23 Eylül 2020 Çarşamba

Azim Abidesi

Tüm zamanların en büyük geri dönüşü, yakın geçmişin en dramatik ve de romantik finali, ya da sadece “basketbol” tarihinin en önemli maçı. O mucizenin aktörleri Amerika basınında oldukça popüler ancak ne var ki başkahraman kadın olunca kısıtlı ses duyabiliyor.
Kadınların özgürlük mücadelesi, her yerde, her alanda direnenlere ilham vermeye devam ediyor. Pistlerdeki mücadeleleri de öyle. Bir zorlukla karşılaştığınızda bunu yenmek için ne kadar uğraşırsınız? İmkânlarınızı ne kadar zorlarsınız? Peki ya bu zorluk sizin ile ilgili değilse ne kadar çaba gösterirsiniz? WNBA tarihinde emsal teşkil edecek bir hukuk savaşı…

2014 senesinde MVP seçilen, iki kez olimpiyat şampiyonu ve 6 kez all star seçilmeyi başaran Maya Moore, basketbola ara verdiğinde müvekkilinin adını vermemiş ve hukuk alanında siyah hakları ve özgürlük için savaşmak istediğini söyleyerek çok başka kulvarda yola koyuldu.
WNBA yıldızı, hukuk alanında çalışmak için 2019 yılında basketbola ara vererek, haksız şekilde 50 yıl hapis cezası alan Jonathan Irons'ın 22 sene sonra tahliye edilmesinde büyük rol oynamasından mütevellit, film gibi bir hayatın ortasında bulacaktı kendisini. Esasında Moore’ın ilk çıkış noktası avukat olup henüz 18 yaşındayken haksız bir şekilde 50 sene hapis cezası alan Jonathan Irons’ı içinde bulunduğu esaretten kurtarmaktı.

Şu anda 40 yaşında olan Irons, 2 Temmuz 2020’de Missouri'de bulunan ceza evinden Moore’un çabaları ile tahliye edildi. 18 yaşında hırsızlık ve cinayete teşebbüs iddiasıyla 50 sene hapis cezasına çarptırılan Irons, yargıcın sanıkla ilgili iddiayı “zayıf kanıtlar” gerekçesiyle tersine çevirmesi üzerine 22 senenin sonunda özgürlüğüne kavuştu. 13 yıl süren hukuki beraberlik o denli gelişti ve medyayı da arkalarına alarak hukuki mücadeleye başladılar ki, adalet birlikteliği aşka evrildi.
Film senaryolarını anımsatan bu olayın finali masalsı bir mutlu sonla bitti. Maya Moore, Jonathan Irons ile evlendiklerini dile getirirken, bundan sonra birlikte yapacağımız çalışmaları artık bir evli çift olarak yapacaklarını söyledi.


Hukuki savaşın bir başka boyutu daha var olacak elbette! Irons’ın cinayeti işlediğine dair hiçbir fiziksel kanıt bulunmuyordu. Hüküm için kanıt olarak gösterilen itirafın video veya ses kaydı yoktu. Sorgulamayı yapan polis memurunun yazılı notlarının ise kayıp olduğu bildirilmişti. Irons tamamı beyazlardan oluşan bir jüri tarafından 50 yıl cezaya çarptırılmıştı. Irons, suçunu itiraf edeceği anlamına geleceği için şartlı tahliyeye başvurmayı da reddetmişti.
Sorun şu ki, günümüzde yaşanan problem garibeleri takvimlerin değişmesi ile değişmediğini ispatladı. Ne yazık ki! Moore’ın çabası takdire şayan, şayet tek çaba burada olmayacaktı. Parkelerde de ses getirmeyi sürdürecekti.

2011 yılında başlayan WNBA takımlarından Minnesota Lynx (1. tur 1. sıradan seçildiği Minnesota Lynx ile 2011, 2013, 2015 ve 2017 sezonlarında WNBA şampiyonluğu) serüveni beraberinde başarı kürsüsünü de getirecekti. 2014 senesinde lig MVP'si olan, 6 kez All-Star’a katılan adalet savunucusu; Türkiye'de düzenlenen Dünya Kadınlar Basketbol Şampiyonası'nda ABD ile zafere ulaşmıştı. Ayrıca Moore 2012 ve 2016 Yaz Olimpiyat Oyunları altın madalyaları yabana atılamaz. Bunların yanı sıra Valencia’da da oynasa tutunamayıp Çin’de soluğu alacaktı. Sonrası malumunuz…
Bir başka eşitsizlik kavramı daha duvara örecekti kadınların başına erkek basketbol yıldızlarına kıyasla çok daha düşük maaş sahibi olmak gibi!

2018 sezonuyla beraber sahaları ara vereceğini belirtmesi burukluk yaratsa da sonunda somut sonuca ulaşılması ayakta alkışlanacak cinsten. Maya Moore modern zamanların ilklerinden, hukuk şampiyonu olarak taçlanıyor ve kendi ülkesinde ulusal kahraman oluyor…
Moore asla pes etmemişti. Ertesi günlerde tek başına parkuru koşan azim abidesinin mutlu sona Jonathan Irons ile el ele koşması her şeyi açıklamıyor muydu?

