30 Eylül 2021 Perşembe

Parkeden Ivkovic Geçti

1940’lar Yugoslavya ülkesi için çok fazla ifadenin barınak yılı. Bilhassa 1943 yılında verilen kararla Demokratik Federal Yugoslavya adı altında partizanlar tarafından farklı isim aynı benzer sistemle yola devam edildi. Aynı yıl tüm bu kaotik durumdan bağımsız şimdiki adı Sırbistan’da doğan Dusan Ivkovic bu atmosferden sıyrılarak kendi hikayesini bulacaktı. 1943 yılında Belgrad’da doğmak ideal yer değildi. Şehir iki senedir Alman işgali altındaydı. Yoksulluk ve belirsizlik ağırdı.
Belgrad’da, şair bir anne ile hukukçu bir babanın oğlu olan Duşan’ın çocukluğu, altı yaş büyük ağabeyi Slobodan’ın etkisi altında geçti. Ve hikayesinin yolunu ararken ağabeyi ona el verecekti.

Almanların nadir olarak bıraktıkları alanlardan biri de karşı sokaklarındaki kulüptü. Ve onların kaçış noktasıydı. Kulübe ait açık saha, en büyük eğlenceleriydi. Oraya kaçıp boks, hentbol ve basketbol maçlarını izliyorlardı. Esasında o dönemlerde göz bebeği bokstu, Dusan Ivkovic’in. Anne Branka, çocuklarının ilgi alanlarını besleyen bir tutum izlerken, babası daha sert bir karakterdi, çocukların sporla uğraşmasından pek de haz etmiyordu. Boksu yasakladı. Basketbol ise “bütün gün topu havaya atıp durmak, maymun gibi zıplamaktı” ve mantıksızdı. Ama iki kardeşin düşüncesi aynı doğrultuda değildi.

Küçük yaştaki Ivkovic’in basketbolda en çok dikkatini çeken nokta, potanın yatay bir düzlemde olmasıydı. Futbol veya hentboldaki kalelerin aksine, basketbolda topu yatay bir hedefe göndermek için gereken özel maharet, onda özel bir ilgi uyandırmıştı. Üstelik erken yaştan itibaren sahadaki basketbolcuları izleyerek bu onuda kendi tarzı oluşturmaya başlayacaktı.
Ama Ivkovic kardeşler vazgeçmedi. Dusan, 15-25 yaşları arasında oyun kurucu olarak sahaya çıktı. Maden ve jeoloji mühendisliği okusa da mesleğini hiçbir zaman yapmadı. Zaten okumak basketbola giden bir yoldu onun için. Antrenörlüğe başladığının ertesi yılı ise babasını kaybetti. Bu olay, yaşamındaki en önemli dönüm noktası oldu.


Yugoslav basketbolunun kurucularından Aleksandar Nikoliç’in kurduğu düzen adım adım otumaya başlarken, Milli Takım 1970’te dünya şampiyonu olmuştu. Ivkovic kardeşler ülkede yükselen basketbol dalgasından hem beslendiler hem de bu dalganın devamını sağlayan isimler oldular. Radnicki’nin yükselişi bir anlamda Ivkovic’in de yükseliş biletiydi. Takımın beş oyuncusu 1973’te Avrupa şampiyonu olan Yugoslavya kadrosunda yer almakla birlikte, Dusan Ivkovic’in gençlerle kurduğu iletişimden etkilenen Partizan, onu A takım seviyesindeki ilk baş antrenörlük deneyimi için takımın başına getirdi. İlk sezonunda ligi, Yugoslavya Kupası’nı ve Koraç Kupası’nı kazandı. Artık kariyerinin ileriye gideceği belliydi. Ve bu kariyer yolculuğu onu çok başka noktaya götürecekti.

Basketbol hariç her şeye belli bir mesafeden bakmayı şiar edinmişti. Sert, sabırlı ve çalışkandı. Sürece ve zamana inanıyordu. Muhtemelen genç oyuncular üzerinde bu kadar başarılı olmasının sebebi de buydu. Kendi metodolojisine hep sadık kaldı.
1980’lerin sonundaki Yugoslavya Milli Takımı’nın kadrosunda Drazen Petrovic, Toni Kukoc, Zarko Paspalj, Stojko Vrankovic, Vlade Divac, Pregrag Danilovic ve Dino Radja gibi yıldızlar vardı ve takım Ivkoviç yönetiminde 1988’de Seul’de Olimpiyat ikincisi, 1989’da Avrupa şampiyonu, 1990’da dünya şampiyonu, 1991’de yeniden Avrupa şampiyonu oldu. Dev egoları yönetmeyi başarmıştı.

