Geçen sene, henüz seyahat kısıtlamasının hayatımızın tam ortasına konmadan hemen önce Finlandiya’ya gönlümü bırakıştım. Olağanüstü güzellikteki Finlandiya’da en çok dikkatimi çeken, insanların yalın yaşamlarıydı. Fütursuzca hayat vaad ediyorlardı. Bunu buram buram havasından, tüm saflıklarıyla tramvay da giderken sohbetimize dahil olmalarından, kaçak bindiğimizzi görmelerine rağmen bize tebessüm etmelerinden… Çıkarım yapmak çok kolay. Bir konu da daha kolay! Finlandiya, Formula 1’i fetheden yetenekleri nasıl yetiştirdi? Sonra dünya da spor deyince akıllara “sadece” futbol gelmesinin zıttı olan bu ülke de Ajax maçını izlerken hafızalara kazınan Jari Litmanen nasıl arka planda kalır?
Finlilere futbol ile ilgili soru sorunca bu salvoyu zarif bir latifeyle savurdular lakin Litmanen’i onlar da unutturmadı.
Bu kıymetli futbol hissedarın elinde yeşil sahaların tüm kapılarını açabilecek bir anahtar var. Yetenek ve Ajax takımıyla uyumu. Biliyorum anılar geçidinde bir Formula 1’den diğerine, günümüzden geçmişe savrulduk, zihnimizin zaman makinesini de daha fazla yormadan kuzeye çıkalım.
Babası Olavi, sonradan oğlunun rüştünü ispatlayacağı Reipas’ta adını duyurup milli takıma kadar yükselmişti. Annesi deseniz, o da Reipas’ta top koşturmuştu. Kundaktan topçu, ailenin ikinci adresi Reipas’ta 16 yaşında oynamaya başlamıştı. Dört sezonun ardından Helsinki’den gelen teklif üzerine Finlandiya topraklarının en büyük takımına ayak basacaktı. Ta ki Finalndiya Kupasını kazanana dek standart hikayesini koruyacaktı.
Kupa maçını takip edenlerden FC Ajax’ın scout ekibinin de ilgisini çekmişti. Litmanen’in kariyerinde yeni bir dönem başlıyordu. Tam 7 sezon boyunca forması için ter dökeceği Ajax, rakip ağları onlarca kez havalandırıp takımına sayısız kupalar kazandıracaktı. İşte buyurunuz onlardan biri…
Litmanen, 1995’te Milan’ı devirerek Şampiyonlar Ligi şampiyonluğuna ulaşan Ajax’ın zafer yolunda en başarılı ismi olarak dikkat çekerek, attığı dokuz golle devler arenasında da gol kralı olan Litmanen, bu kupayı kaldıran ilk Finli olmuştu. Kıtalararası Kupa’nın da kulpundan tutulmasından sonra Balon d’Or oylamasında üçüncüydü. Hayır bu onurun bahşedildiği diğer iki efsanenin Cruyff ve Marco van Basten olduğu düşünülünce, önemi daha bir ortaya çıkar. O, Ajax taraftarının büyücüsü olmuştu.
Ajax’ta van Gaal devri bitince, Barcelona’ya transfer olmasından sonra onu takip etmişti. Arka arkaya yaşadığı sakatlıklar Katalan topraklarını fethetmesine mani olmuştu. Daha sonrasında da niceleri tekrar eden sakatlıklar bel bükünce yedek kulübesinde unutulanlar listesine girmiş oldu. Sonrası mı? Futbolun beşiği… 2001’de Ada’nın yolunu tutacaktı, ne de olsa Kırmızı ona çok yakışıyordu.
Orada da yalnız değildi! Sakatlıklarla boğuştu durdu. Bundan sonrası kuş misali… Lahti, Hansa Rostock, Malmö, Fulham… Yine Lahti’ye döndükten sonra ilk maçında iki gol atıp iki asist yapmıştı. Takımını ilk defa Avrupa kupalarına çıkaran efsane, bildiği yoldan asla şaşmıyor.
