu. Gelecekten habersizdi!
Anlık yaşayan çocukluk döneminden sonra, gelecek denilen planlamanın farkına varacak yaştaydı. 1968-1970 yılları arasında bir görünüp kayboldu. Tam bir kaybolmak değil bu. Bisiklette ikinci adamı olmak. Ya da mahkum olmak. Leblanc Fransa'nın Lavanta kokusuyla eşsiz bir tuz geçirmenizi sağlayan Prix d'Aix -en- Provence birinciliği ile açılışı yaptıktan sonra, hemen arkasından tek ve küçük turlardan d'Armorique'yi kazandı. Perdeyi de Dunkirk ile kapattı.
Tam olarak bisikleti bıraktı diyemeyiz. Günümüzde Andre Greipel'in yaşadığı sıkıntıları bir dönem Leblanc'ın karşılaşması rastlantısal mı bilinmez!
Eğer bisiklet ile iç içe yaşantınız varsa bu tip sıkıntılar problemlere maruz kalabilirsiniz. Ancak artık pedal çevirmek yerine spor üzerine yazılar yazmaya başladı. Esas başlangıç 1971'de yarış kariyerinin sona ermesi La Voix des Sports'da gazetecilik yapmasıyla oldu. Olağanüstü gazetecilik kariyerine imzanı atan Leblanc 1989-2006 yılları arasında Fransa Bisiklet turunun CEO'luğunu üstlenmiştir. O zamanlarda Leblanc ile birlikte spor, bisiklet ve Tour de France için değişime girer.
Fransa için büyük bir ekonomik katkı, medyanın takibi, dünya basını derken bisiklet için hegemonik bir yapıya dönüşür. Yeni CEO "modernleştirilmiş turnuva düzenlemekti.
90'lı yıllarda bunu başarabilmek basmakalıp ifadelere bastırılıp imkansızmış gibi yansıtılıyor. Lakin Leblanc ve ekibi Fransa'nın bisiklet kültürü oluşmasına baş koydu. Önceleri bölgesel olan bu inanış, Kuzey Avrupa'dan başlayacak, Amerika kıtasına kadar yayılım gösterdi. 2007 yılında memnuniyetsizliğini dile getirmesi bir anlamda Tour de France müdürlüğünden emekli olduğunu açıkladı. Dolaylı yoldan olsa da.
Leblanc'ın modernleştirdiği bisikleti günümüz modern bisikletine dair söyledikleri şaşırtmıyor. "Artık yarışlarda fanteziye ve doğaçlamaya neredeyse yer yok. Çekicilik azaldı. Kaçış grupları öne çıkıyor ve çoğu zaman da yakalanıyor. Panache ve sürpriz eksikliği var. Bu yarış radyolarının suçu mu? Şüphesiz ki, biraz. Aynı zamanda paranın bir etkisi mi? Biraz da öyle.” ifadeleriyle, pek de haksız olmadığını söyleyebiliriz.
Bilhassa bu yılki Fransa Bisiklet Turu hüsrana uğrattı. Kontrol kimdeyse, macera arayanları bir kenara itti. Elbette ki yarışları izleyebilmek için gün sayıyoruz ama bu demek değil ki, eski zevki alıyoruz. Bir de kaçış grupları meselesi var. 10 km'nin sonunda yakalanabilen grup işte Jean-Marie Leblanc'ın getirdiği düzenin bozulması, olay yaratılacak haberlerinin çıkmasını bekleyen medya ve daha çokça uzayan başlıklar... Halen daha bu kadar izleyiciye sahipken, sporcu katılmak için yıllar öncesinden planlarını yapıyorsa, kötüye giden bir turnuva değil, sadece değişen Tour de France'tan bahsedebiliriz. Tıpkı bir zamanlar Jean-Marie Leblanc'ın yaptığı gibi...
11 Aralık 2015 Cuma
II. Tsubasa veya Daha Fazlası: Shinji Kagawa
Messi mi Ronaldo mu? İlaveten yanına 3. bir isim aranıyor. Sahi Messi ve Ronaldo'dan sonra 3. isim kim olabilir? Alexis Sanchez, Lewandowski, Suarez ve Neymar arasında gelgitler yaşanıyor. Yani bir 3. için sarf edilen isim de "şu yıldız" ağırlık kazanıyor diyemiyoruz. Ama ilk iki kişiyi belirlemek 2-3 saniyelik çocuk oyuncağı. Bu tartışmaların sonu yok gibi, olmayacakta. Biraz da bu insanlar arasındaki istişare sayesinde el üstünde tutuluyor. Yine de konumuz bu değil. Bir kenara itilen oyuncular var, bir de sanki takım bu popüler olan oyuncular dışında o 11 kişilik kadroda yoklar.
Güney Amerikalılar ve Avrupalılar bir şekilde sıyrılıyorlar da, hiç Asyalı yok bu listede. Hiç diyerek acımasız oldu. Masa tenisi, Badminton denildiğinde ilk akla gelenler Çin, Japonya çekişmesi. Nedense futbol hükümdarlığında çekimser davranıyorlar ya da belki de diğer oyuncular gibi popülariteleri engelleniyor. Bunlara rağmen kendine yer bulmayı başaran ve sıyrılan Asyalı dostlarımız var.
Dürüstlüğüyle gönüllerde taht kurmuş Japonlar Borussia Dortmund'a kazandırdığı Shinji Kagawa üstüne tanımıyoruz. Yanlış anlaşılmasın! Japon olarak, onu üstün kılan Japonya'da liseyi bitirmeden profesyonel sözleşme imzalayan ilk futbolcu Kagawa.
Gerçekten bir de eğitim boyutu var. Hiç bir futbolcuyu üniversite'ye ders yetişmeye çalışırken görmedik, haberi de yapılmadı. Şimdi Messi'yi bir düşünsenize; büyük ihtimalle izdihamdan ne okula girebilir ne de okulda taş taş üstüne bırakırlar. Kısmen geçerli bir sebep gibi.
Çoğunlukla Çinlilerde karşılaşsak da sahte ürünlerin farklı versiyonu farklı takım anlayışıyla karşı karşıya kalıyoruz. Kagawa'nın Miyagi Barcelona'daki altyapı kariyeri sahte Barcelona amblemin tıpa tıp aynısıyla donatılmış bir isim. Daha sonra pembe rengiyle özdeşleşmiş Cerezo Osaka takımına transfer olur ve hamken pişmeye evrilir. Çoğu rakibine göre, toy ve cılız olan bir o kadar boşluklarını dolduran, kendini geliştiren bir oyuncu profili çizdi. Bunda büyük pay sahiplerinden biri de Brezilyalı Levir Culpi'nin teknik adamlığı yatmakta.