Toplamda on iki kulüp çalıştırdı; hiçbirinde üç yıldan uzun, iki yıldan kısa kalmadı. Kulüp ve milli takım kariyerinde onlarca kupa kazandı. Obradovic’ten birçok isme kadar onun tedrisatından geçti; Avrupa basketbolundaki hemen her yıldız oyuncunun ve hocanın kariyerine bir şekilde dokundu. Son olarak Anadolu Efes’in başına geçti, ama hem kendisinin hem de yöntemlerinin miadı dolmuştu. 2017 yılında FIBA Şöhretler Müzesi’ne seçildi. Emekli oldu. Her şeyin bir zamanı vardı; hayatta kestirmeler, kısa yollar yoktu. Basketboldan Ivkovic geçti.

24 Eylül 2021 Cuma

Riski Seven Xavi

Xavier için klavye dokunuşlarını yaptığımızda aklımıza ilk gelen, Xavi Alonso’dan başkası olamaz ve bir de takımı Barcelona. Futbolu bırakması ardından takımının tökezlemesi derken biraz unutulmaya yüz tuttu. Kıssadan hisse, Xavi ismi doğrudan Latin çağrışımı yapsa da bir o kadar da başarılı ve genç isim Alonso ve Barcelona’nın futbolu kadar konuşulmuyor. Adaşı Xavier Pascual. Ve bir noktada yollara Barcelona’da kesişiyor. Ama parkeli yollardan…
Xavi Pascual ve Barcelona öngörülen doğrultuda ilerliyordu aslında. Sezon başlarken kazanılan Süper Kupa’yı onların mı kazandığı yoksa Real Madrid’in mi kaybettiği pek çok kişiye göre tartışılırdı.

Sezon içinde daha önceki dönemde olmadıkları kadar bağımlı oldukları oyuncuların oynamamasına rağmen Navarro’nun oynamadığı, keşke takımda olmasaydı dedirten performansına rağmen geriden gelip, son topta kaybettikleri deplasmanda bile hala psikolojik üstünlük onlardaydı. Ama kendi taraftarı önünde hem de farklı kaybedilen kupa finalinin sonrasında Palau Blaugrana’da zorlukla kazandıkları maç ibrenin yıllar sonra yön değiştirdiğine yönelik düşünceleri güçlendirmişti.
Ezeli rakiplerine karşı kazanmak kaybetmekten öte, Euroleague’de playoff dahi görememiş bir takıma karşı bu kadar istediklerini yapmaktan uzak, tepkisiz bir takım haline gelmeleri asıl problemdi.

2004-05 sezonunda Barcelona'ına geçti ve İspanya dördüncü liginde bulunan B takımını yönetti. 2005-06 sezonunda ise A takımında yardımcı koç olarak görev aldı. 2008 senesinde baş antrenör Duško Ivanović takımdan ayrılması üzerine Xavier Pascual başa getirildi. Xavi Pascual’ın hayatının hem en uzun hem de en kısa yıllarını geçirdiği takım Barcelona olabilir. Bir yandan idam öncesindeki bir mahkum gibi sonunu beklerken yıllardır oluşturduğu yapının o andaki işlevsizliğine karşın bir çözüm getirmek için sadece anlık maçları vardı. Son savaşını kaybedecekse bile bu onurlu olmalıydı. Savaşmadan gitmeyecekti.


Muhtemelen basketbolun kelebek etkisi yaratan anlarından biri yaşandı. Çok fazla önemli taşın yerinden oynadığı 2012 yazında Barcelona’nın da bir koç arayışında olması işleri daha da fazla karıştırabilirdi. Xavi Pascual, adı çıkardığı özel işlerle değil hayal kırıklarıyla anılan bir teknik adam. 2009’da yarı finalde Messina finali elinden alıp giderken izlemişti. Belki de tarihin en iyisi, herkesi ezerek Euroleague şampiyonu olan takımı ACB finallerinde maç bile kazanamazken ya da ertesi sezon Obradovic playofflarda onunla adeta dalga geçerken de izlemişti.

