Üniversite yıllarımda bir dönem ilgi odağımdı Güney Amerika Ligleri. İlk yarı berabere biten maçlar ikinci yarıya dayanamayıp uyuya kalınca; sabah bir bakıyorum bol gollü, kırmızı kartlı maçlara dönüşmüş. Bunlar işte hep bilerek. Uyumayacaksın Büşracım! Nafile dünya!
Her neyse bir gün belirledim illa bir maçı sonuna kadar izleyeceğim. Ve sonunda da başardım. İşin aslı her ne kadar geç saatte olsa maçlarda epey zevkliydi ya da belki benim şansımdı. Buralardan gözüme takılan birkaç sporcu olmadı değil. Onu araştır bunu araştır derken işin yönü kaydı, saat zaten umrumda mı! Belki biraz.
Gözlerim ruhumun aynasıydı adeta.
Aaaa şahane bir isim yakaladım o dakika ve durdum. Güney Amerika'da ilginç bir sporcu bulmakta çok zorlanmazsınız esasında. Gündüz yaşanan terli yaşamın yanı sıra gece yaşam sıcak ve keşmekeş...
Bulduklarımın için de öyle bir isim var ki gece saatlerini temiz ve uslu bırakmış bir futbolcu. Araştırıp da bulamadığım varsa valla benim suçum değil.
Dönelim konumuza. Saygıdeğer futbolcumuz, pardon kalecimizin adını bahşedelim Rogerio Ceni. Kurtarışlarından ziyade attığı gollerle ünlü bizimkisi. Ben bu konu başlığı ile başladım, bir ara Sinop yazısı geçti. Hayda şakadır derken meğersem Brezilya'da Sinop FC diye bir takım varmış. Buradan da ayrı bir hikaye çıkar diyerek kaldığımız yerden devam.
Çok da hızlı bir başlangıç yapamamış, sabretmiş. Balzac'ın dediği gibi: "Her güç, sabır ile zaman birleştirilerek sağlanır." Sessiz ve iyi kaleci olmaktan çok öteye geçecekti. Yıllarını Sao Paulo takımına adayacaktı ve karşılığını da alacaktı. Önceleri yaptığı tek iş, yedeklerde ve hatta yedeğin yedeği olarak koltukları aşındırmaktı.
İlk kaleci (Zetti Santos) transfer olunca yedek kaleciliğe atanacaktı. Yüzü de bundan sonra gülecekti. Kalecilere nedendir bilinmez pek de önem verilmez. Almanya'yı ayrı bir kenara koyarak. Hakkını yememek gerek son 5 yıldır bu konuda kulüpler kaleci yetiştirmek için özel programlar eşliğinde ayrı bir önem veriyorlar. Yine de Ceni'nin yıllarına bakılarak büyük işlere imza atmış.
2006 yılına gelene kadar 60 gol kaydetmişti bile. Biz ekranlarda birçok forvet oyuncusuna "kazma" diye haykırırken Ceni ihtişamlı golleriyle atağa geçmişti. Çoğunlukla serbest vuruştan attığı golleriyle tanınıyordu kendisi.
Bilhassa bundan 4 yıl önce Corinthians'a attığı 18 metre uzaklıktaki fevkalade gol hafızalara kazındı, aynı zamanda 100. golünü kaydetti. Unutulmayan maçlarından birini de Liverpool'a karşı oynamıştı. Pek karşılaşmadığımız an ise bir kalecinin maçın adamı olarak damga vurmasıydı.
2005'te oynadığı Dünya Kupasında takımının kazanmasında attığı gollerin katkısı halen daha Sao Paulo sokaklarında konuşulur. Artık o takımın "kurtarıcısı" ile birlikte kaptanı olmuştur.
Bir dönemi de hastane koridorlarında geçti. Bir takım operasyonlar geçirerek uzun süreler takımından ayrı kaldı. Bir nevi takımındaki değerinin paha biçilemez olduğu anlaşıldı.
O halen daha yaşına (42) aldırış etmeden sahalarda, yeni goller peşinde... Acaba yanlışlıkla mı kaleye düştü bilinmez.
O günkü derste uyuklasam da; bildiğim tek şey uykusuz kalmaya değdi.
30 Eylül 2015 Çarşamba
29 Eylül 2015 Salı
Sihirli Bir Dokunuş: Earvin "Magic" Johnson
Nasıl yani dediğimiz anlar vardır. Çocukların her sabah yarı gözlerle de olsa koşarak izlediği çizgi filmler mesela. Süngerbob'un deniz altında verdiği mangal partileri, konuşabilen arabalar imkansız görünen olayların dışında her zaman iyilikle sonuçlanan şirinler, ders içeren jet-giller veya taş devri... Bu örnekler uzun uzadıya gider ama değişmeyen, mucizevi sihirler...
Ya her gün vira bir şeylerin peşinden koşuşturduğumuz oradan oraya savrulduğumuz zaman içinde en çok ihtiyaç duyduğumuz "sihir" değil midir? Peki ya gerçekte de varsa? Hatta ve hatta öyle biri var ki adını duyduğumuzda ki yüz şeklimiz anlatır.
Evet, evet kafanız karışmasın aklınıza gelen ilk isim Earvin Johnson, nam-ı diğer "Magic Johnson". Şunu bi kabul edelim ki çok sayıda basketbolcu sayabiliriz, ancak bazıları Jordan gibi, Jabbar gibi isimler dünyada gelmiş geçmiş en iyi basketbolcuları listesine adını yazdıran isimlerdir.
İçlerinden bazıları sadece basketbol sevdalıları için değil, dünya çapında kara sevdalıları vardır. Öyle yazılışı basit okunuşu bir çırpıda olduğuna aldanmayın sizi şöyle mutfak kısmına alayım.
Earvin çocukluğundan beri süregelen basketbol sevgisini geliştirmek için neredeyse sabah-akşam basketbol antrenmanı yaparmış. Bu zaten her basketbolcunun klasikleşmiş mabedidir. Onu diğerlerinden farklı kılan annesiyle dışarıya veya markete gittiğinde elinden hiç eksik etmediği basketbol topunu giderken sağ dönüşte sol eli ile sürerek kendini geliştirmenin çizelgesini yazmıştı.
Lise yılları itibariyle önce kendisinin farkında olan Earvin yanına ilave olarak kocaman gülümsemesini de dahil ederek 13 yıllık Los Angeles Lakers ile büyülü işler yapacaktı. Kariyer başarılarına neler sığdırabilirsiniz ki elbette ki bir sonu var fakat Johnson hem hastalıklara hem ırkçılık ayrımlarına hem de insanlığıyla deyim yerindeyse iyilik elçisi olmasıyla halen daha sığdıramadıklarını da yanında taşıyor.
3 kez Nba Mvp, 9 Nba finali, 12 All-Star maçları ile izlemekten keyif aldığım anlara sahne oldu. Biri Johnson'ı durdurmalıydı. Çünkü rakiplerinin çok da hoşuna gitmiyordu. Her yerde mi "Magic" diyalogları dolup taşıyordu.
Bir de onunla kafa kafaya oynayan arkadaşı, ezeli rakibi, ebedi dostu Larry Bird; kendi aralarında kendi dillerini konuşsalar da birlikte var olmayı en iyi sürdürenlerdendi.
İnsan gücüyle olmasa da onu durduracak AIDS teşhisi olacaktı. Tam anlamıyla durdurduğunu söylemek yanlış olur. 3 kez ayrılıp tekrar geri döndü sevgilisine. Takım arkadaşları bu hastalığın kendilerine de bulaşacak korkusuyla takımlarında istemediler. Ve son vurucu darbe takım arkadaşları tarafından gelecekti.
Basketbolu bırakmış olsa da insani duygularını dışa vurmak onun işiydi. Irkçı eylemlere karşılık; siyah-beyaz halkın iç içe geçmesini sağlayan dev köprüydü. Los Angeles sokaklarında set kuran insanlara önce kurduğu sinema salonu ile ortamı yumuşattı.
Ticari ve girişimci ruhunu ortaya koydu.
Daha sonraları Starbucks, Burger King, Lakers (hissedarı) gibi büyük firmaların işletme hakkını alıp siyahilerin bulunduğu bölgelere kurdu.
Yüzleşmeyi, engelleri, kendimizi bulabilmeyi ve asla vazgeçmemeyi öğretti Magic bize. AIDS ile savaşan ve hayatını yazıya dökerek kitaplaştıran sihirli değnek oldu.
Şu durumda insanın gerçekten de çizgi filmlerde kaybolası geliyor.
Etiketler:
#aids,
#basketball,
#basketbol,
#company,
#earvinjohnson,
#larrybird,
#magicjohnson,
#mvp,
#nba
28 Eylül 2015 Pazartesi
"İngilizlerin En Sevdiği Alman": Boris Franz Becker
Tribünün en ön ve Vip kısmında oturan biri dikkatleri çekiyor. Biraz baktınız, hadi biraz daha zorlayın. Biliyorum dilinizin ucundan. Çıkarttı çıkaracaksınız. Siz söylemeden söze geçiyorum Boris Becker o. Çok da şaşırılacak bir tarafı da yok aslında. Zaten onu tenis tribünlerinde görmek gayet de alışık olduğumuz bir durum. Lakin onu -teknik adam- ön adıyla görüyoruz artık.
Üstelik Novak Djokovic'in baş öğretmeni olarak. Biraz sert oldu farkındayım. İki iddialı isim bir arada. Bir ipte iki cambazın sahada kendini gösterme şekli.
Tenis onun yaşama biçimi. Dünyada var olma sebebi veyahut.
Wimbledon tenis turnuvasının en genç şampiyonu tam tamına 17 yaş 227 günlük olarak çocuksu, sade, çoşkulu ve acemi olarak sahalara hızlı giriş yaptı.
Kortlara sığamayan bu çocuk doyumsuz maçlar izletiyordu. Bir tık daha artan tenis izleyici sayısı sayesinde kaybetmeye alışık olmayan birini yaratacaklardı. O da bir yere kadar mı? Elbette bir yere kadar henüz dünya da öyle bir sporcu çıkmadı belki zorlayanlar oldu. Çıktığını farz ettiklerimiz de ya dopingli çıktı ya da bir engele takıldılar.
Boris Becker çim kortta toplam 7 finalle başarıların Federer ve Sampras ile paylaşırken toprak zeminde (Roland Garos'ta) bir takım şeyleri yanlış yapıyordu ya da ona ters geliyordu. O hep ilklerini Wimbledon'la yaşadı ve devam ettirdi. O yüzdendir ki Londra'nın tripli havasından nasibini almayı unutmamıştır.
Becker çim ve salon turnuvalarında 26 şampiyonluk görürken teklerde 49 kez, çiftlerde 15 kez kazanan tenisçi oldu. London's Queen's Club şampiyonluğunu 4 kez kazanarak en çok kazanan sporcular arasına yazdırdı.
Ben size demiştim Londra'nın ayrı bir yeri var Becker için.
Tamam, İngiltere farklı ya, 14 değişik ülkede şampiyona kazanmaya ne dersiniz? Eee bunu da taçlandıralım öyle değil mi? Becker International Tennis Hall of Fame de adını yazdı ve İngiltere'nin yolunu tuttu.
Biraz çalkantılı özel hayatı, evliliği, çocukları içinde dikiş tutturamadı. O yıllarına neler sığdırmadı ki! 2000'li yıllarda kendi markasını piyasaya sürdü, "Völkl Inc" adıyla. Hemen ardından hen İngilizce hem Almanca yazdığı bibliyografi yayımladı.
Hazır meşhur olmuşken nimetlerinden yararlanmak gerek düşüncesiyle Vodafone ile anlaşma sağladı. Boris Becker Tv adlı medya yanında, Top Gear'a katılan eski tenisçi unvanıyla aramıza yine yeniden dahil oldu.