121 defa sahne alarak Finlandiya tarihinin en fazla forma giyen oyuncusu olan Litmanen, 20 yıldır milli takımda oynayan, ülke tarihinin en önemli insanlarından biri olarak gösterildiğini bizzat şahidi oldum.
Yıllara hâlâ meydan okuması, Ajax taraftarının hala adına tasvirler yaptığı hakikat…
Finli futbolseverlerin “kuningas”, Türkçe anlamıyla “kral” lakabını taktığı Litmanen için doğduğu şehir Lahti’de 10 Ekim 2010’da heykeli dikilen ender isimlerden. Geçen haftalarda başlayan Şampiyonlar Ligi, futbola ilgisi olan en az 2 kuşak onu Ajax ve Liverpool eşleşmesi öncesi yine hatırladı. Hatırlattı!
Louis van Gaal, onu 1992’de 21 yaşındayken Fin kulübü MyPa’dan alarak, Ajax scout ekibi onu bir eğitim kampına davet etmeleri gerektiğine ikna eden şey Litmanen’in Finlandiya Kupası finalindeki performansı oldu. Van Gaal onunla ilgili hemen bir fikir sahibi olamadı. Hatta iki gün sonra onu eve geri göndermeyi düşündü, ancak orta sahanın sağından 10 numara rolüne kaydırılmak Litmanen için kader anı oldu. Anlaşma yapıldı. Ajax, Inter’e giden Dennis Bergkamp’ın yerine mükemmel bir yedekle karşılaştı. Ve böylece Jari Litmanen efsanesi doğdu… Ee boşuna “kral” denmiyor…
Bisiklet selesinin manzarasına müşterek olanlar sayısız konuda fikir ayrılıkları yaşarlar… Takım dedikoduları ve bunu seyreden lider olacak bisikletçiyi belirlemek, şaşmayacak tartışma konusu doping skandalları, şöhretin yaması olmuş medyatik sporcular… Ayrılıklar fazlasıyla peşlerini bırakmasa da, uzlaştıkları nadide anlarda, kişilerde, yarışlar da pek ala var. Tam bu anda medyatik isimlerin dışında hemen akıllara gelmemiş olsa da, birkaç isimden biri de Jens Voigt’tur. Çünkü o bisiklet üzerinde adeta kült birine dönüşüyor. Her seferinde bisikletine sanki bu son sürüşü olacakmış gibi biniyor. Ve öyleymişcesine izletiyor.
Jens Voigt, sıradan bir profil havası çizer, mesela, karşınızdaki bisikletçi bacakları traşlı biri değilse bu ismi daha önce duymamış olmanız muhtemel. Çünkü onun bir spor ikonu olmak gibi çabası yok. Ne Nike ile ne de Adidas ile bir sözleşmesi yok. O sadece Leopard Trek takımı için süren 40 yaşında bir bisikletçiydi. 2011 FransaTuru’nun en yaşlı bisikletçisi. Sıradan! Entrikasız! Ve artık emekli.
Psikolojik ve fiziksel baskılar nedeniyle Fransa Turu zaman zaman insanı çıldırtabilen ve böyle bir atmosferde sporcular gayet muhafazakar, risklerden kaçınan, sadece pozisyonlarını koruyan tiplere dönüşüyor. Biri hariç!
Jens Voigt adeta bir 100 metre koşucusu gibi Usain Bolt ile yarış halindeymişcesine gibi sürer. Ya da eline yarınki final sınavının son dakikada ulaşan sınav soruları gelmiş gibi sürer. Bazen bisiklet üzerinde boks maçındadır; acımasız, meydan okuyan biri…
Bisikleti 2000’lerin başında izlemeye başlayan herkes Jens’in ismini duymaya alışıktı. Pelotonda birçok Alman bisikletçi vardı ve çoğu ya kazandıklarıyla ya da doping skandallarıyla gündeme geliyordu. Voigt ise genelde atak yaparken görmeye alıştığımız, çok nadiren de bu kaçışlarında başarılı olan bir bisikletçiydi. Tanınır ama fazla ilgi görmezdi. Bundan birkaç sene önce her şey değişti.
