Güney Amerika Ligi’nin çok sevdiğim bir yanı var. Açılışa
üç-beş ay kala Avrupa liglerinin tahmini olarak zirve yapan, kapanıştan bir-iki
ay sonrasına kadar da devam eden bir “katıksız insan hikayesi” döngüsü ortaya
çıkıyor zira futbolun acı çektiği şu dönemlerde yeni yeni arayışlara
sürüklenmiyor da değiliz. Bilhassa internet ve sosyal medyanın dünyayı böylesine
küçülttüğü, bilgi akışını bluetooth kulaklıklarla oynanan global bir kulaktan
kulağa oyununa dönüştürdüğü bu çağda bu döngünün kendini çok daha fazla
hissettirmeye başladığını söylemek mümkün.
Futbolu en başta neden bu kadar sevdiğimizi, onun aslında
ne demek olduğunu unutmak, oyunun sonuca endekslendiği, her şeyin cayır cayır
endüstriyelleştiği şu günümüz dünyasında maalesef hepimizin, bağışıklık sistemi
en güçlü sporseverin dahi ara ara yakalandığı bir maraz. Bereket, Güney Amerika
ülkeleri güçlü antioksidan gelip bünyeleri şöyle bir iç-dış yıkamadan geçiriyor
da kendimize geliyoruz. Bu mefhuma en güzel ve en taze örneklerden biri hatırlatmayı
kendime borç bilirim. Esasında pek taze sayılmaz ama şimdi bile o etkiyi
verebiliyor.
Boca Juniors 3 Nisan 1905’te 1 İrlandalı, 2 İtalyan ve 3
Arjantinli genç tarafından Buenos Aires’in La Boca semtinde kurulur. Bu 6 genç
o zamanlar İngiliz demir yolları tarafından Arjantin’de inşa edilmekte olan istasyonda çalışan işçilerdir.
Birçok kulüp hala bu geleneğini devam ettirmekle beraber bazı kulüpler
endüstriyel futbola ayak uydurmuş halde.
Takımın ilk renkleri pembe, siyah ve beyazdır. Ancak 1906
yılında Boca, aynı renklere sahip bir başka takımla karşılaşınca, takımın
renklerinin değişmesine karar verilir. Ülkedeki krallık rejimine karşı veya iki
işçi sınıfı arasındaki çatışmadan kurulan ya da seslerini daha iyi duyurmak isteyenlerin
kurduğu takımlardan misal halen daha ayakta kalmayı başaran Boca Juniors
idealist bir yaklaşımla günümüzde de seslerini duyuranlardan!
Genç patronlar uzlaşmacı tavır sergileyerek, kulübün yeni
renklerini belirlemek konusunda anlaşamayınca La Boca limanına yanaşacak ilk
geminin üzerinde bulunan renkleri kullanmaya karar verirler. Yanaşan ilk gemi
bir İsveç gemisidir ve kulübün renkleri de dolayısıyla sarı
ve mavi olarak belirlenir.
Bir şekilde karşılaştıkları güçlükleri de bertaraf eden o
dönemlerin sürreel, gelecek yılların bileği bükülmeyen takımı haline evrilen
Boca, Güney Amerika’da varlığını hissetirdi. Bu his diğer kıtalarada taşacaktı.
Zorluklarla mücedele Güney’in fıtratının olmazsa olmazıydı. Şampiyonluklar
mesela; işkence gibi geçen yılların ardından bunun muhteşem olduğu kesin. Fakat
bu kez de işin maddi boyutu karşılarına dikilmiş olacaktı.
Maddi boyut ve bilinirlik…. Çoğu kişinin dahi bugüne
kadar neden sözlükte böyle bi başlık, takımın daha fazla haberinin olmadığının
kanıtı belki de, Brezilyadan bir futbol kulübü sandığımız Arjantin futbol kulübü...
Malumunuz bir de Maradona’nın eski
takımlarından...
1981-1982 sezonunda 40 maçta 28 gol atarak sıradan
istatistiğini gerçekleştirmedi sadece ilk kez lig şampiyonluğu başarısı ile
Avrupa’ya açılan kapısı olacaktı. Boca hem takımının hem de altyapının önüne
açmayı “zorunlu” bir ders olarak belirleyecekti.
Kazanmak ve başarmak algısının kupalara, madalyalara,
galibiyetlere tekabül etmesinin gerekmediğini hepimize bir kez daha gösterip
“kabımızı” almaya şimdiden başlıyor işte Güney Amerikalı zarafet.
Eh, son yıllarda futbol menşeli yaşanan zihinsel korozyon
sonrası bizlere de böyle bir bahar temizliği gerekiyordu zaten… Sezarın
hakkı Sezara!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.