29 Ocak 2016 Cuma

SIKI DURUN, BİR AVRUPALI NBA YILDIZI DAHA GELİYOR!

Bu yıl NBA kelimesinin ağızdan çıktığı ilk andan beri akıllara takılan şüphesiz iki isim var, tabi alternatifleri ve istisnai oyuncuları unutmamak koşuluyla. Bu yıl duygusal bir şekilde emekliliğini açıklayan Kobe Bryant ve bize son kez All-Star izleme imkanı sunduğu için minnettarız. Uykusuz bırakacağı içinde!
Esip gürleyen, rekor kırma ustası ve çıtayı epey yukarılara taşıyan yetenek Stephen Curry. Gün geçmiyor ki onun adını anmadan maçlar, hareketten veya her an her şeyin olabileceği Curry'den bahsetmeyelim.

2015 yılıyla birlikte dillere düşmüş bir isim daha var. Yetenek avcılarının peşinden koştuğu, Nba potansiyellerinden birisi olan Letonyalı Kristaps Porzingis. Bakıldığında özellikle fiziksel olarak güçlenmesi, NBA nezdinde büyük bir oyuncu olması kaçınılmaz olacaktır. İki kelimemizden biri için Curry diyorsak; savunmaya katkısı, çift haneli atış istatistikleri, ikili oyunlardaki hızı, beklenmedik anlardaki asistleri ve ayak çabukluğunu... anımsayarak canlandırıyoruz. 



İşte gelecekte, yakın gelecekte Porzingis için aynı düşüncelere kapılabiliriz. Curry-Porzingis kıyaslaması elbette ki yapmıyorum. Ama gelecek vaat ettiğini, çok başka seviyelere çıkabilecek basketboluna şimdiden göz atmaya başladıysak sürpriz olmayacak. Benden söylemesi. Siyahi oyuncuların domine eden NBA yerine, harmonik oyuncuların oluşmasıyla tüm dünyayı saran bir spor haline dönüştü. 
Üstelik futbolun monarşisi ağır basarken. Bilhassa Avrupa pasaportlu oranı gün geçtikçe artıyor. 

Porzingis'in Nba kariyerine adım atmadan önce, basketbol altyapısına sahip ailesi de bu noktada devreye giriyor. Sırbistan, Litvanya, Letonya basketbola, Avrupa basketboluna en büyük katkıyı sağlayan ülkelerin başını çekiyor. Hakkını vermek gerekiyor. Porzingis'te NBA sosuna bulanmış bir Letonyalı olarak hücum kanatlarıyla ön plana çıkan, topun olmadığı alanlarda doğru zamanda doğru yerde ve hızlı hareket edebilen ve aynı zamanda takım arkadaşlarına yardıma giden bir pivottan söz ettiğimizi hatırlatalım.



Son dönemlerde çemberden uzak oynanan basketbola, parantez açan isim aynı zamanda. Birçok uzun oyuncunun devam edip çembere bile değdiremeyeceği noktalarda topu panyalıyla buluşturup kolay sayılar elde etmek de üstüne yok. Yaşına bakmaksızın. Bu da onu diğer oyunculardan ayırıyor. 
Tempolu basketbolu tekrar tekrar hatırlatıyor. Oyun tarzıyla da İspanya'nın vazgeçemediği ismi Pau Gasol'a çok benzetilmekte.
Ortak noktaları kariyerlerine İspanya'nın gelişmekte olan takımlarında başlaması, bunun yanı sıra ilk yıllarında draft edilmeleri rastlantının çok ötesine geçiyor. Kristaps Porzingis topu sadece panyalıya göndermekle kalmıyor, dikkatleri de üzerine çekiyor. Eeee ben size sıkı durun demiştim...

26 Ocak 2016 Salı

Top Var, Kale Var Ama Bu Futbol Değil!

Aslında pek de huyum değildir! Bilmediğim denizlerde yüzmem, önce keşfederim. Kendine yer bulmayı dünya çapında başaramamış sutopu, her zamanki gibi sporun merkezi İngiltere'den çıkmış. Hentbol ve futbolun tahayyülünü hissedersiniz. Kalecisi olmak üzere yedi oyuncusuyla, fiziksel olarak fazlasıyla yorucu, son derece kondisyon ve vücut kontrolü gerektiren bir spordan bahsediyoruz.