Youtube’daki videoları ve Twitter’da yavaş yavaş oluşmaya başlayan hayran kitlesiyle birlikte Jens’inin sosyal medya fenomenine dönüştü. Alman bisikletçi çoğu zaman şampiyonlardan bile daha fazla konuşulur hâle gelmişti.
Uzun kariyerinde büyük yarışlar ve tur etapları almış, ama Twitter hesabı açtıktan hemen sonra 40.000 hayranının oluvermesinin sebebi elbette bu başarıları değildi. Belki de bir bisikletçinin dayanabileceği en berbat acıyı çekerken bile bacaklarına “kapatın o çenenizi” diye bağıran bir adam olmasıydı buna sebep.
Onunla ilgili anlatılacak onlarca hikaye var. Ve şüphesiz hepsi de siz pistteymişcesine aynı heyecanı yaratır. 2011 California Turu’nda geçirdiği kaza sonrası kırılan bilek kemiğine rağmen takım arkadaşı Andy Schleck’i yalnız bırakmamak için iki etap tamamlamış olduğunu unutmamak elde değil.
2010 Fransa Turu’nda geçirdiği kaza sonucu bisikleti kullanılamaz hale geldi, takım arabası da Andy Schleck’in yanındaydı, herkes onun yarıştan çekileceğini düşünürken ve hatta süpürge aracı onu almaya gelmişken o etrafına bakınıp, bisiklet arıyordu. Ve kendisine küçük gelse de, hatta kalpiye pedalları olsa da gözüne kestirdiği sarı bisikleti ödünç alarak takım arabasına yetişene kadar yaklaşık 15-20 km kadar bu sarı bisikletle devam etti… Daha bitmedi.
Gelelim 2011 Fransa Tur’una. 14. etapta kaza sonrası beyin sarsıntısı geçiren Voigt, Pireneler’deki kritik etapta vadiden aşağı uçtu, ama çalılıkların arasında topunu arayan bir çocuk gibi bisikletini bulup yeniden yarışa döndüğünü dün gibi hatırlatır.
Acı çekmeden, mücadele etmeden hiçbir şey kazanılmıyor. Ama bazen acı çekseniz de mücadele etseniz de kazanamıyorsunuz. Jens Voigt’un kariyerinden bize kalacak en önemli şey belki de bu. Bazen 40 kere denersin ve 1 kez başarırsın. 1994’ten beri her yarışı son yarışıymış gibi pedallayan bu adam emeklilik bayrağını sallayınca, gerçekten de son yarışına çıkacaktı.
"Çünkü onun sporculuğuna ve savaşçı yapısına büyük bir hayranlık besliyorum. O bir rol model. Rafa her zaman son ana kadar mücadele eder, o bir tenis savaşçısı. Oyun stilini de çok seviyorum. Hatta onun gibi oynamayı da seviyorum. Sol el forehand'leri olağanüstü ve bu vuruş ona pek çok turnuva kazandırdı. Roger Federer'i de seviyorum ve ona büyük bir saygı duyuyorum. O bir efsane ve bambaşka bir düzeyde. Ancak stil ve karaktere gelince Rafa'nın tarafındayım çünkü onun enerjisini çok seviyorum. Üzgünüm!"
Iga Swiatek bir demecinde söylemişti. Bu cümleler klasik olmakla beraber oynadığı oyunun alameti farikası aynı zamanda. Ve biz tenis severler olarak liderliklerine alışmış olduğumuz isimlerin alaycı tavırlarından ziyade sessiz ve o liderlerin canına okuyan yeni isimleri özledik. Tıpkı erkek tenisinde olduğu gibi…
Bilmiyorum, Simona Halep’i, Kvitova’yı veya Raadwanska’yı tanımasaydım eğer, ister kendilerini yanımdan geçen herhangi birileri olsun, ister bir kitabın kahramanları olarak okuyayım, WTA Tur’un ilk 10’larına girmiş isimler olduğunu herhangi bir şekilde tahmin edebileceğimi zannetmiyorum.
Fakat koşullar değişti. Yeni nesil kimseyi umursamıyor. Elbetteki saygı duyduklarını yadsımıyorum lakin tenis artık bildiğimiz oyun değil. Karakteri var… Ve yeni nesil bildiğini okuyor.
