Savaşlar, temiz su kaynaklarının olmaması, sağlık
koşullarının fazlasıyla yetersiz olması ve bir de bu denli zorlukların içinde
kazananlar… Bazen şans figürü bazense doğru zamanda doğru yerde olma olgusu
kişiyi ya da kişileri çok farklı bir noktada konumlandırabiliyor. Mesela
Nijerya Kaduna bölgesinde “kazanan” Victor olarak söyleniyor. Aslında bu
keşmekeşin içinde dahi çocuğuna Victor ismini yazabilen gerçekten kazanmıştır.
1990’lı yıllarda tüm darbeleriyle insanlığa zulmün adı
Nijerya’ydı. Tüm bu mücadeleye rağmen iç savaşın ortasında doğan bu bebeğin
ileride adının hakkını verebileceğini kim düşünebilirdi ki? Hele bir de Victor
Moses gibi papaz bir babaya sahipseniz ailenizle birlikte uzun bir hayat
sürebilmeniz neredeyse imkansızdı. Kaduna da tüm bunlar yaşanırken çıplak
ayaklarıyla, kendi yaptığı topun peşinden koşan Victor’u bulup hemen oradan uzaklaştıran
bir amca kahraman görevini üstlenecekti.
Anne ve babası saldırıya uğramış, sıra ona gelmişti.
Olup bitene anlam veremeden, ağlaya ağlaya amcası tarafından bir yere
götürüldü. İngiliz hükümeti, Kaduna bölgesinde yaşanan olaylardan dolayı hayati
tehlikesi bulunanlara sığınma hakkı vermişti. Victor da bu şansa yürüyenlerden
sadece biriydi. En ufak bir heyecan olmaksızın, korkuyla, merak içinde… Zira
ailesinin hayatta olup olmadığını dahi bilmiyordu.
11 yaşında bir çocuğun kaldıramayacağı tüm vahşet
görüntülerine tanık olmuş, belirsizce geleceğine hiçte tanıdık gelmeyen
denizaşırı bir ülkede devam ettirecekti.
Evlat edinmeyi uzun yıllardır bekleyen bir İngiliz aile
kendi çocukları gibi sevdi ve hayatlarını Victor’a adadı. Esasında en çok evlat
olmayı istediği anda çıkagelmişti bu aile çünkü ailesinin ölüm haberiyle
sarsılmış ve nasıl devam edeceğini bilmeden savrulmuştu. Yeni hayatına tutunmak
elbette beraberinde bazı savrulmaları getirse de o çıplak ayaklı çocuk artık
kramponlarıyla futbolculuk hayalini yaşamak istiyordu.
Okul takımına girmek için çabalaması
gerekmedi. Okulunun Crystal Palace’ın sahası Selhurst Park’a yakın olması
onun için dönüm noktası olacaktı. Yerel bir maç sonrası keşif için orada
bulunan Crystal Palace scoutları hiç zaman kaybetmeden Victor Moses’ı kadrosuna
kattı!
Hayallerinin başlangıcını yaşayan bu ufak çocuktan
mutlusu yoktu artık. 2008 yılına kadar oynadığı her takımda dikkat çekerek
nihayet ilk profesyonel imzasını attı. 2010 kışında Wigan tarafından
transfer edilecek Moses asıl patlamayı iki sene sonra yapacak ve 2012 yılında
Chelsea forması giyecekti.
2016 yazında Chelsea
teknik direktörü Antonio Conte tarafından takım için uygun
bulundu. Bu onun en doğru futbolcu seçimlerinden biriydi çünkü Victor, 38
Premier Lig maçının 34’ünde forma giyerek Londra ekibinin vazgeçilmezi oldu!
Mülteci çocuk, çıplak ayakla başladığı oyunun sonunda 2016-17 Premier Lig kupasını
kaldırdı!
Alışılagelmiş çizgilerinden uzakta, hayal kırıklıkları ve
yaşadığı unutulmaz yıllarından sonra o kocaman bir kazanan!
8 Aralık… Aslında sıradan bir gün, tarihten bir yaprak. Ancak bu satırların yazarının gönlünü çelen kimilerinin doğduğu, bazılarının spesifik bir anlamının olduğu gün.
