Kort üzerindeki ilk kahramanımı 2003 yazında buldum.
Aslında bundan birkaç yıl önce, milenyum yıllarının namı yürüsün diye Andre
Agassi’nin karşısında olan rekabetlerinde bir taraf tutmak zorunda hissedip
Roger Federer’in peşine takılmıştım. Ama aynı şey değildi. Agassi’nin en iyi
günlerini ıskaladığımı baştan kabul etmiştim. Daha emekliliğini açıklamamışken
bile, başka bir çağa ait bir oyuncu gibi duruyordu. Bu anlamda Magic Johnson’dan
pek de farkı yoktu. Federer’e duyduğum hayranlık da klasik maçlarını
seyrettikçe katlanarak artacaktı. Ama izlediğim görüntüler bugünü yansıtmıyordu
ve bu gerçek, kurulan ilişkinin canlılığına bir parça hasar veriyordu. Çünkü
tutkuyla izliyor(d)um!
Raketinin arkasına geçtiğim ilk tenisçi Roger Federer’di.
2002’den 2006’ya kadar, lise yıllarımla iç içe geçen bir dönemde, takip ettiğim
neredeyse tek oyuncuydu. Bu da bir anlamda diğer oyunculara pek de sağlıklı bir
bakış açısına ters düşüyordu.
Yalnızca yaz tatilini müjdeleyen toprak sezonunu kaçırmak
istemediğimden bir istisna yapmıştım. Federer’in ilk turlarda elenmeyi adet
edindiği Roland Garros’u da sonunda İspanyol, Arjantinli ve Brezilyalı
tenisçilerin kazandığı, tura paralel ilerleyen daha değersiz bir yarışma
olduğunu varsayarak izledim. Tabi her inişin bir de çıkışı olmalıydı ve 2009
yılında Fransa’da güneş İsviçre tarafından doğacaktı.
Yine raketinin arkasına geçtiğim 2020 yılında Federer
artık gençlik baharını kenara bırakmaya niyetli olmayacak gibi kortlara çıkıp,
Avustralya Açık’ta zor da olsa rakiplerini muntazam maçlarla eliyordu. Yarı
finalde yılların eskitemediği “dostluk” Djokovic ile eşleşecekti. İşin karşı tarafında
Nadal’a sürprizi olan Dominic Thiem file önüne slice bırakacaktı.
Nadal’ı kortun hemen hemen her köşesine koşturmayı
başaran Thiem çeyrek finalden çıkmayı başardı. Karşısına da dimdik duran Zverev
çıkacaktı ki, Nadal’ı elemiş birini yarı final rüzgarı etkilemezdi.
Kendinden emin ve Thiem’in raketin arkasında olması
harika bir histi. Güven vericiydi. Kolaymış gibi gösteriyordu rakip kim olursa
olsun. Biraz özgüven ikmaline ihtiyacı olan 11 yaşındaki bir çocuk, bunu tenis
dünyasının önemli hocalarından Günter Bresnik’le çalışmaya başlamasıyla meteor
yağdıran servislerinde bulabilirdi. Bir tenis seyircisi olarak sadece Federer
maçlarını izlemenin bir köşesinden sessizce izlerken, o hikayenin bir
yerinde Dominic Thiem ile karşılaştım.
Tarihe şu an için Grand Slam şampiyonluğu yazılmasa da
bunu vadediyor. İkincilik başarısızlık mıdır yıllardır tartışması sürer fakat
Thiem bu tartışmaya virgül koyanlardan olduğunu sayılarıyla, mücadeleci
tavrıyla ve şampiyonlara kafa tutması sanırım bunları kanıtladı!
Akılda kalan 2016 Roland Garros’un üçüncü turunda, bir
süredir Top 10 istidadı gösteren bir başka genç Sascha Zverev ile eşleşmişti.
Son bir ayda rakibine iki kez kaybetmiş olmasına rağmen Zverev, Thiem’in saf
gücüne set çekmeye muktedir gözüküyordu. Dördüncü oyun sırasında, Thiem’in
erkekler tenisinde uzun yıllardır görmediğim kadar estetik bir tek el
backhand’i olduğunu düşündüm.
Thiem, Zverev’den sonra Granollers ve Goffin’i de eledi
ve kariyerinin ilk slam yarı finalini Novak Djokovic
karşısında oynadı. Yine Djokovic. Maç boyunca, belki de biraz abartılı
jestlerle, sayısız övgü aldı, ancak set alamadı. Bundan dört sene sonra ise
neredeyse maçı alıyordu. Ve iki set aldı.
Böylelikle insanlar haklı olarak temkinli yaklaşıyor, bu
performansın toprak kort dışında da yinelendiğini görmek muazzam. Dominic
ismini daha fazla duymayı umut ediyorum, tıpkı Federer’i yıllardır seyretmekten
keyif aldığım gibi. Thiem’in kariyerinin zirvesinin “etkileyici ama kısa”
olacağını söyleyenlere ise aldırmıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.