En vurucu darbeyi de yine İngiltere'de atacaktı. BBC için yorumculuk yapmaya başlayarak İngilizlerin gönlünde taht kurmayı başardı. İki soğuk ülke arasında birbirlerine olan kuşku ve önyargı birazda olsa azalma gösterdi ve artık "İngilizlerin en sevdiği Alman" olarak söylenmeye başlandı.
Öyle kolay kolay o koltukta oturulmuyor diyor. Ve böyle hırslı ve çalkantılı birinin tek kişilik karnavalıdır tenis.
Üstelik Novak Djokovic'in baş öğretmeni olarak. Biraz sert oldu farkındayım. İki iddialı isim bir arada. Bir ipte iki cambazın sahada kendini gösterme şekli.
Tenis onun yaşama biçimi. Dünyada var olma sebebi veyahut.
Wimbledon tenis turnuvasının en genç şampiyonu tam tamına 17 yaş 227 günlük olarak çocuksu, sade, çoşkulu ve acemi olarak sahalara hızlı giriş yaptı.
Kortlara sığamayan bu çocuk doyumsuz maçlar izletiyordu. Bir tık daha artan tenis izleyici sayısı sayesinde kaybetmeye alışık olmayan birini yaratacaklardı. O da bir yere kadar mı? Elbette bir yere kadar henüz dünya da öyle bir sporcu çıkmadı belki zorlayanlar oldu. Çıktığını farz ettiklerimiz de ya dopingli çıktı ya da bir engele takıldılar.
Boris Becker çim kortta toplam 7 finalle başarıların Federer ve Sampras ile paylaşırken toprak zeminde (Roland Garos'ta) bir takım şeyleri yanlış yapıyordu ya da ona ters geliyordu. O hep ilklerini Wimbledon'la yaşadı ve devam ettirdi. O yüzdendir ki Londra'nın tripli havasından nasibini almayı unutmamıştır.
17 yaş 227 günlük Boris Becker |
Ben size demiştim Londra'nın ayrı bir yeri var Becker için.
Tamam, İngiltere farklı ya, 14 değişik ülkede şampiyona kazanmaya ne dersiniz? Eee bunu da taçlandıralım öyle değil mi? Becker International Tennis Hall of Fame de adını yazdı ve İngiltere'nin yolunu tuttu.
Biraz çalkantılı özel hayatı, evliliği, çocukları içinde dikiş tutturamadı. O yıllarına neler sığdırmadı ki! 2000'li yıllarda kendi markasını piyasaya sürdü, "Völkl Inc" adıyla. Hemen ardından hen İngilizce hem Almanca yazdığı bibliyografi yayımladı.
Hazır meşhur olmuşken nimetlerinden yararlanmak gerek düşüncesiyle Vodafone ile anlaşma sağladı. Boris Becker Tv adlı medya yanında, Top Gear'a katılan eski tenisçi unvanıyla aramıza yine yeniden dahil oldu.
En vurucu darbeyi de yine İngiltere'de atacaktı. BBC için yorumculuk yapmaya başlayarak İngilizlerin gönlünde taht kurmayı başardı. İki soğuk ülke arasında birbirlerine olan kuşku ve önyargı birazda olsa azalma gösterdi ve artık "İngilizlerin en sevdiği Alman" olarak söylenmeye başlandı.
Öyle kolay kolay o koltukta oturulmuyor diyor. Ve böyle hırslı ve çalkantılı birinin tek kişilik karnavalıdır tenis.
23 Eylül 2015 Çarşamba
Bu Neyin Kafası? Rakı? Şarap?
İzmir Bayraklı'yı telaş sarmış durumda. Kadınların elleri masayı dolduran mezeler, meyveler ve İzmir'e has yemeklerle dolduruyordu. İnce belli rakı bardakları bir yandan şarap kadehleri bir yandan neler oluyor demeye kalmadan haber tez bir şekilde yayılıyor.
Bunca hareketlilik Alman RTL kanalı futbol üzerine, yarı belgesel tadında çekim yapacaklarından ötürüymüş. Bir dakika! Almanyalardan yani bir nevi futbolun alasının oynandığı ülkeden kalkıp İzmir'e gelmeleri. Hayda!!! Bu işin içinde bir bit kemiği var.
Çok enteresan bilgiyle şaşıp kalıyorum. Rakıspor ile Şarapspor'un maçlarını Avrupa'da haber yapmak için bir hususi çekime gelmişler.
Şimdi daha da şaşırıyorum. Takım isimleri hiç de alışagelmiş değil. Hikayesi de böyle meşhurlaşıyor ve bazı kesimlerce bu meşhurluk ve ilgi can sıkıcı hale geliyor.
Hadi gelin bu neyin kafası öğrenelim.
Bayraklı'da 1930'lu yıllarla birlikte, üzümün bol ve kaliteli bağlarıyla önce rakı sonra şarap fabrikası kurulur. Günün neredeyse 20 saatini fabrikada geçiren işçiler boş zamanlarında top haline getirdikleri kağıt ve çöplerle futbol oynamaya başlarlar. Zaman içinde "biz bunu neden etkinlik haline dönüştürmüyoruz" dedikleri anda neredeyse 50 yıllık bir mazinin ortaya çıkacaklarından haberleri yoktu.
Şarap fabrikasında Şarapspor, Rakı fabrikasında ise Rakıspor ile buyurun İzmir manzarasına!
Yılda bir kez düzenlenen bu etkinlik, işçi sınıfından futbola bir yenilikte zil zurna sarhoş olunca maç yapmaya başladılar.
Eee doğal olarak; Bir yandan maç oynanıyor diğer yandan ellerindeki şişelerle alkol kana karışıyordu. Maçı izleyenler, tezahürat yapanlarda boş durur mu! Maçlar oynanırken kurulan sofralarda cabası.
Günümüz "modern" futbolu ile yakından uzaktan hiçbir akrabalık bağı yok. Goller kaçınca saç baş yolmak yerine, göbekler atılıyor, darbuka sesleri yankılanıyordu. Ne güzel kafa bu!
Maça başlamadan önce içkiler içilir, herkesi 5 kişi görene kadar yudumluyorlarmış.
Şimdi böyle bir maçın "hakeminin" ayık olması kurallara aykırı bir durum pek tabi ki. Kimisi bisiklet üzerinde hakemlik yaparmış. Üstünde nasıl sabit kaldığını şaşarak, hakem ağzına düdüğünü götürmeden önce oyuncuları kontrol edermiş.
Tam kıvamda sarhoş olundu mu diye. Yok eğer hala ayıksa, alkole devam. Hakemin bir avantajı da hem şarap hem de rakı içerek sarhoş olurmuş. Tam olarak bir avantaj mı tartışmaya açık bir konu.
Herkesin kafalar güzelken düdük çalarmış.
Asıl eğlencenin tavan yaptığı saatler.
Genellikle bu sarhoşluğun getirileri maç ya yarıda kalır ya da berabere bitermiş. 80 darbesine kadar kimsenin sesi çıkmazken darbeyle el ayak çekilir olmuş. Üzerine valinin de bu etkinlikleri yasaklaması ve maçların oynandığı tepede arkeolojik kalıntıların bulunmasıyla kendine özgü bu maçlara set çekilmiş.
2000 yılında tekrar bir araya gelseler de eski ruh ve aynı istek yoktu. Bir nevi jübile maçı gibiydi.
Şimdi böyle oyuncularının lakaplarından söz etmemek olmaz.
Rakıspor: Adolf Hulki, Gececi Metin, Salhane Memduh, Ayı Adnan, Zorbo Çelik...
Şarapspor: "Hacı" Fuat, Reno Ahmet, Ruh Hasan, Yavru Güngör, Zorzo Ahmet... gibi kendilerine özgü lakaplarıyla gülümsememize nail oluyorlar.
Ben buradan İbrahim Tatlıses'e bağlanmak istiyorum.
Atalım mı Arap kızı atalım mı vay vay
Senin için on beş sene yatalım mı vay vay
Rakıyı da şaraba katalım mı vay vay...
Bunca hareketlilik Alman RTL kanalı futbol üzerine, yarı belgesel tadında çekim yapacaklarından ötürüymüş. Bir dakika! Almanyalardan yani bir nevi futbolun alasının oynandığı ülkeden kalkıp İzmir'e gelmeleri. Hayda!!! Bu işin içinde bir bit kemiği var.
Çok enteresan bilgiyle şaşıp kalıyorum. Rakıspor ile Şarapspor'un maçlarını Avrupa'da haber yapmak için bir hususi çekime gelmişler.
Şimdi daha da şaşırıyorum. Takım isimleri hiç de alışagelmiş değil. Hikayesi de böyle meşhurlaşıyor ve bazı kesimlerce bu meşhurluk ve ilgi can sıkıcı hale geliyor.
Hadi gelin bu neyin kafası öğrenelim.
Bayraklı'da 1930'lu yıllarla birlikte, üzümün bol ve kaliteli bağlarıyla önce rakı sonra şarap fabrikası kurulur. Günün neredeyse 20 saatini fabrikada geçiren işçiler boş zamanlarında top haline getirdikleri kağıt ve çöplerle futbol oynamaya başlarlar. Zaman içinde "biz bunu neden etkinlik haline dönüştürmüyoruz" dedikleri anda neredeyse 50 yıllık bir mazinin ortaya çıkacaklarından haberleri yoktu.
Şarap fabrikasında Şarapspor, Rakı fabrikasında ise Rakıspor ile buyurun İzmir manzarasına!
Yılda bir kez düzenlenen bu etkinlik, işçi sınıfından futbola bir yenilikte zil zurna sarhoş olunca maç yapmaya başladılar.
Eee doğal olarak; Bir yandan maç oynanıyor diğer yandan ellerindeki şişelerle alkol kana karışıyordu. Maçı izleyenler, tezahürat yapanlarda boş durur mu! Maçlar oynanırken kurulan sofralarda cabası.
Günümüz "modern" futbolu ile yakından uzaktan hiçbir akrabalık bağı yok. Goller kaçınca saç baş yolmak yerine, göbekler atılıyor, darbuka sesleri yankılanıyordu. Ne güzel kafa bu!
Maça başlamadan önce içkiler içilir, herkesi 5 kişi görene kadar yudumluyorlarmış.
Şimdi böyle bir maçın "hakeminin" ayık olması kurallara aykırı bir durum pek tabi ki. Kimisi bisiklet üzerinde hakemlik yaparmış. Üstünde nasıl sabit kaldığını şaşarak, hakem ağzına düdüğünü götürmeden önce oyuncuları kontrol edermiş.
Tam kıvamda sarhoş olundu mu diye. Yok eğer hala ayıksa, alkole devam. Hakemin bir avantajı da hem şarap hem de rakı içerek sarhoş olurmuş. Tam olarak bir avantaj mı tartışmaya açık bir konu.
Herkesin kafalar güzelken düdük çalarmış.
Asıl eğlencenin tavan yaptığı saatler.
Genellikle bu sarhoşluğun getirileri maç ya yarıda kalır ya da berabere bitermiş. 80 darbesine kadar kimsenin sesi çıkmazken darbeyle el ayak çekilir olmuş. Üzerine valinin de bu etkinlikleri yasaklaması ve maçların oynandığı tepede arkeolojik kalıntıların bulunmasıyla kendine özgü bu maçlara set çekilmiş.
2000 yılında tekrar bir araya gelseler de eski ruh ve aynı istek yoktu. Bir nevi jübile maçı gibiydi.
Şimdi böyle oyuncularının lakaplarından söz etmemek olmaz.
Rakıspor: Adolf Hulki, Gececi Metin, Salhane Memduh, Ayı Adnan, Zorbo Çelik...
Şarapspor: "Hacı" Fuat, Reno Ahmet, Ruh Hasan, Yavru Güngör, Zorzo Ahmet... gibi kendilerine özgü lakaplarıyla gülümsememize nail oluyorlar.
Ben buradan İbrahim Tatlıses'e bağlanmak istiyorum.
