25 Haziran 2018 Pazartesi

İzlanda ve Futbol Devrimi


Hikaye biraz karışık, başlaması zor. Yolu buraya düşeni ilk paragraftan kaybetmemek için ana konusu çok bilindik, dekoru değişik bir yerden giriş yapmak en iyisi.
Konu mu fazla tanıdık. Futbol! Sadece farklı kılan soğuk ülkenin başı çekiyor olması. İzlanda!

Dünya Kupası, şüphesiz her ülkenin katılmak için varını yoğunu ortaya koyduğu, her oyuncunun çocukluk hayallerinden biri… Şimdi bu satırlar yazılırken 2018 Rusya’da düzenlenen Dünya Kupasını kazanan henüz belli olmamıştı.
Belli başlı ilk defa katılım gösteren ülkeler var, pek tabi ki katılamayan ülkeler de epey süre konuşuldu. Ancak son zamanların en dikkat çeken Avrupa ülkesi İzlanda’ydı. Adeta sil baştan bir takım ve altyapı oluşturarak bu noktaya ulaşacaklardı. Kimilerine göre şans dense de takımının arka perdesinde çok farklı bir mantalite yatıyor.

Kuzeyin ışıklarından gelen jenerasyon EURO 2016 organizasyonunda Avrupa’nın çok iyi takımlarına kök söktürmüş, son 16’ya kaldığında ise, İngiltere’yi eleyerek rakiplerine büyük sürpriz yaşatmıştı. İşte bu noktada kimilerine göre şans, kimilerine göre mucizevi başarıydı. Bu sefer gerçekten çalışmanın ve disiplinin başarısıydı halbuki.


Oysa bilinmeyen bazı gerçekler vardı, İzlanda takımını Dünya Kupasına götürene kadar. Ülkelerinin aşırı soğuk olması İzlandalıları öncelikle şartları kendilerine uygun hale getirmesi gerekti. Açık havada futbol oynamaları imkansızdı. Federasyonları koşullara uygun hem altyapı için hemde profesyonel ekip için yüzlerce saha yaptırdı.
Önem verdikleri kapalı ya da her mevsime uygun çimlerdi. Bunlar tek başına yeterli olmayacaktı elbette. Antrenör yetiştirmeleri de bundan ileri gelecekti.

2016 yılına gelene dek yaklaşık olarak 1000’e yakın lisanlı antrenör yetiştirmeyi başaran Federasyon, topla tanışan beş yaş altındaki çocuklar ise UEFA lisanslı antrenör eşliğinde eğitim almaya başlıyor. Tarihler 2018 gösterdiğine göre bu süzgeçten geçen İzlanda futbolu hiçte tesadüf değildi. İzlanda nüfusu bakımından diğer ülkelere nazaran bir engelmiş gibi gözükse de bu durumu aksine çevirecekti.
  
Çocuk doksanlı yılların tam ortalarında, İzlanda’nın güneyinde bir şehirde antrenman izliyordu ve büyülenmişti. Şimdi ise imkansızı başarmak istiyor. İlk baştaki hedefleri su götürmez bir gerçek ki final oynamak değildi. Belki biraz tecrübe ve gidebildikleri en üst nokta olacak.
Doksanlı yıllardaki o çocuk İzlanda milli takımının sağ kanadına emanet ettiği Gudmundsson’dan başkası olamazdı.
Asıl iş futbollarını ortaya koymak olsa da hayal kurmayı, kendini geliştirmeyi bilen bir ülke futbol devriminin fitilini ateşlemiş oluyordu.

21 Haziran 2018 Perşembe

Bir “Balerin” Tenisçi Olsa

Kadınların özgürlük mücadelesi, aslında her yerde ve her alanda var olmak isteyenlere ilham vermeye devam ediyor. Kortlarda da öyle! Şimdi imkanları zorlama zamanı!
Maria Bueno, Brezilya’nın Sao Paulo şehrinde, dünya tarihinin en savaşlarla dolu yıllarında büyürken, kalabalık ülkenin fakirlik ve açlıkla boğuştuğu zamanlarda 1939 yılında doğmuştu. Erkek değildi, Avrupalı da, ailesi geçim derdindeydi.

Yaşadığı bölgede insanlar yaşam mücadelesi verirken, Bueno sadece hayallerinin peşine düşecekti. Ya da hayalleri ona farklı bir senaryo yazdıracaktı. Neyse ki Bueno güçlü bir kadındı ve hayalperestten çok idealist bir tenisçi olarak karşımıza çıkacaktı.
Sonrasında belki de bir mucize oldu ve çocuk yaşında Maria kendi başına yürümeye başladı. Yardımsız attığı bu ilk adımlar onu dünyanın en önemli, en ilham veren sporcularından biri yapacak yürüyüşün de başlangıcıydı.