Kimileri için bir mana taşımasa da bazıları için adeta bir fetiştir günün öyküsünü okumak. Kim bilir bir tanıdıklarının başarısı ya da beklenmedik bir haberin alındığı günlerinden yola çıkarak başkalarıyla özdeşim kurma çabasıdır. Bazen bir tutkudur, kimi zaman da sadece bir meraktır. İşte tam olarak böyle çıktım yola. Aralık ayının soğuna inat bir o kadar güneşli ve insanın içini kıpır kıpır eden bir gündü. Yani en azından benim için öyle! Uzun süredir peşini kovaladığım, sohbeti için can attığım Banu Yelkovan ile buluştuk ve aslında her çiçekten bal aldık. Her zamanki gibi halet-i ruhiyesi pozitif ve sıcaktı. 1. Müzik insanı kendine getiren, besleyici kaynaklarınızdan. Bilhassa Fransız müzikleri, hem ham haliyle hem de romantik akımıyla… Aslında sizin gibi! Tıpkı Fransız müzikleri gibi özgün bir isim oldunuz. Peki size farklı gelen tarafı nedir?
Aslında müzik benim en kuvvetli olduğum alanlardan biri değil. Çok karışık tarzda müzik dinliyorum. Spotify listem de karman çorman, sadece Fransız ya da yabancı müzikler için geçerli değil bu durum. Türkçe listelerim de öyle. Müslüm Gürses de var, Nilipek de, Son Feci Bisiklet de... Sevdiğim her şeyi oraya tık tık ekliyorum. Fransızcayı lisan olarak çok sevdiğim için duymak hoşuma gidiyor. Sadece müzik değil, Fransız televizyonlarındaki programları da, Fransız filmleri de seyretmeyi çok seviyorum. Hatta, bu belki bazılarına acayip gelecek ama, bazen vaktim olduğunda Fransa’da vizyona girecek filmlerin fragmanlarını izlerim... Gelecek sergilerin, konserlerin ne olduğuna bakarım. Gidemeyecek olsam da orada ne oluyor ne bitiyor bilmek çok hoşuma gidiyor. Müzik listelerine göz atarım, insanlar ne dinliyor bilmek için. Beğendiğimi listeme hemen eklerim ama son dönemde fazlasıyla rap dinliyorlar, onları o kadar eklemiyorum... Seviyorum dediysem o kadar da değil!. 2. Bize tavsiyeleriniz, önerileriniz var mı? Son dönemde Angele diye Belçikalı bir şarkıcı var, onu çok dinliyorum. Klipleri de çok orijinal. Hepsi mini birer film gibi ve değişik bir tarzı var. Stromae’nin kadını gibi. Son dönemde en çok dinlediğim kesinlikle Angele. 3. Fransızcaya ortaokul-lise döneminde başlamış, üniversite yıllarında Uluslararası İlişkiler okumuşsunuz. Peşine fotoğrafçılık eğitimi sıkıştırdıktan sonra eğitiminizle çok da ilgili olmayan bir şekilde medyaya transfer olmuşsunuz. Bu radikal karar nasıl geldi? Türkiye’de tam da ne istediğimizi bilmeden sınavlara girdiğimiz için, aslında her şey tesadüfen oldu. Kolej sınavında tercihlerim arasında İngiliz, Alman ve Fransız okulları vardı. Puanım ona denk geldiği için Sainte Pulcherie’ye girdim. İyi ki ona girmişim. Okul olarak, eğitimiyle, disipliniyle, arkadaşlıklarıyla bir bütün olarak çok sevdim. Hep aynı şeyi söylüyorum; Dil öğrenmek başka bir kültürün kapısını açmak gibi. Her dil öyle, Fransızca kendi içinde daha da kapalı olduğu için, daha da öyle... Dolayısıyla Fransız okullarına giden insanlar iki tür reaksiyon verirler. Ya nefret ederler, hatta Fransızcayı öğrenmemekle övünen, Fransızları hiç sevmeyenler çok vardır Fransız okulları mezunları arasında. Ben diğer gruptayım. Bayılıyorum.
Bu okula girmem tesadüftü, bu durum sonrasında da değişmedi. Üniversiteyi de ne yapmak istediğimi bilmeden, puanım nereye tutarsa mantığıyla kazandım. Benim zamanımda İşletme, İktisat bunlar modaydı, Uluslararası İlişkiler İktisat Fakültesine bağlıydı, esasında ben de trende uygun şekilde iktisat kazanmış oldum. Üniversite hayatım boyunca yan iş olarak tercümanlık yaptım. Fransız Konsolosluğunda, Fransız Ticaret Odasında, fuarlarda vs. dili kaybetmek istemediğim için, pratik yapmak için çalıştım. Bir noktada sadece Türkiye’de değil, Fransa'daki fuarlara da gitmeye başladım.