Sonrasında bu görevi Jürgen Kloop devralacak. Öncesinde asistleri ve golleriyle gözleri üzerine çekmeyi başardı. Kapıyı çalan ilk takım Borussia Dortmund oldu. Ve o kapıyı açan anahtar bir nevi geleceği oldu. Çin Liginden keşfedilip NBA yolcusu olan Yao Ming gibi kıtalar arası sıçrama yaptı. Kagawa Dortmund'ta 50'ye yakın maç oynadı, 21 gole imza attı. Dortmund'tan sonra Manchester United ile 56 maça çıkıp, sadece 3 gol atmasıyla neler oluyor böyle sorusuna yanıt aramaya başladık.
Juan Mata ve Adnan Januzaj isimleri parlayınca ilk 11 hayalleri suya düştü. Buna bir eksi ilave İngilizce bilmemesi çıkmaza sürükledi. United burada örnek bir davranışla hayran bırakıyor. "Futbolun dili evrenseldir" tadındaki açıklamaları hemen herkesin göz ardı ettiği şey bu çocuğun aslında ne kadar iyi olduğu, istediği! Esasında sporun dili evrenseldir!
Geçen yıl siyah-sarılılara geri dönüş yaparak eski Kagawa'yı da tekrar izleme fırsatı verdi. Onu özetleyen kelimeler Jürgen Kloop'tan geçse de, uzun, kısa, yerden, havadan aklınıza gelen her türlü pas ondan sorulur. O yüzden dikkat edilmesi gereken bir oyuncu.
Şimdi Messi ve Ronaldo'nun yanına 3. bir yıldız aramaya devam edebiliriz. Nasılsa unutulup gidilecek. Yakın zamanda kendini hatırlatırsa ona karışamam, o potansiyele sahip biri.
Güney Amerikalılar ve Avrupalılar bir şekilde sıyrılıyorlar da, hiç Asyalı yok bu listede. Hiç diyerek acımasız oldu. Masa tenisi, Badminton denildiğinde ilk akla gelenler Çin, Japonya çekişmesi. Nedense futbol hükümdarlığında çekimser davranıyorlar ya da belki de diğer oyuncular gibi popülariteleri engelleniyor. Bunlara rağmen kendine yer bulmayı başaran ve sıyrılan Asyalı dostlarımız var.
Dürüstlüğüyle gönüllerde taht kurmuş Japonlar Borussia Dortmund'a kazandırdığı Shinji Kagawa üstüne tanımıyoruz. Yanlış anlaşılmasın! Japon olarak, onu üstün kılan Japonya'da liseyi bitirmeden profesyonel sözleşme imzalayan ilk futbolcu Kagawa.
Gerçekten bir de eğitim boyutu var. Hiç bir futbolcuyu üniversite'ye ders yetişmeye çalışırken görmedik, haberi de yapılmadı. Şimdi Messi'yi bir düşünsenize; büyük ihtimalle izdihamdan ne okula girebilir ne de okulda taş taş üstüne bırakırlar. Kısmen geçerli bir sebep gibi.
Çoğunlukla Çinlilerde karşılaşsak da sahte ürünlerin farklı versiyonu farklı takım anlayışıyla karşı karşıya kalıyoruz. Kagawa'nın Miyagi Barcelona'daki altyapı kariyeri sahte Barcelona amblemin tıpa tıp aynısıyla donatılmış bir isim. Daha sonra pembe rengiyle özdeşleşmiş Cerezo Osaka takımına transfer olur ve hamken pişmeye evrilir. Çoğu rakibine göre, toy ve cılız olan bir o kadar boşluklarını dolduran, kendini geliştiren bir oyuncu profili çizdi. Bunda büyük pay sahiplerinden biri de Brezilyalı Levir Culpi'nin teknik adamlığı yatmakta.
Sonrasında bu görevi Jürgen Kloop devralacak. Öncesinde asistleri ve golleriyle gözleri üzerine çekmeyi başardı. Kapıyı çalan ilk takım Borussia Dortmund oldu. Ve o kapıyı açan anahtar bir nevi geleceği oldu. Çin Liginden keşfedilip NBA yolcusu olan Yao Ming gibi kıtalar arası sıçrama yaptı. Kagawa Dortmund'ta 50'ye yakın maç oynadı, 21 gole imza attı. Dortmund'tan sonra Manchester United ile 56 maça çıkıp, sadece 3 gol atmasıyla neler oluyor böyle sorusuna yanıt aramaya başladık.
Juan Mata ve Adnan Januzaj isimleri parlayınca ilk 11 hayalleri suya düştü. Buna bir eksi ilave İngilizce bilmemesi çıkmaza sürükledi. United burada örnek bir davranışla hayran bırakıyor. "Futbolun dili evrenseldir" tadındaki açıklamaları hemen herkesin göz ardı ettiği şey bu çocuğun aslında ne kadar iyi olduğu, istediği! Esasında sporun dili evrenseldir!
Geçen yıl siyah-sarılılara geri dönüş yaparak eski Kagawa'yı da tekrar izleme fırsatı verdi. Onu özetleyen kelimeler Jürgen Kloop'tan geçse de, uzun, kısa, yerden, havadan aklınıza gelen her türlü pas ondan sorulur. O yüzden dikkat edilmesi gereken bir oyuncu.
Şimdi Messi ve Ronaldo'nun yanına 3. bir yıldız aramaya devam edebiliriz. Nasılsa unutulup gidilecek. Yakın zamanda kendini hatırlatırsa ona karışamam, o potansiyele sahip biri.
10 Aralık 2015 Perşembe
Vuelta'ya Bir Şans, Neden Olmasın?
İnsanoğlunun istekleri sonsuzdur. Sınırımızı bilmeden isteriz. Aynı beklentilerimizi üç hafta süren bisiklet turlarından da bizi çılgınlar gibi eğlendirmesini bekleyebiliriz pek tabi ki. Bu yıl olduğu gibi. Doping haberleriyle orta ateşle ısıtılıp, skandallar ve kazalarla yüksek ateşe geçeriz. Tırmanış etaplarındaki kapışmalar, etap birincilik çekişmeleri ve medya takibi. Bizzat tanımasan da, uzaklardan takip ettiğim Fransa Bisiklet Turu tam olarak hislere tercüman oluyor. Amiyane tabirle sirk gibi.
Kısmen İtalya Bisiklet Turunda da görürüz. Daha çok eşsiz manzaralarıyla, keskin hava koşullarıyla çarpar. Bu ikilide özellikle Fransa'da beklentileri karşılar, son olarak da İspanya'ya şans tanırlar.
