Takım arkadaşı her şey demektir. Zira, bir bisikletçi olsanız dahi! Düşünsenize, Vuelta a Espana turunda dağlarda bir başınasınız. Kaçıncı etapta olduğunuzun da bir önemi yok aslında. Tek kusur; iyi bir takıma sahip olamayan Tom Dumoulin destek görmeksizin tek başına takım olmasıydı. Peki bu nereye kadar devam edebilirdi ki!
Herkesin Tom Dumoulin’in hakkında bir fikri var. Yani en azından eskiden yoksa bile iki yol önceki İspanya Turu ile beraber oldu. Potansiyeli, hiçte sınır tanımayan ve daha fazlasını çok daha fazlasını yapabileceğini kanıtlayan Maastricht Kelebeği, Giro d’Italia Turu ile kendine yer buldu. İtalya turuna fazla ısınmıştı ki, yaşadığı sakatlık 2017 Giro’yu yarım bırakmak zorunda kalacaktı. Fakat, her anlatılan bir hikayenin mutfak kısmı vardır. Dumoulin’de gözü yükseklerde olanlarda. Hatta bir hayli yükseklerden…
Asıl hevesi tıp alanında kendini geliştirip, branş doktorluğu yapmaktı. Bunun için çok çalışacaktı. Ancak üniversiteler, bu bölüm için Tom Dumoulin’i yeterli görmedi. Hollanda, bisikletin ana vatanı olunca, yönünü tıptan, çok daha farklı alana çevirti. Amstel Gold Race yarışlarının yakınında büyüyen Hollandalı “neden olmasın” dedi. Şansını denemeye karar verdi.
2010 yılında Portekiz Grand Prix’inde etkilemek onun işiydi. Üstelik o yaşına kadar profesyonel anlamda yol tecrübesi olmamasına rağmen… Kazandı, devam etti. 1990 doğumlu olan Dumoulin farkını ortaya koymayı başarmıştı.
Öyle içinde Sagan gibi kameralara oynayan veya Cavendish gibi ön plana çıkma heveslisi de değil. Yaşının gereklerini, muhtemelen bisikletin yeni yıldızlarından…
İspanya Bisiklet Turu’nun başında kırmızı mayoyu sırtına geçiren Hollandalı takımı tarafından pek de destek göremeyince istedikleri zamanları alamadı. Fakat hiçte sorun değildi. 2016 yılına gelindiğinde Fransa Turu’nda ısınmaya başlamıştı. Ve de Giro… Pembe mayoyu üstüne geçirdiğinde istifini bozmadan, Olimpiyat Oyunlarıyla ikinci perdeyi açacaktı.
Rio’da altın madalayayı boynuna geçirirken, aklından geçenler şüphesiz 2017 yılı planlarıydı. Profesyonel kariyeri ilk yıllarını geçiren Tom Dumoulin diğer sporcular gibi kendini baskı altında hissetmiyordu. Omuzlarına yüklenmiş beklentiler de yoktu. Bu noktada istediği gibi hareket etmesine yol açmıştı. Bir yandan geleceğin yıldızı etiketi yapıştırılan Dumoulin diğer yandan doktorluk serüveninden buralara geldiğini anımsatıyor. Her ne kadar bisikletli de olsa o hep tek başına…
30 Mayıs 2017 Salı
26 Mayıs 2017 Cuma
Ezberin Çok Dışında Bir Euroleague
Esasında, konuşulacak çok fazla satır başlıkları var ve
en başı “Yugoslav” kökenli basketbol ülkeleri bize ne öğretebilir ki sorusuyla
başlamak tabularımızı yıkacaktır. Son yıllarda bu ülkeler adlarını
sıralamalarda duyuramasalar da, takımların içerisinde başrol oynuyorlar. Bunu
kısa zaman içinde sıcağı sıcağına yaşadık!
Sırp oyuncular veya teknik adamlar fazlasıyla maça
dokunan isimler. Pek ala bunun altında yatan en güçlü isim koç Obradovic’ten
başkası olamaz.
Öbür yandan unutulmaz sonlara, zaferlerle anılan
Olimpiakos…Son dört senedir zirveye tırmanan ama tutunamayan Fenerbahçe için
tarih tekerrür mü edecek yoksa baştan mı yazılacak geçişiydi. Bir yandan
konuşulan dedikodular, Spanoulis ile Obradovic arasındaki sessizlik tamamıyla
finale odaklanmış Udoh… Size demiştim çok fazla satır başlıkları var!
Es geçilmeyecek bir diğer parantez 16.000 kişilik Sinan
Erdem Salonunu dolduran taraftarlar… Sporcuların veya koçların hayatları
münferit vaka olarak ele alınmış olsa da, esas istisnai olan buraya gelen
taraftarın da öyküsü… Tüm inişleri ve çıkışlarıyla...
