Küçükken, özellikle
erkekler futbolcu olmak isterler. Neden Futbol? Aralarından elbette sıyrılanlar
da var. Bu konuda yanlışımız var. Açık ve net! İngiltere'ye hep futbolun beşiği
diye dillendirdik. Yanlış ama doğru!
Sadece futbolun değil,
sporun beşiği. Biraz daha özelleştirirsek Snooker'ın da!
Atılan enfes bir gol
değil, dillere destan bir smaç hiç değil... Belki Federer'in rakip sahaya
bıraktığı drop shot olabilir ama konumuz ağırlıklı snooker üzerine. Konuğum
Aras Yetiş!
Son zamanlarda kendisini Socrates Dergisine, zira snooker ve tenis üzerine yazdığı yazıların alameti farikalarını okurken buluyoruz. Tabi Eurosport'ta mikrofon başında bizleri heyecanlandıran başında da yine Aras Yetiş var. Biraz geçmişe dönerek başlayan sohbetimiz, gelecek hedeflerine kadar uzandık.
●
Sporseverler olarak,
kısmende olsa Aras Yetiş'i tanıyoruz. Peki gerçekte Aras Yetiş kimdir?
2 Şubat 1990’da İstanbul’da doğdum.
Spora hep çok meraklıydım fakat her şeyden biraz biraz yapma şansım oldu. Biraz
yüzme, biraz basketbol, biraz tenis… Eğitim hayatımın çok büyük çoğunluğu Şişli
Terakki’de geçti ve onun devamında da İstanbul Bilgi Üniversitesi, Reklamcılık
bölümünü bitirdim. Okul sonrası da reklam sektörü içerisinde işe başladım.
Türkiye’nin en iyi medya satın alma ajanslarından biri olan Mindshare’da bir
yıla kadar çalışma şansım oldu. Mükemmel bir ekiple çalıştım ve harika
arkadaşlar edindim ancak aklımda hep başka bir şey yapmak vardı...
Kesinlikle öyle. Aslında
üniversitenin son yılına kadar aklımda böyle bir şey yoktu. O yıl okulu
bitirebilmek için zorunlu olarak aldığım radyo dersi için haftada bir program
yapmam gerekti. Arkadaşım Ali Rıza’yla birlikte ‘Overrated’ adında haftalık bir
program yaptık ve bu esnada epey eğlendik. “Ben galiba mikrofona konuşabilirim”
fikri kafama o esnada girdi. Zaten yılların Eurosport izleyicisi olarak aklıma
gelen tek kurum orası oldu. Ajansta çalışırken de aklımda hep bu işi yapmak
vardı. Hatta Eurosport’un vadesi dolmuş iş ilanlarına bile cv gönderdim, fakat
sonuç alamıyordum.
Bir gün sürekli olarak Beşiktaş’ta
bilardo oynadığım kafede Eurosport’tan Emre Yazıcıol’u gördüm ve durumu
kendisiyle paylaştım. Benimle çok ilgilendi ve isteğimi Eurosport’un başındaki
Bağış Erten’e iletti. Kendimi bir anda Bağış Abi’yle görüşürken buldum. İlk
etapta bu bir stajdı tabii fakat ben en küçük ihtimali bile kovalamaya
hazırdım, dolayısıyla da işimden üzülerek de olsa istifa ettim ve 2014 yılı sonunda
Eurosport maceram başladı.
●
Türkiye'de
"kutsanmış" futbol dışındaki sporlara sence yaklaşım nasıl? Sanki
yeni yeni kırılmaya başlandı gibi!
Ben bu konuda karamsar
değilim. Evet, futbol dünya geneline bakıldığında sporu domine eden bir oyun
halinde, ancak basketbol ve tenis gibi sporların varlığı da çok güçlü.
Basketbolda Ülkemizin Euroleague ve Eurocup'taki başarıları ve ilerleyişi
basketbolu bir numaralı ilgi odağı yaptı. Türkiye'nin basketbol ligi neredeyse
Avrupa'nın bir numarası. Zaten Eurosport aracılığıyla çok farklı sporların da
nasıl ilgi gördüğünü biliyoruz. Bisiklet ve snooker gibi ciddi örnekler mevcut.
Yani her sporun müşterisi var, kimisi daha geniş kimisi daha butik…
Türkiye’de sadece
kulüp basketbolu değil teniste de altın dönemlerini yaşıyor. Yıllarca Marsel
İlhan neredeyse tek başına adımızı en üst seviyede duyurmaya çalıştı ama artık
Çağla Büyükakçay ve İpek Soylu da var.