Futbolda son yıllardaki Barcelona’yı izlerken hala en etkilendiğim kısım bu işin arkasındaki planlama ve pek çok detayın nasıl da iyi bir şekilde düşünüldüğü. Xavi Pascual de aynı futbol takımı gibi muazzam bir planlama ile tarihin en iyisini yaratmıştı. Durdurulamaz görünen 2010 model Barça’nın yine de en etkileyici kısmı hücumdaki çeşitliliğiydi. Kendilerine karşı hazırlık yapmayı neredeyse imkansız kılan, dizginlerin başka kimsede olmadığı kadar onda olduğu sıra dışı bir yapıydı. Ve bu yapı ile 2009-10 sezonunda Euroleague'de final maçında Olympiakos'i 86 - 68 yenip, şampiyon oldu.

Sarunas Jasikevicius gibi saha dışında yönetmesi zor, saha içinde de kapatmanız gereken tonla defosu olan bir ismi isteyenin Joan Creus değil Xavi Pascual olması, onun yeni profili için bir başka güçlü işaretti. Saras’ın tecrübesi ve yaratıcılığı Barça için gerekli olmanın ötesinde sistem dışı bir katkı arayışıydı aynı zamanda. Xavi Pascual risk almaktan eskisi gibi çekinmiyordu artık. Bu risk onu Barcelona’dan koparıp önce Yunan ekibi Panathinaikos sonrasında da Zenit ile yeni bir bilinmezliğe yelken açtı… Ya sonra…

17 Eylül 2021 Cuma

İngiliz Rüyası

Bir itiraf yaparak başlamak istiyorum. Amerika Açık için herkesin tahminleri vardı. Malumunuz şampiyon olacak minvalinde konuşurken, kadınlarda bol sürpriz bolca da tırnak yedirten ralliler oynandı. Ama o iki haftalık bitmesini istemediğimiz son Grand Slam’in unutulan bir yönü de ana tabloya kalabilmek için oynanan eleme oyunları…
Ve Grand Slam tarihinde bir ilk başarılarak elemeden son ana kadar tüm maçları kazanan Emma Raducanu Amerika Açık’ta şampiyonluk kupasını uzun süreden sonra Birleşik Krallığa getirdi. Ama göründüğü gibi de kolay olmadı. Şayet şampiyonluk maçındaki rakibi Leylah Fernandez de en az Raducanu kadar konuşulmayı bilakis manşetlere taşınmayı hak ediyor.

Emma Raducanu Amerika’ya gelmeden hemen önce okuldaki son sınavlarını girip, üniversite yoluna adım atarken, bir yandan da ve ehliyetini daha yeni aldı. 18 yaşındaki İngiliz sporcu Amerikan Açık Tenis Turnuvasında finale kalarak şimdiden tarih yazdı. Son yıllarda Kanada tarafında yeni isimler parlarken, üstelik 18 yaşında ve daha yeni başlayan Leylah Fernandez azınlıkta bulunan sol elli oyunculardan. Evet, gelecek var dedirtiyor.
Öbür tarafta şampiyon ki esasında iki isim de oynadığı oyun, sergilediği tavırlar ile taht kurdu. Emma Raducanu, tenis tarihinde yeni çağın başlangıcı kabul edilen 1968'ten bu yana büyük tenis turnuvalarında finale kalan en genç oyuncu oldu.

Raducanu dünya sıralamasında 361'inci sıradayken ilk defa çıktığı Wimbledon kortunda son 16'ya kaldı. Temmuz ayında da, Wimbledon turnuvasının dördüncü turuna çıkarak, son 42 yılda bu konuma gelen en genç İngiliz oyuncu oldu. Raducanu neler başarabileceğinin işaretini veriyordu.
İngiliz sporcu Amerika Açık Tenis Turnuvası'nda finallere kalmayı beklemediğini söyledi. Maçlardaki kazanımları hızla artınca daha erken bir tarihe aldığı uçak biletini de iptal etmek zorunda kaldı.
Emma Raducanu, Çinli bir annenin ve Romanyalı bir babanın kızı. Kanada'da doğdu, 2 yaşında ailesiyle birlikte İngiltere'ye taşındı. Londra'da büyüdü, 5 yaşında Londra'nın güneydoğusundaki Bromley Tenis Akademisi'ne yazılmadan önce bale, binicilik, yüzme, basketbol hatta go-karting dahi yaptı.