Esasında Iga, sporcu bir aileden geliyor. Babası Tomasz, Polonya'yı 1988 Seul Olimpiyatları'nda temsil eden kürek takımında yer alan başarılı bir kürekçiyken, ablası Aga da bir süre tenis oynadı ancak daha sonra spor dışında bir kariyere yönelmeye karar verdi. Ama Iga bildiği yoldan şaşmadı. Fakat öncesi var yani tenisten öncesi…
Eğer Iga'yı, Legia Varşova'nın futbol maçlarında görürseniz şaşırmayın. Kısa süreliğine de olsa Wimbledon dışında çim sahalara ulaşsa da Iga, yan sahalara transferini açıklamıştı. Legia'nın tenis takımında oynadı ve antrenmanlarını uzun süre kulübünün eski defterleriyle birlikte yürütmeyi başardı. Ancak zaman dediğimiz çabuk geçiyor. Bir sene öncesine kadar esamesi okunmayan, üç yıllık istihkakımızın ilkini gururla tamamlamış, WTA Sezon Sonu Şampiyonası’nı kupayı ellerine alarak noktalamıştı. Henüz 19 yaşında ve daha öncesinde gençler kategorisinde de oldukça başarılıydı. 2018 Wimbledon'da gençler şampiyonluğuna ulaşan tenisçi, finalde İsviçreli Leoni Küng'ü mağlup etmişti. Ayrıca aynı yıl çiftlerde de benzer bir başarıyı Amerikalı partneri Caty McNally'yle Roland Garros şampiyonluğuna ulaşarak elde
etmişti. Yani ona çok yabancı değil!
Öncesinde 2017'de ise Maja Chwalinska'yla birlikte Avustralya Açık'ta çiftler finali görmüştü. Şimdi bir kez daha kadın tenis yıldızının yeni “toprak ağasını” nevi şahsına mühasır tavrıyla, biraz mesafeli biraz soğuk ama en çok şampiyon haliyle görme vakti geldi.
Peki yeni sınava hazır mıyız? Kim kazanır, kim ne yapardan evvel bu sorunun cevabına biraz kafa patlatmak gerektiği inancındayım. Zira, bu işin çok içinde olmasanız dahi geçen seneki auranın bu sene o ölçüde tezahür etmediğini fark ediyorsunuzdur. Muhakkak ki, çok az seyircili ilk sene olması hasebiyle açlığın daha fazla olması doğal ama gerçek şu ki, yeni bir hak eden şampiyon var. Üstelik buraya kadar hiç set vermeden gelmeyi başamış bir Iga var. Umarım bu “yiyici” toplumda Iga’nın da başarısını kenara atmadan hakkını veririz.
Iga Swiatek muhteşem performansıyla Roland Garros'a damgasını vurdu. Finalde Sofia Kenin'i mağlup eden Polonya tenisinin son ürünü, kortların yeni yıldızı olacak mı sorusunu akıllara getiriyor. Bir de onu diğerlerinden ayıran mental bakış açısı… Aslında her turnuvasına psikoloğu ile hareket etmesi Iga’yı rakiplerinden ayrıştırıyor.
Rekabet düzeyi arşa çıkınca altrenatiflere yönelmek normal karşılansa da hem tenisin getirdikleri hem de sürekli seyahat halinde olmak psikoloğunu da beraberinde getiriyor.
Kimin kazandığından öte, umuyorum ki bu seneki enteresan olan Roland Garros’un finalindeki kaliteye yaklaşan, draması bol, maç puanları çevrilen, atlanan zıplanan müthiş maçlar izleriz diyordum haklılık payı yüksek Poland Garros izletti bizlere. Henüz yolu çok uzun, epey uzun ama bizim içimiz WTA seviyelerinde kaynayacak.