Çağla bu sezon WTA seviyesinde turnuva kazandı, olimpiyat oyunlarına katıldı
ve 60. basamağa kadar yükseldi. İzmir'deki Challenger Turnuvasında Cem İlkel ve
Marsel İlhan'ın oynadığı final de çok mühimdi. 2016 Türkiye tenisi tarihine
geçen bir yıl oldu.
●
Yakın zamanda senin
World Open ile birlikte snooker için mikrofon başında olduğunu biliyoruz.
Neredeyse esamesi okunmayan bilardonun bile bunlara aldırış etmeden, ısrarla
snooker'a devam mı?
Öyle bir spor ki
Snooker kendi evi Britanya'da bile artık 1980'lerde olduğu popülaritesinden
uzak. Esamesi okunmama demeyelim, kendine has bir kitlesi var hâlâ. Çin çok
uzun yıllardır yatırım yapıyor ve oyun orada çok popüler. Britanya zaten
snooker’ın mutfağı, Kıta Avrupa'sında biraz hareketlenme var. Mesela bu sezon
Romanya’da turnuva düzenlendi, Almanya yıllardır tura iyi katkı veriyor.
Snooker'ın başındaki
Barry Hearn bu oyunu biraz daha globalleştirmeye çalışıyor ve bence başarıyor
da. Özellikle son dönemde Britanya snooker izleyicisini hareketlendirmek için
ortaya attığı ‘Home Nations Series’ turnuvaları da bence onun keskin zekasının
bir kanıtı. Çünkü ne de olsa oyuncularda Ada’da turnuva oynamayı hep daha çok
sevmiştir.
●
Örneğin Amerika'da en
popüler sporun basketbol olduğu sanılır ama Amerikan futboludur gerçekte...
Snooker için de fazla uzun olması sebep mi?
Kimsenin oturup da
snooker izleyecek kadar vakti yok artık. 5-6 saatlik ucu açık maçlar… 1985 Snooker Avrupa finali gece
2'ye kadar sürdü mesela. Steve Davis ile Dennis Taylor arasında oynanan
Britanya tarihinin halen daha en çok izlenen gece yarısı yayını. 80'ler de çok
fazla izleniyormuş çünkü o dönem renkli televizyonlarda renkli bir spor, yeşil
masa, renkli toplar, baya değişik karakterler... Yani insanların o dönemde
sevmesi çok normal. Fakat yavaş yavaş sıkılma demeyelim ama alışmaları da aynı
oranda normal. Günümüzde Barry Hearn maç formatlarını daha kısa tutarak,
biraz turnuvaları revize ederek oyunu canlı tutmayı başarıyor. Eğer
2010'da o başa gelmese snooker şu an sürünüyor olabilirdi. Hearn 80'ler
atmosferini çok iyi bilen biri ki zaten dönemin en büyüğü Steve Davis'in de
menajeri. Bu şekilde giriş yapıyor snooker dünyasına. Oyunu belki henüz o
şaşaalı günlerine döndüremese de bir kıpırdanma, elektroşok yaptı. Zaten
oyuncular da Hearn döneminde oynamaktan dolayı çok mutlu çünkü daha fazla turnuva,
daha fazla para demek.
●
Ne yazık ki ülkemizde
birkaç haber başlığının altına sıkıştırılıp -spordan bahsettik mi bahsettik-
denilip 2-3 tane spor kanalı dışında geçilen cümleler bütününden öteye
geçemiyoruz. Ancak Eurosport ile bu kırılmalar başlandı. Biz spor
yayıncılığının neresindeyiz?
Öyle bir ülke düşünün
ki son güne kadar Olimpiyat yayınları hangi kanalda yapılacağı belli
değildi. Bu gerçekten tuhaf bir durum. Spor yayıncılığı konusunda ben o
kadar da içler acısı bir durumda olduğumuzu düşünmüyorum. Ne olursa olsun bir
çok şeyi izleyebiliyoruz. Eurosport var, sıra dışı bir hizmet veriyor bence.
Yayınladığı sporlarla, sadece Türkiye'de değil tüm Avrupa'da da gayet bunu
yapıyor. Tivibu örneğin ellerinde fazlasıyla lig var. Oldukça iyi niyetli bir
iş yapıyorlar. Yani o kadar da karamsar değiliz ve daha da ilerleyeceğiz.