16 Eylül 2020 Çarşamba

Mürekkebi Kurumadan

Üzerinden daha fazla zaman geçtiğine yemin edebilirim. Ama hayır, 2019’un Aralık ayının son günleriydi. Bir zamanlar yaşadığı şehre beklenmedik bir ziyaret yapan bir virüsle buluşmak… Ülkenin yedikleri yemeklerden başlayarak ilerledik fakat o da ilerledi.
Gelgeç bir durumdur demeye kalamadık. İnsanoğlu karar süreçlerine ihtiyaç duymazdı, hevesler çoğu zaman tek başına yeterliydi. O heveslerden birinin bir sonucu olarak, işte buradaydım, spesifik olmak gerekirse, virüsten korunmak adına dört duvar arasına kısılmış durumdayız. Bir başka sonuç olarak, o sıralarda dünyanın kalanının bundan bir haber olmasıydı!

Elimizde kalan tek şey ise, spordu. Ona dokunmazlardı. Orada da umduğumuzu bulamadık derken, Amerika’dan gelen net ses, yıllardır değişmeyen tarih düzenini Amerika Açık bozmamıştı, iyi bir final görme hevesiyle.
Seyircisiz oynansa da o denli hasret kalmıştık ki, turnuvaya konsantre olmuştuk. Tek erkekler de başı çeken Novak Djokovic’ti, Nadal ya da Federer olmadan keyfi olur mu tartışmaları gırla giderken daha büyük sürprizler kutusundan henüz açılmamıştı.
Turnuva, Amerikalılara tek bir şeyi öğretmişti; yolun sonunda Federer varsa boşuna hayal kurmamayı… 2003’teki kupa yalnız kaldıkça, otoriteler de eleştirilerinin tonunu yükseltmek için güç buluyordu. İşte eksantrik bir yıl daha.

Varan bir, ABD Açık Tenis Turnuvası 4. turunda Novak Djokovic, sinirlenerek vurduğu topun çizgi hakeminin boğazına gelmesi üzerine diskalifiye edildi.
Grand slam turnuvasının 4. tur karşılaşması oynanırken, kariyerinin 18. grand slam şampiyonluğuna ulaşmayı hedefleyen dünya 1 numarası Novak Djokovic, Pablo Carreno Busta ile korta çıktı.
Karşılaşmanın ilk setinde rakibine 6-5 yenik durumda olan Djokovic'in sinirlenip vurduğu top çizgi hakeminin boğazına isabet etti. Ender görülen diskalifiye olaylarına bir yenisi daha eklendi ve adeta yeni bir şampiyonun çıkacağını resmileştirdi.


Varan iki, 5 numaralı seribaşı Alexander Zverev ile sahne de Djokovic’e zor anlar yaşatan 20 numaralı seribaşı Pablo Carreno Busta arasındaki yarı final karşılaşması da hop oturup hop kaldırdı.
Zverev, basit hatalar yaparak setlerde 2-0 geriye düştüğü mücadelede önemli bir geri dönüşe imza attı ve 3 saat 23 dakika süren karşılaşmayı 3-6, 2-6, 6-3, 6-4 ve 6-3'lük setlerle 3-2 kazandı. Alman tenisçi, bu galibiyetiyle kariyerinde ilk kez bir grand slam turnuvasında adını finale yazdırdı. Adını finale yazdıranlar da sadece erkekler de değil kadınlar finalinde de über efsane anlar yaşandı.

Varan üç, turnuva boyunca maçlardan önce ABD'de polis şiddeti sonucu hayatını kaybeden siyahilerin isimlerinin yazılı olduğu yüz maskesi takan Osaka, bu sefer de üzerinde "Tamir Rice" yazılı bir maskeyle final maçına çıktı.
Kariyerinde birer Avustralya Açık ve ABD Açık şampiyonluğu bulunan Osaka, daha önce Avustralya Açık'ta 2 kez şampiyonluğa ulaşan, ABD Açık'ta ise 3. kez finale kalan dünya 27 numarası Belaruslu Azarenka'yı 1-6, 6-3 ve 6-3'lük setlerle yenerek turnuvanın galibi oldu.
Yeni tip koronavirüs (Kovid-19) tedbirleri kapsamında boş tribünler önünde oynanan maçın ilk setini kaybeden Osaka boş tribünlerin ekran başında amansızca doldurduğunu bilerek hepimizi ayağa kaldırdı.

Varan son, Dominic Thiem, ABD Açık'ta 71 yıl sonra ilk 2 seti kaybettikten sonra maçı kazanmayı başaran ilk tenisçi olarak tarihe geçti. Lakin bu geçiş hiç kolay olmayacaktı.
Oldukça çekişmeli geçen maçta Zverev'i 3-2 yenerek şampiyon oldu. Kariyerinde ilk kez bir grand slam turnuvasını kazanan Thiem, Zverev karşısında ilk iki seti 2-6 ve 4-6 kaybetmesine karşın, sonraki setleri 6-4, 6-3 ve tie-break'e giden son seti de 7-6 kazanarak önemli bir başarıya imza attı.
4 saatten uzun süren ve son ana kadar büyük bir çekişmeye sahne olan maçı kazanan Thiem, böylece ABD Açık'ta 71 yıl sonra ilk 2 seti kaybettikten sonra maçı kazanmayı başaran ilk tenisçi olarak tarihe geçti.