Raducanu'nun gelişmekte olan yeteneği, az da olsa ünü dünyanın dört bir yanına salınmadan önce kortta büyülemeye başlamıştı. Oyun tarzında Simona Halep ve Li Na'dan etkilendiğini söylüyor.
2020 yılında verdiği bir röportajda, "Halep gibi atletik olmak istiyordum. Bir de Li Na. Oyununun çok büyük hayranıyım. Çok güçlü vuruşları var. Düşünce yapısına bayılıyorum. Ven de öyle olmak istiyorum" demişti. Kısa bir süre önce bir grup ünlü İngiliz isim sosyal medyada Raducanu'yu öven bir şarkı paylaştı. Oasis'in eski üyesi Liam Gallagher, Raducanu için "Tanrısal bir yetenek" nitelemesi yaptı, eski İngiliz futbolcu Gary Lineker de Raducanu'yu izlemenin "keyif verici" olduğunu söyledi.

Tek kadınlarda elemelerden gelen Emma Raducanu, önceki turlarda Petra Kvitova, geçen yılın şampiyonu Bianca Andreescu ve 4 numaralı seribaşı Çek Karolina Pliskova'yı eleyen 17 numaralı seri başı Yunan Maria Sakkari'yi 6-1 ve 6-4'lük setlerle geçerek Fernandez'den sonra yeni bir başarı hikayesiyle tenis tarihindeki yerini alacaktı.
Wimbledon'da ortaya koyduğu performansla tanıdığı Raducanu, özel davetiyeyle katıldığı turnuvada seyircilerin de desteğini arkasına alarak ilerlerken dördüncü turda sağlık sorunları yaşayınca maçtan çekilmek zorunda kalmış ve büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı.

44 yıl sonra tek kadınlarda finale çıkan ilk Büyük Britanyalı sporcu olmayı başardı. Amerika Açık Tenis Turnuvası'nda finallere kalmayı o kadar beklemiyordu ki uçak biletini erken bir tarihe almıştı. Büyük başarılar elde etmek için yaşın ciddi bir faktör olmadığını; muazzam başarıların inanç, azim ve cesaretle atılan bir adımla geldiğini gösteriyor Emma Raducanu ve bu tarihi başarısıyla diğer rakiplerine “ace” atıyordu. Kendinize inanırsanız olamayacak başarı diye bir kavramın olmadığının somut bir şampiyonu aslında Raducanu.

9 Eylül 2021 Perşembe

Voleybol'un Yenisi

"Ben de ırkçılığa maruz kaldım. İnsanlar ten renginden dolayı annemi hep küçümsediler. Bazen bir bankada bile ırkçılığa uğradık ancak insanlar beni tanıdıkça anneme karşı olan bakışları ve tavırları değişti. Bu durum beni içten içe çok üzüyordu. Bazen hala kendime soruyorum; insanlar, diğer insanları neden yalnızca ten renklerine bakarak aşağılıyor. Hepimiz insan değil miyiz? Anlam veremiyorum... Kültür, inanç ve cinsel tercihler toplumun içinde var olması gereken farklılıklar. Bu farklılıklar, insanın kendisini geliştirmesi ve tanıması için çok büyük öneme sahip. Özellikle yeni jenerasyon bu konularda daha açık fikirli olmalı..."
2019 Mart’ının son günleri… Paola Egonu başına gelen talihsiz olayı böyle dile getirmeye çalışırken, sadece spor arenasında değil yaşam mücadelesini de esasında anlatıyordu. Oynadığı oyunlarda kazanma yüzdesi o derece yüksekti ki, bu sefer büyük ihtimalle kazanacak olduğu da hayat bakışı…

İtalya'nın kuzeydoğusunda bulunan Padova'nın Cittadella şehrinde dünyaya geldi Paola Egonu. Ve onu ailesinden ayıran Avrupa sınırları içerisinde doğmasından mütevellit. Göçmen bir Nijeryalı ailenin kızı olan Egonu, erken yaşta voleybol kariyerine başlamasında ve genç yaşına rağmen başardıklarının perde arkasında ailesinden aldığı cesaret olduğu oyunundan anlaşılıyor. Cesur!
Egonu'nun ailesi Nijerya'dan İtalya'ya gelmeden önce babası Ambrose, Lagos'ta kamyon şoförüydü. Annesi ise hemşireydi. Ailesinin İtalya'ya göç etmesinin hayatındaki kırılma noktası olduğunu anlatan başarılı sporcu, "Verdikleri bu karar hayatta kalma üzerineydi. Sahip oldukları cesareti bu kararlarına bakarak görebiliyorum. Buraya geldikten sonra elde ettikleriyle de yetinmediler. Şu an Manchester'dalar ve hala çalışıyorlar."