Nerede kalmıştık, eğlendirmesini, şaşkınlık efektlerini burada kullanmak ne mümkün! İspanyollar sıradan bir tur etkisi yaratıp, bir sonraki sezonun Fransa ve İtalya Bisiklet Turlarını iple çekeriz. Mesele şudur ki; hep çalkantılı turları mübalağa yaparak tatlandırır, sanki çok doyumsuz, kaliteli turlar oluyormuşcasına kendimizi kandırırız.
Son iki yıldır organizasyonlarda problemlerin olması, 2015'te tam anlamıyla cevap buluyor. İspanya ise bu durumu klasik duruşuyla artı puan olarak hanesine yazdırıyor. Tek sebebe sıkıştırıp sınırlandırmak yanlış olur. İspanya Bisiklet Turunda yıl geçtikçe yıldızlar topluluğuna dönüşmeye başladı. Zaten muhtemelen bu isimler sayesinde izlenip, keyif alınacak. Aksiyonlu etaplar beklenmemeli. Aramızda beklediğini bulamayanlar da olacak. Daha öncede yazdığım gibi Chris Froome, Nairo Quintana, Alberto Contador ve benzeri mühim çıkışlar yakalayan isimler de İspanya'da yarışacak olmaları.
Bu üçünü daha çekici kılan meşhur kapışmaları ve kürsü derecelendirmeleri. Bir nevi İtalya ve Fransa'da kendini kanıtlayabilen veya daha öncelikli yıllarda İspanya'da Vuelta Turunun yeni parçaları, starları olma yolunda kat edecekler. O yüzden sükse yapmış bu üç bisiklet turundan gerçek anlamda bahsedebilmek için zevk almalıyız. Unutmayalım ki İspanya'da onlardan biri.
Bu biraz tenisteki Grand Slamlere benzeyecek ancak onlar ayrılmaz bir bütünü simgeliyorlar. İşte bisikletteki kocaman eksik. Hepsi assolist olmak için vitesi üçe takmışlar. Su götürmez bir gerçek; Tour de France liderliği kaptıracak turda değil. Asıl konumuz İspanya Bisiklet Turu'da çıkış yakalayabilir.mi? Tabii ki de, neden olmasın? "Bisiklet bir kültürdür" diye boşuna söylenmemiş. Bundan beş sene öncesine kadar Premier Lig aşağı Premier Lig yukarı diyorduk, arada Bundesliga, İtalya Seria A ligini kapsayarak, gerçi son yıllarda İtalya ligini unuttuk. Ne Şampiyonlar Liginde ne de UEFA'da göremez olduk.
İngiltere Ligi desen sürekli kaos ve Türkiye Ligi gibi antrenör değişikliğiyle boğuşan nahoş görüntü. Bu arayı kapatan ve geçen La Liga oldu. Aaaa burada da İspanya!
Yükselişe geçen İspanyollar! Burada büyük iş Real Madrid, Barcelona ve son 5 yılın sürpriz takımı Atletico Madrid, Sevilla takımlarıyla salladıkları Vuelta'nın da Alberto Contador'un ataklarıyla yeni açılım yapması an meselesi. Keza yaptı yapmasına, iş biraz seyircide. Uzaklardan baktığımız bu yarışa perspektifi değiştirerek bakmak. Hem zaten bisiklet sporu, olabilecek tüm negatif haberlerle boğulurken, en büyük desteği de uzaklarda o kültürü benimseyen topluluktan aldı.
Hem bugün İspanyollara yarın bize, Türkiye'ye sıçrayacak bu büyüme. Biraz zaman var, baya zaman var ama neden olmasın! Siz en iyisi bunu düşünün!
Kısmen İtalya Bisiklet Turunda da görürüz. Daha çok eşsiz manzaralarıyla, keskin hava koşullarıyla çarpar. Bu ikilide özellikle Fransa'da beklentileri karşılar, son olarak da İspanya'ya şans tanırlar.
Nerede kalmıştık, eğlendirmesini, şaşkınlık efektlerini burada kullanmak ne mümkün! İspanyollar sıradan bir tur etkisi yaratıp, bir sonraki sezonun Fransa ve İtalya Bisiklet Turlarını iple çekeriz. Mesele şudur ki; hep çalkantılı turları mübalağa yaparak tatlandırır, sanki çok doyumsuz, kaliteli turlar oluyormuşcasına kendimizi kandırırız.
Son iki yıldır organizasyonlarda problemlerin olması, 2015'te tam anlamıyla cevap buluyor. İspanya ise bu durumu klasik duruşuyla artı puan olarak hanesine yazdırıyor. Tek sebebe sıkıştırıp sınırlandırmak yanlış olur. İspanya Bisiklet Turunda yıl geçtikçe yıldızlar topluluğuna dönüşmeye başladı. Zaten muhtemelen bu isimler sayesinde izlenip, keyif alınacak. Aksiyonlu etaplar beklenmemeli. Aramızda beklediğini bulamayanlar da olacak. Daha öncede yazdığım gibi Chris Froome, Nairo Quintana, Alberto Contador ve benzeri mühim çıkışlar yakalayan isimler de İspanya'da yarışacak olmaları.
Bu üçünü daha çekici kılan meşhur kapışmaları ve kürsü derecelendirmeleri. Bir nevi İtalya ve Fransa'da kendini kanıtlayabilen veya daha öncelikli yıllarda İspanya'da Vuelta Turunun yeni parçaları, starları olma yolunda kat edecekler. O yüzden sükse yapmış bu üç bisiklet turundan gerçek anlamda bahsedebilmek için zevk almalıyız. Unutmayalım ki İspanya'da onlardan biri.
Bu biraz tenisteki Grand Slamlere benzeyecek ancak onlar ayrılmaz bir bütünü simgeliyorlar. İşte bisikletteki kocaman eksik. Hepsi assolist olmak için vitesi üçe takmışlar. Su götürmez bir gerçek; Tour de France liderliği kaptıracak turda değil. Asıl konumuz İspanya Bisiklet Turu'da çıkış yakalayabilir.mi? Tabii ki de, neden olmasın? "Bisiklet bir kültürdür" diye boşuna söylenmemiş. Bundan beş sene öncesine kadar Premier Lig aşağı Premier Lig yukarı diyorduk, arada Bundesliga, İtalya Seria A ligini kapsayarak, gerçi son yıllarda İtalya ligini unuttuk. Ne Şampiyonlar Liginde ne de UEFA'da göremez olduk.
İngiltere Ligi desen sürekli kaos ve Türkiye Ligi gibi antrenör değişikliğiyle boğuşan nahoş görüntü. Bu arayı kapatan ve geçen La Liga oldu. Aaaa burada da İspanya!
