26 Şubat 2016 Cuma

"Korfbol"

Okul hayatımız boyunca "en sevdiğin" ders sorusuna beden eğitimi dersi çoğunluk yüzdeyi oluşturur. Hiç şüphesiz. Yine de göreceli bir kavram. Biz beden dersini allayıp pullarken o bizi yokmuşçasına saatleri sayardı. Ortaya bırakılan bir kaç topu öylece kaderine bırakıp gruplaşan kızlar sohbetin koyuluğuna aldırmaksızın kahkaha atarlar, erkekler ise çarpık düzende futbol maçı yapmaya çalışırlar.

Bir de mutlaka 2-3 kişi basket oynamayı es geçmezdi. Tabi ders çalışmak olarak değerlendirmek isteyen "sınav" çocuklarını unutmamak gerek. Buradaki en can alıcı darbeyi beden eğitimi öğretmeninden alınır. Şimdi laf cambazlığını kenara bırakma zamanı. Bir beden dersini, "salt" bir hayat dersine dönüştürmeye veya bilim adamı edasıyla icatlar peşinde koşan "Beden Eğitimi Öğretmenine" ne dersiniz? Kesinlikle, evet.



"Hayal edilebilir, bu hayali gerçekleştirebilirsiniz" pek beylik bir söz gibi görünse de zincirlerini kıranlar da var. Hollandalı bir beden eğitimi öğretmeni olan Nico Broekhuysen tarafından keşfedildi ya da icat edildi demek daha doğru olur. Kızlar ve erkeklerin kutuplaştığını fark eden Nico İsveç'te oynadığı ringboldan esinlenerek "korfbolu" öğrencilerine oynatmaya başladı.

Amaç hem kız hem de erkekleri oynatmak hem de "eşitlik" sağlamaktı ki öyle de oldu. Ülkemiz adına ne yazık ki bunu söyleyemiyoruz. Bilen insan sayısı iki elin parmaklarını geçmeyecek düzeyde olsa da oyun hakkında kısa bir özet geçmek isterim. 
1 takımda dördü kadın dördü de erkek olacak şekilde 8 kişiden oluşan iki takımın oynadığı, amacın ise rakibin korfuna ( flemenkçe: sepet demek) sayı atmak olan oyundur. Bir anlamda basketbolu andırsa da oynanan topun şekli itibariyle de futbolu çağrıştırmaktadır.

4 oyuncu savunmada kalır, 4 oyuncuda hücum da aktif görev alırlar. Her iki sayıda bir savunma ve hücum oyuncular yer değiştirir. Korfbolu ilginç kılan ise top elindeyken dripling yapmak kesinlikle kural dışıdır. Bu nedenle hız bu oyunun "kilit" noktasıdır. Top elinizdeyken paylaşmak kelimesine vurgu yapılır. 
Gelişmekte Olan Spor Branşları Federasyonu tarafından da tanınan bir spordur aynı zamanda. Korfbolu, kadınlar ve erkeklerle oynanabilecek tek spordur!
Değişen tek şeyin yeni bir sporun gelişimi değil de beden eğitimi derslerine bakış açımız!

23 Şubat 2016 Salı

Umberto Eco'nun Futbolu

"Hiçbir öğrenci hareketinin, hiçbir kent ayaklanmasının ve hiçbir küresel protestosunun asla gerçekleştiremeyeceği bir şey vardır. Bu şey, bir pazar günü futbol sahasını işgal etmektir." 
Büyük usta, Umberto Eco bu sözleriyle "futbolun  farkını" kaleme döker. İşin aslı bu söyleme katılamamak elde değil. Çünkü özellikle metropol olmuş şehirlerde, bilhassa derbi veya önemli maçlarda şehir terk edilmiş bölge ilan ediliyor. Gol olduğunda kendilerini hatırlatıyor. 

İnsanoğlunun vazgeçilmez ve tutkulu parçasına eleştirel bir dokunuşla yaklaşıyor. 84 yaşında bize veda etti Umberto Eco ancak arkasında bıraktığı şaheserlerle dünya gündemini sarsmayı başardı. Asıl patlamayı "Gülün Adı" adlı romanıyla estetiğe bakış açısından kesitler sunarak anlattı. 
Bir noktada baş kaldırışını dile getirmekten de alıkoymadı kendisini. Eco; "Umberto Eco ve futbol" kitabında futbolun toplumu yozlaştırdığını savunarak insanların futbol karşısındaki "aşırı" eylemlerini felsefeyle yoğurarak futbol fanatiklerinin bakış açısına sunmuş.