Peşin hükümlü olmak kötüdür. En azından bazı özel durumlar dışında. Herkesin tanımladığı en az birkaç tane kabul edilemezi vardır ve karşısında gördüğünde o ölümcül günahı seziyorsa ikinci bir şans vermeye yanaşmaması yeterince adildir. Fakat genel olarak, peşin hükümler kötüdür. Bununla beraber çok azımız, sahip olduğumuz yargıların ilk izlenimler tarafından domine edilmesine engel olabilir. Bir şarkı hakkında, ya da bir kadın hakkında. Ya da bir basketbolcu. Törpülenebilecek bir kısım elbette ki vardır, ama yüzde verebilir misiniz? Birincil yargılarınızın yolculuk sırasında büsbütün değiştiği kaç örnek sayabilirsiniz?
NBA parkelerinde daha çocuk yaşta ışık saçanları listelemişler, aslında ilkinde pek ihtimal vermeseler de, o tablo da kendine yer bulanlar da vardı. 2011 sınıfının en etkileyici ismi o gün de Anthony Davis’ti.
Davis’in ufak yaşlarda basketbolla tanışması hiç de sürpriz olmadı. Annesi ve babası eski basketbolcuydu. Chicago’lu olmasından da kaynaklı olarak Michael Jordan‘ı idolü olarak görüyordu. Bunun yanında, Kevin Garnett de sevdiği oyuncular arasındaydı. Üç kardeş de basketbolcu olmanın hayalini kurarken, Davis’in diğer kardeşlerinden farklı bir hedefi vardı. O da, kendisinin adının bir gün NBA’de en iyilerinin arasında yer almak ve Michael Jordan gibi bir idol olmak. Buna rağmen, hiçbir şey Davis’in hayal ettiği gibi başlamadı. Başlayamadı!
Ortaokulda basketbol oynarken, Anthony Davis ”küçük adam” olarak biliniyordu. Ve o sadece istemese de, oyun kurucu pozisyonundaydı.
Lise birinci sınıftayken Davis’in boyu 1.83 bile değildi. Davis’in boyu lisede geçen ilk yılının sonunda sadece 1.88 oldu. İkinci senenin başında boyu biraz daha uzadı ve 1.90’a ulaştı. Kendisi bu boyda oyun kurucu oynarken pek çok kişi NCAA’in 1. sınıf herhangi bir okuldan burs almasını çok zor görüyordu. Lisedeki ikinci senesi Davis’in kariyerinde kilit roldeydi. Sene başında 1.90 olan Davis, sezon sona erdiğinde 2.08 oldu. Sadece 1 yılda yaklaşık 20 cm uzayan Davis, cılız bir oyun kurucuyken, kolları uzun, atletik ve topa hakim bir pota altı oyuncusuna evirildi.
Kolej kariyerine adım atmadan önce bütün spot ışıkları Davis’in üzerineydi. Kentucky, DePaul, Ohio State ve Syracuse takımları ciddi bir şekilde Davis ile ilgileniyordu. Kentucky Wildcats tercihini yaptığında, ilk 16 maçının hepsini kazanırken Davis takıma liderlik etmeye başlamıştı bile. İstatistikleri sonucunda takım tarihinde ilk kez ”Yılın Oyuncusu” seçilen oyuncu oldu. Davis sadece 1 yıl geçirdiği kolej kariyerinde sayısız başarılara imza atmayı başarmıştı.
Anthony Davis, NCAA Turnuvası’nı New Orleans Şehrinde kazandığında, o gün, New Orleans’ın kendisi için tılsımlı olduğuna inanmaya başladı. Küçük adam, NBA seçmelerine gitme vaktinin geldiğini düşündü ve bu başarılardan sonra medya ilgisi üzerindeyken 2012 NBA Seçmelerine katılma kararı aldı.NCAA’deki ilk sezonundaki yaşadığı şampiyonluktan sonra kendisini NBA Seçmelerine katılmak için hazır hissetmeye başladı. 2012 NBA Seçmelerinde 1. tur 1. sıradan New Orleans Hornets tarafından seçildi.
