27 Ağustos 2020 Perşembe

Finalde İz Bırakanlar

Salgın nedeniyle yarıda kalan, bitirilip bitirilemeyeceği uzun süre muallakta olan ve nihayet yepyeni bir formatla Köln ve Lizbon'da oynanan finaller, çeterefilli bir sezonun ardından belki de hiç beklenmedik takımların kupayı kaldırışını izledik. Bir tarafta UEFA Avrupa kupasını domine edip Endülüs’e götüren Sevilla bir taraftan da Bavyera biralarıyla kutlama yapan Bayern Münih. Çeyrek finalden itibaren tek maç eliminasyon sistemiyle oynanan ve beklentilerin üzerinde bir heyecana sahne olan finaller tadı damaklarımızda kaldı! Seyircisiz oynanmasından mütevellit, tam randıman alamadığımız 2019-2020 sezonu şöyle dursa, 90’lı yıllara göz kırpsa nasıl olurdu?

Yasal uyarı: Bu yazıda bahsi geçen yerler, kurumlar, olaylar ve kişiler gerçektir. Yazıda herhangi bir komplo teorisi yoktur. Ama bu anlatılanlara benzer olayların sizin yaşadığınız yerlerde de olması olasılığı üzerine teori üretmek kendi inisiyatifinizdedir. Bir sonraki finalin İstanbul’da gerçekleştirileceğini unutmadan…
Gelgelelim 1994 yılı Atina’sına… Milan-Barcelona maçı için tüm hazırlıklar tamam. Skor olarak tahminler yapılmış, Barcelona şampiyonluk için tişörtlerini bastırmış fakat henüz maç oynanmamıştı.

Johan Cruyff'un Rüya Takım'ı Milan karşısında net favoriydi. Finalden önce, Serie A'da çıktığı son altı maçta galibiyet dahi alamayan Milan'da Van Basten ve Lentini sakattı, Costacurta ve Baresi ise cezalıydı. Dahası, Fabio Capello, üç yabancı kuralı nedeniyle Raducioiu, Papin ve Brian Laudrup'u kadroya alamamıştı. Fotoğrafa bu açıdan bakınca kupa Barcelona için bağırıyordu. İstisnalar kaide-i bozar!
Tüm bunlara rağmen maçı kazanan takım İtalyan ekibi oldu. Hem de ne galibiyet! Cruyff, maçın ardından ''Kötü oynadık diyemem, çünkü oynamadık bile'' diyerek, memnuniyetsizliğini net bir şekilde ortaya koydu. Futbol tarihinin en şok skorlarından birini 1994 yılında Barcelona için kâbus, Milan içinse 4-0’lık skorla rüya gibi bir gün olacaktı.


Bavyera ekibini son aylarda oynadığı performansını kimse inkâr edemez lakin yine 90’lara geçiş yaptığımız da sürprizle karşılaşmak mümkün.
Yer Katalonya’nın kalbi Barcelona tarihler ise; 1999 yılını gösteriyordu. Manchester United Birleşik Krallıkta ligine kök söktürürken, Avrupa’da da boş durmayacaktı. Camp Nou'daki finalde Bayern Münih tam 84 dakika boyunca üstündü. Artık duraklama dakikaları oynanıyordu. Alex Ferguson, kalecisi Schmeichel'ı da köşe atışında rakip ceza sahasına gönderdi. Danimarkalı kalecinin de katkısıyla yaşanan karambolde Sheringham golü attı ve skor 1-1 oldu.
Bayern şoku atlatamamışken, kornerden bir gol daha yedi. Bu defa Solskjaer altıpas içinde yaptığı dokunuşla topu filelere yolladı. Bir mucize, Almanların çaresiz bakışları arasında gerçekleşmişti.
O maçtan geriye, Bayern'in savunma oyuncusu Kuffour'un sahayı yumruklaması kaldı.

Unutulmayan finaller kervanına fazlasıyla maçı dâhil edebiliriz. Ancak daha derinlerde yara bırakanlar acımasız bir şekilde unutulmuyor. Belki bu sene PSG-Bayern Münih finalinden ziyade öncesi iz bırakanlardan olacak.
Nevi şahsına münhasır tavrıyla dünyayı mest eden Şampiyonlar Ligi finali bu sene de hem pandemisiyle hem de Münih’in bu yol uğruna sergilediği inanılmaz futbolu ile iz bırakanlardan biri olmayı sonuna kadar hak etti.