Atalım mı Arap kızı atalım mı vay vay
Senin için on beş sene yatalım mı vay vay
Rakıyı da şaraba katalım mı vay vay...
Etiketler:
#alcohol,
#alkoletkisi,
#anılar,
#bayraklı,
#football,
#futbol,
#izmir,
#rakıspor,
#şarapspor
22 Eylül 2015 Salı
Rüzgargülüdür, Biraz da Muhalif: Velespitle Yüzyıllar
Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde kalbur saman içinde... Masallar içinde büyürüz allı pullu. Bir yandan da hayaller alır başını gider. Hep de imkansızlıklarla süsleriz. Gerçi güzel ve çekici kılan tarafı da bu gibi. Hep merak ederiz, merak ettikçe yapma arzumuz çılgınlaşır çocuksu bir hal alır.
Ruhumuz asidir, zoru isteriz çünkü. Kış mevsimi gibiyizdir aslında. Tüm engebeli yapıyı içimizde barındırır; serbest bırakmak ya da bırakmamak işte tüm mesele bu!
Hayal gücümüzü, ütopyalarımızı başı boş bıraktığımız zaman kopar ipler. Biraz "kırmızınız" olacak. Kırmızı çizgileriniz mesela ama o kadar koyu renkte değil yumuşak tonlarda.
Kendimden örnek vererek açıklık getirmeyi isterim. Bende mahalle kültürü ile büyüyen her çocuk gibi sokakta oynayarak çocukluğunu yaşayan şanslı gruptandım. Tıpkı günümüz gibi (!) Yerden yüksek, ip atlamaca, saklanbaç vs. Daha da büyük bir cümlemiz vardı ki diğer bütün oyunların silikleştirir. "Bi tur versene" boş sokakların hazinesidir...
2012 yılıyla İskandinavya turu hayatımda; "mest" dönemidir. Soğuktur, dengesizdir, kendine getirir. Bisikletin kendine ait yolları bir kenara, trafiğin bisiklete düzenlenmiş olması kırmızı çizgidir.
Türkiye'ye döner dönmez bisiklete olan bağlılığım yıllanmış şarap etkisi yapmışken lastik kokusu ile bozulur dengem.
Bir şehir bisikleti ile bir rüyamı daha gerçekleştirmekle kalmayıp betonarme olmamış sokakların, kasabaların yolunu tutarım.
Her keşif her pedal basışım çaylaklığımın yerini ustalıkla biçilmiş tecrübeye çevirdi. Daha uzaklara gitmeliydim. Bursa'da yaşadığım dönemde yakın ama uzak olabilecek nadide bir rota çizdim. Nilüfer-Gemlik-Orhangazi-Yalova noktalarıyla ilk uzun yoluma pedal çevirmenin eşsiz heyecanı sardı.
Bisiklet konusunda uzman diyebileceğim arkadaşlarıma da haber verdim, birlikte gidelim diye. -Deli misin sen?, yazın bu sıcağında olmaz,- cümleleri ile karşılaşınca yol arkadaşımın müzik olacağı o dakikalarda kesinleşti.
Beni zorlayan tek yol Dürdane Mevkiydi. Onun dışında her şey tam da planladığım gibiydi.
Bir ara kulağımdaki müziği duyamıyordum, kendimi düşünürken yakaladım. Neydi beni alıkoyan?
Bundan tam 118 yıl önce İstanbul'dan Bursa'ya deniz yolculuğu ile başlayan İnegöl, Yenişehir, Gemlik ve ardından da Mudanya'ya dönüş yolculuğu gerçekleştiren İbnülcemal Ahmet Tevfik ve ona sırf bu yolculuk için bisiklet sürmeyi öğrettiği arkadaşını da yanına alarak -yüzyıllık maceraya- konuk olacak turuna başlar.
Bu serüven toplamda 266 kilometreyi bulacaktı. Ardından sayfalara... 1900'lü yıllarda ilk olarak basıldığı kitabında/seyahatnamesinde (Hüdavendigar Vilayeti Dahilinde Velosipetle Bir Cevelan) ardından 2000'li yıllarda önce Cahit Kayra, sonraki yıl Nezaket Özdemir'in çevirisiyle boyut kazandı.
Yalın diliyle pedal çeviren büyük üstat o zamanların bakış açısıyla ileri görüşlülüğünü ve devrimini yapmakla kalmamış, yazıya da dökmüştür.
Halen daha günümüzde "Aydın Bisiklet" grubunun yaşattığı "100 yıllık macera" adıyla yaşatmaya çalışıyorlar.
Bir gerçek var ki yüzyıllar geçmesine rağmen bisiklete olan önemi ve değeri vermediğimizi suratımıza çarpıyor bu seyahatname. Kuzey ülkelerine bakış yolun başı diyebileceğimiz taşları bile döşeyememişiz.
Bırakın sizin en yakın dostunuz bisiklet olsun, devrim olsun, kendisi olsun!
Bisikletimi çaldırdığı abime (daha sonra ilk maaş hediyesiyle bisiklet alan),
Eşitliği ve dengeyi bisiklet üzerinde gösteren babama,
Bisiklet sürmeyi bilmese de her daim destekleyen ve yolumu açık bırakan anneme!
... Ve tabii ki bize bunları nail eden, ütopyamızı yaşatan İbnülCemal Ahmet Tevfik ve arkadaşına sonsuz teşekkür etsek az.
Ruhumuz asidir, zoru isteriz çünkü. Kış mevsimi gibiyizdir aslında. Tüm engebeli yapıyı içimizde barındırır; serbest bırakmak ya da bırakmamak işte tüm mesele bu!
Hayal gücümüzü, ütopyalarımızı başı boş bıraktığımız zaman kopar ipler. Biraz "kırmızınız" olacak. Kırmızı çizgileriniz mesela ama o kadar koyu renkte değil yumuşak tonlarda.
Kendimden örnek vererek açıklık getirmeyi isterim. Bende mahalle kültürü ile büyüyen her çocuk gibi sokakta oynayarak çocukluğunu yaşayan şanslı gruptandım. Tıpkı günümüz gibi (!) Yerden yüksek, ip atlamaca, saklanbaç vs. Daha da büyük bir cümlemiz vardı ki diğer bütün oyunların silikleştirir. "Bi tur versene" boş sokakların hazinesidir...
2012 yılıyla İskandinavya turu hayatımda; "mest" dönemidir. Soğuktur, dengesizdir, kendine getirir. Bisikletin kendine ait yolları bir kenara, trafiğin bisiklete düzenlenmiş olması kırmızı çizgidir.
Türkiye'ye döner dönmez bisiklete olan bağlılığım yıllanmış şarap etkisi yapmışken lastik kokusu ile bozulur dengem.
Bir şehir bisikleti ile bir rüyamı daha gerçekleştirmekle kalmayıp betonarme olmamış sokakların, kasabaların yolunu tutarım.
Her keşif her pedal basışım çaylaklığımın yerini ustalıkla biçilmiş tecrübeye çevirdi. Daha uzaklara gitmeliydim. Bursa'da yaşadığım dönemde yakın ama uzak olabilecek nadide bir rota çizdim. Nilüfer-Gemlik-Orhangazi-Yalova noktalarıyla ilk uzun yoluma pedal çevirmenin eşsiz heyecanı sardı.
Bisiklet konusunda uzman diyebileceğim arkadaşlarıma da haber verdim, birlikte gidelim diye. -Deli misin sen?, yazın bu sıcağında olmaz,- cümleleri ile karşılaşınca yol arkadaşımın müzik olacağı o dakikalarda kesinleşti.
Beni zorlayan tek yol Dürdane Mevkiydi. Onun dışında her şey tam da planladığım gibiydi.
İbnülcemal Ahmet Tevfik yüzyıllık macerası |
Bundan tam 118 yıl önce İstanbul'dan Bursa'ya deniz yolculuğu ile başlayan İnegöl, Yenişehir, Gemlik ve ardından da Mudanya'ya dönüş yolculuğu gerçekleştiren İbnülcemal Ahmet Tevfik ve ona sırf bu yolculuk için bisiklet sürmeyi öğrettiği arkadaşını da yanına alarak -yüzyıllık maceraya- konuk olacak turuna başlar.
Bu serüven toplamda 266 kilometreyi bulacaktı. Ardından sayfalara... 1900'lü yıllarda ilk olarak basıldığı kitabında/seyahatnamesinde (Hüdavendigar Vilayeti Dahilinde Velosipetle Bir Cevelan) ardından 2000'li yıllarda önce Cahit Kayra, sonraki yıl Nezaket Özdemir'in çevirisiyle boyut kazandı.
Yalın diliyle pedal çeviren büyük üstat o zamanların bakış açısıyla ileri görüşlülüğünü ve devrimini yapmakla kalmamış, yazıya da dökmüştür.
Halen daha günümüzde "Aydın Bisiklet" grubunun yaşattığı "100 yıllık macera" adıyla yaşatmaya çalışıyorlar.
Bir gerçek var ki yüzyıllar geçmesine rağmen bisiklete olan önemi ve değeri vermediğimizi suratımıza çarpıyor bu seyahatname. Kuzey ülkelerine bakış yolun başı diyebileceğimiz taşları bile döşeyememişiz.
Bırakın sizin en yakın dostunuz bisiklet olsun, devrim olsun, kendisi olsun!
Bisikletimi çaldırdığı abime (daha sonra ilk maaş hediyesiyle bisiklet alan),
Eşitliği ve dengeyi bisiklet üzerinde gösteren babama,
Bisiklet sürmeyi bilmese de her daim destekleyen ve yolumu açık bırakan anneme!
... Ve tabii ki bize bunları nail eden, ütopyamızı yaşatan İbnülCemal Ahmet Tevfik ve arkadaşına sonsuz teşekkür etsek az.
21 Eylül 2015 Pazartesi
Küs Müyüz? Boateng Kardeşler
"Bize verilmiş bir tek yaşam vardı; bu armağanı en yakınlarımız bile olsalar başkaları için harcamaya değer miydi?
İyi de böyle bir ikileme girmek de yanlıştı. Hem kendin hem başkaları için yaşamak mümkün olabilirdi; dengeyi ayarlamak koşuluyla."
Polisiye üstadı Ahmet Ümit'in Beyoğlu Rapsodisi kitabını süsleyen ve kitabı okuyanlar bilecek ki fazlasıyla manidar cümleler. Durum şu ki; 3 can dostu arkadaşın kardeşten farkı yoktur, tabi hikayeler hep mutlu sonla bitmiyor. Keza yaşadıklarımız...
Can ciğer kuzu sarması olduğumuz dostlarımızla dahi kanlı bıçaklı olmamız an meselesidir. Yine de insanın canından kanından olduğu kardeşiyle insan böyle olur mu? Ucu açık bir soru!
Olmayanlar da yok değil. Örneğin; Gasol veya Güler kardeşler ya da Altıntop kardeşliği tam yerinde bir örnek oldu değil mi? Enteresan olansa zıttı durumları düşünmesek de gerçekte daha çok ilgilendiğimiz kavgalı-anlaşamayan haberler.
Yeni dünyanın ağzımıza bal çaldığı, yaptığı işlerden çok, yapılan davranışlar ve iğneleyici sözlere dikkat çekeriz.
Anne Alman, baba Ganalı; daha şimdiden ikiye bölünmüşlük var. Uyum varsa sorun da yok demektir. Ancak çocuklar bu uyumun ucunu kaçırırlarsa çorap söküğü gibi kaybetmeler başlayabiliyor.
Kevin-Prince orta sahayı güçlendirirken kardeş Jerome defansta Berlin Duvarından hallice. Buraya kadar sorun yok gibi.
Hatta ikisi de Almanya'nın köklü takımlarında koşarken patlağı milli takımlar kulvarında vereceklerdi.
Zaman zaman Alman halkının ırkçı tezahüratlarıyla sinirine yenik düşen Kevin-Prince daha sonra topyekün daha da fazlasını ödeyecek ve ödetecekti.