Bunun yanında 1. sıradan seçilen beşinci Chicago’lu oldu. Nisan ayında New Orleans’ta kaldırdığı kupadan 2 ay sonrasında yolu tekrardan bu şehirle kesişti. Birkaç sakatlık dışında bir takım badireleri atlatıp fena sayılmayacak iyi bir çaylak sezonu geçirdi. ”Hornets” olan takımın ismi ”Pelicans” olarak değiştirildi. New Orleans Şehri NBA’de temiz bir sayfa açarken, Davis’in bu takıma başarılar kazandıracağına inanmayı borç bilmişlerdi. Davis’in, ikinci sezonunda kendi isminden daha çok söz ettirmesi su götürmez gerçekti.
2015-2016 sezonuna giriş yaparken Davis, takımı Pelicans ile 5 yıllık 145 milyon dolarlık bir kontratla nikah tazeledi. 42 sayıyla Wilt Chamberlain‘a ait olan bir All-Star karşılaşmasında atılan en çok sayı atma rekorunu kendi şehrinde, 52 sayı üreterek kırdı.
2018-2019 sezonuna girmeden önce Davis, menajerini değiştirme kararı aldı. LeBron James‘in menajerlik şirketini yöneten Rich Paul, yeni menajeri olacaktı, bu da beraberinde bazı dedikoduları doğurmayacak mıydı? LeBron James’in sezon başında Los Angeles Lakers’a katılmasıyla, Davis’in adı sürekli Lakers ile anılmaya başladı. Sezona iyi bir giriş yapan küçük adam, takımı Pelicans’ın ilk 4 maçını kazanmasında öncülük etti. Sezonun ilerleyen zamanlarında, artık şampiyonluk yarışında olmak istediğini ve bu doğrultuda Pelicans yönetiminden takasını istediğini beyan etti. Bu durum bütün NBA’i özellikle Pelicans ve Lakers yönetimlerini karıştırdı. Lakers yönetimi Magic Johnson ile birlikte Pelicans’ın kapısını çaldılar. Farklı türde opsiyonlar içeren farklı teklifler yapıldı. Buna rağmen Pelicans yönetimi Davis’i vermeye yanaşmadı.
Kariyerinde yeni bir yelken açmak isteyen Davis’in gönlünde yatan takım Lakers’tı. LeBron James ile birlikte şampiyonluğun adaylarından biri olmak istiyorlardı. 2019 draftı’nın 1. sıra seçiminin Pelicans’a gitmesi ve aynı zamanda 4. sıranın da Lakers’a çıkması, takas için gereken ortamı oluşturdu. Artık Pelicans ile Lakers masaya oturmak için hazırdı. Ve mutlu son! Davis, melekler şehri Los Angeles’ta, en çok beraber oynamak istediği oyuncu olan LeBron James ile birlikte şampiyonluk parolasıyla sezona başladı. Şimdilerde şampiyonluk için bir basamak kalmışken… Üzerinden geçtiğimiz hikayeler, aynı zaman da sayısız başarının da anahtarı. Davis, kariyerinin bu yılına kadar 6 kez All-Star, 3 kez All-NBA takımı, 3 kez All-NBA savunma takımına seçildi. Oyunu konuşulurken ismi en çok zikredilen isimlerden biri Davis, kurulan bağlantı noktalarından biri sıra dışı saha görüşleri. Bir diğeri de elbette kötü sakatlık yüzdeleri. Fakat yapbozu tamamlayan genelde birçokların ‘takım’ olarak niteleyeceği ruh halleri oluyor.
Bir şehre ilk kez gittiğimde genellikle turistlerin pek uğramadığı alakasız yerlere giderim. Ve bu listem fazlasıyla kabarık olur. Bir de bir türlü gitmenin hayal olduğu ülkeler de yok değil. Birleşik Krallık hemen şurada gibi ama aması var. Ancak overlokçu ayağımıza geldi. Ben gidemesem bile kariyer profili ile yakından takibe aldığım bazı oyuncular bizim toprakları aşındırıyor.
Hiçbir futbol maçının olmadığı cansız bir günde geldi transfer haberi. Çok da yabancı değildik. Hemen benchin kenarında oturuyordu. Teknik heyetten, Krallıktan ve de Chelsea’den geldi hayat öpücüğü.