Yükselişe geçen İspanyollar! Burada büyük iş Real Madrid, Barcelona ve son 5 yılın sürpriz takımı Atletico Madrid, Sevilla takımlarıyla salladıkları Vuelta'nın da Alberto Contador'un ataklarıyla yeni açılım yapması an meselesi. Keza yaptı yapmasına, iş biraz seyircide. Uzaklardan baktığımız bu yarışa perspektifi değiştirerek bakmak. Hem zaten bisiklet sporu, olabilecek tüm negatif haberlerle boğulurken, en büyük desteği de uzaklarda o kültürü benimseyen topluluktan aldı.
Hem bugün İspanyollara yarın bize, Türkiye'ye sıçrayacak bu büyüme. Biraz zaman var, baya zaman var ama neden olmasın! Siz en iyisi bunu düşünün!
Etiketler:
#bike,
#bisiklet,
#cycling,
#cyclist,
#espana,
#france,
#girod'ltalia,
#italy,
#spain,
#tourdefrance,
#UCI,
#vueltaaespana
9 Aralık 2015 Çarşamba
Eskilerden, Çok Eskilerden "El Turco"
A Coruna'da (İspanya'nın özerk bölgelerinden Galiçya'nın kuzeyinde bulunan şehri) bir cumartesi öğleden sonrası. Estadio Municipal de Riazor stadı. Etrafında da önceden yüzlerce kez yaptıkları gibi taraftarın doldurduğu maç öncesi şölen var. Alışık olmadıkları bir his var. Bu hissin ne ilk ne de son olmadıklarını bile bile farklı. Çok farklı bir his bu. Eskiye, çok eskiye dayandırdıkları his!
Barbaros Hayreddin Paşa Akdeniz sularında adına epik yazılar yazılırken çoğu Avrupa ülkesinin taht kurduğu İspanya İmparatorluğuyla savaşını Avrupa ve İspanya'yı sarsmaktaydı. Bu kanlı mücadeleler sırasında Galiçya bölgesindeki yerel halk arasında sıkı bağlar gelişmiş ve işbirliği içerisinde kalmışlar. Tabi illa ki komşu kentlere yayılmış bu ün ve yıllardır anlaşamayan iki kent Vigo-Coruna'yı kanlı bıçaklı konuma getirmiştir.
Vigolular bu durumu içine sindiremeyince Corunalılara "El Turco" demeye başlamışlar. Buna sessiz kalamayan La Corunalılar Portekizlilere yakınlığıyla bilinen Celta Vigolulara "Portekizliler" diyerek karşı atak geliştirmişler. Neredeyse yüzyıllardır süregelen bu ezeli rekabet, sporda bilhassa kanı kaynayan gençlerin futbolunda da kendini göstermeye başlamış. Denizleri aşmış bu rivayet günümüzde de yanan ateşe odun atmaya devam ediyor. "En büyük Türkiye" sloganlarını atanlar yalnızca milli maçlarda görenler artık rotasını İspanya'ya çevirmeli.
Üstüne üstün tezahürat yapanlar İspanyollar; bir dönem Barbaros Hayreddin Paşa'nın bu topraklara dokunduğu İspanyollar.
Derbi maçlarda (Galiçya derbisi) "Türkler dışarı" veya "en büyük Türkiye" gibi karşılıklı tezahüratlar insanı bozguna uğratıyor. Deportivolular, Vigolulara misillime yaparak Türk dernekleri kurmuşlar. Yer İspanya ancak yükselen ses Portekiz ve Türklere ithafen oluyor. Üçüncü bir grubun çıkması an meselesi. Deportivolular bu savaşı tek başına futbolla bırakmamışlar. Özel kongrelerde, fuarlarda da Türk bayrakları asıp, "Türk" ruhunu yaşatmaya başlamışlar.
Daha cesurunu daha şövalye ruhunu daha insancıl daha disiplinli olanı bulmak zor artık tribünlerde. Deportivo tribünlerinde Türkiye Liginde göreceğimiz, karşılaşacağımız ender durumlardan biriyle karşılaşabilirsiniz. Mesela Celta Vigo maçlarında veya Yunan takımlarıyla eşleştiklerinde İstiklal Marşını okumaya başlamaları. Hakikaten araştırırken, haberlerini okurken, maçlarını izlerken şaşkınlık içerisinde kalıyorum. Nasıl kalmayalım!
Kasım ayının son haftalarına doğru Deportivo La Coruna - Celta Vigo derbisinin kaçırmamak elde değil. Aynı hafta, aynı gün saatler öncesinde El Classico varken; tüm dünya Barcelona-Real Madrid'e hipnoz olmuşken ben Galiçya derbisi için heyecanlanıyordum.
Tribünlerin, taraftarın coşkusu insanı yerinden kaldırıyor. İlk yarıda 2-0 ile gülen taraf "Türklerdi." Türkler!
Aslında sıradan bir cumartesi öğleden sonrası değildi. Manevi değerinin son yıllara bakılarak çokça anlamlara sığdırılacak bir siestaya dalmışlardı. Ligde ilk beş mücadelesi veren takımların futbol maçıydı. Galiçya derbisiydi. Türklere karşılık Portekizlilerin söz geçirme üstünlüğüydü.
Bunu günümüze sığdırmak değil, geçmişe bakarak, düşünerek, hissederek izlenecek maç. Ronaldo-Messi popüleritesi asla değil. Bizzat, bizden! Eskilerden, çooook eskilerden bir hikaye. El Turco'nun hikayesi.
Barbaros Hayreddin Paşa Akdeniz sularında adına epik yazılar yazılırken çoğu Avrupa ülkesinin taht kurduğu İspanya İmparatorluğuyla savaşını Avrupa ve İspanya'yı sarsmaktaydı. Bu kanlı mücadeleler sırasında Galiçya bölgesindeki yerel halk arasında sıkı bağlar gelişmiş ve işbirliği içerisinde kalmışlar. Tabi illa ki komşu kentlere yayılmış bu ün ve yıllardır anlaşamayan iki kent Vigo-Coruna'yı kanlı bıçaklı konuma getirmiştir.
Vigolular bu durumu içine sindiremeyince Corunalılara "El Turco" demeye başlamışlar. Buna sessiz kalamayan La Corunalılar Portekizlilere yakınlığıyla bilinen Celta Vigolulara "Portekizliler" diyerek karşı atak geliştirmişler. Neredeyse yüzyıllardır süregelen bu ezeli rekabet, sporda bilhassa kanı kaynayan gençlerin futbolunda da kendini göstermeye başlamış. Denizleri aşmış bu rivayet günümüzde de yanan ateşe odun atmaya devam ediyor. "En büyük Türkiye" sloganlarını atanlar yalnızca milli maçlarda görenler artık rotasını İspanya'ya çevirmeli.
Üstüne üstün tezahürat yapanlar İspanyollar; bir dönem Barbaros Hayreddin Paşa'nın bu topraklara dokunduğu İspanyollar.