2010 yılına kadar Almanya milli takım ruhuyla bezeliyken o yıl itibariyle kendini Gana formasını giyerek sesini yükseltti.
"Kaybetmeye alıştıkça daha çok özgürleşiyor insan."
Jerome Boateng abi sözü dinlemedi, profesyonel kariyerine her geçen gün "tik" atıyordu. Hedefleri vardı ve bu doğrultu dışına çıkmadığını kanıtlıyordu, önceliği abisine vererek.
Manchester City'deki yıllarında 'biraz abi-kardeş ayrı kaldıklarında' büyük travmalar baş gösterecekti. Aynı yıllarda abisi yüzünü kara çıkartmıştı.
İlk önce verdiği radikal kararla milli ruhunu değiştirmiş, ardından dedikodular peşi sıra takip edecekti. 2010 yılındaki Dünya Şampiyonasında abi-kardeşi düelloya davet edecekti, Gana-Almanya maçıyla.
Bu maçtan önce Premier Lig'de oynadığı yıllarda Michael Ballack'ı "kasti" olarak sakatladığı bir anlamda kaptanlarından yoksun turnuva geçirmenin ince hesaplarını mı yapıyordu yoksa hepsi bir tesadüf müydü? Kısa sürede yayılan haberler kardeşi Jerome'yi fazlasıyla utandırmıştı. O gün ciddi bir karar alarak abisiyle konuşmayacaktı.
Yine de bu konuda Almanlar hassasiyet gösterip iki kardeşi karşı karşıya denk getirmiyorlar. Çünkü forma şansı bulamayan Jerome'ye karşılık ilk 11'de her daim yeri hazır olan "Getto" çocuğu Kevin vardı.
"Uçmak, ait olduğun yerden uzaklaşmak, kendinin daha çok farkına varmak demektir."
İyi de böyle bir ikileme girmek de yanlıştı. Hem kendin hem başkaları için yaşamak mümkün olabilirdi; dengeyi ayarlamak koşuluyla."
Polisiye üstadı Ahmet Ümit'in Beyoğlu Rapsodisi kitabını süsleyen ve kitabı okuyanlar bilecek ki fazlasıyla manidar cümleler. Durum şu ki; 3 can dostu arkadaşın kardeşten farkı yoktur, tabi hikayeler hep mutlu sonla bitmiyor. Keza yaşadıklarımız...
Can ciğer kuzu sarması olduğumuz dostlarımızla dahi kanlı bıçaklı olmamız an meselesidir. Yine de insanın canından kanından olduğu kardeşiyle insan böyle olur mu? Ucu açık bir soru!
Olmayanlar da yok değil. Örneğin; Gasol veya Güler kardeşler ya da Altıntop kardeşliği tam yerinde bir örnek oldu değil mi? Enteresan olansa zıttı durumları düşünmesek de gerçekte daha çok ilgilendiğimiz kavgalı-anlaşamayan haberler.
Yeni dünyanın ağzımıza bal çaldığı, yaptığı işlerden çok, yapılan davranışlar ve iğneleyici sözlere dikkat çekeriz.
Anne Alman, baba Ganalı; daha şimdiden ikiye bölünmüşlük var. Uyum varsa sorun da yok demektir. Ancak çocuklar bu uyumun ucunu kaçırırlarsa çorap söküğü gibi kaybetmeler başlayabiliyor.
Kevin-Prince orta sahayı güçlendirirken kardeş Jerome defansta Berlin Duvarından hallice. Buraya kadar sorun yok gibi.
Hatta ikisi de Almanya'nın köklü takımlarında koşarken patlağı milli takımlar kulvarında vereceklerdi.
Zaman zaman Alman halkının ırkçı tezahüratlarıyla sinirine yenik düşen Kevin-Prince daha sonra topyekün daha da fazlasını ödeyecek ve ödetecekti.
2010 yılına kadar Almanya milli takım ruhuyla bezeliyken o yıl itibariyle kendini Gana formasını giyerek sesini yükseltti.
"Kaybetmeye alıştıkça daha çok özgürleşiyor insan."
Jerome Boateng abi sözü dinlemedi, profesyonel kariyerine her geçen gün "tik" atıyordu. Hedefleri vardı ve bu doğrultu dışına çıkmadığını kanıtlıyordu, önceliği abisine vererek.
Manchester City'deki yıllarında 'biraz abi-kardeş ayrı kaldıklarında' büyük travmalar baş gösterecekti. Aynı yıllarda abisi yüzünü kara çıkartmıştı.
İlk önce verdiği radikal kararla milli ruhunu değiştirmiş, ardından dedikodular peşi sıra takip edecekti. 2010 yılındaki Dünya Şampiyonasında abi-kardeşi düelloya davet edecekti, Gana-Almanya maçıyla.
Bu maçtan önce Premier Lig'de oynadığı yıllarda Michael Ballack'ı "kasti" olarak sakatladığı bir anlamda kaptanlarından yoksun turnuva geçirmenin ince hesaplarını mı yapıyordu yoksa hepsi bir tesadüf müydü? Kısa sürede yayılan haberler kardeşi Jerome'yi fazlasıyla utandırmıştı. O gün ciddi bir karar alarak abisiyle konuşmayacaktı.
Yine de bu konuda Almanlar hassasiyet gösterip iki kardeşi karşı karşıya denk getirmiyorlar. Çünkü forma şansı bulamayan Jerome'ye karşılık ilk 11'de her daim yeri hazır olan "Getto" çocuğu Kevin vardı.
"Uçmak, ait olduğun yerden uzaklaşmak, kendinin daha çok farkına varmak demektir."
Etiketler:
#almanya,
#bayernmünih,
#boateng,
#Brothers,
#dünyafutbolşampiyonası,
#football,
#futbol,
#gana,
#germany,
#ghana,
#jeromeboateng,
#kevinprinceboateng,
#man,
#manchestercity
18 Eylül 2015 Cuma
Tercihler ve Gerçekler: Nikola Mirotic
Mutlu olmak! Sadece salt başarı ve çalışmayla değil, gecesini gündüzüne katan sporcuların mutluluğunu önemsemekten geçiyor. Bazı anlar vardır saniyeler içinde gölge düşürür, bazen de doğru zamanda doğru yerde aldığınız kararlar hayatınızı şekillendirir.
İşte bu yol ayırımında vereceğiniz karar ya da kararlar yolunuz da ışık olur. Bir de bu unsurlara yaş faktörü devreye girdiğinde çıkmaza sürüklenebilir. Bu nokta da elinizi tutan çoğunlukla aile, giriş yapar.
Her yerde karşımıza çıkan yegane tek spor; dikkat şaşkınlık içerebilir! Ta tam futbol...
Gerçek tutkusu futbol olan Mirotic, yaşıtlarına göre uzun ve yapılı atletik vücuduyla sadece teknik direktörünün değil, çevredekilerinde çok çabuk göz hapsine alıyordu.
Bir yandan antrenörü peşini bırakmazken, dedesinin biricik torunu Mirotic'i basketbol sporuyla tanıştırmaya karar verir. Henüz daha 13 yaşındayken geleceğini etkileyecek büyük değişimlere "açık" olduğunu gösterir.
Her ne kadar çocukluğu Karadağ'da geçse de İspanyol vatandaşlığı ile de alternatif seçim yapma hakkı veriliyor ailesi tarafından. Tercihi İspanya'dan yana kullansa da görmezden gelemeyeceği basketbol da ilk adımını Karadağ'da atar.
Mirotic'i keşfeden Real-Madrid kimselere kaptırmak istemeyince 14 yaşında sözleşme imzalarlar. Real-Madrid takımının küçükler lokasyonunda yaklaşık 2,5 yıl oynadıktan sonra A takımı yeni bir sözleşme ile karşılarına çıkarlar. Hızlı bir yükseliş seyrini, her olumlu dönüşü sonuna kadar hak ettiğini ispatladı.
2010-11 sezonunda Euroleague'de takımının en değerli oyuncu seçilmesinin yanında yükselen yıldız ödülünü kazanarak cesur seçimlerinin ne kadar doğru olduğunun kanıtı. Bu durumda "dedenin" de elinden öpmek gerek.
Bir sonraki yılda Real-Madrid'le İspanya Kral Kupası ve Süper Kupasını kazanmış ve Nba kapılarını aralamıştı. Önce Houston'ın peşi sıra Minnesota ve en son olarak Chicago Bulls'a takas edilerek formasını sırtına geçirdi.
Yaşını avantaja çevirmesini de çok iyi bilecekti. Ya da daha doğru bir cümleyle Nba'de dikkatleri üstüne çekmeyi başaracaktı.
Gelecek yılların teminatı olarak gösteriliyor bu azmi; cesaretini yılın çaylağını kıl payı kaçırarak Andrew Wiggins'e kaptırdı. Ancak Nba en iyi çaylak beşine seçilerek sonraki yılları zorlayacak biri olarak listelerde.
Elinizden tutan kişiyi ve güveni anlatan bir isim Nikola Mirotic!
İşte bu yol ayırımında vereceğiniz karar ya da kararlar yolunuz da ışık olur. Bir de bu unsurlara yaş faktörü devreye girdiğinde çıkmaza sürüklenebilir. Bu nokta da elinizi tutan çoğunlukla aile, giriş yapar.
Her yerde karşımıza çıkan yegane tek spor; dikkat şaşkınlık içerebilir! Ta tam futbol...
Gerçek tutkusu futbol olan Mirotic, yaşıtlarına göre uzun ve yapılı atletik vücuduyla sadece teknik direktörünün değil, çevredekilerinde çok çabuk göz hapsine alıyordu.
Bir yandan antrenörü peşini bırakmazken, dedesinin biricik torunu Mirotic'i basketbol sporuyla tanıştırmaya karar verir. Henüz daha 13 yaşındayken geleceğini etkileyecek büyük değişimlere "açık" olduğunu gösterir.
Her ne kadar çocukluğu Karadağ'da geçse de İspanyol vatandaşlığı ile de alternatif seçim yapma hakkı veriliyor ailesi tarafından. Tercihi İspanya'dan yana kullansa da görmezden gelemeyeceği basketbol da ilk adımını Karadağ'da atar.
Mirotic'i keşfeden Real-Madrid kimselere kaptırmak istemeyince 14 yaşında sözleşme imzalarlar. Real-Madrid takımının küçükler lokasyonunda yaklaşık 2,5 yıl oynadıktan sonra A takımı yeni bir sözleşme ile karşılarına çıkarlar. Hızlı bir yükseliş seyrini, her olumlu dönüşü sonuna kadar hak ettiğini ispatladı.
2010-11 sezonunda Euroleague'de takımının en değerli oyuncu seçilmesinin yanında yükselen yıldız ödülünü kazanarak cesur seçimlerinin ne kadar doğru olduğunun kanıtı. Bu durumda "dedenin" de elinden öpmek gerek.
Bir sonraki yılda Real-Madrid'le İspanya Kral Kupası ve Süper Kupasını kazanmış ve Nba kapılarını aralamıştı. Önce Houston'ın peşi sıra Minnesota ve en son olarak Chicago Bulls'a takas edilerek formasını sırtına geçirdi.
Yaşını avantaja çevirmesini de çok iyi bilecekti. Ya da daha doğru bir cümleyle Nba'de dikkatleri üstüne çekmeyi başaracaktı.
Gelecek yılların teminatı olarak gösteriliyor bu azmi; cesaretini yılın çaylağını kıl payı kaçırarak Andrew Wiggins'e kaptırdı. Ancak Nba en iyi çaylak beşine seçilerek sonraki yılları zorlayacak biri olarak listelerde.
Elinizden tutan kişiyi ve güveni anlatan bir isim Nikola Mirotic!