Çocukların bir idole, büyüklerin ise umuda ihtiyacı var, bu yüzden de hayatındaki yanlışlara kulaklarımızı tıkadık, işinin ehli ülke İngiltere’de buldu Trabzonspor teknik direktörünü. Aslında hemen yanı başındaydı. Ama bir gün geldi, Eddie Newton’ın başarı hikâyesinde daha sağlam yere konulmaya başlanacak bir terfi oldu. Bu sefer de işin magazin tarafına yönelip, hayalkırıklığımızı böyle kapattık. Şimdilik yardımcı dedik, bağrımıza bastık.
Birkaç hafta önce basından taraftarlara müjdeli haberleri dinledim. Onun da son yıllarına bakıldığında aslında bu konuşmanın sürpriz olmadığını biliyordum. Ve artık olması gerektiği yerdeydi.
Chelsea altyapısından çıktıktan sonra ilk olarak Cardiff City kulübüne kiralık verilmişti, hayatının maçıydı adeta. İlk maçını 4-0 galibiyetiyle yapmıştı. Cardiff üç puan farkla o sezon play-off oynama şansını kaybetmiş ve Newton, Chelsea'ye geri dönmüştü. Daha yeni başlıyordu. 1994 FA Kupası Finali'nde sahadaki yerini alacaktı lakin pek de hoş olmayacaktı. Denis Irwin'a yaptığı faul sonucu maçın ikinci yarısında rakip penaltı kazanmış ve bu penaltıyı Manchester United Eric Cantona ile gole çevirince işler çığrından çıkmıştı. Esasında sonu facia ile bitse de, Chelsea bu maçı 4-0 kaybetti belk ama Avrupa Kupasına gitme hakkı elde etmiştir, bu sayede 1970'ten bu yana kulüp ilk defa Avrupa Kupalarında oynama hakkı elde etmiştir.
Newton, 1994-95 şampiyonası ve 1995-96 FA Cup kupalarında yarı-final oynayan takımın mühim mihenk taşlarından biri oldu.. FA Cup finali'inde büyük işler yapsa da sonu gelemedi ancak, Cup Winners' Cup ve League Cup kazanmasında önemli rol oynadığı inkar edilemez.
Maalesef bu başarıların arkasından peşini bırakmayan sakatlıklar yüzünden tercih edilen bir futbolcunun dışına çıkacaktı. Bu süre de kafasını toplayan Eddie Newton teknik heyetin bir parçası olma yolunda ilk basamak için adımlar atacaktı. Elbette ki, ilk durak Milton Keynes Dons ve peşinden West Bromwich Albion’da ısınma turlarını gerçekleştirecekti. Ve sonrası…
Futbolculuğunda 9 yıl Chelsea’de oynayan, antrenörlük döneminde de Stamford Bridge’de 7 yıl boyunca her kademede çalışan Newton, tecrübesini şimdi Trabzonspor’a aktarmak için kolları sıvadı. Hüseyin Çimşir’in teknik direktörlüğe gelmesiyle beraber sezonun ikinci yarısında teknik heyete dahil olup, önemli katkılar sağlamış, Obi Mikel ve Sturridge gibi yıldızların ayrılmasına rağmen takımın bir arada tutulmasında emeği büyük. payı büyük oldu. Gelir gelmez kupasını bile müzeye kaldırdı.
İki maçlarına denk geldim, gözlerim sahada onu takip ediyordu. Eddie Newton’nın sessiz ve sakin ücrasında abartısız hikayesi, mühim değil. İçten içe erken yaşta sakatlıklardan solayı hemen pes etmesi de yarım bıraktığı için az da olsa kızgınım ama o da önemsiz. Pasif bir yardımcı teknik adam olarak anılacağına, isterse milyonlar kazansın veya şımarsın ama diğerleri gibi hayalleri yarım kalmayan, yaşamaya devam eden diğer hayallerine yeltenemeyenlerin umudu olarak kalsın yeter. O zaman, ben de onu sahada gördüğümde heyecanlanır, onunla sevinir, saçma bir şey yaptığında onun yerine utanırım. Sürpriz bir kutudan ne çıkacak bilemiyorum ama Trabzon için sabır ve uzun dönemli planlama şart. En iyisi onu da Newton’a bıraksınlar. Gerisi teferruat.