Süperstar antrenörlerin geri dönüşü, yeni şampiyonluklar, eski iz bırakanlar... Geldiğimiz noktada, koronavirüs günlerinde bu yazıyı yazmak istedim. Yılların getirdiği şampiyonluk özlemini bitirmeyi hayal eden takımlar... Sanırım herkes bu özlemin artık bittiğini kabul ediyor. Yazmamı tetikleyen sebeplerden biri de buydu. Defalarca hevesimiz kursağımızda kalmıştı. Belki coşkulu kutlamalar yapamayacağız ama görev tamamlandı. 

20 Ağustos 2020 Perşembe

Babalarının Gölgesi ya da Işığı

 Union Berlin'e attığı gol sonrası George Floyd için diz çöken Borussia Monchengladbach'ın yıldızı Marcus Thuram babasının izinden gidiyor. Klasikleşmiş cümle, “devir değişti.” Pek tabi ki babalarının dönemine göre futbol çok değişti. Eskiden daha yavaş oynanan bir oyundu. Artık çok daha hızlı oynanıyor.

Ancak babası Lilian Thuram, çok hızlı oynayan ve saha içinde çok hızlı düşünüp hareket eden bir oyuncuydu. Şu  anda oynuyor olsaydı bu özelliklerinden ötürü pek bir fark olmazdı ve muhtemelen yine dünyanın en iyilerinden biri olurdu. Kesin! Peki ya oğlu babasının izinden mi gidiyordu? Kesinlikle!

Futbolcu babanın futbolcu oğlu durumu çok nadir rastladığımız bir şey değil. Futbol dünyasında çeşitli dönemlerde bu tip hikâyelerle karşılaşıyoruz. Ancak günümüzde şöyle bir durum var: Normalde Jordi Cruyff – Johann Cruyff örneğinde olduğu gibi, taraflardan biri epey gölgede kalıyordu ama bugünlerde bazı efsane futbolcuların gerçek anlamda wonderkid'ler yetiştirdiğini görüyoruz.

Lilian Thuram, ‘90’lar sonu ve 2000’ler başındaki “Efsane Fransa”nın en önemli isimlerinden biriydi. Stoper ve sağ bek bölgelerinde rol alan oyuncu, Juventus ve Barcelona formalarını giyerek büyük bir kariyere imza atmıştı. Oğlu Marcus Thuram ise babasından farklı olarak bir hücum oyuncusu ama gerçek bir potansiyel.

Boynuz kulağı geçmiş durumda; aslen santrfor olmasına ve 1.92’lik boyuna rağmen, kenar forvette rol alabilecek kadar topla etkili bir oyuncu. Böylesi bir fizik gücünü tekniğiyle süsleyen oyuncuların gelecekte milyon dolarların üstüne çıkması çok doğal.

Thuram profesyonel kariyerine Sochaux-Montbeliard'da başladı. Fransızların altyapısında başlayan, Ligue 2 liginde gelişen, Almanlar ile Bundesliga’da devam etmiş bir futbolculuk kariyeri… Dünyanın en büyük futbol figürlerinden biri olan Fransa efsanesi Lilian Thuram oğlunun başarılı olduğu kadar tersi durumlarda yok değil.



Patrick Kluivert, Ajax’ta çok genç yaşta forma giymeye başlamış, 19 yaşında Şampiyonlar Ligi Finali’nde Milan’a attığı golle takımına kupayı getirmiş, yıllarca Barcelona 9 numarasında harikalar yaratmış gerçek bir efsane. Özellikle de havada asılı kalıp vurduğu kafa şutları hala ikonik sahneler olarak zihnimizde yer ediyor.
Patrick Kluivert’ın oğlu Justin Kluivert ise oyunculuk tarzı bakımından babasından bir hayli uzakta. Oğul Kluivert hızıyla fark yaratan, potansiyel bir kenar oyuncusu. Ancak Roma’da forma şansı oldukça azalmış görünüyor. El Shaarawy ve Cengiz, ondan önde gibi Neyse ki henüz 20 yaşında ve hala gelişime çok açık.