Birkaç kez Paris’e gittim ve Paris’in büyük fuar merkezi bilen bilir, Roissy Havalimanına çok yakındır. Fuara giden insanlar da doğal olarak fuara yakın otelde kalırlar. Dört kez gidip merkezi göremedikten sonra, arkadaşlarımla denk getirip bir bayramda Paris’e gittim. Çok garip bir duyguydu, ilk kez gitmeme rağmen hayatım boyunca hep orada yaşamışım gibi hissediyordum. Gitmiş gibi değil de, dönmüş gibi, anlatabiliyor muyum, bilmiyorum. Orada yaşamam gerekiyormuş gibi hissettim. Üniversiteyi bitirmiştim ve bir üniversite daha okuyacak halim olmadığı için, ilgi alanımda ne var diye düşündüm ve fotoğrafçılık kursuna yazıldım. Radikal karar bu değildi bence. Bu arada, benim şöyle bir huyum vardır, ben genelde iş konusunda pek hayır demem; bana bir şey teklif ediliyorsa en azından denerim, yapmaktan çekinmem. Üniversitede bir yandan part-time tercümanlık yaparken gazetedeki ilanla Miliyet gazetesinde işe girmiştim. Çevirmen olarak. Sonra muhabir oldum, sonra editör oldum, sonra Sabah dergi grubuna geçtim. Yazı işleri müdürü filan derken en sonunda genel yayın yönetmeni oldum. Paris’e giderken gazeteyi bırakmıştım ama çok arkadaşım vardı haliyle.. Dönüşte bir cafede Yiğiter (Uluğ) ve Uğur (Vardan) ile karşılaştık. Onlar o zaman Radikal’deydi, spor sayfalarını ve meşhur Radikal Futbol’u hazırlıyorlardı. Sen de bize yazsana dediler ve olaylar gelişti.
Ben günlük yaşamda oldum bittim hep böyle planlı programlı bir tip oldum ama hedef koymak. Uzun vadeli bir şeylere ulaşmak için hiç plan yapmadım, ne yapmak istediğimi hiç bilmedim. Öte yandan, ne yapmak istemediğimi hep bildim. Bence o da önemli!.. 4. Günümüze bakış spor medyasında epey kan kaybı olmuşken, spor kanallarının küçülmesi veya “içerik” konusunda boşluğu doldurabilecek program güçlüğü yaşanırken, sektör ileriye taşımak için nasıl bir yol izlenebilir? Aslında garip bir şey var hayatta, bir şey ne kadar kötüyse farklı bir şey yapmak için o kadar iyi bir ortam oluyor ya da tam tersi… Yin Yang felsefesi gibi! Açıklayayım: Artık sektör denecek bir şey pek yok, spor kanal sayısı çok azaldı, spor medyasında imkanlar azaldı ama bu durum izleyici için de büyük bir arayış yaratıyor. Piyasada açıktaki isimleri düşünürsen, isteyen herkesin artık Youtube’da kanal kurabileceğini, kendi içeriğini yaratabileceğini düşünürsen ve bunu fırsat olarak değerlendirirsen aslında bir yerlere gelmek için elinde daha büyük fırsat var demektir. Çok medya kanalı, çok spor kanalı olsa ya da herkes mükemmel işler yapsa böyle fırsat olmayacak., anlatabiliyor muyum? Mesela şu an her şeyi kendi istediğin doğrultuda yapma şansın var hatta şikayet ettiğin şeyi değiştirebilirsin, kendini geliştirip ilerletebilirsin. Türk sporu çok kötü noktada dediklerinde benim aklıma hep aynı şey geliyor: Eee ne güzel, yapacak çok şey var diye görüyorum. Dışarıda şu an donanımlı çok insan var, bir araya gelerek bile birşeyler yapılabilir.
5. Medya deyince aklımıza hep televizyon geliyor ancak yazılı medyada. spor anlamında tam da köşeye sıkıştığımız anda “Socrates” dergisi ön plana çıktı. Üstelik bunu Almanya olarak da genişletti. Yazılı medya nasıl iyileşir?