Eco'nun futbol üzerinden yaptığı çıkarımlar esasında halkın futboldan kaçışına ön ayak olur ve bu fanatiklik ve taparcasına futbol sevgisinin ızdıraptan öteye geçemeyeceğini savunur. Peki Umberto Eco neden futbolu acı çekilecek işkence gibi görür? İşte burada küçük bir buzdağına iniş gerçekleştirmemiz gerekiyor. Klasik bir baba gibi; Umberto Eco'nun elinden tutar ve stada götürür. Son derece manasız bulmuş 22 kişinin koşuşturmacasını. Hiç de klasik bir çocuk gibi olmadan, sıkılmış!

Daha öncesinde futbol oynamış ya da oynamayı denemiş, ne yazık ki fena halde dağılmış. "Benim burada ne işim var" mantığıyla yarı bırakıp kaleme kağıda sarılmış. Bilinmezler ama bu sayede günümüzün ender bulunan düşünürlerinden biri olmuş...
Futbol hegomanyası dünyayı sarmışken Eco bu düzene karşı gelmiş daha iyi ifade edebilmek için yazıları kitaba dönüştürmüş.

Tam anlamıyla manifesto olabilecek kitabı, "gerçek" futbol izleyicisinin farklı perspektifiyle bakmasını sağlayacak. Belki televizyonların spor -futbol- tartışma programlarına da (beyaz futbol, stadyum...) bu kitabı önermeliyiz ne dersiniz?
Son yıllarda rüşvet ve saha olaylarıyla çalkalanan futbolu Umberto Eco'nun nasıl sözüyle başladıysam perdeyi de öyle kapatmak isterim.

"Daha az siyasal tartışma ve daha çok eğlence sosyolojisiyle meşgul olmak belki de en iyisi. Bir futbol pazarında devrim yapmak mümkün mü?"

19 Şubat 2016 Cuma

"Double Double"

Spor günümüzde ne yazık ki gelecekte de uluslararası kapitalizmin oyuncağı olmuşken geçmişe bakarak mutlu olmaya çalışan nesiller kıvamına geldik. Sürekli tekrarlanan ve keyif almanın çok ötesinde içi boşalan bir kelimeden ibaret oldu. Başarının sırrını verse, rahatsızlık verecek boyutlara ulaştı. Fazla karamsar bir tablo çizmiş olmam olumsuz hava estirmesin.  Sadece farkında değiliz. Buna açıklık getirmek istedim. Ya da farkında olamamak işimize geliyor.

O kadar çok aynı başarıların aynı sporlarla örseledik ki unutmaya yüz tuttuk. Bir kadından, kadın sporcudan, girizgahımı yapmaktı tüm amacım. Bu nedendendir bu kadar sert girişim. Messi, Kobe, Djokovic, Cavendish hepsi dünyaca ünlü ve bir ortak yönleri de hemcins olmaları. gerçekte her ne kadar gazete küpürlerinde veya televizyonlarda haberlerini duyamasak da binlerce kadın sporcunun başarısından methiyeler düzülebilir. 
Ancak ikinci planda bırakmak işimize geliyor. Bu anlamda aktivist bisikletçiler de oldukça fazla. 



Tarihin tozlu sayfalarını yutmaya ne dersiniz? Çok da değil esasında, 80'ler! Sadece ülkemiz adına da değil dünya da radikal değişikliklerin olduğu yıllara tekabül ediyor. Aynı senelerde 80'lerin sonunda Almanya içinde devrim niteliğindeydi. 1 ülke 2 faklı sınır.
Bizler o yıllar içerisinde bir süreliğine Doğu Almanya'ya konuk oluyoruz. Dünyanın en iyi sprinterlarından. Yanlışlık olmasın sadece bisiklet adına değil hız pateni içinde bu söylediklerim. Christa Luding-Rothenburger öyle bir önemi var ki bizi kendimize getiriyor. Hem yaz hem de kış oyunlarında madalya kazanan ilk kadın. 