Tıpkı ailesi gibi çalışmak, çalışmak ve çalışmak… Egonu’nun mottosu da hem ailesine hem de çalışmasına bağlı. Ailesinin aldığı bu cesur karar, Egonu'nun kendi yolunu çizmesinde ona hem yol gösteriyor hem de cesaret veriyor. Ailesi çalışmak için Manchester'a taşınırken o henüz 14 yaşındayken evden ayrı kalmayı göze alarak Milan'da voleybol macerasına atılıyor...
Lakin volaybolla tanışması daha farklı bir noktadan evriliyor. Okulda dersleri çok iyi olan Egonu, kendisini tabiri caizse 'inek' olarak tanımlıyo ve dersleriyle arası çok iyi olan Egonu, ufak yaşlarda herhangi bir spora çok fazla ilgi duymuyordu. Derslerinden arta kalan zamanında televizyon başında vakit öldürse de, o dönem babasının 'kendine bir hobi edinmelisin' telkiniyle voleybolla tanışıyor.


Bu hobi doğduğu kente bağlılığından Padova’da bir takımdan kabul almasıyla kendi hikayesini yazmaya başlıyor, pek de farkında olmadan. Bir telkinle çıktığı yolda neler olmayacaktı ki! 14 yaşına geldiğinde babasının İtalyan pasaportu çıkarmasıyla birlikte İtalyan vatandaşlığı geçecekti. İtalyan vatandaşlığı aldıktan sonra voleybol kariyerindeki hızlı yükseliş iyice ivmeleniyor. Alt yaş kategorilerinde oynadığı takımları şampiyonluğa taşıyan Egonu, henüz 15 yaşında gelmeden milli takım kapısından içeri girmeyi başaracaktı.
Milli takım hikayesi, 2021 yılında Olimpiyat Oyunları'nda geçit töreninde İtalyan bayrağını taşımasına kadar uzanıyor...

Voleyboldaki yeteneğiyle büyülerken bir yandan akademik kariyerine de devam ediyor. Muhasebe mezunu olan Egonu'nun en büyük hayali aslında avukat olmak. Dünyadaki eşitsizliği en aza indirgemek için kendi payına düşen görevi yapmak istediğini söyleyen idealist voleybolcu, ilerleyen yıllarda hukuk diploması almayı arzuluyor.
Kendisini Afro-İtalyan olarak tanımlayan Egonu, Nijerya ile bağlantısını koparmış değil. 13 kişilik ufak sayılmayacak bir ailesi olan yetenekli isim, her iki yılda bir Noel için Nijerya'ya giderek yakın akrabalarıyla buluşuyor. Angela ve Andrea isminde iki erkek kardeşi olan Egonu'nun kuzeni Terry Enweonwu da kendisi gibi bir voleybolcu...

Dünyanın herhangi bir yerine gidip hiç istifini bozmadan, o aksanından dahi gram taviz vermeden kendi dilini konuşmaya devam eden ve herkesin nasıl olsa onu anlayacağını bilen, anlamayanların ise zaten neandertal hüviyetinde oldukları için onlara yapacak bir şey olmadığını düşünen bir İtalyan gibi. Bu tanıdık ama bir o kadar yabancı ülkenin sokaklarında Paola Egonu’nun varlığı bilhassa İtalyanlar için rahat olma sebebi. Ama Egonu daha yeni başlıyor…

2 Eylül 2021 Perşembe

Durantula

Her oyuncunun giymek istediği özel numaralar vardır. Bazılarının uğurlu sayısıdır bu, bazılarının ise ailesinden bir kişinin doğum tarihi ya da akılalmaz başka senaryolar vardır. Kevin Durant’in da tam olarak burada söyleyecekleri var.
Kariyerine başladığından bu yana aynı numarayı giymesinin ise çok farklı bir nedeni var. Basketbola başladığı yer olan Amatör Atletizm Birliği’nden. Burada onun baş antrenörlüğünü yapan ve deyim yerindeyse kariyerini ona borçlu olduğunu söyleyen Durant, antrenörünün 35 yaşında hayatını kaybetmesi nedeniyle bu forma numarasını giyiyor. Ve o günden beri de sırtında taşıyor.