Kadir Has’taki derslerde de söylüyorum, her şeyin olan bitenle sınırlı olduğunu düşünmek ve kendine orada yer açmaya çalışmak doğru bir strateji değil. Şu anlamda; piyasada aradığınız anlamda bir şey yoksa demek ki bu hala yapılabilir anlamına geliyor. Ve bugün o konuda çalışmaya başlarsan. yarın öbür gün o şey gündeme geldiğinde onun uzmanı sen olmuş olursun. Dolayısıyla spor medyasına girmek isteyen birinin futbol uzmanlığı dışında ve Galatasaray, Beşiktaş ya da Fenerbahçe dışında yeni bir uzmanlık alanı yaratması gerekiyor.
Mesela Uğur Karakullukçu, bizim Yenilsen de Yensen de programında taraftar olarak gelirdi, alt yapılara çok meraklıydı ve hakimdi. Ne oldu; bir noktada o futbolcular büyüyünce o konuya en hakim, o futbolcularla en samimi kişi oldu. Bugün Uğur, ülkenin en bilinen, doğru yazılar yazan, sözü dinlenen spor yorumcularından biri oldu. Bu spesifik ilgi alanı onu bir yere getirdi.
6. Bizim dönemimizde mesela bilgisayarı satın almazdık, toplardık. Zira yeni dönemde kolaylıkla istediğimize sahip olabiliyoruz. Esasında sokakta oynamak, yeteneğin çıkmasında baş faktördü. Peki sizce, yeni kuşakta değişen bir şeyler var ama iyi anlamda mı kötü anlamda mı?
Bunu bilmiyoruz. Her şeyi kendi geçmişiyle değerlendirmek insani bir şey. Bizim çocukluğumuzda annelerimiz babalarımız bize, bizim zamanımızda dediklerinde çok sinir olurduk, artık sizin zamanınızda yaşamıyoruz derdik. Şimdi biz aynı şeyleri yapıyoruz. Bugün bilgiye kolaylıkla ulaşmak güzel ama o bilgilerin çoğunun doğruluğunu bilmiyoruz artık. Eskiden millet fasikül fasikül ansiklopedi alırdı, takımı tamamlamak aylar sürerdi. Hepimizin evinde ansiklopedi setleri vardı, saatlerce karıştırırdık , bir gün de acaba içinde yazanlar doğru mu diye düşünmedik, çünkü doğru olduğunu bilirdik. Artık bazı şeyler çok kolay oldu. İstersen youtube açıp yabancı dil öğrenebilir, gitar çalmayı öğrenebilir, dünyadaki her sporun her şeyine ulaşabiliriz ya da dünyanın öbür ucunda bir maçı telefondan canlı izleyebilir, oyuncular hakkında bilgi edinebiliriz. Bu da kötş bir şey değil. Ha, kimisi de aynı tabletle tüm gün oyun oynar. Anlatabiliyor muyum? Aslında iyi-kötü yok, senin neyi nasıl kullandığın, neye nasıl baktığın var.
7. Daha önce bir yerde okumuştum. İçerik kralsa, imaj kraliçedir. Aslında sizi biraz tanıyınca dahi bu cümlenin tanımladığını görebiliyorum. Mesela her daim okumak, dinlemek ve araştırmak ruhunuzda var. Parizyen imajınızla her zaman farkınızı ortaya koyuyorsunuz, kendinize has tarzınızla. Kendinizi nasıl yorumluyorsunuz?
Meraklı olarak galiba. Bence gazeteci olmak için iki temel sebep var. Ya öfkelisindir ya da meraklı. Öfkeli olan bir şeyleri kabul etmeyen, sorgulayan, bu neden böyle, başka türlü olamaz mı diyen işte araştırmacı gazeteci dediğimiz tarz... Diğeri merak eden, ya bu nasıl oluyor, bu nasıl başardı, günlük hayatında ne yapar, her şeyi merak eden de ben!
Aklınıza gelen her şeyi merak ederim. Film izlemek, kitap okumak olmazsa olmazım, okumak benim hayatta en çok yaptığım şey olabilir. Küçükken haftasonunda üç kitap bitirirdim. Bizim kitaplar bittiğinde annemlerin kütüphanesini aşındırmaya başladım. Bugün ise; mail okuyoruz, telefon hep elimizde, kitap zaten var aslında gün boyu sürekli bir şey okuyoruz. Eve gidince açıp tekrar bir şey okuyamadığım oluyor ve eskisi kadar okuyamıyorum diye şikayet ediyorum.