Esasında sutopunda Amerikan Futbolu sertliğini görmek mümkün, ülkemizde de diğer ülkelerde olduğu gibi ilgiyi çok az görenlerden.
Her ne kadar Adana'da yoğun uğraşlar sonucunda ilerleme kaydetse de önce takım kilidi vuruyor, sonrası çorap söküğü; 17 yıl arka arkaya hiç yenilgi yüzü görmemiş ve 22 şampiyonluk elde etmiş Adana Demirspor'un "Yenilmez Armada" olarak yarışlara devam etmesi kısa sürmüş. 1991'den beri hegomanyasını kurmuş. Direnememiş...
Galatasaray Spor Kulübü var ancak o günden bugüne seyirciyi arkasına almayı başaramamış; tıpkı tekerlekli basketbolcular gibi.



Pozitif bir bakış açısıyla bakmak istiyorum, su topunun sertliğinden dolayı ilk zamanlarda sporcuların solunum ile mücadelesi bir yana bilinç kayıplarının da olması seyirciyi kendinden uzak tutmuştur. Zamanla daha kabul edilebilir bir oyun stiline bürünmüş. Hemen bu tarzdan önce sertliğin alameti farikalarını dönemin fotoğraflarıyla gösteriyor. 1956 yılındaki Melbourne Olimpiyatlarında sutopundaki mücadeleler spor tarihine kara leke olarak geçmiştir. Bilen insan sayısı nadirdir. Keşke hiç bilmeseydik!

Olimpiyatın tarihleri İkinci Dünya Savaşının hemen sonrasıydı. Kıtalar değişse de, izler görünüyordu. Duygular, hisler çok tazeydi. Savaşın etkilerini, su yüzündeki sporcuların kanlı vücutlarıyla gözler önüne seriyordu. 
Macaristan-Sovyetler Birliği arasındaki sutopu yarı finalinde yaşananlar kan donduran cinstendi. Macarları Almanların monarşisinden kurtaran Sovyetler; Macaristan'dan gitmeye hiç niyetleri yoktu. Üstelik bir de kendi anlayışlarıyla ülkeyi yönetmeye çalışıyorlardı. 



Macarlar tam Almanlardan kurtulduk derken, Sovyetlerin baskısıyla savaşmak zorundalardı. Gözünün yaşına bakmayan Rus Ordusu duruma karşı gelenleri idam veya sürgün etmekle tehdit ediyorlardı. Tam da bu süreçlerin yaşandığı anlarda Olimpiyat Oyunlarındaki savaşlarıyla karşılık vermeyi borç bilmişlerdi Macarlar. Bir anda sutopu, su boksuna dönüşmüştü. Saniyeler içinde! Macarlar iddialı oldukları sporda 4-0 önde iken Sovyetlere var olan tüm gücüyle saldırmaya başlamışlardı. Havuzda adeta İkinci Dünya Savaşının kaldığı yerden devam etmesini izliyordu seyirciler ve en yakınındaki hakemler.

Savaş; sadece siyaseti, sokakları kan bulamaya yetmezmiş gibi spora da sıçramıştı. Tüm bunlara rağmen Macaristan takımı finale çıkmış, bu yoldaki tüm engebeleri sertlikleriyle cevap vermişti. En nihayetinde Yugoslavya'yı eleyerek altın madalyayı ülkelerinin zulüm görmüş halkına adadılar.
Daha sonra havuzda çatışan sutopu sporcuları bir daha bu sporla uğraşmak yerine yüzmeye yöneldiler. Sutopu da bir çelmeyi kendi sporcularından almış oldu. 
Son haftalar da ülkemizin de yer aldığı Şampiyonalar, ağır mağlubiyetler bu spora olan çekincemizi açıklıyor. Sutopunu daha da izlenebilir duruma getirmek istiyorsak en büyük sorumlulukta bizlerde, seyircilerde, ailelerde, bu sporu teşkil edenlerde... Futbola karşı beslediğimiz milli duygularda!

22 Ocak 2016 Cuma

No Totti No Party!

Verdiğimiz sözleri yerine getirebilmek konusunda gelgitler yaşayanlar, lütfen bu yazıya kulak verin! Bakarsınız, size de ilham verir. Klasik olarak sarf edilen cümledir; "Eğer yemeğini yersen (oyuncak, çikolata...) alacağım vb. Fazlasıyla sıradan ve duymaktan bıkkınlık gelen, boş cümleler. Bizim için! Bizim kültürümüzün dışına çıkmayan toplumun, benzeyen Akdeniz ülkeleri de yok değil!

Pek tabi ki akla ilk gelen İtalyanlara benzeyişimiz. İtalyan anne; sabahın ilk ışıklarıyla topun peşinden koşan oğluna "Eğer eve gelirsen seni bizim semtin takımına yazdıracağım" der. Bir çocuk hayatının tümü, merkezi olacakmışcasına dikişi sökülmüş spor ayakkabılarıyla futbol oynarken, annesinin sesine kulak kabartır. 
Daha da önemlisi annesi sözünü tutar ve semtin takımı Fortituda'ya yazdırır. Adını yazdırdığı tek mütevazi semt takımı olmayacaktı Francesco Totti...