Futbol tek bir ismin başarısından değil elbet. Ancak takımın marka gücünü ve kendi değerini yükselten ikonlar haline evrildi.Yaşanan onca mücadelenin zor yılların ardından bugün dünyanın en büyük futbol ekonomisi olan ve bir çok devi barındıran bu liglerin kasalarına uzanan bir peri masalıdır aslında. Kulüpler, taraftarları sporcuları ve yöneticileri ile camia oluştururlar ama asıl önemli konu her kulübün bugün kendine ait bir kişiliğinin olmasıdır. Kulüplere kişiliklerini kazandıran en önemlisi de gençlere ya da bir nevi alt yapılara yaptığı yatırımlardan ibaret.

Bu tip gençlerin performansına dair merakım dışında, babalarının maçlarını izleyememenin vermiş olduğu buruklukla, eskiye dönmeyi iple çekmediğimi itiraf etmeliyim. Yine de unvanını korumak için buraya gelen, herkesin hedefindeki öncelikli isim olmayı ve de babalarıının gölgesinde değil de, onların gösterdikleri yolda ışık olmaları, burada ve başka ortamlarda ziyadesiyle futbol yazısı yazmış bendenizin yegane isteği olacak.


13 Ağustos 2020 Perşembe

Altın Harfler; Arvydas Sabonis

Yeni sezon Euroleague kapımıza gelip çatmışken heyecana kayıtsız kalmak olmazdı. Güncel rekabetler, şampiyonlar, favoriler, sürprizlerle uğraşırken bir yandan da eskilere dalıp gitmenin güzelliğini keşfetmeye bıraktım kendimi. Basketbolun görkemli geçmişine dönerken, tarih yapraklarında o büyük anları ararken, kendi hikâyelerimizi bulduk. Heyecan başlamadan, kendimi bilindik sokaklarda Kaunas’ta bulmamak imkânsızdı.  

6 Mart 1964 Cassius Clay, resmi olarak Muhammed Ali adını aldı. 3 Haziran 1964 Futbolun "Ordinaryüs"ü Lefter Küçükandonyadis, Fenerbahçe-Beşiktaş arasında oynanan jübile maçıyla futbola veda etti.

19 Aralık 1964’ün buz gibi havasında o zaman adı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olan ülkenin Litvanya’nın Kaunas şehrinde dünyaya gelen çocuğun adını dünya basketboluna altın harfler ile yazdıracağını kendi ailesi dâhil kimse bilmiyordu.

Dünya basketbol ekolünün en üstlerinde yer alan bir ülkede doğmuş olması ve daha sonra boyunun bir dev boyutlarına ulaşması onu basketbol için en elverişli koşullarını sunacaktı. 13 yaşına kadar eline basketbol topu bile almamış olan Arvydas Sabonis, daha sonrasında boyunun çok hızlı uzaması ile 15 yaşında tüm ülkenin gözünü diktiği bir süper yetenek haline gelmişti bile. Onu ileriki yıllarında seyreden birçok kişi onun için “2.21 boyuna gizlenmiş bir oyun kurucu “diye söylemesinin nedeni, basketbola başladığı ilk yıllarda uzun boyu ile oyunun merkezinde durup oyunu yönetmesiydi. 

17 yaşında profesyonel ilk sözleşmesini kimsenin hayret etmeyeceği Zalgiris Kaunas takımı ile yapan genç çocuk, 18’inde Dünya kupası kazanan takımın bir parçası olmayı başaracaktı.

NBA’in henüz kapılarını yabancılara açmakta fazlasıyla çekingen davrandığı yıllarda, 1985 yılında NBA Draft’ına girer 77. sıradan Atlanta Hawks tarafından seçilir fakat yaşı 21‘in altında olduğundan dolayı NBA yönetimi oynamasına izin vermez. 1986 yılında ciddi bir sakatlık geçirir, tüm uzun oyuncuların belası olan aşil tendonundan sakatlanan Sabonis neredeyse basketbolu bırakma noktasına gelmiştir, tedaviler sayesinde parkeye geri dönmeyi yapsa da ne eski hareketliliği ne de eski hızından eser yoktur artık.