17 Eylül 2015 Perşembe
Spor, Müzik İç İçe: Julio Iglesias
Ayak seslerini duyuyorum,
Bana bakıyorsun, artık burada değilim,
Çok uzaklara gitmem gerekti sesini duymak için,
'Görünüp, ışıldıyorsun'
Asla geçmişe dönemeyeceksin.
Kim bilir bu şarkı sözlerini yazarken geçmişteki Julio'ya yazmadığını. Çünkü artık o başka bir kişiye dönüştü.
Real Madrid'in genç takımında yükselişe geçmişken yenisi ekleyen toy ama tecrübeli bir kaleciydi. Her şey tam da hayal ettiği gibi gidiyordu. Parmakla gösterilen takımında kalesini koruyan genç yetenek, geleceğinin planlarını yapıyordu.
20 yaşına gelmiş uluslararası diğer takımların transfer listelerinde ön sıralarda yer alıyordu. Lakin ansızın gelen bir kaza ile hayatı bambaşka yöne savrulacaktı. Geçirdiği trafik kazası sonucu yaklaşık 20 ay felç kalıp yatağa bağlı bir yaşantı sürmek zorunda kalacaktı.
Bütün bu yaşanılan sıkıntılar yetmezmiş gibi doktorların bundan sonra yatalak kalacak demesiyle dünyası kararmış mıydı?
-Kocaman bir Hayır!
Ne yazık ki bunların içindeki tek gerçek kalesinde panterleşen Julio'nın futbol hayatını sonlandırmak zorunda kalmasıydı. Hiçbir zaman içindeki iyileşme azmini gol olarak yemedi, zor da olsa hep mucizevi kurtarışlar yaptı. En önemli kurtarışı; babasının bir arkadaşı tarafından armağan edilen gitar olmuştu.
İyileşme süresinde yazdığı kısa şiirleri besteleyerek karanlık dönemine melodiler eklemeye başladı. 24. ayın sonunda imkansızı başarıp ayağa kalkmaya başlayınca aydınlanan dünyasına besteleriyle ışık tuttu. Bu sürede sınırlarını zorlayarak yarım kalan hukuk eğitimini (Cambridge Üniversitesi) tamamlayıp, eksik parçalarının tümü yerlerini almaya başladı. Tek biri hariç. Besteleri....
Türk filmi edasıyla süzülenler, sonrasında hiç de ummadığı kapıları aralayacaktı.
Susuz kalmış çiçeklerini renklerine döndürmeye karar vermişti. İlk adımını şarkılarını bir müzik şirketine götürüp bir şarkıcı tarafından okunmasına karar kıldı. Hesaplamadığı bir durum dışında. Bestelerinden birini denemek için fırsat verilen Julio, hem çalıp hem söylediği müziğiyle dinleyenlerini büyülemişti.
Bu kadarı da fazla demeyin dahası var...
Şirketin sahibi "bir başkası yerine kendin niye hayat vermiyorsun? sorusuna dek.
Kalecilikten, dünyaca ünlü şarkıcılığa, bestekarlığa açılan kapıda bambaşka bir yöne doğru uzanışı. Dünyanın birçok şehrinde turneler düzenledi, hayran kitlesini günbegün arttırdı. Spor kariyerinde değil belki ama müzikte sayısız ödül ve başarılarının İngilizce, İtalyanca, Fransızca, İspanyolca dillerinde şarkılar söyleyerek. Dünya çapında sesini duyurmanın altın mikrofonu olmayı bildi.
En çok dilde albüm satan sanatçı unvanını Guiness Rekorlar Kitabı ile tescilledi. Bitti mi, daha başındayız. Hollwood'un zeminini süsleyen "Walk of Fame'de" adı yazılan ünlüler kervanına ya da Grammy ödülleri ve de prestijli ödüllerden sayılan ASCAP'e sahip olarak başka söz bırakmadı. Gerisi mi? Siz zaten çok iyi biliyorsunuz.
Belki şu an futbol içinde konuşmamız gereken bir isim olacakken müziğiyle ruhumuzu hoş tutan yaşayan efsaneye saygılarımızla.
Bana bakıyorsun, artık burada değilim,
Çok uzaklara gitmem gerekti sesini duymak için,
'Görünüp, ışıldıyorsun'
Asla geçmişe dönemeyeceksin.
Kim bilir bu şarkı sözlerini yazarken geçmişteki Julio'ya yazmadığını. Çünkü artık o başka bir kişiye dönüştü.
Real Madrid'in genç takımında yükselişe geçmişken yenisi ekleyen toy ama tecrübeli bir kaleciydi. Her şey tam da hayal ettiği gibi gidiyordu. Parmakla gösterilen takımında kalesini koruyan genç yetenek, geleceğinin planlarını yapıyordu.
20 yaşına gelmiş uluslararası diğer takımların transfer listelerinde ön sıralarda yer alıyordu. Lakin ansızın gelen bir kaza ile hayatı bambaşka yöne savrulacaktı. Geçirdiği trafik kazası sonucu yaklaşık 20 ay felç kalıp yatağa bağlı bir yaşantı sürmek zorunda kalacaktı.
Bütün bu yaşanılan sıkıntılar yetmezmiş gibi doktorların bundan sonra yatalak kalacak demesiyle dünyası kararmış mıydı?
-Kocaman bir Hayır!
Ne yazık ki bunların içindeki tek gerçek kalesinde panterleşen Julio'nın futbol hayatını sonlandırmak zorunda kalmasıydı. Hiçbir zaman içindeki iyileşme azmini gol olarak yemedi, zor da olsa hep mucizevi kurtarışlar yaptı. En önemli kurtarışı; babasının bir arkadaşı tarafından armağan edilen gitar olmuştu.
İyileşme süresinde yazdığı kısa şiirleri besteleyerek karanlık dönemine melodiler eklemeye başladı. 24. ayın sonunda imkansızı başarıp ayağa kalkmaya başlayınca aydınlanan dünyasına besteleriyle ışık tuttu. Bu sürede sınırlarını zorlayarak yarım kalan hukuk eğitimini (Cambridge Üniversitesi) tamamlayıp, eksik parçalarının tümü yerlerini almaya başladı. Tek biri hariç. Besteleri....
Türk filmi edasıyla süzülenler, sonrasında hiç de ummadığı kapıları aralayacaktı.
Susuz kalmış çiçeklerini renklerine döndürmeye karar vermişti. İlk adımını şarkılarını bir müzik şirketine götürüp bir şarkıcı tarafından okunmasına karar kıldı. Hesaplamadığı bir durum dışında. Bestelerinden birini denemek için fırsat verilen Julio, hem çalıp hem söylediği müziğiyle dinleyenlerini büyülemişti.
Bu kadarı da fazla demeyin dahası var...
Şirketin sahibi "bir başkası yerine kendin niye hayat vermiyorsun? sorusuna dek.
Kalecilikten, dünyaca ünlü şarkıcılığa, bestekarlığa açılan kapıda bambaşka bir yöne doğru uzanışı. Dünyanın birçok şehrinde turneler düzenledi, hayran kitlesini günbegün arttırdı. Spor kariyerinde değil belki ama müzikte sayısız ödül ve başarılarının İngilizce, İtalyanca, Fransızca, İspanyolca dillerinde şarkılar söyleyerek. Dünya çapında sesini duyurmanın altın mikrofonu olmayı bildi.
En çok dilde albüm satan sanatçı unvanını Guiness Rekorlar Kitabı ile tescilledi. Bitti mi, daha başındayız. Hollwood'un zeminini süsleyen "Walk of Fame'de" adı yazılan ünlüler kervanına ya da Grammy ödülleri ve de prestijli ödüllerden sayılan ASCAP'e sahip olarak başka söz bırakmadı. Gerisi mi? Siz zaten çok iyi biliyorsunuz.
Belki şu an futbol içinde konuşmamız gereken bir isim olacakken müziğiyle ruhumuzu hoş tutan yaşayan efsaneye saygılarımızla.
Etiketler:
#espana,
#football,
#futbol,
#goalkeeper,
#julioiglesias,
#music,
#müzik,
#realmadrid,
#spain
16 Eylül 2015 Çarşamba
Aktivist, Bisiklet ve 3 Kadın
Profesyonel ve başarıdan başarıya koşan sporcunun daha önce yaptığı sporları bir kenara bırakıp "asıl sporunu" keşfetmesi ya da kendini bulması artık alışagelmiş bir süreç.
Belki de temelde diğerlerine göre +1 eklemesine yardımcı olmuştur, önceki sporları. Kim bilir! Buraya kadar kabul edilebilir bir geçmiş. Ya yazar ya da film yapımcısının önce buz pateni ardından bisikletle ismini şampiyonluklara yazdırması, düşündürücü.
Yazarların veya yapımcının ahşap sandalyesine sırtını dayamış ve olmazsa olmazı öngörüsü kalemiyle döktüğü sanat akıllara geliyor, entel havasıyla.
Bu sefer durum farklı! ESPN'de yazar olarak kariyerine yön veren Kathryn Bertine daha önceki spor geçmişiyle umudunu ve hayallerini sırt çantasına doldurur ve iki teker üzerinde adından söz ettirir. Bu kadarı ile yetinmez bazı haksızlıkları gözlemleyip belgesele (Half The Road) ve kitaplara dönüştürür.
Aynı zamanda La Course by Le Tour de France'in yeniden ortaya çıkışındaki önderlerden. Fazlasıyla sesini duyurmasıyla kalmayıp yanına Emma Pooley ve Marianne Vos'u alıp ses getirecek imza kampanyası başlatırlar.
Bertine bisiklet yarışlarından tam olarak istediğini veremese de kadın-bisiklet ilişkisini 3. vitese alarak yansıttı.
Kadın bisikletinin "başarısı" denildiğinde akla gelen isimlerinden biri de hiç şüphesiz Marianne Vos. O sadece başarısını kabul etmiyor. Kadın bisikletinin gelişimi ve bilinirliği için organizasyonların ve kampanyaların büyük bir parçası oluyor. Kadın ve bisikletin yeniden şekillendiren mimarlarından biri. İnce işçiliğini de tam da burada konuşturuyor.
Adından bu kadar söz etmişken son yıllarda üst üste Dünya Şampiyonu olup gökkuşağı mayoya renk verenlerden. "Zor, imkansız" kelimelerini yeniden gözden geçirmemizi Vos sayesinde birçok kadın sadece bisiklette değil, sporda yeni adımlar attı.
Bir diğer isimse Emma Pooley. Bertine'ye benzer bir kariyer basamağı sadece mesleklerin farkıyla. Pooley mühendis olarak yürüdüğü yaşamına bisiklet pedalı basarak hız verdi. Olimpiyat ve Dünya Şampiyonası ödülleri ile hem takımları adına hem de bireysel olarak rakiplerine şimşek çakıyordu.
Bisiklette sessiz sedasız yükselirken eğitiminde de dur durak bilmeyenlerdendi. Geoteknik mühendisliği bölümünde doktorasını yaptı. Şaşırtıcı öyle değil mi?
Beraberinde ve beraberlikle pek çok durumun üstesinden gelmek bu 3 cesur kadın örneklerinden sadece birkaçı.
Change.org'ta düzenledikleri imza kampanyasıyla ASO'ya Tour de France'ın son etabının aynı günüyle Paris'te başlatılan organizasyon yaptırmayı başardılar.
Tour de France'in 200'e yakın ülkede yayınlandığını düşününce muazzam bir azim öyküsü.
Belki de temelde diğerlerine göre +1 eklemesine yardımcı olmuştur, önceki sporları. Kim bilir! Buraya kadar kabul edilebilir bir geçmiş. Ya yazar ya da film yapımcısının önce buz pateni ardından bisikletle ismini şampiyonluklara yazdırması, düşündürücü.
Yazarların veya yapımcının ahşap sandalyesine sırtını dayamış ve olmazsa olmazı öngörüsü kalemiyle döktüğü sanat akıllara geliyor, entel havasıyla.