Brezilyalı tenis oyuncusu olan Maria Bueno, ilk kez 17 yaşında yurt dışında bir turnuvaya katılarak, adından söz ettirecekti. Orange Bowl Junior turnuvasında birincilik koltuğunda oturmayı başarmıştı bile. Ancak asıl başarısı ve adını şampiyonluklarla yazdırması için tenisle tanışması gerekecekti. Bueno, Sao Paulo'daki Clube de Regatas Tiete'de tenis oynamaya başladı. Herhangi bir resmi eğitim almadan, 12 yaşında ilk turnuvasını kazandı. Ülkesinin kadınları adına şampiyonayı ele geçirdiğinde 14 yaşındaydı.


Bu denli büyük başarıları elde ettiği kariyerinde 7 tek WTA Grand Slam kazanmıştı. Sabahları herkesten önce kalkıp çalışmaya başlıyor, gün ortasında dinleniyor, uyanıp tekrar kortlara dönüyor, masajı, yemeği, banyosu derken, gününü bitiriyordu. Zira bu kadar kolay yazılan cümlelerin anlam  bulması tarzının zarif hareketlerle vücut bulmasıyla bir “balerin” tenisçi olsa ancak bu kadar estetik olabilirdi dedirtiyor.

Brezilya yıllar sonra yeniden futbol dışında dünyanın merkezi olmuştu... En azından  belli bir süre için. Tenis topu Brezilya’nın havasını futbol dışında ve üstelik bir kadın sporcusuyla yeniden üflemişti.
7 tek olarak kazandıklarının yanında, 11 çift bayanlar ve 1 karışık çiftler olmak üzere toplamda 19 Grand Slam kazandı Bueno.

2018’in Haziran ayında, Sao Paulo’da soğuk bir akşamdı. Ve bu sefer şampiyonluk konuşması için değil, ölüm haberiyle sarsmıştı. Ve geride kupalarının yanı sıra 1959 yılında Correios do Brasil Wimbledon Bayanlar Tekler Şampiyonası'nda unvanını onurlandıran bir posta pulu ve Bayanlar yarışı için Büyükler Dünya Takım Şampiyonası onuruna Uluslararası Tenis Federasyonu (ITF) tarafından "Maria Esther Bueno Cup" ile veda edecekti. Zarif ve balerin edasıyla peşinden koştuğu tutkusuna…

12 Haziran 2018 Salı

Yine Beklenmedik Köşeden Geldi, Ölüm


"Ahlaka dair ne biliyorsam bunu futbola borçluyum. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi.”

Mahalle maçlarıyla oyunda kaldığı çocukluğunda orta sahanın aranan ismiyken, topla sürekli temas eden ayakkabıları dayanamaz ve yırtılır. Yenisini alacak parası yoktur tabii… En gerideki güzel ve yalnız pozisyona çekilmek zorunda kalır. Kaleciliğe! Ve böyle başlar onun hikayesi.
Lakin ne var ki çocukken üzüldüğü ve köşesine çekildiği anlarda kazandırabileceğinin farkında olamaz insan o yaşlarda. Çok sevdiği futbola, ciddi bir şekilde ilk kez, Cezayir’de başladığı üniversitenin takımıyla adım atar. Orta sahadan transfer olur ayakkabılarıyla… Mükemmel bir kalecilik yaptığı konuşulur futbol çevrelerinde, geleceği de parlaktır. Tutkulu, hırsıyla sahada beliren ateşli bir kaleci. Kalecilerin sessiz kaldığı bir futbol dünyasında o adından söz ettirir.

Kim bilir belki de profesyonel olup Fransa’ya gider ve orada Fransa milli takımına kadar yükselecek belki de Fransa'nın yeni yıldızı olacak seviyelere ulaşır. Ancak beklenmedik kötü bir haber onu beklemektedir.
Futbolu, yazarlığı ve felsefeyi, içindeki heyecanı tam anlamıyla yaşayamadan, ilk ciddi denemesindeyken veremle tanıştığı için bırakır Albert Camus.


Peşi sıra gelen kara talih, okula da ara veren genç felsefeci eğitimini de yıllar sonra tamamlanabilecekti. Paris’in Naziler tarafından işgal edilmesi ve gazeteci arkadaşı Gabriel Peri’nin gözleri önünde idam edilmesine dayanamayıp Bordeaux’a inzivaya çekildi. İki yıllık inziva süresinde, on beş yıl sonra kendisine Nobel Edebiyat Ödülü’nün kapısını açacak olan “Yabancı” ve “Sisifos Söyleni"ni kaleme aldı.