Rothenburger'in yanında bunu başarabilen toplam 3 sporcu var (Eddie Eagan, Jacdo Tullin Thams). 1988 yılında hem kış hem de yaz oyunlarına katılma hakkı kazanırken bunu değerlendirmek konusunda tam bir üstattır. Kış oyunlarında Kanada'da altın ve gümüş madalyaları toplarken yaz olimpiyatları için gittiği Seul'da da gümüş madalyayı kazanan isim oldu.
Bir kadın olarak! Üstelik kadın haliyle, ülkesi iç savaş verirken o sadece "başarısına" odaklandı. Bunların yanı sıra dünya rekorlarına dair girişimlerini unutmamak gerek. 

Parmakla gösterilecek sporculardan biri iken; hem buz pateni hem de bisiklet adına efsane olmayı başarıyor. Aynı zamanda örnek olmayı da!


16 Şubat 2016 Salı

Orta, Şut ve "Gal" Futbolu!

Anlaşılan, İrlandalılar yarı şaka bir algıyla İngilizleri ciddiye almadılar ama yaptıkları sporu derinden uygulama çabasıyla vazgeçmediler de. Ve bu çok önemliydi. Bilhassa günümüz koşullarına bakacak olursak! Çünkü, inanarak odaklanmak ve onu "futbol" olarak değil de "Gal Futbolu" olarak piyasaya sürdüler.

Yahu sen neyden bahsediyorsun diyecek olanlara, telaş yok. Lütfen yazıyı sonuna kadar okuyunuz. Taparcasına oynanan futbol; üzüyor, sevindiriyor, deşarj ediyor (en azından belli bir yüzdeyi) sanki sevgiliye vurulmuşcasına tutkuyla bağlanıyoruz. Dünyanın neresinde olursanız olun. İrlanda'da bile. 
Bu nokta da ayrıştıkları küçük bir ayrıntı var. Futbola benzer "Gal Futbolu" olarak adlandırdıkları sporla kendilerine münhasır futbollarıyla karşımıza hazır bir şekilde çıkıyorlar.



Öyle ki ülkede Gal Futbolu, futboldan çok daha fazla gelişmiştir. Yerini kaptırmaya da hiç niyeti yok. Çünkü "GAA" (Gal Atletik Birliği) adı altında federasyonlarının var olmasıyla bakış açılarının ciddiyetini açıklıyor. Daha fazla laf ebeliği yapmadan kısaca Gal Futboluna giriş yapıyorum. 
2 takım ve 15'er oyuncudan oluşan, sertliğiyle Rugby'e, stiliyle futbol karışımı bir spor. Aynı zamanda bir takımın sahadaki oyuncu sayısı kadar da yedek oyuncu bulundurabilir. Futboldaki gibi yedek değiştirme sayısına kısıtlama getirilmiş; en fazla 5 kişi değiştirme hakkına sahiptir takımlar.

"H" harfi şeklindeki kalesiyle; altından gol atılırsa, ağlarla buluşursa 3 puan, üzerinden gol olursa 1 puan yazılır. Farklılığı ise; topu klasik futbol gibi değil de, yerde sürülebilir, havaya atılabilir, ellerindeki sopayla elle tutulabilir, bir futboldan söz etmekteyim.

Böyle anlatılınca zevk vermediğine eminim. İzlemek tabii ki de farklı perspektifle bakmaya yarıyor. Bunun için Dublin, Galway sınırları içerisinde izlediğinizde sıradışı bir tat bırakacaktır. İrlanda'da futboldan daha çok izleyici çeken spor olayıdır bu noktada. 

Bir takım önyargılarla hareketlendiği aşikar. Geriye dönüp bakıldığında Amerikan Futbolu gibi, Rugby gibi keza Gal Futbolu İngilizlerin baba sporu "Futbola" bir başkaldırı esasında. 
Ne kadar başarılı oldukları tartışma konusu. Oynayan ve izleyicinin ulaştığı doruk noktası ortadayken pek de tartışma konusu kalmıyor (Her ne kadar biz bilemesek de!). 
O denli empoze olmuşlar ki "Gal Futbolunu" milli sporları olarak kabul etmişler. İngilizler tarafından hasbelkader ortaya çıktı tezleri çürür nitelikte. Çünkü İrlandalılar bu sporu apolet olarak eklemişlerdi çoktan (1888'den beri)...

12 Şubat 2016 Cuma

Babadan Oğla Tenis Ambargosu

Saltanat kavramına yeni boyut kazandırmaya ne dersiniz? Ben şimdi size Osmanlı'dan kalan yönetim şeklini kafanızdan atın demiyorum. Ya da o size kalmış bir durum. Yine de bizim konumuzun temeli spor. Hatta tenis. Nasıl yani? der gibisiniz. Aslında tenis ile haşır neşir olanlar muhakkak ki bu ismi çok iyi biliyorlar. Greg Rusedski ne kadar Kanada doğumlu olsa da sayılarını hep İngiliz köşesine yazdırdı.