Bu sefer durum farklı! ESPN'de yazar olarak kariyerine yön veren Kathryn Bertine daha önceki spor geçmişiyle umudunu ve hayallerini sırt çantasına doldurur ve iki teker üzerinde adından söz ettirir. Bu kadarı ile yetinmez bazı haksızlıkları gözlemleyip belgesele (Half The Road) ve kitaplara dönüştürür.
Aynı zamanda La Course by Le Tour de France'in yeniden ortaya çıkışındaki önderlerden. Fazlasıyla sesini duyurmasıyla kalmayıp yanına Emma Pooley ve Marianne Vos'u alıp ses getirecek imza kampanyası başlatırlar.
Bertine bisiklet yarışlarından tam olarak istediğini veremese de kadın-bisiklet ilişkisini 3. vitese alarak yansıttı.
Kadın bisikletinin "başarısı" denildiğinde akla gelen isimlerinden biri de hiç şüphesiz Marianne Vos. O sadece başarısını kabul etmiyor. Kadın bisikletinin gelişimi ve bilinirliği için organizasyonların ve kampanyaların büyük bir parçası oluyor. Kadın ve bisikletin yeniden şekillendiren mimarlarından biri. İnce işçiliğini de tam da burada konuşturuyor.
Adından bu kadar söz etmişken son yıllarda üst üste Dünya Şampiyonu olup gökkuşağı mayoya renk verenlerden. "Zor, imkansız" kelimelerini yeniden gözden geçirmemizi Vos sayesinde birçok kadın sadece bisiklette değil, sporda yeni adımlar attı.
Bir diğer isimse Emma Pooley. Bertine'ye benzer bir kariyer basamağı sadece mesleklerin farkıyla. Pooley mühendis olarak yürüdüğü yaşamına bisiklet pedalı basarak hız verdi. Olimpiyat ve Dünya Şampiyonası ödülleri ile hem takımları adına hem de bireysel olarak rakiplerine şimşek çakıyordu.
Bisiklette sessiz sedasız yükselirken eğitiminde de dur durak bilmeyenlerdendi. Geoteknik mühendisliği bölümünde doktorasını yaptı. Şaşırtıcı öyle değil mi?
Beraberinde ve beraberlikle pek çok durumun üstesinden gelmek bu 3 cesur kadın örneklerinden sadece birkaçı.
Change.org'ta düzenledikleri imza kampanyasıyla ASO'ya Tour de France'ın son etabının aynı günüyle Paris'te başlatılan organizasyon yaptırmayı başardılar.
Tour de France'in 200'e yakın ülkede yayınlandığını düşününce muazzam bir azim öyküsü.
15 Eylül 2015 Salı
Her Şey İtalya ile Başlamıştı Oysa ki: EuroBasket 2015
Taze mi taze 12 dev adamımız... Kemikleşmiş, yıllardır hemen hemen pek değişmeyen oyuncu kadrosu ile başarılara, sayılarını hanesine yazdırırken artık gençlerimizi de kadroya dahil etmenin vakti gelmişti. Belki bunu yavaş yavaş kadroya alarak da yapabilirdi, tabi o zaman ilk 5'te yer alabilir miydi sorusunu doğuruyor.
Ancak Ergin Hocanın öngörüsüyle tamamiyle yenilenmiş ve genç oyunculardan kurulmuş -Sinan Güler haricinde- 12 dev adam vardı.
Bir de devşirme oyuncumuz ve bu yıl Pınar-Karşıyaka'nın başarısında büyük pay sahibi Boby Dixon ya da Ali Muhammet'in kadroya dahil edilmesiyle iyice merak konusu oldu. Acaba nasıl uyum olacaktı şeklinde.
Kısa sürede bu sorgulayıcı tavırlara aldırış etmeden "bir takım" olmayı gösterdiler.
Özellikle ilk 5 oyuncumuz! Yakın geleceğe sinyallerini yollayan, oynadıkları oyunlarla "bazı kesimlere" cevap niteliği taşıyordu.
Her şeyden önce B grubunun ölüm grubu etkisi yaratmasıyla takımımızı zorlu ve stresli maçlar bekliyordu. Berlin'e hoş-bulduk der demez soluğu Mercedes-Benz Arena'nın cilalı parkelerinde aldık.
İlk maçın önemini altını çize çize vurguluyordu. Ergin Ataman.
Nitekim de öyle oldu.
Bol sürprizli ve sonunda gülen taraf olmak! Adeta kemik sesinin duyulduğu maçtı İtalya maçı. Çekişmeli maçta heyecan ve adrenalin bir dakika yalnız bırakmıyordu bizleri. Sonuçta 50 yıllık makus talihimizde galibiyet ve hedeflerin doğrultusunda ilerlemenin meyveleriydi.
Öyle ki İtalyanların şoku atlatmaları da uzun sürdü. Hedef 3 galibiyetle 3. sırada bitirip A grubunun 2'incisi ile eşleşmek. Yalnız gözden kaçırdığımız nokta İtalyanların bu yenilgiyle diğer maçlara daha da çok hırslanmalarıydı.
Durum böyle olunca İtalyanlar 2. İspanyollar 3. sırada bitirdi. Tabi bir de namağlup Sırbistan vardı. Bir zamanlar basketbol devi..
Almanlar ise grubumuzun çıkamayan sürpriz takımı oldu. Bizimde 4. bitirmemizin sebeplerinden biri de aynı zamanda Almanya, İzlanda ve İtalya galibiyetlerinin yanı sıra İspanya ve Sırbistan'dan farklı mağlubiyet alınca averajımızın (-) olmasını engelleyemedik ve grubu 4. bitirdik. A grubunun ve turnuvanın favori takımlarından Fransa ile eşleştik.
Neden olmasın dedik! Sonuçta son dakika basketleri ile kalbimizi yoklayan milli takım vardı sahada. Biraz genç bir takımız kabul ama güzelliği de burada değil mi? Geleceğin 12 dev adamları olacaklar. Kim bilir belki Avrupa ya da Dünya Şampiyonu olacaklar. Sabır ve emek!
Fransa'ya yenilerek turnuvaya veda etsek de yeni takımımız uluslararası sahaya inerek kendini gösterdi.
Aristoteles'in dediği gibi: Sabır acıdır, fakat meyvesi tatlıdır.
Ancak Ergin Hocanın öngörüsüyle tamamiyle yenilenmiş ve genç oyunculardan kurulmuş -Sinan Güler haricinde- 12 dev adam vardı.
Bir de devşirme oyuncumuz ve bu yıl Pınar-Karşıyaka'nın başarısında büyük pay sahibi Boby Dixon ya da Ali Muhammet'in kadroya dahil edilmesiyle iyice merak konusu oldu. Acaba nasıl uyum olacaktı şeklinde.
Kısa sürede bu sorgulayıcı tavırlara aldırış etmeden "bir takım" olmayı gösterdiler.
Özellikle ilk 5 oyuncumuz! Yakın geleceğe sinyallerini yollayan, oynadıkları oyunlarla "bazı kesimlere" cevap niteliği taşıyordu.
Her şeyden önce B grubunun ölüm grubu etkisi yaratmasıyla takımımızı zorlu ve stresli maçlar bekliyordu. Berlin'e hoş-bulduk der demez soluğu Mercedes-Benz Arena'nın cilalı parkelerinde aldık.
İlk maçın önemini altını çize çize vurguluyordu. Ergin Ataman.
Nitekim de öyle oldu.
Bol sürprizli ve sonunda gülen taraf olmak! Adeta kemik sesinin duyulduğu maçtı İtalya maçı. Çekişmeli maçta heyecan ve adrenalin bir dakika yalnız bırakmıyordu bizleri. Sonuçta 50 yıllık makus talihimizde galibiyet ve hedeflerin doğrultusunda ilerlemenin meyveleriydi.
Öyle ki İtalyanların şoku atlatmaları da uzun sürdü. Hedef 3 galibiyetle 3. sırada bitirip A grubunun 2'incisi ile eşleşmek. Yalnız gözden kaçırdığımız nokta İtalyanların bu yenilgiyle diğer maçlara daha da çok hırslanmalarıydı.
Durum böyle olunca İtalyanlar 2. İspanyollar 3. sırada bitirdi. Tabi bir de namağlup Sırbistan vardı. Bir zamanlar basketbol devi..
Almanlar ise grubumuzun çıkamayan sürpriz takımı oldu. Bizimde 4. bitirmemizin sebeplerinden biri de aynı zamanda Almanya, İzlanda ve İtalya galibiyetlerinin yanı sıra İspanya ve Sırbistan'dan farklı mağlubiyet alınca averajımızın (-) olmasını engelleyemedik ve grubu 4. bitirdik. A grubunun ve turnuvanın favori takımlarından Fransa ile eşleştik.
Neden olmasın dedik! Sonuçta son dakika basketleri ile kalbimizi yoklayan milli takım vardı sahada. Biraz genç bir takımız kabul ama güzelliği de burada değil mi? Geleceğin 12 dev adamları olacaklar. Kim bilir belki Avrupa ya da Dünya Şampiyonu olacaklar. Sabır ve emek!
Fransa'ya yenilerek turnuvaya veda etsek de yeni takımımız uluslararası sahaya inerek kendini gösterdi.
Aristoteles'in dediği gibi: Sabır acıdır, fakat meyvesi tatlıdır.
14 Eylül 2015 Pazartesi
Ben Bu Sahneyi Daha Önce Görmüştüm! US Open Final
Tarih tekerrür mü ediyor, yoksa bize mi öyle geliyor. Zaman ve mekan farklı, oynayanlar ve sonuç aynı! Henüz üzerinden 2 ay geçmesine rağmen Wimbledon'daki finale benzer bir oyun sergilendi, Amerika Açık'ta. Özellikle de Avrupa'da saatler kuruldu. Çünkü beklenmedik bir misafirimiz vardı. Yağmur! Unutmadan bir de zaman.
Normal koşullarda akşam 11'de oynanması gereken erkekler finalinin sağanak yağmur sebebiyle yaklaşık 3 saat gecikmeli olarak başlanması hayal kırıklığına uğratmadı değil. İşte o vakit saatlerimizi kurmamız gerekir. Zaman farkını bir kenara bırakalım, nefesleri tutma zamanı geldi.
Erkekler finalinin adı netleşince hiç şüphesiz Wimbledon finali akıllara düştü. Djokovic'te, Federer'de finale gelene kadar hiç oyun vermemiş, sonuna kadar finali hak etmiş isimlerdi.
Bugüne kadar 41 kez karşı karşıya mücadelelerini izledik. 21'inde Federer'in yüzü gülerken, Djokovic ta ki bu maça kadar 20 kez yenerek 2015 Amerika Açık'la eşitliği sağlayacaktı.
Amerika Açık'ta tam 5 kez randevulaştılar, ancak 3'ünde hesap ödeten Federer olurken bu yılki finalle Alman hesabına dönüştü.
Bu yılda yine Erkekler Finali büyük çekişmeye sahne oldu. Agresif ve maça hakim olarak başlayan Djokovic ilk seti almayı başardı. Ardından Majesteleri tie-break setiyle maça ortak oldu. Maça sıkı tutunan ya da daha az hata yapanın kazanacağı maçta gülen taraf Djokovic oldu.
3-1 yenen Novak Djokovic 1 sezonda Roland Garos haricindeki 3 Grand Slam'i kazanarak sezona kapılarını şimdilik kapadı.
Djokovic sadece Federer'e karşı oynamadı, Flushing Meadows'taki tribünlerin çoğunluğu Majesteleri destekleyince taraftarlara karşıda imalı gülüşlere sebep olmadı değil.
Federer tarafında ise; 18. Grand Slam'i kazanıp 3 yıldır hasret olduğu turnuvalarda şampiyonlukla ayrılıp şeytanın bacağını kırmak istiyordu. Federer bu maça gelene kadar 28 setin tamamını kazanmıştı. Kendi oynadığı oyunlarda bambaşka bir Federer görürken, neredeyse 10 saniyede servis oyununu alıyor.