1950’lerde bir spor dergisi ile yaptığı röportajda “felsefe mi futbol mu” sorusuna “tereddütsüz futbol” yanıtını veren Nobel Edebiyat ödüllü filozof, vereme yakalanmasa belki de futbol tarihine damgasını vuracak büyük bir kaleci olacaktı. Onu yazılarıyla, farklı kişiliği ile değil belki ama futbola damgasını vurmuş, geleceğe dair iz bırakan spor adamı olarak niteleyecektik.

Camus; Absürdizminin çıkış noktası da kaleciyle futbol arasındaki ilişki çok benzerlikler taşır. Her ne kadar bir gün öleceğimizi bilsek dahi yaşamaya devam ederiz, tıpkı bir gün gol yiyeceğini bildiği halde altıpası yuva belleyen kaleciler gibi.
Edebiyat dünyasında saygın bir yer edinip Nobel’i aldı, Nazilere karşı kalemiyle savaştı. Sovyet diktatörlüğüne karşı durmaktan kaçınmadı, iç savaş sırasında idam cezasına çarptırılan Cezayirliler için çalıştı… Kısacası her zaman insanın özgürlüğüyle ilgilendi Camus. Absürdizm’i baştan yaratan hem kaleci hem filozof; absürd şekilde 46 yaşında bir trafik kazasında, cebinde aynı yolu gidecek olan trenin biletiyle ölene dek, mutluluğu tercih etti.

7 Haziran 2018 Perşembe

Alman Spor Dosyası ve Kerber


Bu yıl Roland Garros’ta başka bir film izler miyiz acaba? Bu soru erkeklere sorulduğunda baş gösteren Nadal cevabı ile oy vermek çok olası bir durum. Rafael Nadal'ın Fransa diploması pek hayli belli. 2005’ten beri katıldığı Roland Garros’ta oynadığı 53 maçın 52’sinden zaferle ayrıldı. Eee boşuna toprağın efendisi denmiyor… Peki ya söz konusu kadınlar olunca?

Bu noktada favori diye nitelendirebilecek bir isim henüz yok! Aslında iyi ki de yok, çünkü sonucu belli olan bir filmi sürekli izlemek ne denli keyifli olabilir ki! Ancak bir isim var ki WTA sıralamasında birinciliğe yükselmiş olsa da ismi hiçte duyulmuş denilmez.
Alman tenisçi Angelique Kerber, ilk şampiyonluğunu 2012 yılında Kopenhag’da elde etti ve bundan sonrası Kerber için fitili ateşleyecekti.

Her yıl Paris’te, mayıs ayının son pazar günü gösterime girip iki hafta süreyle tenis izleyicisiyle buluşan filmin açılış müziği bu sene kadınlarda kim göğüsleyecek derken, Kerber elenen sürpriz isimler arasına girmişti.
Serena Williams’ın filminin yardımcı oyuncuları, kurgusu çok hafif de olsa değişiyor. Sahi Williams-Kerber beraberliğinde kim galip çıkmıştı. Burada da bir sürpriz saklı.


Kerber’i tenis dünyasında öne çıkartan sene Williams’ı finalde elediği yıla tekabül edecekti. 2016 Avustralya Açık’ta sezonun ilk grand slam’in de Serena Williams’ı finalde saf dışı ederek ilk grand slam zaferini kazanacak, son grand slam olan Amerika Açık ile bir şampiyonluk daha alınca dünya bir numarasına kadar uzanacaktı. Bunun öncesinde de başarıları yok değil miydi?


2013 yılında Linz’de başarılı sonuca ulaşan Angelique Kerber, bunun ardından 2015 de Stanford, Birmingham, Stuttgart ve Charleston da birinci olarak kupayı kaldırmayı başarmış oldu. Teklerde oldukça ciddi başarılar elde etmesine rağmen çiftlerde bu başarıyı elde edemedi. Açıkçası onun hedefi de hep tekler bazındaydı.
Çünkü üç yaşında başladığı tenise hep tek başına meydan okuyarak geldiği noktada çiftlerden daha öncelikliydi.

Şimdi… Ortada bir de Angelique Kerber gerçeği var elbette. Her zaman Alman tenisi için en önemli prova kabul edilen grand slamler ve Kerber’den daha fazla beklenen başarılar… Almanların önemesediği bir kültür pek ala “spor” hangi branş düzeyinde olursa olsun ciddi alınası gerektiğini çok iyi bilirler.
Evet, tenis olarak bakıldığında son yıllarda sessizlik hakim ancak bu yolda Kerber’den çok fazla beklenti var, o bir gerçek.