Alttan kaliteli genç bir nesil geliyor, hem yayıncılık konusunda hem anlatım
konusunda... Türkiye'nin yayın profilinin artması ile birlikte bence iyiye
gideceğiz.
●
Futbol ve basketbol
pek çok kişiye sorduğumuzda favori spor dalları, peki senin?
Burada kesinlikle
tenis ve snooker’ı söyleyebilirim. Ancak snooker’a biraz farklı bakıyorum.
Snooker izlemeye 2006 yılında başlamıştım. Eurosport'ta dünya şampiyonasına
denk gelmiştim. İlk izlediğim maç sanırım, snooker tarihinin en sıkıcı dünya
şampiyonası finaliydi! Graeme Dott - Peter Ebdon maçı... Graeme Dott
sanırım 18-17 ile kazanıyordu. Yani iki oyuncu da taktiksel yönü ağır basan
oyuncular; Ebdon eski bir dünya şampiyonu, Dott da eski bir finalist. Epeyce
sıkıcı bir maç izledim ama sanki bir şey buldum snooker’da. Öncesinde kimseden
duymamış olmam olabilir; bana özel bir şeymiş gibi geldi, kendime ait
hissettim.
Yıllar içerinde çok
abartarak izlemeye başladım. 2010 Dünya Şampiyonası esnasında okula gitmeyip
internet kafede maç izlediğimi hatırlıyorum.
Maç kaçırmayacak
seviyede izliyordum. Snooker'a karşı öyle bir hissim var! Yıllar içerinde bunun
sadece benimle ile sınırlı kalmadığını gördüm. Benim ilk spikerlik
düşüncemin oluşmasının sebebi bile bu oldu, “Ben snooker anlatabilir miyim?”
İlk bu şekilde gelişti aslında. İlk canlı yayınım Polonya'daki küçük bir
turnuvanın ilk maçıydı. Mark Selby ve Rory McLeod oynamıştı, gerçekten çok
keyifli ve heyecanlıydı.
●
Keşke Snooker oyuncusu
olsaydım diyor musun?
Olamam ki! Türkiye'de
olamazdım... Bunun Türkiye ile bir alakası da yok. Snooker oyuncusu
olabileceğiniz ülkeler bir elin parmağını geçmez. Türkiye'de toplasan 10 tane
masası vardır belki. Bu konuda asla serzenişim olamaz çünkü Türkiye'de bilardocu
olacaksan ya üç bantçı, ya da pool oyuncusu olmak daha olası. Snooker bir
gelenek işidir. Çin bile sahip olduğu yetenek havuzuna ve onca yatırıma rağmen
henüz bir dünya şampiyonu çıkartamadı.
●
Paralimpik ülkemizde
pek itibar görmese de izleme fırsatın oldu mu veya takip edebilmen?
Göz atma fırsatım
oldu. Paralimpik oyunlara olan ilginin azlığı da üzücü! Olimpiyatların nasıl
izlendiğini düşününce, tabi ki paralimpiğin olimpiyat seviyesinde olması zor.
Çünkü Olimpiyat dünyanın en popüler spor olayı. Olimpiyatlardan sonra gelen
organizasyon, mesela bir grand slam turnuvası da olsa olimpiyat kadar
izlenmeyecek. Burada paralimpik olmasının bir önemi yok.
Olimpiyat heyecanı
seyirciyi öyle bir yükseltiyor ki ondan sonra gelecek spor organizasyonu aynı
etkiyi yakalayamıyor. Paralimpik olimpiyatlardan önce düzenlense insanları
hazırlama anlamında ufak ufak ısıtma anlamında daha başarılı olabilirdi bence.
Grand Slam'ler sonrası
düzenlenen küçük tenis turnuvalarında da televizyon seyircisi her zaman daha az
olur. Çünkü Wawrinka - Djokovic Amerika Açık finalini izledikten sonra hemen
bir hafta sonraki küçük bir maçı izlemek insanları tatmin etmez. Paralimpiğin,
Olimpiyatların öncesinde olması daha etkili olacaktır.
●
Olimpiyatlara
öncesi sonrası için ne dersin? Bir beklenti vardı Usain Bolt veya Michael
Phelps gibi...