8. Sevili Banu Yelkovan, Fransa’ya iki adet biletim var ve rehberimiz sensin. 10 günlük bir deneyim için nasıl gezi programı hazırlarsın, tabi sınırsız paramız da var diyelim?
İki tür plan çizerim. Paris’te bir ev tutarız ve orada yaşıyormuş gibi takılırız. Hemen bir müze kartı, haftalık metro kartı... Asla telaş içinde olmayız. Sokaklarda dolaşır, cafelerde oturur, sinema ve sergilere gideriz; eve en yakın beğendiğimiz bir cafeyi müdavim mekanına çeviririz. Gide gele birkaç arkadaş edinir, onlarla spontan şeyler yaparız. İkinci alternatifim, bu sakin temponun tam tersi; bir saniye bile yerimizde durmadığımız başka bir program olur. Havalimanına iner inmez araba kiralarım, sıfır planla Paris’ten başlarım, köy köy, kasaba kasaba gezer, her gün başka otelde kalırım. Ama büyük ve bilindik yerleri değil, daha küçük ve bilinmedik rotaları tercih ederim. Turistik yerlerden uzak kalmayı tercih ederim. Yazın Cote d’Azur mesela... Hiç gerek yok. İkinci programdan baya yorgun döneriz.
9. Bir de Bağış Erten’le sizi gören herkes bu ikili bambaşka deyip, ekrana kitlendiği çoktur. O uyum nasıl oldu? Nasıl bir araya geldiniz?
İkimizde Radikal Spor yazarıydık, Alp Özgen sayesinde bir araya geldik, Alp o sırada CNN Türk’te Futbol Ekstra programını yapmak istiyordu, bizi aradı, bu vesileyle başlamış olduk. Hiç unutmuyorum, yazın tatildeydim, denizin kenarında bir sağa bir sola yürürken, Bağışla telefonda konuşuyoruz hatta ilk tanışmamız telefonda! Bana böyle bir şey var ilgilenir misin dedi, ilgilenirim dedim, tamamen böyle oluştu. Enerjimiz tuttu, hem zıt gibiyiz hem de aynı gibiyiz. O farklılık ve benzerlikle geldi uyum. Hassasiyetlerimiz aynı bakış açılarımız farklı. Hiç mi tartışmadık, tabi ki de tartıştık fakat hiçbir zaman sınırı geçmedik. Biz birbirimizi o kadar uzun yıllardır tanıyoruz ki artık kardeş gibi olduk.
10. Kaptan deyince aklınıza ilk kim gelir? Marcel Desailly desem. Gana’dan Fransa’ya gelişi, 1998’deki final maçı kısacası futbolun backstage’lerinden. Diğerlerine göre farkı nedir?
Bence futbol kitaplarının içinde en etkileyici en güzellerinden biriydi Kaptan… O zamanlar gerçi çok da fazla seçenek yoktu, Türkçeye de ilk çevrilenlerden biri... O yüzden de çok sevmiş olabilirim. Hayatta benim şöyle bir şansım oldu. Sevdiğim herkesle olmasa da çoğu kişiyle tanıştım ve röportaj yaptım. Kimini sevmeye devam ettim kimini hiç sevmemeye başladım. Desailly de o kişilerden biri ama o normal hayatta da çok tatlı, güleryüzlü, şeker bir insan, en azından röportaj boyunca öyleydi. Bir de Zidane ve Cantona var benim için farklı olan. Bir kişi daha dersen, o da Cruyff kesinlikle.
11. Biraz ülkemize dönecek olursak, spor kültürü, futbolu sevme şekli hatta oynama anlayışımıza bakarsak neden bizde defans oyuncusu ön plana çıkmıyor?
Oyunun doğası gereği, forvet gol attığı için daha gösterişlidir. Gerçi bana göre defans çok daha büyük iş yapar ama pozisyonu gereği forvet bütün maç yürüsün , son dakika gol atsın kahraman olur; diğeri tüm maç mükemmel oynasın son dakika bir gole sebebiyet versin, maçı bitirir. Yine de ve buna rağmen, ben futbolda bir kariyer yapmak isteseydim, kesilikle defans oyuncusu olmak isterdim.