Uzun sürede iki ülke arasında küçük çaplı tartışmalara yol açtı bu karmaşa. Asıl meselemiz tabi ki de bu değil. Babası hep profesyonel bir tenisçi olmayı hayal edermiş ancak sadece hayallerle de olmuyor! Şartlar ve çocukların bakımı için iş başa düşmüş, hayaller de suya...
Babasının bu tenis bağlılığı oğluna geçmiş. Yanlış oldu. Oğluna aşılamış. Babadan oğla geçen bu tutku en nihayetinde dünyanın en iyi tenisçileri arasına yazdıracak isim olmayı başarıyor, Greg Rusedski. 



Greg Rusedski demek aynı zamanda Pete Sampras'la "win win" yarışları demek. 1997'de ve 2002 yıllarındaki oynadıkları maçlar tam anlamıyla efsane oyun, set ve maçlardı... Akıl almaz backhand'ler ve yanına aces'leri de eklemeyi unutmayalım. O maçların bugün halen daha anlatılma sebeplerinden biri de Pete Sampras elbetteki. 

Rusedski 33 yaşında tenisi bıraktı. Mutlu son! 
Resmiyette, evet. Ancak tenis koçu olarak kortlarda varlığından söz ettiriyor. Bu arada bazen onu izleme şansı da bulabilirsiniz. Gösteri maçlarında tam da eskiye dönüş için. Şimdi biraz başa saralım. 
Her yaz Montreal'de ki evlerinin yakınlarında babasının tenis oynamasını izlemek için gizlice peşi sıra evden çıkarmış. Bir anlamda asosyal hayatının kurtuluşu olarak da görmüş. Büyülenmişti. Çocuktu. 



Yalnızca babasının hayallerini paylaşmıyordu artık, hayal etmek de yetmiyordu. Bu konuda sergilediği oyun sitiliyle son derece vakıfız. O yapamadı fakat Greg Rusedski'ye her türlü maddi ve manevi desteği de sağladı. Greg'e yöneltilen sorularda da karşımıza hep Pete Sampras çıkacaktır. Mesela Paris Masters finali (Pete karşı aldığı tek zafer), mesela 1997 Amrika Açık Turnuvası...
O gün yenilmişti ve o günden sonrası farklı bir gölge onu takip edecekti. Sabırsızlığının, heyecanının bir anlamda kurbanı oldu. Yine İngiliz spor tarihinde perdeyi aralayan isim olacaktı. Hiç şaşmaz ki favori tenisçisi de Roger Federer! 
Bu sadece dünyanın değil çoğu tenisçinin de dünya elçisi...
Greg Rusedski sosyalleşebilmek için çıktığı kapıdan babasının hayallerini kendisinin gerçeklerini bize bıraktı.

9 Şubat 2016 Salı

"Oh"io State Bandosu

Sporla yatıp sporla kalkıyoruz, iyi, güzel! Buraya kadar sorunda yok. Bu spor goygoyunun içine biraz hayal serpiştirelim diyor. Bize yalan hayal satanları da istemiyoruz. Salt olsun, tamamıyla bizim olsun! Her gelen teknik adamın ya da sporcunun (yabancı uyruklu) bizden akıllarından kalan futbol aşkının veya taraftarın ateşi demeleri. Geçelim bunları. Her yerde var. Daha yüksek volume de olan ülkeler var. Farkı nerede?

Charles M Schulz'un yerinde bir cümlesi: "Hayat on vitesli bir bisiklet gibi. Çoğumuzun hiç kullanmadığı vitesleri var." Aynen öyle maçı izlemek, deşarj olmanın yanına küçük aperitifler katalım. Mesela, örnek alarak başlamaya ne dersiniz?
Bu sefer İngiltere'de değil rotamız. Çünkü bu sefer bir sporun doğuşunu Amerikanlara kaptırmış İngilizler değil. Amerikanlar'dan sözü açalım derim. Bilhassa Avrupalı insanı için çok uzak olduğumuz "spor". Kimilerine göre spor dahi değil.