Fenerbahçe son üç yıldır, Final Four atmosferine
ısınmışken her seferinde finalin kapısından döndü. Geçen senede CSKA Moskova’yla yaşadığı
çekişmeli final sonrası 21 Mayıs 2017 İstanbul finalinde “mutlu sona”
ulaşacaktı. Zira, her şey favori olarak gösterilen Moskova ekibinin
yenilmesiyle başlayacaktı.
Durumu lehine çevirme konusunda Euroleague’in en iyi
takımı Olimpiakos, finalin favori takımına büründü. Ve bununla beraber, finalin
adı yedi yıldır suskun iki yıldızın maçına dönüşecekti. Spanoulis mi Obradovic
kıyaslamasının boy göstereceği gece de, biz sadece finale yakışır bir oyun
izleyecektik.
Zeljko Obradovic’in en iyi yaptığı işlerden biri de
rakibin sentezini son ana kadar sürdürüp, rahat ettikleri alanların dışına
çıkarmak ve daha da ileriye taşıyıp güvende hissettikleri, “en iyi” yaptıkları
hamleleri bir şekilde set çekip sığınacakları liman da tereddüde düşmeyi
planları dahilinde.
Şampiyonluk nasıl mı
geldi?
İşte cevap! Bu maddeler çokça sıralanır, ekstra ekstra
çoğaltılır fakat 12+1 kişilik oyunun sırrı bu. Hatta malzemecisinin hatta kondisyonerin
ve hatta yıl boyunca dinledikleri motivasyon müziklerinin dahi payı çok büyük.
Ne yaptığı kadar nasıl yaptığı ile de iyi geri dönüşlerin takımı Fenerbahçe…
Obradovic bu sınırların çok dışında. Lakin kaldırılan
dokuzuncu kupa, ezberin çok dışında bir oyun!
19 Mayıs 2017 Cuma
İstanbul, Cilic’ten Yana
Son yıllardır, İstanbul Open başlamadan birkaç hafta
önceden hava bozmaya başlar ve toprak kendini bahara hazırladığı güne kadar
yağmur yağar. Turnuva başlarken ki manzara pazar sabahı mamurluğu gibidir. Bu
sene öyle aman aman sporcuların geldiğini düşünmeseler de, ATP düzeyindeki tüm
sporcular sürprizleri sever.
Dünya 6 ve 8 numaralarının olması bir Federer etkisi
yaratmasa da dünya sıralamasının ilk onundan bahsediyoruz. Hani, başta kavak
yelleri bu olsa gerek! Bir şeyler değişmeliydi. Olanlar oldu!
İstanbul Open final etabına gelene kadar su götürmez bir
gerçek ki herkes Raonic/Cilic mücadelesini biliyordu. Fazla inanmıştık. Bu
noktada sürprize yer yok.
Marin Cilic, final setine ilk toptan son topa kadar maçı
istediğini belli etmişti. Ve bu arzu iki saat sonra kupayı kaldıran ellere
bahşedecekti. Bu şampiyonluk ya da daha önceki kazandıkları, aslında
kaybettikleri dahi için babası Zdenko Cilic’in gayreti ve hırsı sonucu çıktı
denilebilir.
Oğullarının sporla iç içe olabilmeleri için varını ortaya
koyacaktı. Zira, tüm şanslar da onlarlaydı. 1991 yılında Bosna Hersek’in
Medjugorje kasabasında ilk kurulan tenis kortunu ilk kullananlar arasındaydı.
Ondaki ateşi fark eden eski tenisçilerden Goran Ivoanisevic önderliğiyle San
Remo’ya taşındı. Her şey tam olarak böyle başladı.
2000’lerin başları itibariyle gençler kategorisinde
kendini ispatlamaya başlamıştı bile. Amerika Açık, Fransa Açık derken, çok
tanıdık bir isim daha o yıllarda yenecekti. Büyük Krallığın altın çocuğu Andy
Murray'i, passing shot’larıyla elemeyi bildi.
Totalde 2005 yıllına gelindiğinde 6 tek, 4 çiftler
şampiyonluğuna erişmişti. Benzer profil 2009 yılına dek sürecek miydi? Amerika
Açık’a pek fazla ısınmıştı Cilic!
Dördüncü tura gelindiğinde bir kez daha Andy Murray’e
şans tanımayıp, çeyrek finalde del Potro’nun gazabıyla kendini silkeleyecekti.
Yıl 2014’ü gösterdiğinde rüzgar hiçte tersine değildi!