Ancak sonlara doğru Majesteleri servisini kırdırarak Djokovic'e teslim oldu.
Bu azim ve yaşını umursamaz tavrıyla hırsını bir kat daha arttırarak 2016'ya devredecek. Dikkat etmenizi istediğim nokta ise tıpkı Wimbledon'daki gibi "seneye görüşürüz" demeciyle göz dağı verdi.
Kadınlar finalinde sürpriz üstüne sürpriz... Vinci yarı finalde dünya 1 numarası ve favorisi Serena Williams'ı eleyerek rakibi Pennetta'da vatandaşı gibi dünya 2 numarasını eleyip finalde İtalyan gününe dönüşüverdi. Kazanan Pennetta'ydı.
Gülen taraf aslında her ikisi de oldu olmasına da hayranlarını bir yandan sevindirirken diğer yandan da tenisi bıraktığını açıklayarak üzdü.
Ne diyelim! Ekselansları Federer gibi; "Seneye görüşürüz."
Etiketler:
#champion,
#djokovic,
#federer,
#grandslam,
#novakdjokovic,
#pennetta,
#rogerfederer,
#tenis,
#tennis,
#usa,
#usopen,
#vinci,
#wta
4 Eylül 2015 Cuma
Unutulmaz US Open
Pazartesi itibariyle Amerika Açığın kurdelesini kesmiş bulunuyoruz. Birbirinden adrenalin depolayan maçlarının beraberinde aklımızın bir köşesine kazıyor. Beklenildiği üzere ilk maçlarını kazanan yıldızlar artık yeni yeni isimlerin kolay unutulmayacak maçlarıyla önümüzdeki yıllarda çok daha çekişmeli geçeceğinin kanıtı gibi.
Henüz yeni başlamasından dolayı tüm sporcular temkinli oyunlar sergiliyor. Hazinelerini sonlara saklıyorlar benden söylemesi.
Çünkü muazzam, müthiş kelimelerini dolduran, izleyeceğimizin garantisini verebilirim. Bu kadar emin konuşmamın sebeplerinden biri de 2012 yılı Amerika Açık finalleri, aslında her çeyrek finaliyle birlikte tüm maçları saymak pek de haksızlık etmiş olmam .
Finallerde tek kadınlarda Azarenka-S.Williams erkeklerde ise Murray-Djokovic. Erkeklerde bir sürpriz yaşandı. Ben sizleri biraz merak içinde bırakmışken; kadınlar finalinde söze giriş yapmak istiyorum.
Final dışında üstüne basa basa belirtmek istediğim nokta, Azarenka'nın 23 yaşında olmasına rağmen göz dağı veren oyunlarıyla Grand Slam'lere ortak olacak görüntüsüyle; formda olmanın, yaşının avantaja çevirmenin ve yüksek motive olmanın kortlardaki nefes kesen oyuncusu olmayı bileğinin hakkıyla kazandı.
Gelelim finale. Finalde soğukkanlı ve atak bir oyun sergilemesiyle acaba maçı kazanacak mıydı sorusuna götürdü. Ancak hesaplamadığı kısım Williams'ın servisleri maça damgasını vuracaktı. Pek tabi ki bir avantajı da ülkesinde oynanan bu turnuvayı kaybedemezdi.
17 yıl sonra ilk defa kadınlarda 3 set oynamanın yorgunluğu yaşanıyordu. Azarenka'nın finale, grand slam'i ne kadar istediğini kanıtlar nitelikteydi. Belki daha fazla set oynanabilseydi şampiyonluğa göz kırpa bilirdi.
Bu denli hararetli maçın galibi Serena Williams oldu. Ben sizleri Serena'nın şampiyonluk sarhoşluğuyla baş başa bırakıp erkeklere geçiyorum.
5 saat süren maç için kemerlerinizi sıkı bağlayın çünkü biraz sancılı geçecek. Bu oyunda yok yok. Servisler, forehandler, stratejik zeka ve hızlı bilek hareketleri...
5 saat dedim ama Amerika ile olan saat farkını göz önünde bulundurmanızda yarar var. Maç sabaha karşı bitince biraz eziyet kıvamına geliyor.
Demir bilek Djokovic'ten eser yoktu. Murray de 2.set itibariyle toparlanıp fırtına gibi esmeyi bilecekti. Yine de yorgunluk emareleri okunsa da sürükleyici bir maçtı. Yoksa sabaha kadar izlenir miydi! Finali sonuna kadar hak etseler de tek bir kazananı olacaktı. Gülen taraf ve ilk Amerika Açık turnuvasını kazanan Murray oldu.
Tribünlerin coşkusuyla sanki televizyon başında değil de bizzat oradaymışız etkisi yaratıyor. Tabi Serena'nın sevinç dansları da cabası. Heyecanımız doruktayken bu yılki finalin adını merak eder durumdayım. Şu sıralar oynanan maçlara göz atmaya ne dersiniz?
Henüz yeni başlamasından dolayı tüm sporcular temkinli oyunlar sergiliyor. Hazinelerini sonlara saklıyorlar benden söylemesi.
Çünkü muazzam, müthiş kelimelerini dolduran, izleyeceğimizin garantisini verebilirim. Bu kadar emin konuşmamın sebeplerinden biri de 2012 yılı Amerika Açık finalleri, aslında her çeyrek finaliyle birlikte tüm maçları saymak pek de haksızlık etmiş olmam .
Finallerde tek kadınlarda Azarenka-S.Williams erkeklerde ise Murray-Djokovic. Erkeklerde bir sürpriz yaşandı. Ben sizleri biraz merak içinde bırakmışken; kadınlar finalinde söze giriş yapmak istiyorum.
Final dışında üstüne basa basa belirtmek istediğim nokta, Azarenka'nın 23 yaşında olmasına rağmen göz dağı veren oyunlarıyla Grand Slam'lere ortak olacak görüntüsüyle; formda olmanın, yaşının avantaja çevirmenin ve yüksek motive olmanın kortlardaki nefes kesen oyuncusu olmayı bileğinin hakkıyla kazandı.
Gelelim finale. Finalde soğukkanlı ve atak bir oyun sergilemesiyle acaba maçı kazanacak mıydı sorusuna götürdü. Ancak hesaplamadığı kısım Williams'ın servisleri maça damgasını vuracaktı. Pek tabi ki bir avantajı da ülkesinde oynanan bu turnuvayı kaybedemezdi.
17 yıl sonra ilk defa kadınlarda 3 set oynamanın yorgunluğu yaşanıyordu. Azarenka'nın finale, grand slam'i ne kadar istediğini kanıtlar nitelikteydi. Belki daha fazla set oynanabilseydi şampiyonluğa göz kırpa bilirdi.
Bu denli hararetli maçın galibi Serena Williams oldu. Ben sizleri Serena'nın şampiyonluk sarhoşluğuyla baş başa bırakıp erkeklere geçiyorum.
5 saat süren maç için kemerlerinizi sıkı bağlayın çünkü biraz sancılı geçecek. Bu oyunda yok yok. Servisler, forehandler, stratejik zeka ve hızlı bilek hareketleri...
5 saat dedim ama Amerika ile olan saat farkını göz önünde bulundurmanızda yarar var. Maç sabaha karşı bitince biraz eziyet kıvamına geliyor.
Demir bilek Djokovic'ten eser yoktu. Murray de 2.set itibariyle toparlanıp fırtına gibi esmeyi bilecekti. Yine de yorgunluk emareleri okunsa da sürükleyici bir maçtı. Yoksa sabaha kadar izlenir miydi! Finali sonuna kadar hak etseler de tek bir kazananı olacaktı. Gülen taraf ve ilk Amerika Açık turnuvasını kazanan Murray oldu.
Tribünlerin coşkusuyla sanki televizyon başında değil de bizzat oradaymışız etkisi yaratıyor. Tabi Serena'nın sevinç dansları da cabası. Heyecanımız doruktayken bu yılki finalin adını merak eder durumdayım. Şu sıralar oynanan maçlara göz atmaya ne dersiniz?
Etiketler:
#azarenka,
#champion,
#murray,
#novakdjokovic,
#serenawilliams,
#tenis,
#tennis,
#usa,
#usopen
3 Eylül 2015 Perşembe
Bir Stattan Çok Daha Fazlası: NBA
Normal ölçülerde tıklım tıklım dolmuş futbol tribünlerinin yer bulamayınca pek de haberi yapılmaz. Bilakis aralarda kalmış boşlukların tartışması gündeme oturur. Artık gündemin değişme vakti gelmiştir. Mesela her maç 22.000-24.000 kapasiteli statların doluluk oranlarını konuşuyoruz. Özellikle basketbolun doğduğu yer olan Amerika'da iğne atsan bulunmaz bir arenaya dönüşüyor dersek hiç de yanlış olmaz.
Ayrı bir çekiciliği de tribünleri dolduranların arasından dünyaca ünlü yıldızların, futbolcuların, beyzbolcuların kimi zaman siyasilerin oluşturduğu stada dönüşmesi ayrı bir lezzet sunuyor.
Nba takımlarının hemen her maçında on binlerce taraftarın önünde oynayan basketbolcular görsel şova/hazza çeviriyor oyununu.
Bu hazzın karşılığı da takımın gelirleri olarak inşa ediliyor. Salonun isim hakkı, bilet satışı, yiyecek-içecek satışları, reklamlar ve mağazalarıyla hasılatlar 4-5'e katlayarak oynanan oyun yatırma döndü. İşler biraz sarpa sarsa da aslında bu durumsan herkes memnun.
30 takımın performansını sergilediği Nba'de kulüp başı ortalama gelirleri 100 milyon doları buluyor ve bazı takımlar için aşıyor. Nba stadyumları basketbol maçları için elbetteki vazgeçilmez ama bu statları eşsiz kılan konserler ve spor organizasyonları ile de ağzına bal çalıyorlar.
Takımların gözleri neden dolar şeklinde ona da bir açıklık getirmeliyim. Kombine biletler ve diğer unsurlar artı iken salonların adlarını telekomünikasyon firmalarının yanı sıra finans/banka, yiyecek-içecek veya enerji şirketlerinin ilgisiyle isimlerine sponsor olması takımların kasasını dolduruyor.
Ortalama bilet fiyatlarının 30-120 dolar arasında değiştiğini düşününce gerçekten de bir stattan çok daha fazla mana yüklemeye açık olduğunu gözler önüne seriyor.
Dipnot olarak belirmek isterim ki; Charlotte Bobcats takımının stadı olan Charlotte Coliseum salonu Nba tarihinin 24.000 kapasitesi ile en büyük basketbol sahası olarak başı çekiyor.
Hemen arkasından Detroit Pistons takımının 22.000 kişilik Palace Of Auburn Hills salonuyla ikinci sırayı alıyor.
Bir de değeri bilinmeyen ve yosun tutmuş odalarıyla yüz yüze bırakılmış Silverdome Stadı; yok olmak üzere olan efsane var. Hem Amerikan Futboluna hem de Nba maçlarına ev sahipliği yapmanın yanı sıra Nba finallerinin gerçekleştiği 88 yılında 60.000 basketbolseverleri bir araya topluyordu.
Stadın hiçbir zaman eski haline dönmeyeceğine ve bu durumu kabul etmiş taraftarlar işi çıkmaza sürüyor. Kıymet bilmek bu noktada devreye giriyor.
Ayrı bir çekiciliği de tribünleri dolduranların arasından dünyaca ünlü yıldızların, futbolcuların, beyzbolcuların kimi zaman siyasilerin oluşturduğu stada dönüşmesi ayrı bir lezzet sunuyor.
Nba takımlarının hemen her maçında on binlerce taraftarın önünde oynayan basketbolcular görsel şova/hazza çeviriyor oyununu.