Forvette, doğru zamanda doğru yerde olup doğru vuruşu yapman gerekiyor. Belki bu çalışarak elde edilemeyen, içgüdüsel bir beceridir ama bana göre çalışmak zaten daha değerli. O yüzden de defans olmak isterdim. Son bir genelleme yapacak olursam; bence futbolculuk kariyeri bittikten sonra teknik direktör olan futbolcular arasında defanstan gelenler daha başarılı. Belki de daha çok düşünüyorlar, oyuna daha çok kafa yoruyorlar. Arkada oynaya oynaya, oyunun tamamını geriden izleye izleye futbolu okumaya daha çok zamanları olmuştur belki de?
12. Hazır bu röportajı tenis kortunda yapıyorken; idol alınacak sporcular listemde hiç şaşmaz bir isim var: Federer. Banu Yelkovan’ın tenis tutkusunu yadsıyamayız. Peki, sizce Federer‘in 38 yaşına gelmesine rağmen tenisi bu denli kolaymışcasına ve genç rakiplerine ders verir nitelikte oynamasının sırrı ne olabilir? “Nadalcılar” ve “Federerciler” bölünmesinin neresindesiniz?
Federer tarafında. Oysa biliyor musun, herkes aslında Nadal’ın çok daha iyi bir insan olduğunu söyler ki doğru da olabilir: sonuçta hiçbir zaman evini terk etmedi, ailesine çok bağlı, Mallorca’da yaşanan son sel felaketinde biliyorsun boy boy fotoğrafları çıltı, elinde kazma-kürek sokakları temizlerken, evsiz kalan insanlara kendi tesisini açtı falan filan... Federer’in çoğu insana daha sempatik gelmesi de normal, çünkü biz onları saha içindeki halleriyle tanıyoruz ve saha içinde Federer hep ölçülü, sakin, güleryüzlü...Agresif hiçbir hareketi yok... Hatta kendisine İstanbul Cup’a geldiğinde bir kez daha hayran olmuştum. Basın toplantısında belki de daha önce defalarca cevapladığı sorulara sanki ilk defa duyuyormuşçasına samimi cevaplar verdi. Soru ne olursa olsun, cevabında hep çalışmanın önemini vurguladı. O anlamda da çok doğru bir “rol model”. Bazı sporcular var ki artık onların sadece kendi sporlarının en iyisi olup olmadığının ötesinde bir mertebedeler. Gelmiş geçmiş tüm branşlar karışık bir liste yapsak, Federer orada da en tepelerde yer alır.
13. Ligimizde önceden üç büyükler yaftası yapıştırılıp, imtiyazlı olduklarını kabul ederdik. Lakin şeytanın bacağı kırıldı gibi. Her takım birbirine diş geçirebiliyor. Almanya, İngiltere gibi futbol yuvalarına nasıl dönüşmeye başlayabiliriz? Püf noktası nedir?
İlk program yapmaya başladığımızda sezon boyunca hep aynı şeyi söyledim hatta bir noktada Alp ve Bağış gülmeye başladılar bana. Bence bizim ligin birçok eksiği var, bu eksiklerin en önemlilerinden biri de psikolojik. Çok uzun yıllar boyunca bazı takımlar bazı takımları yenebileceklerini düşünmediler, bunu akıllarından bile geçirmedikleri için yenemediler. Oysa bizde ilk gol gelene kadar neredeyse tüm maçlar başabaş gider, ilk gol geldikten sonra psikolojik kırılma yaşanır ve maç farka bile gider. Bu eskiden daha çok böyleydi, şimdi daha az. Kağıt üzerinde kolay bir ligiz, sadece 5 takımın şampiyonluk yaşadığı, bunların ikisinin diğerlerinden daha çok kupaya uzandığı, kazananın peşinen belli olduğu bir lig havasındayız oysa ki kazın ayağı hiç öyle değil. Bunu bizim ligde oynayan hemen her yabancı oyuncu söylemiştir zaten. Söylediğin ligler gibi olabilmemiz için bir formülüm yok, hemen her şeyin değişmesi gerek. Özellikle altyapılardaki anlayışın, hocaların, zeminin, sistemin, eğitimin vs baştan aşağı değişmesi gerek.
14. Ünlü Fransız yazar Alphonse de Lamartine sanat dünyasında ayrı bir karakter olarak konumlandırıldı. Olmayacak zamanda oldurulan başarılar, Lamartine’nin de dediği gibi; “Dünya her adımda bir sayfa açtığımız kitaptır.” Bundan sonra sizin açınızdan neler bekliyor bizi?