Boks'un futbolla karışımı diyen insanlarla çok karşılaşırız. Daha temeline ineceksen karşımıza Rugby çıkacaktır. Zaten esintilerini de hissedersiniz. Amerikan futbolu dendiğinde akla ilk gelen isim Walter Camp'tir. Oyuna son şeklini veren, kuralları ve sisteminde son değişiklikleri yapan isim "Amerikan Futbolunun" babası oluvermiştir. 
Bir küçük dipnot; National Football League (NFL) en popüler Amerikan Futbol Ligi... Bundesliga, La Liga'nın Amerikan versiyonu.

Şampiyonluk maçı içinse Super Bowl olarak nitelenmekte. Yazıp geçmeyeceğim! Dünyanın en yüksek ortalama izleyici sayısına sahip. Bir dakika, henüz bitmedi. Super Bowl ise en çok izlenen spor olarak koltuğuna kondu. Üstelik yeni de değil. Uzun yıllardır. Ne basketbol ne de futbol (yıllardır kandırıldığımız biricik sporlarımız da değil). 
Yani ilk başta demiştim; taraftarın kulübüne bağlılığı, gücü diye. Amerikanlar tam olarak böyle bakmıyorlar. Amaç, eğlenmek! En şahane örneği de Ohio State Bandosu. 

Adı söylendiği anda yaptıkları görsel şov başınızın üstünde bir bulut çıkmasına sebep oluyor. Olmalı da! Maç öncesi veya devre arası yaklaşık 15 dakikalık gösterileri izleyiciyi, tribünleri doldurma nedenlerinden. 2013 yılındaki Michael Jackson koreografisiyle popülerlik kazanan Ohio State Bandosu beraberinde; Superman, T-rex, Packman, Pokemon ve Tetris...gibi ünlü oyunların hem müziğini çalıp hem de olağanüstü koreografiye de imzalarını atıyorlar. 
Uzun yıllardır hafızalardan çıkmadıkları gibi üstüne bambaşka gösterilere yenilerini ekliyorlar. Ben şimdi sizleri baş başa bırakacağım. Eminim bana hak vereceksiniz. Ohio State Buckeyes takımına da!

5 Şubat 2016 Cuma

Kerber mi, Kerbela mı?

Kuzey Kore liderinin monarşisine karşı gelmekti onun zaferi. Manşetlere bakıldığında "Serena'yı devirdi", "şampiyonun sonu mu?" gibi benzetmelere yakıştırmalar yapılmaya başlandı. Evet, evet Serena Williams! Steffi Graf'ın 22 grand slam şampiyonluğuna ortak olmayı başaramadı. Henüz başaramadı. Aynı zamanda Williams'a bilenen yeni ismin aramıza katılması da hoşça karşılandı.
Çünkü tenis dünyası Djokovic, Serena hegomanyasından oldukça sıkılmış durumda.

Daha ilginç bir ironi var bu üçlemenin içinde. Serena Williams Alman Steffi Graf'ın şampiyonluğuna yetişmeye ramak kalmışken bir başka Alman tarafından set çekildi. Tıpkı Graf'ın tenise başlangıcı gibi neredeyse bebeklik dönemine denk gelen bir kariyer teatralini bize sunmaya başlar.
3 yaşında tenise elini kaptırmış Kerber 2016 yılına kadar grand slam kazanamamış olmasına rağmen bu onu başarısız yapmamıştır elbet! Bilakis tarihler 2012'yi gösterdiğinde dünya beşinciliğine kadar yükselmiş.


Başarılar için illa kupalar, madalyalar "şart" değil diyor esasında.Onu taçlandıran bir araçtan başka bir şey olamaz... 
Aksi takdirde Djokovic'e olan soğukkanlılığımızı açıklayamaz. Avustralya Açık Tenis turnuvasının Melbourne'deki finalin adı Angelique Kerber - Serena Williams olarak tarihe not düşülürken, yalnız bu ikilinin geçeceğini zannediyorsanız yanılıyorsunuz! Hiç şüphesiz herkesin favorisi Williams'tı. 
46 basit hata, 6 çift hata Kerber'i zafer yolculuğunu epey kolaylaştırdı. Tek sebepler bunlarda değildi. 
Psikolojik ve konsantrasyon açısından hazırlanıp gelen taraftı aynı zamanda. 

6-3, 4-6 ve 6-4'lük oyunlarla ilk grand slam şampiyonluğunu elde etmiş oldu. Sol elini çoğu tenisçiye göre üstün bir oyunla kullanan Kerber'in silahı Williams'a ustalıkla işledi. Bir de dahice oynanan efsane final seti, Avustralya Kıta'sında damgasını vurdu. Kerber kendi servis oyununu almakla kalmayıp, Serena'nın servisini de kırmayı başardı. Güvenini de!