İlk Grand Slam şampiyonluğu için tek yapması gereken yarı
finalde Federer’i yenmesiydi ki, bu onun ekselanslarına karşı ilk galibiyeti
olacaktı. Zaten finalde Kei Nishikori’yi yenmesinden çok, yarı finalde bir
efsaneyi rahatlıkla yenmek tüm kapıları açacaktı.
Cilic; eline gelen tüm fırsatları itinayla eledi. Sonunda
mı Amerika Açık’ın nasıl ondan yana olduğunu öğrendiğinden beri, İstanbul'u da
arkasına alacaktı. İşin aslı seyircilere olan seyir zevkiydi. Bence öyleydi!
12 Mayıs 2017 Cuma
Feleğin Çemberi
Soğuk Savaş kelimesi söylendiği andan itibaren insana irrite hissi veren, son derece kasvetliyken, bu durum spora kadar yansımalarını
sürdürecekti. 1970’li yıllar, Amerika’da pek de iç açıcı olmayan dönemlerdi.
Başkan Richard Nixon; Watergate skandalıyla çalkalanması, petrol krizinin
ipinin çekilmesi bir yana Vietnam Savaşı yenilgisiyle üst üste darbe
alacaklardı.
Aslında 70’li dönemlerde bunun gibi çokça olaylar,
işgaller ve imajlarına gölge düşürecek birçok olaylar silsilesi vuku bulacaktı.
Peki, spor nasıl nemalandı?
Konu içeriği yine Soğuk Savaş'ın baş faktörlerinden
Amerika ve Sovyetler Birliği olup, 1972 Münih Olimpiyatları yalnızca
olimpiyatlar tarihinin değil, spor tarihinin en tartışmalı, en olaylı ve de en
efsane kategorisindeki maçlarından biri…
Kara Eylül örgütünün, olimpiyat köyündeki, İsrailli
sporcuları öldürmesiyle, olimpiyata kara leke sürülmüş, sekteye uğramıştı.
Amerika Basketbol takımı, Münih Olimpiyatlarına kadar üst üste yedi kez altın
madalyanın sahibi olmayı başarmışlardı, 1972’ye kadar!
Final maçında karşılaşan bu iki ülke, esasında “sporun” alameti farikasıydı. İşte bu kısım aradan onca yıllara rağmen,
tartışması halen daha süren, bitmeyen “3” saniyenin…
Olimpiyatların ve de Soğuk Savaşın meşru maçı… Basketbolun
“altından” yapılan son saniyeleri, her dönem her organizasyonda heyecanın
dorukta yaşandığı anlardır. Tıpkı, Almanya’da olduğu gibi.
Herkes maç bitti derken, hakemler saniye tablosunu
gösteriyordu. Bir de o yıllarda bu kamera sistemi olsaydı, teknik faullerin
hadi hesabı okunmazdı.
O günün başrollerinden Alexander Belov son saniye
basketini atarak, Amerikan rüyası, kabusa dönüşecekti. Hiç şüphesiz, Belov’un
attığı son basket fazlasıyla itirazlara maruz kalacaktı.
Basketi oluşturan pozisyon/lar hafiften faul
barındırıyor, inceden ayakların çizgiye deyip deymeyeceği tartışma konusu.
Kesin olan, şu an için tek şey şampiyonluk Sovyetler Birliğinde olduğu!
Dünya’ya araç olarak gösterdikleri sporu aslında sadece
gövde gösterilerinin silah ve üstünlük kurmanın yolları arasındadır. ABD,
ikinci oldukları Münih Olimpiyatlarında madalya törenine çıkmamak için direndi.
İtiraz etti. Lakin sonuç değişmedi.
Tescil edilen şampiyonluk, devleşen bir ülke vardı. Zira
kazanılan ne olimpiyat şampiyonluğu ne de oyuncular olacaktı, Amerika basketbol
hegomanyası kısa süreliğine de olsa tarihe gömülecekti. Aynı zamanda Münih’te
aşılamayan parkelere feleğin çemberinden geçerek tadacaklardı.
5 Mayıs 2017 Cuma
Zadok The Priest’i Es Geçmeden
Bir gün bir müzik geldi ve bir anda Avrupa futbolu tarihe geçti. Büyük ihtimalle de, kitleleri harekete geçirecek bu denli kırılma noktası beklenmiyordu. Fakat oldu! Tony Britten, müziğin doyumsuz ülkesi İngiltere’den başlayacak, alev topunu durdurulamayacak şekilde ateşlemeye devam etti.
İşin ilginç yanı ise, Robocop yapımlarında, Godspell gibi bir çok kariyerine sığdırdığı işlerde dahi kimse Tony Britten’den bahsedecek durumda değildi.