Derbi maçlarda (Galiçya derbisi) "Türkler dışarı" veya "en büyük Türkiye" gibi karşılıklı tezahüratlar insanı bozguna uğratıyor. Deportivolular, Vigolulara misillime yaparak Türk dernekleri kurmuşlar. Yer İspanya ancak yükselen ses Portekiz ve Türklere ithafen oluyor. Üçüncü bir grubun çıkması an meselesi. Deportivolular bu savaşı tek başına futbolla bırakmamışlar. Özel kongrelerde, fuarlarda da Türk bayrakları asıp, "Türk" ruhunu yaşatmaya başlamışlar.
Daha cesurunu daha şövalye ruhunu daha insancıl daha disiplinli olanı bulmak zor artık tribünlerde. Deportivo tribünlerinde Türkiye Liginde göreceğimiz, karşılaşacağımız ender durumlardan biriyle karşılaşabilirsiniz. Mesela Celta Vigo maçlarında veya Yunan takımlarıyla eşleştiklerinde İstiklal Marşını okumaya başlamaları. Hakikaten araştırırken, haberlerini okurken, maçlarını izlerken şaşkınlık içerisinde kalıyorum. Nasıl kalmayalım!
Kasım ayının son haftalarına doğru Deportivo La Coruna - Celta Vigo derbisinin kaçırmamak elde değil. Aynı hafta, aynı gün saatler öncesinde El Classico varken; tüm dünya Barcelona-Real Madrid'e hipnoz olmuşken ben Galiçya derbisi için heyecanlanıyordum.
Tribünlerin, taraftarın coşkusu insanı yerinden kaldırıyor. İlk yarıda 2-0 ile gülen taraf "Türklerdi." Türkler!
Aslında sıradan bir cumartesi öğleden sonrası değildi. Manevi değerinin son yıllara bakılarak çokça anlamlara sığdırılacak bir siestaya dalmışlardı. Ligde ilk beş mücadelesi veren takımların futbol maçıydı. Galiçya derbisiydi. Türklere karşılık Portekizlilerin söz geçirme üstünlüğüydü.
Bunu günümüze sığdırmak değil, geçmişe bakarak, düşünerek, hissederek izlenecek maç. Ronaldo-Messi popüleritesi asla değil. Bizzat, bizden! Eskilerden, çooook eskilerden bir hikaye. El Turco'nun hikayesi.
Etiketler:
#BarbarosHayreddinPaşa,
#CeltaVigo,
#derby,
#ElTurco,
#espana,
#football,
#futbol,
#İspanya,
#LaCorunaDeportivo,
#LosTurcos,
#RealClubDeportivodeLaCoruña,
#spain,
#turkey
8 Aralık 2015 Salı
Herkese "AÇIĞIZ" Grand Slam Olarak...
Ne zevk alıyorsun gibi mırıldanmalara karşılık, adrenalin salgılayan bezleri çalışmayan insanlarca getirilmesi gerek. Aksi düşünmek spor derslerinde ÖSS, KPSS, TEOG adının anlamlarını sürekli değiştiği bir örgüt misali sınavlara çalışmaktan olduğunu düşünmekten alamıyorum. Bu kesinlikle ve kesinlikle Türkiye sınırları içerisinde geçerli. Çocukların değil ama, çoğumuzun anılarında büyük pay sahibi hiç şüphesiz spor kapsıyor. İşte bundan da kesinlikle eminim!
Babanızla gittiğiniz ilk maç, ilk tezahüratlar, şehrinizin basketbol takımının oyuncularına nedensizce bağlanma, televizyonda izlediğiniz ilk grand slam; biraz şaşkın ifadeyle ya da iki tekerli bisikletteki ilk maceranız, kanayan dizler örnek dışı, bir de mahalle maçları... Biraz fazla ileriye gittim, birkaç kelime geri geliyorum. İlk izlediğiniz tenis maçı. Kaç kişi izlemiş olabilir ki? Bizler çocukken; tam olarak o izleyenler kesimine hitap ediyorum. Beni yalnız bırakmadığınız için teşekkürler!
Hayal meyal hatırladığım ilk grand slam 1999 mayısı Andre Agassi ile Andrei Medvedev açıkçası ne skoru ne de maçı net hatırlıyorum. Anımsadığım flu ve biraz toprak. Evet, evet toprak zemin olduğu için de unutulmazdı belki de. Avustralya Açık, Wimbledon, Roland Garros ve Amerika Açık bunlar neden diğerlerinden ayrı tutuluyordu ki! Çocuk aklımla ve merakla gelişti, sonra da tutuldum bu spora. Sebebini öğrenince sıkı sıkı tuttum raketimi.
Klasik ve resmi açıklamalar 1925 yılından sonra Ulusal Tenis Federasyonu bu 4 Majör turnuva için Grand Slam olarak tarihe not düşüyor. Bu ağdalı cümlelerle anlatılanlar pek keyif vermiyor. Yalın, herkese açık bir dil. İpucu da burada aslında. "Açık" Wimbledon dışındaki (İngilizlerden de bu beklenir) diğer 3 turnuvanın adından anlaşılmak üzere herkese "Açık" anlamını taşımasıyla. Artık bu açık kelimesini biraz daraltmak gerek. .
Bilet pahalılığını belirtmek şart ama günler, haftalar öncesinden bize ayrılan televizyon karşısındaki tekli koltuk kalıyor. Yine parası ve vakti bol olana boş koltuk var tabii. Bu Grand Slam için son yıllarda tartışma konusu olan ve çözüm bulunamayan sorun esasında! Aralarında müşkülpesent bir tavırla yoluna devam eden Wimbledon, en ayrıcalıklı olma yolunda tavrı net!
Beyaz giydirme takıntısıyla ona anlayış gösteriyoruz. Eğer bu 4 büyük turnuvaya da, olimpiyatları kazanarak filmin başkahramanı olursanız "Golden Grand Slam" yakıştırmasını alan ilk ve tek ve de tek kalmaya Djokovic dışında değiştirebilecek isim dışında bu unvanı baş ucunda şıkır şıkır parlayabilir.
İşin aslı bunu kazanabilen tenisçi var. Sıkı durun. O maç esnasında evlilik teklifi almış, Alman efsanesi. Çok kolay oldu. Steffi Graf. Rol model taşımasını sebebi kişiliği, sporculuğu, disiplini, güleryüzlü çokça yakıştırmalar yapılacak bir kadın. Güçlü kadın! Aynı zamanda 22 Grand Slam ile en çok kazanan isim. Majör turnuvaların daha da önemli yapan ikinci madde daha var. Ödülleri, bir de medyanın ilgisi olmazsa olmazı. Bu kısım sporcuları ilgilendiriyor. Alınan ödüller, kazanılan paralar gerçekten dudak uçuklatabilir.