Futbolda ki tutku, azim ve tevazuydu. Totti harikalar yaratıyordu, tıpkı Roma'nın sokaklarında oynadığı futbol gibi. Değişmeden, saf haliyle...
Antrenmanların birinde, habersizce topla cambazlığını sergilerken, Milan'ın scout'ları gözüne kestirmişti. Doğal olarak kısa sürede Lazio ve Roma seçenekleri de oluşmaya başladı. Totti'nin heyecanı doruklarındayken, annesi sadece eve gelebilmesi için verdiği sözü ("Eğer eve gelirsen seni bizim semtin takımına yazdıracağım") oğlu için karar verme aşamasına getirmişti. 
Bu kadar erken yanından ayrılmasına tahammülü yoktu. Ortada bir gerçek vardı. Derslerle arası yoktu, oğlunu hayata bağlayan tek şeyin futbol olduğu. Bir de yetenek; tartışmasız, "10" numara bir oyuncu profili. Annesi oğlunun da tuttuğu takım Roma'yı seçerek "Dünya Futboluna" yeni cevher kazandırdığını farkında değildi. Totti de!

17 yaşındayken Roma'nın teknik adamı Vujodin Buskav A takımında, durmak bilmeyen bu çocuğa şans vermeye kararlıydı. Dakikalar 87. dakikayı gösterdiğinde, ilk kez Roma formasıyla (A takımı) kramponlarının dikişlerinin özel tasarımıyla el değdiği "hayatının en önemli anı" olarak nitelendirdiği 7 dakikasını oynayacağıydı. Çocukluğunda "Giuseppe Giannini" idol olarak söylemekten alıkoyamayacaktı. 1 yıl sonra Roma'ın teknik adamı değişmiş, (Carlo Mazzone) takımın ilk 11'inde yerini perçinlemişti. 
Foggia ile oynadıkları maçta hayatının ilk golünü atmıştı ve gerisi hayal meyal hatırlanan anlar...



Totti milli takımında perdesini aralamışken U-18 Avrupa Gençler Şampiyonasında, ilk milli takım yılında finalde İspanya'ya kaybetmişlerdi. Tek bir farkla maçın adamı seçilmesiyle! Daha sonraki yıllarda kaldırdığı kupalar, taktığı madalyalar, atfedilen takma adlar...

Unutmadan dönüm noktalarından biri de Roma'nın başına gelen teknik direktörler. Ne derlerse desinler oyun zekası, duran top yeteneği, hırsı, yaratıcılığının fark edilmesi zaman almıyordu. Bu arada taraftarı, Totti'ye olan sadakati karşılıksız değildi. Özel olarak hazırladığı pankartlar, tezahüratlar İtalya'nın efsanevi futbolcuları listesinde.

Canını dişine takarak oynayacak bir futbolcusu vardı karşılarında. Totti'nin oynamadığı bir maçtan dillere pelesenk olmuş "No Totti No Party!" Totti hızını alamayınca taraftar coşuyordu. Çoğu kez gümüş madalyaya razı olmak zorunda kaldıklarında bile maçın adamı oluyordu. Totti efsanesi hiçbir zaman Roma'dan vazgeçmedi, vazgeçemedi. Avrupa devleri onun peşindeyken.

Totti ve arkadaşları tarih yazmaya odaklanmışken Totti'nin başka bir şey görmesi beklenemezdi. 2006'daki Dünya Kupası'nda Fransa'nın elinden alan İtalya ve Totti damgası. 
2007 yılındaki bir ilki daha 26 golle gol krallığı. Totti'nin sahaya son kez çıkacağı gün, stat da olmak için hayatını feda edecek Romalılar ve Roma'ya feda etmiş bir Totti!


19 Ocak 2016 Salı

Tenisin Klas İsmi, Pete Sampras

Her dönem; kısa veya uzun soluklu olabilir...Sporu domine eden sporcularla dolup taşar. Asıl mühim olan da emekli olsalar da halen daha bu isimleri konuşuyor olmamız. Futbolda Raul, Zidane, Beckham gibi yıldızları yakın zamanda performanslarıyla maçtan maça, kupalardan şampiyonluklara koşarken yerini Roanldo, Messi... gibi futbol ustaları aldı. Keza basketbolda da Jordan, Iverson, KAJ, Kobe (ki hala izleme şansı varken) basketbolu/NBA dünyaca popüler olmasını sağlayan emekçiler şimdiler de, Lebron, Curry ikilisine bıraktı.