Babasının onları terk etmesi, annesinin ise aileye bakmak için çalışması nedeniyle büyükannesi tarafından büyütüldü. Çocukluk yıllarında spora, özellikle de basketbola ilgisi olan bu genç adam profesyonel kariyerine Amatör Atletizm Birliği’nde başladı. Ailesinin yaşadığı zorluklar nedeniyle sık sık taşındılar ve bunun nihayetinde birçok takımda forma giydi. Lise kariyerine National Christian Academy’de başlayan ve burada iki yıl forma giyen Durant, daha sonra Oak Hill Academy’de forma giydi. Gösterdiği başarılı performans ve o yaşıtlardaki arkadaşlarına göre daha atletik olan KD, Montrose Hristiyan Lisesi tarafından kadroya katıldı.

Tarihler 2006 senesi gösterdiğinde liseden mezun olan bu genç adam, kolej kariyeri için en ünlü takımlardan bir tanesi olan Texas Üniversitesi ile anlaştı. Lisedeki iyi performansını burada da devam ettiren Durant, o sene içerisinde oynanan Tec Red Raiders maçında ortaya koyduğu inanılmaz performansla adeta herkesin ağzını açık bıraktı(37 sayı-23 ribaund). O sezonu sayı krallığıyla tamamlayan bu doğuştan skorer isim, birçok ödüle layık görülürken aldığı kararla 2007 yılında NBA seçmelerine gireceğini açıkladı. Bu karardan sonra Texas Üniversitesi onun giydiği 35 numaralı formayı emekli etti.
Seattle Supersonics tarafından birinci tur draft seçimlerde ikinci sıradan seçilmeyi başardı. Kalitesini kolej yıllarından itibaren gösteren Durant, NBA’de yer aldığı ilk senede 20.4 sayı, 4.4 ribaund ve 3.3 asist ortalamalarıyla oynayarak hem yılın çaylağı ödülünü hem de yılın birinci çaylak beşinde yer alma başarısı gösterdi.



Oklahoma City Thunder, Kevin Durant’taki müthiş parıltıyı görünce, şampiyonluk yolunda iddialı bir kadro kurma amacıyla o sene kadrosuna Russell Westbrook’u da kattı. Önündeki iki yıl boyunca,
önce 2009 All-Star organizasyonu kapsamında Çaylaklar Maçı’nda görev alan Durant burada 46 sayının altına imzasını atarak, Çaylaklar Maçı’nda bir oyuncunun en fazla üretebileceği sayı rekorunu kırmıştı. Gittikçe daha da tecrübe sahibi olan ve Westbrook’la çok iyi bir uyum sağlayan Durant, 2012 yılında kariyerinin ilk NBA Finali’nin oynama başarısı gösterdi. O dönemde Chris Bosh’lu, Dwayne Wade’li ve LeBron James’li Miami Heat’e 4-1 kaybetse de çok fazla tecrübe, başarı kazandı.

Oklahoma City Thunder ve Kevin Durant birlikte tam 9 sene geçirdi. Bu sürede Durant, sergilediği performansla kulüp tarihine adını altın harflerle yazdırmayı başardı ve en çok sevilen Thunder oyuncusu oldu ta ki…
Bir 4 Temmuz günü Durant’ın Golden State Warriors’a katılmasını açıklayacağı güne kadar. Bu karar herkes tarafından oldukça eleştirilirken, Durant’in sadece şampiyonluk kazanmak amacıyla oraya gittiğini ve takımını sattığını düşünenlerin sayısı hiçte az değildi.
2017 ve 2018 yıllarında peş peşe iki kez NBA şampiyonluğu yaşayan koca adam, oynadığı oyun ile sus payını verecekti.

Yaz günlerinin sıcak sıkıcılığının üzerine gelen, işin devamlı yokuşa sürüldüğü transfer görüşmeleri canımızı fazlasıyla sıkmıştı. Hatta artık Kevin Durant’ın eski halinden ümidini kesenlerin sayısı da epey fazlaydı. Ama o hep bu oyuna hayat veren, düşüşte de olsa ışık yakan koca adam NBA ve basketboldan nefes aldığını ispatladı.
Tam adıyla Kevin Wayne Durant. Ya da aşina olduğumuz lakaplarıyla ‘’Durantula’’ veya ‘’KD’’…