Bilmem? Tabii ki her zamanki gibi ne yapmak istediğimi bilmiyorum. Şu anda Socrates’in Almanya tarafı çok fazla zamanımı alıyor. Yurt dışında dergi çıkarıyoruz iki yılı aşkın süredir ve dergi gayet iyi gidiyor. O konuda heyecanlıyım hala. Kişisel olarak da hala öğrenme peşinde olduğum için, İspanyolca mı öğrensem, Almanca mı öğrensem diye düşünüyorum. Yoksa bir kitap mı yazsam? Bende proje bitmez. Ne yaptığımı, ben de dahil, hep birlikte göreceğiz.
“Bir gün bir kitap okudum ve hayatım değişti.” Borna Coric bunu söylemedi. Belki de hiç söylemeyecek. Fakat tahmin etmek zor değil.
Bir gün bir kitap okudu, birkaç kitap okudu, birkaç aile gördü, bir ailede
büyüdü ve hayatı değişti. İşte bu noktada dönüm noktası babası olacaktı.
Sadece kitap da değil. Proje çocuk olma yönünde tüm
hızıyla ilerlerken Borna Coric’in bir tenisçi için olmazsa olmaz özellik
saydığı “çok yönlü” olma özelliği her tenisçide olmayan bir lüks. Milenyum
yılına giriş yaptıktan sonra babasının isteği ve yönlendirmeleri sonuç vererek,
bir takım imzalar attığı anda adını günbegün daha fazla duyurduğu tenis
kariyerine “merhaba” diyecekti. İki kişi var hayatını etkileyen, yaşamını
kökünden değiştiren. Bir de büyüdüğü, aslında üç. Babası, antrenörü ve oynadığı
acımasız zeminler…
Evet, zafer kazanmak yazıldığı kadar kolay olmayacaktı
ancak 2012’de junior kategorisinde ilk kez katıldığı “Grand Slam”lerde başarılı
bir grafik çizemese de 2013’te Avustralya Açık ve Fransa Açık’ta yarı finale
yükselmesinin ardından asıl başarısını Amerika Açık’ta şampiyon olarak elde
etti.
Çocuk olarak küçümsedikleri Coric, aynı senelere tekabül
eden junior kategorisinde 1 numaraya yükselecekti.
2014’te ilk kez Amerika Açık’ta ana tabloda yer almasının
ardından, İzmir’de katıldığı turnuvada ATP seviyesinde ilk Challenger
şampiyonluğuna ulaşmış oldu.
Normal şartlarda her zaman, biri cezasını çekip bedelini
ödedikten sonra cezanın toplum ve diğer merciler tarafından sürdürülmesine
karşıyım. Zira geçmiş tenis efsanelerine bakış durumun haleti ruhiyesi bundan
ibaret.
Yeni dönemin bundan böyle daha şanslı olacağını söylemek
kolay, sürdürmek zor. Adını tenis otoritelerine duyurduğu, yeteneğiyle
gelecekte çok önemli işler başaracağını gösterdiği Basel turnuvasında, Nadal’ı
olağanüstü oyunuyla devirerek adını yarı finale yazdırdı. Yarı finalde elense
de aynı ay içerisinde tur sıralamasında ilk 100’e girerek, Gasquet ve Nadal’dan
sonra, 18 yaşından önce sıralamada ilk 100’de yer bulan üçüncü isim oldu. Ve bu
ona “Geleceğin Yıldızı” ödülü olarak geri dönecekti.
Aslında Coric’in sorunu kendi yaş kategorilerinde
gösterdiği çıkmaz sokaklar… Mesela hatırlayın, 2015’te Şubat ayında “şanslı
kaybeden” olarak katıldığı Dubai Açık’ta, çeyrek finalde karşılaştığı,
turun 3 numarası ve güçlü favorilerinden biri olan Andy Murray’ı iki sette
mağlup ederek, Nadal galibiyetinden sonra en önemli galibiyetlerinden birini
daha elde etmiş oldu. Maç boyunca hem defansta hem de atakta sergilediği
etkili, inatçı ve istikrarlı oyunuyla geleceğin “Djokovic” i olarak aday
gösterilen Coric, ortaya koyduğu karakterle neler yapabileceğini bir kez daha
tenis severlere ispatlamış oldu.