Son zamanlarda Djokovic, Nadal, Murray ve Federer dörtlüsünün dominasyonu tenise her kesimin yakınlaşmasını destekleyenlerden. Burada Federer'e parantez açmakta yarar var. Aksi takdirde haksızlık olacak. Pete Sampras'ın kırılma noktası 1990-2005 yıllarını kasıp kavuran bir tenis dahisiyken, Federer tarafından bıçak gibi kesen ekselansları devreye girdi. Ancak ya Federer öncesi...


Andre Agassi ile kupaları paylaşılan yıllar! Tatlı çekişme, rekabet ve bir dönemin tenisi izleyenler listesinde başı çekiyorlar. 14 Grand Slam kazanmış, erkeklerde bir rekora imza atmıştı... Ta ki Federer 17 Grand Slam ile çıkıp gelene kadar. Henüz yanına yaklaşabilen de olmadı; tenise devam ettiğini de düşününce, rekorunu yineleyebilir. 

Teniste işler karışık! McEnroe'nin öfkeyle fırlattığı raketleri, Connors'ın kan ve ter içindeki halleri Pete'in (Pistol) tenis sahalarına olan hakimiyetini özetliyordu. Bilhassa Wimbledon'daki 7 zafer sevinci; çim kortun gücüne servisleriyle karşı geliyordu. Buna 4 Amerika Açık ve 3 Avustralya Açık ekleyince dikkatler onun üzerinde.
Çıtayı yükseltmiş, seyircilerin Sampras'tan beklentilerini arttırmıştı. Dönemine göre futbolun, basketbolun hegomanyasına karşı gelmiş, tenisi yukarılara taşımış. Şimdi Pete Sampras'a büyük bir teşekkürü borç bilirim. Bir eksik dışında. Her tenisçinin baş belası (Nadal hariç) Roland Garros'taki engellerine (çeyrek final, yarı final) rağmen bir türlü yüzü gülmedi. Toprak zemin hiçbir tenisçiye söz geçirmeye izin vermiyor. 
Dünyayı sarsan yeni tenis yıldızı Djokovic'te dahil.


Pete Sampras tüm çoşkusuyla, tenis zekasıyla spora, tenise bir adım atmamızı sağladı. Özellikle de bizim nesil için. 80'ler jenerasyonu çok iyi bilir! Duvarlarımızı yıktı, yeni rekorlara dair (kırılana dek) tüm bildiklerimizi yeniden kaleme aldı. Yok ben kim gelirse gelsin Tenis ile el sıkışmam derseniz de son noktayı, aşağıdaki yazıyla baş başa bırakmak isterim.

"Tennis is life; 14-15 yaşındaki gencin tişörtünde böyle yazıyordu... Tercümesi, tenis hayattır... Ne futbola ne voleybola ne de basketbola... Çünkü tenis spor değil, yaşam biçimidir... İşinizi, toplantınızı, akşam yemeklerinizi, uykunuzu hep ona göre ayarlarsınız... Siz onu yönlendiremezsiniz o sizi yönlendirir...Öncelik hep onundur..
Hadi biraz daha açık konuşalım..Tenis aslında kadın gibidir... Hep ilgi ister, şefkat ister, sevgi ister... İlgisizliği hiç affetmez...Aslında nankördür... Sizin onu bıraktığınız gün onun da sizi bırakacağını bildiğiniz için kopamazsınız... Korkarsınız...Terk edilmeyi kabullenemezsiniz... Zaten tenis tutkunları, kabullenemeyenlerdir.
Peki bu bir eş midir, sevgili midir, metres midir..? Aslında hepsidir çünkü o size tercih hakkı tanımaz.. Biliyorum...! Kiminiz bu sevgili, eş, metres ayrımına takılacak ama olsun. Bu ayrı bir yazı konusu. Anlatmak istediğimi, tenise gönül verenler çok iyi anlar! Gönül işlerini bir kenara bırakalım, dönelim tenise.
Bir rakiple oynadığınız ama karşınızda rakip varken kendinizle mücadele ettiğiniz tek spor dalı tenistir. Korttaki hareketleriniz, oyun biçiminiz, agresif davranışlarınız aslında özel yaşamınızdan kesitlerdir. Gidin herhangi bir kulübe iki amatör oyuncuyu bu gözle seyredin. Onların karakterlerini hatta ne iş yaptıklarını bile tahmin edebilirsiniz.Diyelim ki file önündesiniz rakibiniz bu köşeye sıkışmış, top yumuşak ve istediğinizi yapacak seviyede...
Ne yaparsınız? O anda akıl mı öndedir yoksa hırs mı? Yani topu filenin önüne mi bırakırsınız smaç mı vurursunuz? O anda doğru olan nedir, rakibi sinirlendirecek, sizin duygularınıza gem vuracak olan nedir?İşte verdiğiniz o karar, sizin karakterinizi ortaya çıkarır.
Bir başka ayrıntı... Tenis sevgi istediği kadar disiplin de ister. Bu yüzden en iyi amatör tenisçiler hep doktorlardır... Öyle dahiliyeciler falan değil kardiyologlar, nörologlardır... Yani kalple, beyinle uğraşanlardır. 
Hele onlar cerrahsa yandınız demektir..Onlar öyle bir disiplin içinde oynarlar ki, en ufak bir dalgınlığınızın karşılığında yenilgi kaçınılmazdır. Çünkü küçücük bir top yaşamınızın o kesitini esir alır. Beyninizle, yüreğinizle tüm organlarınızla o topa kitlenemezseniz tenis oynayamazsınız. Yani maksimum konsantrasyon ister."
(Bu yazı tennisman.blogcu.com'dan alınmıştır)