1986 yılında bu sefer geçerli olacağını bildiği Draft’a bir kez daha girer 24. sıradan Portland Trail Blazers tarafından seçilir fakat zamanın S.S.C.B. yönetimi onun NBA’de oynamasına müsaade etmez ve Arvydas Sabonis NBA’e kavuşmak için 9 yıl bekleyecektir. 1989’da NBA de oynama izni çıkmasına rağmen o Avrupa’da efsane olmayı seçer.

Kariyerinin ilk 8 sezonunda Zalgiris Kaunas’ta kazanılmadık ödül, kazanılmadık kupa bırakmadı neredeyse. O yıllara sığan ödüller…

Euroscar Yılın Oyuncusu (1984, 1985, 1988), Mr. Europa Yılın Oyuncusu (1985, 1997), SSCB Lig Şampiyonluğu (1985–1987), Dünya Kupası Şampiyonluğu (1986), Litvanya Yılın Sporcusu (1984–1986, daha sonra 1996’da tekrar), Eurobasket Şampiyonluğu (1985), Eurobasket En Değerli Oyuncu (1985)

O dönemde Drazen Petrovic ile Arvydas Sabonis arasında muazzam bir rekabet vardı. Karşılaşacakları maçların heyecanı günler önceden başlardı. Asıl önemli olan ise Avrupa’da kimin daha iyi oyuncu olduğunu göstermekti…

1989 yılında Sovyet oyunculara transfer serbest bırakılınca sürpriz bir şekilde CB Valladolid takımına transfer olan Arvydas orada huzurlu ve sessiz bir 3 yıl geçirir. Kimilerine göre bu 3 yıl onun kendini asıl patlamaya hazırladığı 3 yıl olarak görülmektedir, zaten 1992 yılında Real Madrid’e transferi ile beraber bu düşüncenin doğruluğu da kanıtlanmaya başlamış olacaktı.

1992-1995 yılları arası Avrupa’da tüm kupa ve ödülleri silip süpürme zamanıydı. Lega Basket All Star maçı En Değerli Oyuncu (1992), İspanya Kupası Şampiyonu (1993), İspanya ACB Ligi Şampiyonluğu (1993, 1994), İspanya Ligi Final En Değerli Oyuncu (1993, 1994), İspanya Ligi En Değerli Oyuncu (1994, 1995), EuroLeague Şampiyon (1995), EuroLeague Final Four En Değerli Oyuncu (1995)

Avrupa basketbolunu resmen domine eden Arvydas Sabonis için nihayet NBA zamanı gelmişti. Artık Avrupa Basketbolunun bildiğini tüm dünyanın en büyük basketbol organizasyonunda göstermek Sabonis için en büyük hedefti. Ve Portland Trail Blazers ile masaya oturan Sabonis, 6 yıl sürecek bir maceraya çıkmaya hazırdı. Daha sonra bir gidiş dönüş ile beraber toplamda 7 sezon sürecek bu birliktelikte en büyük problem Sabonis‘in sakatlıkları oldu. Kariyerini 40 yaşında basketbola başladığı yer olan Zalgiris’te bıraktı. 2011 yılında Litvanya Basketbol Federasyonu Başkanlığına seçildi ve hâlen bu görevi devam ettiriyor.

Basketbol tarihinin en büyük sürprizleri listesinde daima tepelerde yer alacak, gözüyle görmeyenin inanmayacağı cinsten bir adam Sabonis. Kimisini bitiş çizgisine götüren oyuncu, kimisini başlangıca getiren bir öğretmen gibi; bu satırların yazarı da canlı izleyemeyen bir kaybeden olarak, tam da o günlerde ilk kez büyümeye başlıyor…

5 Ağustos 2020 Çarşamba

Güney Amerikalı Zarafet


Güney Amerika Ligi’nin çok sevdiğim bir yanı var. Açılışa üç-beş ay kala Avrupa liglerinin tahmini olarak zirve yapan, kapanıştan bir-iki ay sonrasına kadar da devam eden bir “katıksız insan hikayesi” döngüsü ortaya çıkıyor zira futbolun acı çektiği şu dönemlerde yeni yeni arayışlara sürüklenmiyor da değiliz. Bilhassa internet ve sosyal medyanın dünyayı böylesine küçülttüğü, bilgi akışını bluetooth kulaklıklarla oynanan global bir kulaktan kulağa oyununa dönüştürdüğü bu çağda bu döngünün kendini çok daha fazla hissettirmeye başladığını söylemek mümkün.