Bu hazzın karşılığı da takımın gelirleri olarak inşa ediliyor. Salonun isim hakkı, bilet satışı, yiyecek-içecek satışları, reklamlar ve mağazalarıyla hasılatlar 4-5'e katlayarak oynanan oyun yatırma döndü. İşler biraz sarpa sarsa da aslında bu durumsan herkes memnun.
30 takımın performansını sergilediği Nba'de kulüp başı ortalama gelirleri 100 milyon doları buluyor ve bazı takımlar için aşıyor. Nba stadyumları basketbol maçları için elbetteki vazgeçilmez ama bu statları eşsiz kılan konserler ve spor organizasyonları ile de ağzına bal çalıyorlar.
Takımların gözleri neden dolar şeklinde ona da bir açıklık getirmeliyim. Kombine biletler ve diğer unsurlar artı iken salonların adlarını telekomünikasyon firmalarının yanı sıra finans/banka, yiyecek-içecek veya enerji şirketlerinin ilgisiyle isimlerine sponsor olması takımların kasasını dolduruyor.
Ortalama bilet fiyatlarının 30-120 dolar arasında değiştiğini düşününce gerçekten de bir stattan çok daha fazla mana yüklemeye açık olduğunu gözler önüne seriyor.
Dipnot olarak belirmek isterim ki; Charlotte Bobcats takımının stadı olan Charlotte Coliseum salonu Nba tarihinin 24.000 kapasitesi ile en büyük basketbol sahası olarak başı çekiyor.
Charlotte Bobcats Arena |
Bir de değeri bilinmeyen ve yosun tutmuş odalarıyla yüz yüze bırakılmış Silverdome Stadı; yok olmak üzere olan efsane var. Hem Amerikan Futboluna hem de Nba maçlarına ev sahipliği yapmanın yanı sıra Nba finallerinin gerçekleştiği 88 yılında 60.000 basketbolseverleri bir araya topluyordu.
Stadın hiçbir zaman eski haline dönmeyeceğine ve bu durumu kabul etmiş taraftarlar işi çıkmaza sürüyor. Kıymet bilmek bu noktada devreye giriyor.
Etiketler:
#basketball,
#basketbol,
#nba,
#stadium,
#stadyum
2 Eylül 2015 Çarşamba
Pierluigi Collina
Öylesine ciddiyet ister ki! Ciddiyet denilince hemen "katı kuralları" aklınıza getirmeyin. Tamam kabul disiplin ister, ön bir hazırlık, evet. Kesinlikle neşeli ve objektif olmakta bu işin bir parçası olarak not etmelisiniz. Hakemlik, zor bir meslek midir?! Tartışılır. Hatta meslek olduğu da. Belki bu işi zor kılan tek tarafı "adil olabilmekten" geçiyor.
Son yıllarda tartışma gündemi. Üstelik sadece Türkiye'de değil bilhassa Avrupa'da çok konuşuluyor. Bu konularda sessizliğe gömülen hakemlerin, sahalarda vücut bulmuş hali Pierluigi Collina'dır. Bir dönem için.
Son yıllarda tartışma gündemi. Üstelik sadece Türkiye'de değil bilhassa Avrupa'da çok konuşuluyor. Bu konularda sessizliğe gömülen hakemlerin, sahalarda vücut bulmuş hali Pierluigi Collina'dır. Bir dönem için.
Türk futbolseverlerin sempatikliğini, sanki bizden biriymiş gibi sarıp sarmaladığımız Collina için akan sular duruluyor.
Yeşil sahalara hakemlikten önce yedek kulübesinin sessizliği ile başlayan ve öyle devam eden Collina'nın asıl işi yedek kulübesinin nabzını tutmaktan çok libero veya stopper olarak başlamasıydı. İlk 11'de yer bulamayınca ve de futboldan vazgeçmek istemeyince rotasını başka yöne çevirmiş.
Gerçek mesleği yatırım uzmanlığı olsa da o yatırımını hep futbola yapmış bir isim. Aslında sadece futbol değil ilk göz bebeği basketboldan da vazgeçemediğini her fırsatta söylemekten çekinmiyor.
Türklerle olan bağı hakemliğe başladığı ilk yıllara dayanıyor. Türkiye Ordu Milli Futbol Takımı ile Fransa Ordu Milli Takımı arasındaki maçta düdük çalarak ilk resmi maçına ve Türklerin uğuru olma yolunda ilk adımı atmıştır. Böyle bir inanış var.
Hangi Türk maçını yönetirse yönetsin yenilgi yüzü görmedik. Şimdilerde fazlasıyla arar gibiyiz.
Hakemliğe yeni bir bakış açısıyla perde arkasını araladı. Bunu bir cümlesiyle açıklık getirmek istiyorum. "Hakem ne aktör ne de polistir" diye tamamlıyor. Yalın ve öz bir ifadeyle, bu yönüyle bakıldığında sahanın efendisi rolüne değil de sadece işini yapmak!
Yapılan hatalarda da (çok yanlış hata olmadığında) pozisyona yetişememeden kaynaklanan anlardan dolayı, yani imkansızı başarmak.
Arkanda da gözü olmak gibi! Orta hakem dışındaki yardımcılarıyla birlikte "bütün" olmak.
Tüm mesele bu gibi. Bu noktada kasti verilen kararlar dışından bahsediyorum.
İyilik elçisi Collina hem insanlık adına hem de işine tutkuyla yapmanın disiplinle tam olmanın var olacağını bizzat kendi örneklendiriyor, maçlarda sergilediği duruşla.
Örnek olmanın vurgusunu, neden hayran olunuruz cevabını adil olmaktan ve neşeni hiç kaybetmemekten geçtiğini tatlı dille yansıtıyor.
Yaptığınız işi sevin, keyif alın!
1 Eylül 2015 Salı
Bisiklette Kadın DEVrimi
Tavırları ve sitemlerini hiçbir zaman söylemekten çekinmeyen ve kadın bisikletinin sorunlarını büyük mecralara taşımada engel tanımayan isimler günden güne çoğalıyor. Gururlanmamak elde değil.
Henüz daha bisiklet değil, yolda yürürken bile çektiğimiz problemleri çözmekte sancılar yaşarken bunu spora taşımak devrim niteliğinde.
Bu savaşı verenlerden biri de Finlandiyalı bisikletçi Pia Sundstedt, artık eskisi gibi bisiklet üzerinde olmasa da bisiklet adına düzenlenen/düzenleyen özel organizasyonların başını çeken isim olmayı başarıyor.
Kadının hakkını sadece kendi ülkesi veya Avrupalı sporcular için değil de özellikle Orta Doğu'daki kadınların hakları için değeri ölçülemez kazanımlar yapmıştır. Yapmaya da devam ediyor.
Bununla yetinmeyip Katar Bisiklet Federasyonu ile anlaşma sağlamıştır. Kadının gözünün içine dahi bakmayan Orta Doğunun petrol şeyhlerine kendini dinletebilmek; bundan daha büyük mücadele olabilir mi?
Evet, Finli Pia 2016 Dünya Şampiyonasına katılacak Katar odaklı kadın takımı kurma projesinin mimarı. Aynı zamanda tek amacın kadın bisikletinin olmadığı, kadın haklarının da savunuculuğunun da hazırlıklarına ara vermeden devam ediyor.
Emsali az bulunur olunca önce idrak etmek daha sonra da ayakta alkışlamak uzun sürüyor.
Değişim ve gelişim için zaman ayıran gözü kapalı kadınlar sadece iki elin parmakları kadar değil. 2014 yılında Amerika'da kurulan Women's Cycling Association'da da kadın ve kadın bisikleti açısından temel atma projeleri gerçekleşiyor.
En başında da Afganlı kadınlar içindir hiç şüphesiz! En büyük öncülerinden Shannon Galpin; Afganistanlı Milli Takımına desteği için özel çalışma başlatıldı.
Orta Doğuya yapılan atılımlar tek taraflı değil. En can alıcı kısmı da özellikle Afganlı kadınların istekleri, yardım eli uzatılmış kadınların ellerine sıkı sıkı tutunmaları. Böylece bisiklet; bisiklet aracılığıyla kadının hakkı ve eşitliği için yapılan çalışmalar sayesinde kadınların problemleri dinlenip, çözüm üretilmeye çalışıyor.
Hazır yolumuzu Afganistana çevirmişken Salma Kakar'dan söz etmemek büyük yanlış olurdu. Daha 18'ine yeni adım atmışken, iki teker üzerinde devrim yaratıyor.
Afganistan'da kadınların pencereden bakmasına yanlış gözle bakılıyorken sesini tüm dünyaya duyurmuş bir kız çocuğuna değiniyorum.
Afgan milli takımında pedalını çeviren Salma Kakar profesyonelliğini ve azmini konuşmaya saatlerimiz yetmez.
Salma Kakar'ın bir isteği daha var. Önce Kabil'de sonra dünya da bisiklet süren genç kadınların sayısının artmasını diliyor.
Bu durumda alternetif düşüncesi olan "herkes" görüşlerini paylaşıp sesi olmalıyız.
Henüz daha bisiklet değil, yolda yürürken bile çektiğimiz problemleri çözmekte sancılar yaşarken bunu spora taşımak devrim niteliğinde.
Bu savaşı verenlerden biri de Finlandiyalı bisikletçi Pia Sundstedt, artık eskisi gibi bisiklet üzerinde olmasa da bisiklet adına düzenlenen/düzenleyen özel organizasyonların başını çeken isim olmayı başarıyor.
Kadının hakkını sadece kendi ülkesi veya Avrupalı sporcular için değil de özellikle Orta Doğu'daki kadınların hakları için değeri ölçülemez kazanımlar yapmıştır. Yapmaya da devam ediyor.
Bununla yetinmeyip Katar Bisiklet Federasyonu ile anlaşma sağlamıştır. Kadının gözünün içine dahi bakmayan Orta Doğunun petrol şeyhlerine kendini dinletebilmek; bundan daha büyük mücadele olabilir mi?
Evet, Finli Pia 2016 Dünya Şampiyonasına katılacak Katar odaklı kadın takımı kurma projesinin mimarı. Aynı zamanda tek amacın kadın bisikletinin olmadığı, kadın haklarının da savunuculuğunun da hazırlıklarına ara vermeden devam ediyor.
Emsali az bulunur olunca önce idrak etmek daha sonra da ayakta alkışlamak uzun sürüyor.
Değişim ve gelişim için zaman ayıran gözü kapalı kadınlar sadece iki elin parmakları kadar değil. 2014 yılında Amerika'da kurulan Women's Cycling Association'da da kadın ve kadın bisikleti açısından temel atma projeleri gerçekleşiyor.
En başında da Afganlı kadınlar içindir hiç şüphesiz! En büyük öncülerinden Shannon Galpin; Afganistanlı Milli Takımına desteği için özel çalışma başlatıldı.
Orta Doğuya yapılan atılımlar tek taraflı değil. En can alıcı kısmı da özellikle Afganlı kadınların istekleri, yardım eli uzatılmış kadınların ellerine sıkı sıkı tutunmaları. Böylece bisiklet; bisiklet aracılığıyla kadının hakkı ve eşitliği için yapılan çalışmalar sayesinde kadınların problemleri dinlenip, çözüm üretilmeye çalışıyor.
Hazır yolumuzu Afganistana çevirmişken Salma Kakar'dan söz etmemek büyük yanlış olurdu. Daha 18'ine yeni adım atmışken, iki teker üzerinde devrim yaratıyor.
Afganistan'da kadınların pencereden bakmasına yanlış gözle bakılıyorken sesini tüm dünyaya duyurmuş bir kız çocuğuna değiniyorum.
Afgan milli takımında pedalını çeviren Salma Kakar profesyonelliğini ve azmini konuşmaya saatlerimiz yetmez.
Salma Kakar'ın bir isteği daha var. Önce Kabil'de sonra dünya da bisiklet süren genç kadınların sayısının artmasını diliyor.
Bu durumda alternetif düşüncesi olan "herkes" görüşlerini paylaşıp sesi olmalıyız.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)