15 Ocak 2016 Cuma

Yeni Bir Soluk; "Giro'nun Sevgilisi"

Damdan düşer gibi dahil olmak tam da öyle bir kadın ya da iki teker üzerinde bisikletin kraliçesi var desem... Dikkatinizi çekeceğinden eminim!

Bu zamana kadar pek çok bisikletçi belki ismini duyduğumuz belki de gizli kalmış bisikletçilerin bir şekilde adını satır aralarında adını lütfettiğimiz efsaneler var. Anlatmak istediğim klişeleşmiş efsanelerden değilveya dopingleri ile ününe ün katmış Lance gibi hiç değil. Gerçekten "sıradışı" kelimesini baştan yazan bir kadının yaşanmışlıkları...
19 yüzyılda çoğu İtalyan gibi yoksul bir hayat sürdürmenin yanında 10 çocuklu bir ailede ve bunun 8'nin erkek kardeş olması zorluklarla baş etmeyi ona çocukken öğretecekti. Bir nevi dönemin koşullarına göre erkek gibi yaşamayı hayat biçimi haline dönüştürecekti. Yine erkek kardeşlerinin bisikletini kaçırıp, sokaklar da dilediğince pedal çeviriyordu Alfonsina (Strada) Morini. 19 yüzyılda!


19.yüzyıla göre ileri görüşlü bir babaya sahipti Morini. 10 yaşında ilk bisiklete binen şanslı "kızlardan, çocuklardan" biriydi. Onu diğer bisikletçilerden ayrıcalıklı ve özel kılan ise; Giro'ya katılan ilk ve tek kadın olmasıydı. Küçük bir beyaz yalanla, kaydını erkek olarak yazdırmasıyla. İsminin son harfini çıkarak, çocukluğundaki erkek muamelesi bizzat kendisi isteyerek, ne pahasına olursa olsun Giro'da ustaca pedal çevirmeyi başarmış bir kadın. Durduk yere çıkmamış bu macera yoluna.

Babasının aldığı bisiklet, yolunu açmış esasında. Daha sonra katıldığı kadınlar kategorisindeki tamamına yakınını, erkekler yarışlarındaysa bazılarını boynuna geçirdiği madalyalarıyla, babasına pedal çeviriyordu. Bu şampiyonluklar beraberinde Avrupa'nın savaş içerisinde olmasına rağmen bazı ülkelerden davetiye kazandı (Grand Prix of St Petesburg, Giro di Lombardia) ve bu yarışları pes etmeden, birkaç erkeği geçerek Yarışmayı bitirmeyi başardı, lastiği patlasa da, dizleri kan içerisinde kalsa da yarışları sonuna kadar getirebilmek ve de bir kadınsanız daha büyük başarı düşünülemez.


Yine ilk yarış gidonlu bisikletini de bir erkek tarafından "eşi" hediye etti. (Luigi Strada; işçi ve yol bisikletçisi) Giro d'Italia'ya katılabilmek bir küçük "a" harfinin silinmesiyle olamazdı, ona yardım eden Giro'nun parasal çöküşü, sponsorların savaşlardan dolayı desteklerini çekmesi işini, hayallerini gerçekleştirme de bir hayli kolaylaştırmıştı. Bu felaketler Morini için avantaja dönüştü. 
Hem Morini isteği hem de Giro d'Italia olan ilginin azalmasını "dahiyane" fikriyle kitlelerin ilgisini, yardımlarını canlı ve merak içinde bırakacaktı. Çok haklıydı. Çok!