Onlar beklentileri
karşıladı zaten. Socrates'in Olimpiyat sayısında kapak düşünürken iki isim
üzerinde durduk. Michael Phelps ve Usain Bolt... Birini tercih edecektik, Bolt
oldu. Türkiye'den
bahsedersek; Amerika, Çin, Büyük Britanya gibi çok büyük spor ekolleri gibi
olmasa da çalışıyoruz. Tabi ki güzel işler yapıldı. Adını duyuran sporcularımız
oldu. Tutya, Mete güzel işler yaptı. Çağla’yı olimpiyatta izlemek çok özeldi.
Mesela Monica Puig'in kazandığı gibi Çağla'da benzer yoldan gidip kazansa çok
şaşırırdık... Ama Puig kazanıyorsa Çağla neden kazanamasın?
Şansız bir şekilde ilk
maçında maç puanı kullanamadı ve Makarova'ya mağlup oldu. Kadın tenisinde
yaptığı işlerle Türkiye'nin değerli oyuncusu, hiç girilmeyen sulara girdi.
WTA'de 60 numara gördü. Çağla'nın ivmelenmesinin devam edeceğini düşünüyorum.
Mesela Amerika Açık ilk turunda Irina Falconi ile bir maç oynadı... Kazanırken
sanki devamlı grand slam oynuyormuşcasına rahattı. Bunlar çok mühim işaretler.
●
Tıpkı Eurosport gibi
"şanslı" bir hikaye de Socrates için geçerli....
Socrates'teki durumum
şöyle gelişti. Eurosport'ta staj yaptığım dönemde Socrates’in gelmekte olduğunu
duyuyordum. İçimden diyordum ki “ne güzel, alır okurum.” Boşluk dolduracak bir
proje ama uzaktan bakıyordum o dönemde. Kafa olarak Eurosport'a kanalize
olduğum için düşünemiyordum.
Şubat ayı gibi
Socrates'in ofisi tutuldu. O esnada da Ikea'dan ofis eşyaları alınmış. Genelde
herkesin kurabileceği ve "helal bana, bunu ben yaptım" mutluluğunu
yaşayabileceği eşyalardır. Eurosport ofisinde de o sırada Sencer(Yücel) vardı,
aynı zamanda Socrates'te de bizimle çalışıyor. ”Ikea ürünleri kuracağız
montaj vesaire, elinden gelir mi?” dedi. Bu konuda alçak gönüllü olmayayım
benim de fena gelmez. O gün Socrates’e ilk adımımı attım.
O andan itibaren
herkesin çok büyük yardımları oldu. Başta Bağış Erten, Caner Eler, Onur Erdem…
Türkiye’nin en çok satan spor dergisinde, bana güvenip sayfa emanet ettiler.
Keza tüm editör arkadaşlarım da aynı şekilde. Onlara teşekkür etmeden hikayemi
anlatırsam eksik kalır...
● Socrates demişken; gerçekten dergi müthiş işlere imzasını atmaya devam ediyor. Socrates nasıl bir araya geldi?
Socrates'in nasıl bir araya geldiğini anlatmak tabii benim işim değil ama Can Öz'ün yayıncılık tarafını üstlendiği, Bağış Erten'in proje sahibi, Caner Eler'in Genel Yayın Yönetmeni ve Onur Erdem'in yazı işleri müdürü olduğu ilk sayısı 2015 Nisan’da çıkan bir oluşum. Her şey yolunda, harika bir ilgi var ve bu bizleri çok mutlu ediyor.
● Socrates yazılarınızdan birinde
"Bugünlerde bahar indi" adı altında, Fransa Açık için yazın
müjdeleyicisi olarak nitelendirdiniz (Emre Gürkaynak ile birlikte). Aslında
toprak zemin olduğundan epey zorlayıcı ve acımasız olarak görülür. Bir de
İspanyolların hakimiyeti... Grand Slamleri nitelemek biraz zor gibi ne dersin?
Nadal'dan önce, son
kazanan oyuncu işte Gaston Gaudio 2004 yılında. Gaudio'da Arjantinli, ondan
önce Juan Carlos Ferrero kazandı ki keza o da İspanyol... 80'lerde İsveçliler
başarılıydı Björn Borg ve Mats Wilander gibi. Toprak zeminde yetişenler genelde
Fransa Açık'ta başarılı oluyor.