1992 yılında, Britten tarafından büyüye kapılmıştı bile. UEFA Şampiyonlar Ligi marşı tüyleri diken diken eden hatta maç öncesi futbolcular dahil herkesi içine alan motivasyon kaynağı…
Peki, Tony Britten neden bu kadar sevildi? Herhalde bu soruya müziği bağrına basan herkesin, şüphesiz bir cevabı vardır. Zira, eserin asıl sahibi Alman operacı George Friederic Handel, bu cevabın altında yatıyor olacak.
1727 yılındaki Zadok the Priest’ten esinlenip biraz da Tony Britten’in hünerli ellerinden geçtikten sonra Şampiyonlar Ligi marşı haline gelecekti.
Aslına bakarsanız, Handel; bestelerken alt zemininde çok farklı düşünce vardı. Bu eserini bestelemeden önce Kraliyet ailesini düşünecek ve 2. George’un taç giyme töreni için özel tasarlayacaktı. Britten’da buradan yola çıkıp, tüm liglerin en iyi takımlarının seçildiği Şampiyonlar Ligi için tekrar kolları sıvayacaktı.
Her defasında tekrar tekrar dinlediğimizde, bizleri bulutlar üzerine çıkarıp, sanki hiç yenilmeyecekmişin sihirine bulayan Britten’ın müziğinin, belki de geçmişinde yatan krallıktan olabilir.
Almanya’da doğan, İtalya’da kendini geliştiren ve de İngiltere’de asıl çıkışını ve şöhretini yakalayan Handel, günümüze de habersizce etki etmişti.
Tek başına Tony Britten’a teşekkür etmek olmayacak. Azminden ve babasının sözünü dinlemeyip, evden kaçan Handel’e de ayrı şükranlarımızı sunmak gerek. Fakat ikisininde imza attığı, tarihin belki de ilk spor operası “ Zadok the Priest”zaman içinde harmanlanırken, bugüne türünün ikinci örneği olan Champion League müziği kalmıştı.
Tony Britten diğer tüm yaptığı işlerde, güzellikler yanında, sadece verdiği bir motivasyon ve ilhamla bile başyapıt olarak anılmaya hak eden bir müzik. Pek tabi ki Handel’in Zadok’unu es geçmeden…
İşin ilginç yanı ise, Robocop yapımlarında, Godspell gibi bir çok kariyerine sığdırdığı işlerde dahi kimse Tony Britten’den bahsedecek durumda değildi.
1992 yılında, Britten tarafından büyüye kapılmıştı bile. UEFA Şampiyonlar Ligi marşı tüyleri diken diken eden hatta maç öncesi futbolcular dahil herkesi içine alan motivasyon kaynağı…
Peki, Tony Britten neden bu kadar sevildi? Herhalde bu soruya müziği bağrına basan herkesin, şüphesiz bir cevabı vardır. Zira, eserin asıl sahibi Alman operacı George Friederic Handel, bu cevabın altında yatıyor olacak.
1727 yılındaki Zadok the Priest’ten esinlenip biraz da Tony Britten’in hünerli ellerinden geçtikten sonra Şampiyonlar Ligi marşı haline gelecekti.
Aslına bakarsanız, Handel; bestelerken alt zemininde çok farklı düşünce vardı. Bu eserini bestelemeden önce Kraliyet ailesini düşünecek ve 2. George’un taç giyme töreni için özel tasarlayacaktı. Britten’da buradan yola çıkıp, tüm liglerin en iyi takımlarının seçildiği Şampiyonlar Ligi için tekrar kolları sıvayacaktı.
Her defasında tekrar tekrar dinlediğimizde, bizleri bulutlar üzerine çıkarıp, sanki hiç yenilmeyecekmişin sihirine bulayan Britten’ın müziğinin, belki de geçmişinde yatan krallıktan olabilir.
Almanya’da doğan, İtalya’da kendini geliştiren ve de İngiltere’de asıl çıkışını ve şöhretini yakalayan Handel, günümüze de habersizce etki etmişti.
Tek başına Tony Britten’a teşekkür etmek olmayacak. Azminden ve babasının sözünü dinlemeyip, evden kaçan Handel’e de ayrı şükranlarımızı sunmak gerek. Fakat ikisininde imza attığı, tarihin belki de ilk spor operası “ Zadok the Priest”zaman içinde harmanlanırken, bugüne türünün ikinci örneği olan Champion League müziği kalmıştı.
Tony Britten diğer tüm yaptığı işlerde, güzellikler yanında, sadece verdiği bir motivasyon ve ilhamla bile başyapıt olarak anılmaya hak eden bir müzik. Pek tabi ki Handel’in Zadok’unu es geçmeden…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)