İtalya'nın en iyi kadın bisikletçisi sayesinde diri kalmak istemiyorlardı, ama Alfonsina çok başarılıydı. Ayakta tutan da yine o oldu. Yarışlara devam etti, ancak kazandığı ödüller sayılmayacaktı. Kimin umurundaki ödüller, mayolar, şampiyonluklar, madalyalar...
Alfonsina Morini sayesinde günümüze kadar gelmiş Giro d'Italia konuşuyoruz! "

“Size bisiklet ve kadın hakkında ne düşündüğümü söyleyeyim: Bence bu dünyada hiçbir şey, kadınlara bisikletin verdiği kadar özgürlük vermemiştir.”

Susan B. ANTHONY / New York World Gazetesi, 1896

12 Ocak 2016 Salı

Süper Babaanne Hikayesi: Daniela Hantuchova

Çocuklara pek seçme hakkı tanımayız. Ebeveyn elinden tutar ve çocuğunun geleceğini çocuğuna danışmadan yönlendirir. Bırakıp izin verildiğinde onlar yollarını adeta belirlemekte ustadırlar. İşte size bir çıraklık dönemi. Bir anne-baba ne kadar spordan uzaksa çocuğunu spora çeken mıknatıs vardır elbet. Helena Hantuchova Slovak tarihinin en önemli isimlerinden. Ülkenin tenis kraliçesi, şampiyonu, aynı zamanda Daniela Hantuchova'nın babaannesi. 

Küçük yaşlarda merakla babaannenin kortlara gidişini izlemeyi bizzat canlı olarak gerçekleştiren Daniela bir daha da tenis ile bağlantısını koparamadı. Sadece tek tutkusu tenis de değil, 4-5 yaşlarındayken piyano çalmayı öğrenen, kulağının Chopin, Mozart gibi bestecilere verirken, ayakları onu kortlara götürüyordu. Her ikisinin eğitiminde saatlerce vakit ayrılması gereken disiplin şart. Dolayısıyla çocukluk dönemini baypas eden hem sporcu hem de müzisyen bir yetenekti.



Dünya 1 numarası olamadı ve Williams'ın domine eden yapısından ötürü edemeyecek bir fotoğraf önümüzde, teklerde en yüksek dünya üçüncülüğü olması bir yana karışık çiftlerde 4 Grand Slam'i kazanan, tarih sayfalarındaki 5 kadın sporcudan biri olmayı başarıyor. Bu tam anlamıyla uyum ve birbirini anlamanın yolundan gitmek demek. Oldukça özveri isteyen sistematik içerir.
Diğer sporculara göre klasik eğitim almış bir piyanist, onu kortların diğer yıldızlarından ayıran en dikkat çekici özellik. Bir diğer ilginçliği; WTA Tour'da en fazla 3 setli maç oynayıp (2-1) kazanan oyuncu olması. Buna eşlik eden bir takma isimle adını Daniela değil de "3 setin kraliçesi" olarak anılmaya başlanacaktı. 

Tekler kategorisinde bu arada biraz mola veriyor. 2008 yılında çok yaklaşmışken Avustralya Açık'ta oynadığı yarı finale kadar. Zaten tekler de gösterdiği en büyük başarısı da bu, yarı final olmaktan öteye geçemiyor. Ancak Daniela Hantuchova şaşırtmayı seviyor. Sürpriz! Seyirciler adına da adrenalin yaratacaktır. Evet, belki o genç yetenek olmasa da 32 yaşında ve halen daha şampiyonlukları ve turnuvaları kovalıyor.

Bu yıl İstanbul Cup'a ilk kez katılan Daniela, tıpkı babaannesi gibi ülkesinin şampiyonu olan Çağla Büyükakçay'ı eleyip kortun tozunu toprağını yuttu. Her ne kadar daha sonra devamı gelmese de ülkemiz adını bir sonraki yıl için göz kırpanlardan. 2002 yılında Slovakya'nın tek Fed Cup zaferinin perde arkasında da yine Hantuchova var. Daniela Hantuchova ailesi nesiller boyunca Slovakya'da tenisin gelişebilmesi için büyük adımlar attılar ve torun bu bayrağı devir almışken çocuklara gelecek vaat ediyorlar.

Bu başarılara Indian Wells'te yaşadığı iki şampiyonluk onu Slovakya adına referans göstermekten alıkoyamıyor. 
Çok anlamlı söylemiş Barış Abi (Manço).
Süper babaanne seni çok seviyoruz.
O büyük aşkları biz de yaşıyoruz.
Bugünkü genç kızlar yarının annelerindensin.
İnan gençleri anlayan bir tek sensin...