Futbolu en başta neden bu kadar sevdiğimizi, onun aslında ne demek olduğunu unutmak, oyunun sonuca endekslendiği, her şeyin cayır cayır endüstriyelleştiği şu günümüz dünyasında maalesef hepimizin, bağışıklık sistemi en güçlü sporseverin dahi ara ara yakalandığı bir maraz. Bereket, Güney Amerika ülkeleri güçlü antioksidan gelip bünyeleri şöyle bir iç-dış yıkamadan geçiriyor da kendimize geliyoruz. Bu mefhuma en güzel ve en taze örneklerden biri hatırlatmayı kendime borç bilirim. Esasında pek taze sayılmaz ama şimdi bile o etkiyi verebiliyor.

Boca Juniors 3 Nisan 1905’te 1 İrlandalı, 2 İtalyan ve 3 Arjantinli genç tarafından Buenos Aires’in La Boca semtinde kurulur. Bu 6 genç o zamanlar İngiliz demir yolları tarafından Arjantin’de inşa edilmekte olan istasyonda çalışan işçilerdir. Birçok kulüp hala bu geleneğini devam ettirmekle beraber bazı kulüpler endüstriyel futbola ayak uydurmuş halde.
Takımın ilk renkleri pembe, siyah ve beyazdır. Ancak 1906 yılında Boca, aynı renklere sahip bir başka takımla karşılaşınca, takımın renklerinin değişmesine karar verilir. Ülkedeki krallık rejimine karşı veya iki işçi sınıfı arasındaki çatışmadan kurulan ya da seslerini daha iyi duyurmak isteyenlerin kurduğu takımlardan misal halen daha ayakta kalmayı başaran Boca Juniors idealist bir yaklaşımla günümüzde de seslerini duyuranlardan!




Genç patronlar uzlaşmacı tavır sergileyerek, kulübün yeni renklerini belirlemek konusunda anlaşamayınca La Boca limanına yanaşacak ilk geminin üzerinde bulunan renkleri kullanmaya karar verirler. Yanaşan ilk gemi bir İsveç gemisidir ve kulübün renkleri de dolayısıyla sarı ve mavi olarak belirlenir.
Bir şekilde karşılaştıkları güçlükleri de bertaraf eden o dönemlerin sürreel, gelecek yılların bileği bükülmeyen takımı haline evrilen Boca, Güney Amerika’da varlığını hissetirdi. Bu his diğer kıtalarada taşacaktı. Zorluklarla mücedele Güney’in fıtratının olmazsa olmazıydı. Şampiyonluklar mesela; işkence gibi geçen yılların ardından bunun muhteşem olduğu kesin. Fakat bu kez de işin maddi boyutu karşılarına dikilmiş olacaktı.

Maddi boyut ve bilinirlik…. Çoğu kişinin dahi bugüne kadar neden sözlükte böyle bi başlık, takımın daha fazla haberinin olmadığının kanıtı belki de, Brezilyadan bir futbol kulübü sandığımız Arjantin futbol kulübü... Malumunuz bir de Maradona’nın eski takımlarından...
1981-1982 sezonunda 40 maçta 28 gol atarak sıradan istatistiğini gerçekleştirmedi sadece ilk kez lig şampiyonluğu başarısı ile Avrupa’ya açılan kapısı olacaktı. Boca hem takımının hem de altyapının önüne açmayı “zorunlu” bir ders olarak belirleyecekti.

Kazanmak ve başarmak algısının kupalara, madalyalara, galibiyetlere tekabül etmesinin gerekmediğini hepimize bir kez daha gösterip “kabımızı” almaya şimdiden başlıyor işte Güney Amerikalı zarafet.
Eh, son yıllarda futbol menşeli yaşanan zihinsel korozyon sonrası bizlere de böyle bir bahar temizliği gerekiyordu zaten… Sezarın hakkı Sezara!