Hazır konusu gelmişken sevgili ekselansları Roger Federer'den söz etmemek yanlış olur. Erkeklerde en çok Grand Slam kazanan isim. Yanlış olmasın!
Şimdi düşünüyorum da açık ama uzak bize bu spor. Daha yeni yeni kortlar yapılıyor, sporcular yetiştiriyoruz. Bize biraz tepeden bakıyor gibi.Yaptığımız spor ne olursa olsun; kazanma anındaki sevinç için yapılıyor. Birkaç saniyeden ibaret olsa da; biz Türkler biraz abartabiliyoruz.
Her çocuk gibi hayaller yumağının içinde büyüdük, büyütüldük. Bir hayalde benden 1 yıl içinde 4 Grand Slam izleme hayalim var. Bir hayli zor gibi duruyor. İmkansız değil. Çok zor. Bu konuda sponsor olmak isteyenlere Açığım!
Her çocuk gibi hayaller yumağının içinde büyüdük, büyütüldük. Bir hayalde benden 1 yıl içinde 4 Grand Slam izleme hayalim var. Bir hayli zor gibi duruyor. İmkansız değil. Çok zor. Bu konuda sponsor olmak isteyenlere Açığım!
7 Aralık 2015 Pazartesi
Allen Iverson İstatistiklerin Aksini Söylüyor
Onu hep gülüşüyle hatırlıyorum. Aklıma ilk gelen fotoğrafı gülüşü. İşin enteresan tarafı saç stili, giyimi, dövmeleri, kavgalarıyla ve daha eklenebilecek yönleriyle nam salması tezat düşüyor. Kavgalarında, öfkeli yaşamında bir buz dağı saklardı halbuki. Annesinin ona sadece bir çocukken (15 yaşındayken) hamile kalması, terk edilen babası tarafından yetim görülen, Amerika'nın arka mahallerinde büyümeye çalışan bir çocukluk. Irkçı eylemlerine maruz kalması, lise yıllarında karıştığı kavga ve beraberinde 5 yıl hapse mahkum olma (4,5 ay yattı) onun öfkesinin, ağız dalaşlarının kontrolsüzlüğünü açıklayan öfke. Gülüyordu, içindeki öfke hiç sönmeden.
Elbet ona babalık yapan; Georgetown Üniversitesi antrenörü, imkansız olan üniversite kapısını da aralamıştı. Üniversite yılları, geçmişine saplanmış kavgalarıyla taraftarın antipatisini, sürekli kaba sığdırılmaya çalışılan Iverson. Kazanılan galibiyetler, attığı üçlükler The Answer'ı yatıştırıyordu. Draft edildiği Philadelphia 76ers tarafından takas edilme düşüncesi olsa da denenmek için takıma dahil ederler. 1996 yılında başlayan o şüpheli yaklaşımlar tam tamına 10 yıl sürer. 10 yıl mı? Hani şu hapse giren, ırkçılıkla mücadele etmeye çalışan Iverson. Nasıl olabilir ki! Aykırı bir durum. Evet kendine münhasır tarzını kabul ediyoruz.
Basketbolu istatistiklere boğulmuş, kıyaslamaların çemberinde, rakam hesaplarının savaşı olarak görenler Allen Iverson için bir hayli çıkmaza girecektir. Bu NBA'de yıllarca tartışmalı bir konu oldu. Bu adamı gözünde çok büyütüyorsunuz, hiç şampiyonluğu, yüzüğü yok diyenler haklı olduklarını sandılar. Bir şey söyleyeyim, bunca zamandır yanlışsınız. T-Mac ile Vince Carter'la kıyaslandı. Kurtulamadı. İzin vermediler. Lakin Allen istatistiklere aykırıydı, öfkesi gibi, yaşam biçimi gibi.
2001 yılındaki Philadelphia takımı başkaydı. Bambaşka NBA finali bu tip maçları çok gördü. Ya Iverson! Ya o hep küçücük bir aksilikte yanlış ilk gösterilen isim olan Iverson için! Bence o gün NBA final tarihinin unutulmayacak maçlarından biri oynandı. Karşılarında Lakers'ın dağ gibi oyuncusu Shaq vardı. Hatırlayanlar vardır.
Daha çocuktum hayal meyal hatırlıyorum. Kıyısından köşesinden dönen Iverson ve ekibi finallere gelmiş olabilirler ama şampiyonluk nafile. Haksızlık etmemek şart! 2001 yılında yılın en değerli oyunculuğu var. Sonrası bir yıkılış. Sinirleri en üst seviyede yaşayan Iverson bıraktı bize. Takım değişiklikleri, uyum sağlayamama, topla fazla oynama Iverson'ın başını ağrıttı. Onun en büyük sıkıntısı büyüdüğü arka mahalle de kalmış olması.
Her ne kadar parayla olan savaşı kazansa da, statü, anlaşmazlıklar onu dibe çekiyordu. O da gidiyordu, karşı gelmeden.
Okyanusları aşmak istemeyenler Iverson'ı trafik keşmekeşinin, kaosun her daim eksik olmadığı İstanbul, Beşiktaş sokaklarında görebildik veya Türk televizyonlarında maçlarını, üstelik Türkçe ve gündüz vakti. Kısa soluklu transfer olsa da bizlere yakından izleme fırsatı sundu. Kariyerinin son günlerinde, buruk sevinçle gülüyordu aklıma gelen ilk fotoğrafı gibi. Odamdaki posteri, kendine has saç stiliyle, kolluklarıyla, sevecen gülüşüyle; sıkılıp atılan posterlerden değil, yangında ilk kurtarılacak listemde.
O baş edemediği şöhret belasını umursamadan basketbolu bıraktı, hiçbir zaman formülü olmayan istatistikleriyle. Emekli oldu diyemiyorum çünkü gerçekten yakışmıyordu. Sanki her an saklandığı köşesinden çıkıp yarım kalan basketi tamamlayacakmış gibi geliyor. Bana bıraktığı ilk üç şey aklımdan çıkmıyor. Beklenmedik gülüşü, son saniye basketleri ve 3 numaralı forması içime işledi.
Asla eskisi gibi olmayacağı yaşında, güzel bakmayı, aklınıza gelen ilk gülüşü tüm çıplaklığıyla kendi bildiği gibi yürümeyi sürdürecek. Belki de onun için gerçek benliğine giden yolculuk başlangıcıdır.