8 Ocak 2016 Cuma

Kadının Fendi Erkeği Yendi!.

Kadınlar mı ofsaytı anlamıyor, erkekler mi anladıklarını anlamıyor? Bu ikilem tartışma konusu. Oysa ki neden bir tartışmaya konu olsun ki. Açıkçası bazen hakemler dahi "doğru mu, yanlış mı" karar verdik çıkmazına sürüklenirken kadın-erkek ayrımı yapmak niyedir ki! Soru soruyu doğuracak türden bir başlık. Önce nedir bu yüce ofsayt?
Kafasının, vücudunun veya ayağının herhangi bir bölümünün rakibin kale çizgisine toptan ve sondan ikinci rakipten daha yakın olduğu anlamına gelmektedir. (Wikipedia) Çok resmi oldu. Tamam, boşverin bunları. Zaten amacım da ofsayt nedir ne değildir değil. Ofsaytın diğer terimlerin dışına taşması. Ofsayta dair söylenebilecek "topun oynandığı son andır." 



Ofsaytı bir kenara bırakıyorum. Kasım ayında Almanya'nın Fortuna Düsseldorf takımında oynayan Kerem Demirbay "kadın hakemin" çaldığı düdükten sonra sarf ettiği sözler ( hakem Bibiana Steinhaus'a yönelik "erkek futbolunda kadınların işi olmadığına" ilişkin sözlerinden dolayı) ve ardından gelen ceza durumu özetliyor. (gönüllü olarak kızlar liginde maç yönetmesi) 
Bu cezaya kesinlikle itirazım yok. Siz şimdi bana çok feminen duygularla yazıyorsunuz diyorsunuz. Kulaklarım çınlıyor. Doğru da değil. Sadece ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılması biraz ağır oluyor. Klasik bir cümle vardır, beyhude insanların hemcinslerime yaptığı; "eğer çevrenizde futboldan anlayan, ofsaytı bilen bir kadın varsa alın onu, maça gidin." 

Spora göre teker teker ayrım yapılacaksa ne yazık ki derin bir bataklığa saplanmışız demektir. Yavaş yavaş kırılan bu handikap kendini tribünlerde, ekran başında göstermeye başladı. Gerçekten tepeden bakan "bazı" erkekler, o tepeye hızlıca ulaşırlar ya da ulaşmak isterler. Gelip geçici bir heves ile. Kadınların da futbolla iç içe olduğunu görünce bir vazgeçişe dönüşürler. 

Toplumca övünmeyi seviyoruz. Bir konudaki bilgimiz dağları taşları aşıyor. Sonra La Liga'ya, Premier Lige bilhassa Bundes Liga'ya bakınca ne kadar da gerisindeyiz. Anne-baba çocuğunu almış hafta sonu sakin bir şekilde maç izliyor... Bilakis ofsayt pozisyonlarında hakeme itiraz ediyor, tatlı üslubuyla. 
Avrupa da eskiye nazaran kadının statlarda boy göstermesi yalnızca futbol anlamında değil, aklınıza gelebilecek tüm branşlarda aşırı sevgiyi, öfkeyi, nefreti, taraftar olmayı, taraflı olmayı kadın portresinin o fotoğrafta yer almasıyla kontrol dengelendi.



Bu denge nasıl geldi, nasıl oluyor sorusuna verilecek kısmi cevap. Ofsayt'ın ince çizgisine benzer basketbolda da 3 saniye kuralı var; boyalı alanda ofsayta benzer mantıkla işleyen kuralı kimse tartışmıyor. İkisinin de "kolay sayı bulmaya" karşı düzenlendiği altyapısıyla yola çıktığını biliyoruz. 
Evrensel boyuta ulaşan ofsayt kuralının çaresizliği nam salmışken eş değerdeki kriterler sessiz moda alınmış telefon gibi. İlla ki ofsayt konu başlıklı bir şey konuşmak gerekiyorsa Burak Yılmaz'ın düştüğü ofsayt yüzdelerini ve hatta Avrupa'da en çok ısrarla ofsayta düşen futbolcu olduğunu masaya yatıralım. Bu ciddi bir konu. 

Futbol izlemeyi, oynamayı erkekliğin dümeni olarak benimseyenler "ofsaytı" kriterlerin liste başı ilan ederler. Şimdi bu cinsiyetçi yaklaşımı unutmalıyız. Futbolun ince çizgisi ofsaytı bu kadar çok poh pohladığımız için ona tepeden bakmaya bayılıyoruz. 
Bir diğer Burak Yılmaz gibi ofsaytı değil belki ama futbolcu kişiliği ve sert oynayış biçimi insanları, ikiye bölen Mario Balotelli'nin sözüyle kapanış perdesini çekmek istiyorum. 
"Futbol mu daha güzel kızlar mı diye sorsalar hiç düşünmeden futbol derim ama biraz daha düşünürsem eğer kızlar derim..." Sporu bir arada tutan şeyse bütünü oluşturan parçaları...