Yılların tecrübesi ve efsanesi çok çabuk toparlanarak durumu beraberliğe getirdi. Mücadeleyi bırakmayan Kerber; her iki oyuncunun yorgunluk belirtileri sonucunda havlu atanın kaybedeceği bir maça dönüşüverdi. Aynı zamanda unutulmaz finaller arasına girmeyi başaran bir maç olarak da. 
Örnek bir davranışı da dakikalarca Kerber'e sarılarak kutlayan Williams'tan geldi. Sanırım Kerber'in ilk grand slam'i kazanmasından daha çok Serena Williams'ı eleyerek kupayı kaldırması daha uzun sürecek gibi. 
Dünya 6 numarası olarak uyanan Kerber hafta başı itibariyle 2 numaraya yükselecek. Kerber'in  bu mücadelesi bu yıl yeni grand slam sürprizlerine tanık olacağız demek...

2 Şubat 2016 Salı

İlk ve Tek “Takım” Olamadık; Torku Şekerspor

Hadi artık açık konuşmanın vakti geldi. Öyle değil mi? Futbolu, basketbolu bir kenara bırakalım. Yoğun duygularla sloganlar ürettiğimiz, yere göğe sığdıramadıklarımızın yanında, hayatımızda hiç yokmuş gibi görmezden geldiklerimiz var. Çok da zorlanmadan cevap verilebilir. Üvey evladımız Bisiklet! Halbuki her gün muhakkak ki yanımızdan yanımızdan bir bisikletlinin geçtiği ülkede yaşarken nasıl bu kadar uzak olabiliyoruz?


Bu sorunun cevaplarını kısmen verebilsek de en başta onu spor olarak görmemekten geçiyor. Bugün ülkemizde Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş takımları kapansa/kapatılsa dünya başımıza yıkılır ya da basketbol takımları içinde konuşabiliriz. Yaklaşık 1 ay önce Türkiye'nin tek profesyonel bisiklet takımı olan Torku Şekerspor hem maddi nedenlerden hem de yeterli ilgiyi görememesinden dolayı bisiklet takımını lağvettiler. İlgili kişilerce güne damgayı vursa da bir elin parmaklarını geçemeyecek sayı da!


Kuruluşu 1955’e kadar uzanıyor olduğuna aldanmamak gerekiyor. Hali hazırda 2008 yılında profesyonel olma yolunda temel taşları döşenirken, 2011 yılında Türkiye’nin “tek” profesyonel bisiklet takımı olmayı başarmış spor kulübü. Fakat öyle sevinmek yok! Tam 53 yıl beklenen kuruluş ani bir kararla kepenk kapatmasına şaşırmamak elde değil.
Var olanları canlı tutmaya çalışırken artık ne Cumhurbaşkanlığı Turu’nda ne de Olimpiyatlarda (2016 Rio Olimpiyatlarında yarışacak milli bisikletçimiz Ahmet Örken’in yer alması) yarışacak bir sporcumuzun kalmamasıyla yüzleşiyoruz. 

Türkiye Bisiklet sporunu Torku Şekerspor ile bütünleştirmeye başlamışken ağır darbe almaya başladı. Üstelik farkına varmışken! Uluslararası arenada temsil edebilen tek takımdı. Son aylarda maddi sıkıntılar üst seviyeye ulaşınca, yarışlara oyuncu gönderemeyecek duruma düşüp artık yoluna amatör olarak devam etme kararı aldı. Tabi bu yoldan devam edebilecek düzeyde mi kalır. Ucu açık bir konu…

Daha da önemli bir sorunumuz var! Şekerspor’da yer alan 20’ye yakın bisikletçinin akıbeti ne olacak? Bir de transfer sezonunun kapandığını öngörerek. Rio Olimpiyatlarına gidecek Ahmet Örken’in çalışma disiplinini nasıl oluşacak? Soruları çoğaltmak elbette ki mümkün. 
Amacımız cevap ve yeni takımları oluşturabilmek. Bunları da okuyup geçeceğiz hatta üzerinden 1 ay geçmeden sorunun üstüne bastık geçtik. Yavaş yavaş o çok sevdiğimiz sporları da kendi ellerimizle bitirirken… Öyle değil mi?