Doğru yönlendirme ve antrenmanlarla birkaç yıl içinde Coric’in, Balkan Ekolünün yetiştirdiği en yetenekli, en önemli sporculardan biri olarak tarihe geçmesi, erkek tenisinde idol haline gelmesi kimseyi şaşırtmayacaktır. Teniste kremalı pastalar hazır; hatta yenmeye başladı. Merak konusu şu ki, yeni isimler bu pastadan pay alabilecek mi? Öyle değil mi Coric?
NBA her felaketin, her etkili darbenin altından en parlak
zaferlerle kalkan bir kahraman. Her takımın belli bir başarı grafiğiyle lig
tarihine yayıldığı malum. Bir de oyuncu tarafı var tabii… Bir kaç sene playoff
dışında kalmak veya sayısı belli olmayan senelerde şampiyon adayı olabilmek
neredeyse imkansız. Fakat Gilbert Arenas… Doğal sebeplerle, müspet ilimlerle
açıklayamayacağımız bir fenomenle karşı karşıyayız.
Elbette ki sıcak iklim, büyük şehir, NBA parkelerinin her
köşesinden fışkıran Holywood şöhretleri ve iyi yöneticiler gibi pek çok faktörü
unutmuş değilim. Ancak Gilbert Arenas’ın farklı bir hikaye anlatacak bizlere.
NBA tarihinde büyük kontrat aldıktan sonra bir daha eski
formunu asla yakalayamayan oyuncu huzurlarınızda… Elbette ki insanoğlunun
mantık sınırlarını aşıyor. Ancak Arenas bildiğiniz gibi değil, hem
sakatlıkların hem de sinirlerini aştığı durumda kendine engel olamamasından
ötürü farklı bir üne kavuştu ve bunu temizlemesi pek de kolay olmayacaktı.
Bir oyuncunun büyük ve uzun vadeli bir kontrat aldıktan
sonra nasıl reaksiyon göstereceğini tahmin etmek hayli zor, özellikle de
NBA’de. Defalarca gördük ki bazen bazı oyuncular büyük kontratlar aldıkları
zaman kimi zaman sakatlıklar nedeniyle kimi zaman da zaten istediklerini
aldıkları için sırf motivasyon eksikliği sebebiyle o kontratın karşılığını
veremiyorlar.
Elbette takımların potansiyel nedeniyle bir oyuncuya
büyük kontratlar verdiği de oldu. Ligin kalanı da o sırada böyle vasat bir oyuncunun
nasıl büyük bir kontrat aldığını düşünürken kafasını kaşımakla meşguldü.
Bir aralar Gilbert Arenas, ligin en etkili hücum
tehditlerinden biriydi ve o dönemde Washington Wizards’ı defalarca playofflara
taşımıştı ve bu başarı sebebiyle de takım kendisini altı yıl için 111 milyon
dolar değerindeki bir kontrat ile ödüllendirmişti. Ancak Arenas bile bizzat bu
kontratın NBA tarihinde verilmiş en kötü kontrat olabileceğini kabul etti daha
sonrasında.
O kontratı aldıktan sonra Arenas, sakatlıklar geçirdi ve
tüm bunların yanında asıl sorun da takım arkadaşı Javaris Crittenton’a 2010 yılında
soyunma odasında silah çekmesi ile saha dışındaki meselesi oldu. O olaydan
sonra Wizards, Arenas’ın kötü kontratını Rashard Lewis’in kontratı karşılığında
Orlando Magic’e gönderebildi.
Arenas, muhtemelen bu alanda lig tarihinin en sabıkalı oyuncularından.
Aslında buzdağına biraz inersek kötü bir başlangıçla sürüklendiği göreceğiz. Zero
to Hero. Son yıllarda 0 numara diyince akla ilk gelen isimdi Gilbert Arenas.
Liseye geçtiğinde ise ilk coachu ona resmen takmıştı. "Hiçbir zaman
bu takımın bir oyuncusu olamayacaksın." işte o andan itibaren 0 numara
forma onun kaderi olacaktı.
Bu noktaya gelirken hedef gösterilecek birileri var elbet.
Yöneticiler ve şişiren menajerler… NBA haritası, son yıllarda palazlanan yeni
fikirler ve yeni rakamlarla tekrardan çiziliyor. Takımların yönetim
kadrolarından internet sitelerinde analiz karalayanlara dek tüm NBA camiasını
fetheden istatistik
devriminin medar-ı iftiharı.