5 Ocak 2016 Salı

Zaferin Diğer Yarısı; Copa Sudamericana

İspanya ve Almanya, Avrupa'da kurduğu futbol hegomanyasının görkemi kıtaları aşıyor. Keza basketbolda da. Şampiyonlar Ligi ve UEFA kupaları tüm dünyanın pür dikkatle takibe aldığı, finalistleri favorilere ekleyip, şampiyonu paylaşım rekorları kırabiliyor. Bir anlamda futbol demek Şampiyonlar Ligi heyecanı, adrenali demek. En azından Avrupalılar öyle sanıyor. 
Bir benzeri de Güney Amerika'da kuruldu. Biraz vakit geçti üzerinden. Yankıları henüz yeni yeni cevap buluyor. Güney Amerika demişken Brezilya ve Arjantin'in kurduğu domino taşları yavaş yavaş yıkılmaya başlanıyor. 

Copa Libertadores kelimesi Şampiyonlar Ligine eşdeğer bir kazanımla ilgi odağı olmayı başarıyor. Kısmen de Copa Sudamericana'da UEFA'ya tekabül ediyor. 2002 yılında kurulan turnuvalar artık sadece "Avrupa Monarşi"sinden konuşmak istemiyoruz sesleri, bir anlamda haykırışları yükseliyor. Aslında dünya da yenilmez, yıkılmaz takım veya organizasyonlar kalmadı.



Birbirine yakın ve mücadelelerin sergilendiği, kafa tuttuğu maçlar oynanarak, tüm seyircileri içine alan futbolu konuşuyoruz. Evet, evet Türkiye hariç. İlla ki baskın ya da bir adım önde olan sporcular veya takımlar olacak. Bu yüzden yolculuğumuz uzun. Amerika, güney kıtası... Hazır güneye yolculuk ediyoruz, söze Messi'nin bir cümlesiyle girizgah yapmak isterim. "Benim için iyi insan olmak, iyi futbolcu olmaktan daha önemlidir." 
Sanırım bu düşünceye has insan/sporcu pek az! Manzara bunu tasvir ediyor, şimdilik. Her yıl klasik Avrupa turnuvaları gibi düzenlenen, daha sessiz gelen, büyüyen Sudamericana'nın farklı bir tadı var. Şahsına münhasır takımların, tarih yazdığı kupadır aslında. 

2015'te de Sudamericana şampiyonu belli olalı saatler geçti, ne bir haber ne bir manşet var. Ya Avrupa'da olsaydı? Fakat Güney Amerika'da gümbür gümbür kutlama sesleri duyulmadı. O da şimdilik! Santa Fe takımı, Kolombiya'nın coşkulu takımı kupayı göklere kaldırırken aynı zamanda bir sonraki yılın Libertadores kupasına ismini yazdırdılar. 
Hegomanya devletlerinden Arjantin'in, Huracan takımıyla finalde karşılaşan Santa Fe uzun beraberlik çekişmesinden sonra şampiyonu penaltılar belirledi.



Tanıdık bir isim de var. Kısa süreliğine Galatasaray'a transfer olan Robinson Zapata, kurtarışlarıyla hem kalesinde devleşti hem de takımının şampiyonluğuna elini uzattı. Efsane bir gün olarak yazılan manşetler, Kolombiya'nın da Copa Sudamericana'daki de ilk şampiyonluğu. Galatasaray'ın UEFA'daki şampiyonluğunu anımsayınca gözünüzün önüne getirebiliyorsunuz. 
Gel gelelim sözüm meclisten dışarı (Amerika için) Güney Amerika'daki bu ataklar sayesinde artık yeni kupa heyecanları ve bunun için yeni takım araştırmalarına başlayacağız. Haksızlık etmemek gerek Agüero, Mascherano, Biaggio, Messi, Mondragon, Ospina, Neymar, Luis Suarez gibi futbolcular bize kendilerini Avrupa'da izleme şanslarını sunsalar da zira köken ve milli takımlar Güney Amerika'ya uzanıyor. 

"La otra Mitad de la Gloria" (Zaferin diğer yarısı) bu deyim Copa Sudamericana şampiyonu söyleyen bir tabir. Bir diğer yarışı çok uzak ülkenin futbol mozaiğinin bizlerle tanışması...