Elbet ona babalık yapan; Georgetown Üniversitesi antrenörü, imkansız olan üniversite kapısını da aralamıştı. Üniversite yılları, geçmişine saplanmış kavgalarıyla taraftarın antipatisini, sürekli kaba sığdırılmaya çalışılan Iverson. Kazanılan galibiyetler, attığı üçlükler The Answer'ı yatıştırıyordu. Draft edildiği Philadelphia 76ers tarafından takas edilme düşüncesi olsa da denenmek için takıma dahil ederler. 1996 yılında başlayan o şüpheli yaklaşımlar tam tamına 10 yıl sürer. 10 yıl mı? Hani şu hapse giren, ırkçılıkla mücadele etmeye çalışan Iverson. Nasıl olabilir ki! Aykırı bir durum. Evet kendine münhasır tarzını kabul ediyoruz.
Basketbolu istatistiklere boğulmuş, kıyaslamaların çemberinde, rakam hesaplarının savaşı olarak görenler Allen Iverson için bir hayli çıkmaza girecektir. Bu NBA'de yıllarca tartışmalı bir konu oldu. Bu adamı gözünde çok büyütüyorsunuz, hiç şampiyonluğu, yüzüğü yok diyenler haklı olduklarını sandılar. Bir şey söyleyeyim, bunca zamandır yanlışsınız. T-Mac ile Vince Carter'la kıyaslandı. Kurtulamadı. İzin vermediler. Lakin Allen istatistiklere aykırıydı, öfkesi gibi, yaşam biçimi gibi.
2001 yılındaki Philadelphia takımı başkaydı. Bambaşka NBA finali bu tip maçları çok gördü. Ya Iverson! Ya o hep küçücük bir aksilikte yanlış ilk gösterilen isim olan Iverson için! Bence o gün NBA final tarihinin unutulmayacak maçlarından biri oynandı. Karşılarında Lakers'ın dağ gibi oyuncusu Shaq vardı. Hatırlayanlar vardır.
Daha çocuktum hayal meyal hatırlıyorum. Kıyısından köşesinden dönen Iverson ve ekibi finallere gelmiş olabilirler ama şampiyonluk nafile. Haksızlık etmemek şart! 2001 yılında yılın en değerli oyunculuğu var. Sonrası bir yıkılış. Sinirleri en üst seviyede yaşayan Iverson bıraktı bize. Takım değişiklikleri, uyum sağlayamama, topla fazla oynama Iverson'ın başını ağrıttı. Onun en büyük sıkıntısı büyüdüğü arka mahalle de kalmış olması.
Her ne kadar parayla olan savaşı kazansa da, statü, anlaşmazlıklar onu dibe çekiyordu. O da gidiyordu, karşı gelmeden.
Okyanusları aşmak istemeyenler Iverson'ı trafik keşmekeşinin, kaosun her daim eksik olmadığı İstanbul, Beşiktaş sokaklarında görebildik veya Türk televizyonlarında maçlarını, üstelik Türkçe ve gündüz vakti. Kısa soluklu transfer olsa da bizlere yakından izleme fırsatı sundu. Kariyerinin son günlerinde, buruk sevinçle gülüyordu aklıma gelen ilk fotoğrafı gibi. Odamdaki posteri, kendine has saç stiliyle, kolluklarıyla, sevecen gülüşüyle; sıkılıp atılan posterlerden değil, yangında ilk kurtarılacak listemde.
O baş edemediği şöhret belasını umursamadan basketbolu bıraktı, hiçbir zaman formülü olmayan istatistikleriyle. Emekli oldu diyemiyorum çünkü gerçekten yakışmıyordu. Sanki her an saklandığı köşesinden çıkıp yarım kalan basketi tamamlayacakmış gibi geliyor. Bana bıraktığı ilk üç şey aklımdan çıkmıyor. Beklenmedik gülüşü, son saniye basketleri ve 3 numaralı forması içime işledi.
Asla eskisi gibi olmayacağı yaşında, güzel bakmayı, aklınıza gelen ilk gülüşü tüm çıplaklığıyla kendi bildiği gibi yürümeyi sürdürecek. Belki de onun için gerçek benliğine giden yolculuk başlangıcıdır.
4 Aralık 2015 Cuma
Adından Belli Değil Mi!? Sir Alex Ferguson
Biraz vaktinizi çalmak istiyorum. Şans, yetenek, adalet ve vesaire gibi kavramlar her zaman güçlüden taraftır. Çok güçlüden! Ancak ne var ki güçlü olabilmek, kalabilmek ayrı bir meziyet gerektirir. Alex Ferguson'ın bu yeteneklere sahip olmasını anlamak için Manchester United taraftarı olmanıza veya maçlarını izlemenize pek de gerek yok ki artık izleyemezsiniz. Yani olabilir esasında size kalmış! Şöyle ki ortada inkar edilemeyecek düzeyde "gerçek", şampiyonluklar, başarılarla dolu dolu bir tarih ve olması gerektiği dönemlerde futbol anlayışını çağa uyduran ve kusursuza yakın uyum sağlamış bir isim.
Bunlar için bile fazlasıyla ayakta alkışı hak ediyor.
Fırsat verildiğinde geri çevirmeyen, afiyetle galibiyetten kutlamalara koşan bir adamdı saygıdeğer Sir. Şimdi ben size gelmiş futbol adamını, kariyerini veyahut 27 yıllık aralıksız Manchester United başındaki teknik adamlık sürecini ballandıra ballandıra anlatmayacağım. 27 yıl!!!
Günümüzde son derece tazeliğini koruyan Türk teknik adamların kısa süren, bir hayli kısa süren kariyerlerine bakış 27 yıl düz bir 657 memurunun sabitliğini bile sallayacak türden. Ferguson'ın futbolculuk kariyerinde attığı gollerle konuşan insan göremeyiz. Haksızlıkta edilmemeli, tam anlamıyla forvet kavramına oturan, bol gollü maçlar izlettiren tatlı ve huysuz ihtiyar 2013 yılında Kırmızı Şeytanlara veda edince şaşırdık doğrusu.
Yaşıtlarının bir ayağı çukurda olunca Ferguson dün başlayan sporcu gibi iştahlı ve heyecanlı devam ediyordu. Yanılmışım! Yanılmışız! Yahu hiç görülmemiş bir olay; futbol dünyası için, İngiltere futbolu için değil. 90'ların başından itibaren kurulan dominasyondan başlamak gerek. Manchester-Ferguson ikilisini anlatmaya. Ansiklopedi bilgisi gibi sıkmadan. Söz etmeden devam edilemeyecek harikulade bilgiler var elimde. Unutulmayacak sezonları örneğin. 1999 akıllara ilk gelen. 1996 yılında 12-13 puan gerisinden gelerek Newcastle'ı altüst edişi, biraz yakına gelelim.
2008 yılındaki Chelsea önünde Kırmızı Şeytanlar Mavilere karşı Şampiyonlar Ligini gözleri önünde kazandığı sene. Bir de 2013 yılı, ayrılışı, bitmeyecek sanılan ayrılış, kimsenin beklemediği bir zamanda. O gözünden eksik etmediği takımına, güvenli limanına bakıyordu, seyirci koltuğundan.