Zorlu çünkü, kortun
yapısı gereği toptaki kuvvet emiliyor ve ralliler daha da uzuyor. Mesela
Wimbledon'da güçlü bir servisten veya sonra ilk vuruştan hemen winner çıkabilir
ama toprak zeminde bu olmayabiliyor. Toprak zemin için çok güçlü olmak, çok
uzun maçlara hazır olmak gerekiyor. Dolayısıyla Nadal gibi Djokovic gibi fit ve
uzun rallilerde, az basit yapan oyuncular için toprak bir adım önde.
Nadal'ın solak top
spinli forehandi yıllarca en önemli silahı oldu. Örneğin Nadal - Federer
maçlarının kilididir o! Federer'in tek el backhandine attığı çapraz
forehandler... Yıllarca kurduğu hakimiyetin en büyük nedenlerindendi.
●
Doping ne yazık ki
sporun yarası. Bilhassa bisiklet, atletizm doping ile mücadele verirken üzerine
bir de Sharapova'nın doping skandalı ile güven tazelemek neredeyse imkansız
hale geldi...
Teniste tabi dopingin
muhabbetinin ayyuka çıkması Sharapova ile birlikte oldu. Daha önce ufak tefek
söylentiler ve cezalar vardı. Haklılardı haksızlardı demiyorum. Buna yorum
yapmak bize düşmez ancak ne olursa Sharapova'nın başına gelen tenise zarar
verdi. Sharapova kendi özel kitlesi de olan bir oyuncu, kadın tenisinin
reytingine de olumsuz yansıdı.
●
Pası tenisten futbola
atmak istiyorum her ne kadar futbol takip etmesen de işin içindesin. Türk
futbolu bu kadar çok kaosa sürüklenmişken bir şekilde sıyrılıp heyecan katmayı
başarıyor. Arkadan gelen jenerasyonları da düşününce nedir futbolun duruşu?
Futbol herkesin sporu!
Sokakta kavga eden adam da seyrediyor, holding sahibi de. Herkesin olduğu yerde
her türlü şey olabilir. Futbola bir hayli uzağım ama iyi bir jenerasyon
geliyor gibi.
●
Kadının yeri ne sporcu
olarak ne de spor yorumcusu olarak yer bulamıyor. Tabular yıkılır mı?
Bu tip konular bıçak
sırtı biraz! Bence spor izleyicisinde, kadının yerine bakın yavaş yavaş
artıyor. Spor medyasında da aynı şekilde. Yıllar yılı Banu Yelkovan harika bir
örnek. Kadir Has'ın programına katılan arkadaşlara bakıyorum mesela sen, kendi
kendine böyle bir çaba içerisinde, güzel bir emek veriyorsun. Sporda bir şeyler
yapmaya hevesle çok fazla kadın var! Tıpkı kadın izleyicisi gibi spor
medyasındaki kadın figürü de yükselişte.
●
Unutamadığın röportaj
veya yayın var mı?
Bir kere şundan
bahsetmeliyim; Çağla Büyükakçay röportajını neden unutamıyorum! Sene başında
Çağla bize bir sürü hedefinden ve yapmak istediği işlerden bahsetti. Ve hepsini
başardı, hatta üstüne çıktı! Dolayısıyla benim için çok özeldi.
Yayın için de ilk
canlı yayınım diyebilirim. Sencer ile birlikte yapmıştık ki çok doğru bir hamle
olmuştu. Heyecanlı ama çok güzeldi.
●
Tenis konusunda da
müthiş bilgi birikimine sahip biri olarak Federer hakkında da yorumlarını
isterim.
Federer hakkında ne
söylesek az kalır. Geçen yıl sponsorluktan 60 milyon dolar kazanmış. Dünyada
sponsorluktan 60 milyon dolar kazanan başka bir sporcu yok! Ve Federer geçen
yıl gayet kendi standartlarının altındaydı, bu tamamen kort dışındaki kazancı.
Öyle bir figür ki Mercedes, Nike, Rolex, Gillette, gibi sponsorları var. Hâlâ
en yüksek seyirci potansiyeline sahip tenisçi... Bugün, “tenisi bırakıyorum”
dese oyun çok kan kaybeder! Ancak ben en azından döndükten sonra bir yıl daha
oynayacağını düşünüyorum.
●
Favori sporcuların?
Kesinlikle Michael
Jordan, çocukluğumda onu tanrı gibi görüyordum. Yine Brezilyalı Ronaldo ve Del
Piero’yu da çok severdim. Futbolu sorarsan şu anda Buffon. Zaten kendim de ara
sıra halı sahada kalecilik yapıyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.