Ne zaman güvenli limanından uzaklaşsa, biraz alkolden, biraz sinirden kıpkırmızı kesilmiş Sir Alex Ferguson yüzünü görmeye başladık. Korkuturdu ihtiyar. Korkutmak yerine, şaşırttı, uğruna taptığı Manchester taraftarlarını.
27 yıl boyunca ne olursa olsun bırakmamış. Neden şimdi sorularıyla boğuluyordu medya ve dünya futbolu. Elbetteki bugün bırakmış olsaydı bu sorular yine sorulacaktı. O yüzden bu panik havası kısa sürdü. Öyle olmalıydı.
Dikkatimi çeken bir diğer nokta Avrupa Şampiyonasında Ada futbolunun, İskoçların futbolu gündemde uzun süre düşmemişti. Bunların hiç birinin tesadüften ibaret olmadığının göstergesi Fergie.
Ferguson döneminde de çoğu kez zorlu dönemlere girdi, hatta ligi düşme hattına yakın bitirdiği sezonlarında oldu. Hiçbir zaman bırakıp gitmedi. Bence öyle bir düşüncesi de olmadı. Son iki yıldır ortalarda devam eden "herhangi" bir takım gibi oynuyor. Kazandırdığı kupaları, şampiyonluklar, modern çağın gördüğü en büyük futbol ikonu için, yazılabilecek o kadar çok şey var ki... Sayfalarca süren bir çala kalemin içinde bulabiliriz.
Kazandırdığı somut örnekler, canlı, capcanlı, isimler var. Roy Keanne, David Beckham (ismi okunduğunda zamanın durduğu) Ryan Giggs, kendisinden pek haz etmem Christiano Ronaldo ve giderayak yaşattığı en büyük bombası Wayne Rooney. Hakkında yazılan olumlu bir çok cümlenin karşısında hakkı yenen takımlardan, kollanan United, son dakika kazanılan penaltılardan, kibrinden adalat bazen yolunu şaşırabiliyor. Bazen!
Objektif olmak şimdilerde zor zanaat. İnsafsız olmamak gerek, sonuçta 27 koca yıldan bahsi geçen. Ferguson yazdı ve bizlere izletti. Adalet kimin umurunda!
Bunlar için bile fazlasıyla ayakta alkışı hak ediyor.
Fırsat verildiğinde geri çevirmeyen, afiyetle galibiyetten kutlamalara koşan bir adamdı saygıdeğer Sir. Şimdi ben size gelmiş futbol adamını, kariyerini veyahut 27 yıllık aralıksız Manchester United başındaki teknik adamlık sürecini ballandıra ballandıra anlatmayacağım. 27 yıl!!!
Günümüzde son derece tazeliğini koruyan Türk teknik adamların kısa süren, bir hayli kısa süren kariyerlerine bakış 27 yıl düz bir 657 memurunun sabitliğini bile sallayacak türden. Ferguson'ın futbolculuk kariyerinde attığı gollerle konuşan insan göremeyiz. Haksızlıkta edilmemeli, tam anlamıyla forvet kavramına oturan, bol gollü maçlar izlettiren tatlı ve huysuz ihtiyar 2013 yılında Kırmızı Şeytanlara veda edince şaşırdık doğrusu.
Yaşıtlarının bir ayağı çukurda olunca Ferguson dün başlayan sporcu gibi iştahlı ve heyecanlı devam ediyordu. Yanılmışım! Yanılmışız! Yahu hiç görülmemiş bir olay; futbol dünyası için, İngiltere futbolu için değil. 90'ların başından itibaren kurulan dominasyondan başlamak gerek. Manchester-Ferguson ikilisini anlatmaya. Ansiklopedi bilgisi gibi sıkmadan. Söz etmeden devam edilemeyecek harikulade bilgiler var elimde. Unutulmayacak sezonları örneğin. 1999 akıllara ilk gelen. 1996 yılında 12-13 puan gerisinden gelerek Newcastle'ı altüst edişi, biraz yakına gelelim.
2008 yılındaki Chelsea önünde Kırmızı Şeytanlar Mavilere karşı Şampiyonlar Ligini gözleri önünde kazandığı sene. Bir de 2013 yılı, ayrılışı, bitmeyecek sanılan ayrılış, kimsenin beklemediği bir zamanda. O gözünden eksik etmediği takımına, güvenli limanına bakıyordu, seyirci koltuğundan.
Ne zaman güvenli limanından uzaklaşsa, biraz alkolden, biraz sinirden kıpkırmızı kesilmiş Sir Alex Ferguson yüzünü görmeye başladık. Korkuturdu ihtiyar. Korkutmak yerine, şaşırttı, uğruna taptığı Manchester taraftarlarını.
27 yıl boyunca ne olursa olsun bırakmamış. Neden şimdi sorularıyla boğuluyordu medya ve dünya futbolu. Elbetteki bugün bırakmış olsaydı bu sorular yine sorulacaktı. O yüzden bu panik havası kısa sürdü. Öyle olmalıydı.
Dikkatimi çeken bir diğer nokta Avrupa Şampiyonasında Ada futbolunun, İskoçların futbolu gündemde uzun süre düşmemişti. Bunların hiç birinin tesadüften ibaret olmadığının göstergesi Fergie.
Ferguson döneminde de çoğu kez zorlu dönemlere girdi, hatta ligi düşme hattına yakın bitirdiği sezonlarında oldu. Hiçbir zaman bırakıp gitmedi. Bence öyle bir düşüncesi de olmadı. Son iki yıldır ortalarda devam eden "herhangi" bir takım gibi oynuyor. Kazandırdığı kupaları, şampiyonluklar, modern çağın gördüğü en büyük futbol ikonu için, yazılabilecek o kadar çok şey var ki... Sayfalarca süren bir çala kalemin içinde bulabiliriz.
Kazandırdığı somut örnekler, canlı, capcanlı, isimler var. Roy Keanne, David Beckham (ismi okunduğunda zamanın durduğu) Ryan Giggs, kendisinden pek haz etmem Christiano Ronaldo ve giderayak yaşattığı en büyük bombası Wayne Rooney. Hakkında yazılan olumlu bir çok cümlenin karşısında hakkı yenen takımlardan, kollanan United, son dakika kazanılan penaltılardan, kibrinden adalat bazen yolunu şaşırabiliyor. Bazen!
Objektif olmak şimdilerde zor zanaat. İnsafsız olmamak gerek, sonuçta 27 koca yıldan bahsi geçen. Ferguson yazdı ve bizlere izletti. Adalet kimin umurunda!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)