10 Eylül 2020 Perşembe

Hangi Bianchi

İlkokula başladığımda ailemin yardımları ve spor kültür kapitalizminin tüm şiddetiyle kendisini hissettirdiği büyük şehirde yaşamanın da etkisiyle bisiklet konusunda hiçbir problem çekmemiştim. Ortada iki teker ve aşılması belirsiz, eğlenceli yollardan ortaya çıkabilecek semantik bağlantıları çözebileceğime dair çocukça bir öz güvene sahiptim. Bisikletimin çalınma meselesi ise büyük kaygıları beraberinde getiriyordu. Haftanın yedi gününü yaşıtlarımla birlikte pedal üstünde geçirecektim. Ancak kısa sürdü. Çalınmıştı. Zalimsin dünya dedim, biraz küstüm ama ilerleyen yıllarda sonunda benim de bir ‘şehirli’ Bianchi’m oldu.

Yazı ile kuracağım ilk teması sorunsuzca atlatıp, insanlık tarihine bir noktadan dahil olup bu noktadan fikirler üretmeyi deneyeceğim bisiklet yılları… Dünya’nın halen var olan en eski bisiklet üreticisi bu marka, birçok icadın da sahibi.. Ancak spor tarihine adını yazdıran Bianchi, Formula 1 takipçileri için kötü bir çağrışım da yapmakta…
Formula 1 ile bisikletin ne alakası var şimdi dediğinizi duyar gibiyim.. Ama kahramanımız olan Bianchi bisikletin birçok bileşeninin mucidi ve markanın kurucusu olan İtalyan Edoardo Bianchi değil, Fransız Jules Bianchi.
Edaoardo ne kadar geçmişi sağlam ve köklü ise, Jules ise henüz anısı taze ve izleyicilerde geleceğin aranan Fransız F1 şampiyonu olarak gelişimi yakından takip edilmekte yeni podyum adayıydı. Geçmiş zamanda konuşuyorum çünkü bir yarış sırasında geçirdiği kaza nedeniyle henüz 25 yaşında iken ve ondan beklenen başarılara kavuşamadan hayata gözlerini yumdu. 

Jules da belki benim gibi ‘iki teker’ hayal etmişti daha gençken ama kaderi dört tekerleğin üzerinde yazılmıştı. Dört tekerin ilk adımı olan Karting ile pistlere çıkmış ve Fransız pilot eksikliği çeken Renault Formula 1 (F1) Takımı, bu genci hazırlamak için Formula Renault 3.5 ile profesyonel olarak pistlerde yarıştırmış ve hemen şampiyon olan bu genç 20 yaşında Formula 3’e terfi etmişti. Ve Ferrari takımının radarına girmişti bile. Ferrari Sürüş Akademisi’nde yıldızı parlayan gence büyük beklentiler bağlanmıştı.



Hindistan’ın milli bir F1 takımı olmasını gerektiğini düşünen Hintliler, genç yeteneklerle şansını denemek istedi ve 2012 yılında Ferrari Akademi’nin genç yıldızı Bianchi’yi kiralık olarak transfer ettiler. Ancak Bianchi burada hiç podyum ve puan göremeyince beklentileri boşa çıkarmıştı ve test pilotu olarak tutan Hintliler umudunu kesmişti.
F1 ‘e Hintliler gibi yine yıkım satın alarak, yeni giren Rus’ların takımı Marussia F1 2013 yılında Bianchi’yi ana pilot olarak kadrosuna kattı. Beklentiyi tam karşılamayan Bianchi, Marussia F1’in Luiz Razia ile sözleşme yenilemeyecek olması ile onun şansı olmuştu. 2013 yılında yarışlarda bir kez 15. olma başarısı göstermesine rağmen kendisi ve takımı hiç puan kazanamamıştır.
2014 yılında Marussia F1 kendisi ile devam etme kararı aldı. Bu inadı gösteren takıma Bianchi de kendi evi diyebileceğimiz Monaco Grand Prix’sinde, vatandaşlarının önünde 9. Olma başarısını göstererek ilk puanları kazandırdı. Kendisinin de ilk puanları olan bu yarış özgüveni yerine getirmişti.

5 Ekim 2014 tarihi ise spot tarihine geçecek kara günlerden biri olacaktı. Japonya Suzuka’da yapılacak Grand Prix öncesi Phanfone Tayfunu nedeniyle pist ıslanmış ve yarışın zorlu geçeceği belli olmuştu. Yarışın 43. turunda daha önce kaza yapıp pistin dışına çıkıp kaza yapan Sauber aracını çekmekte olan vince, aracın kontrolünü kaybedip çok hızlı bir şekilde arkadan çarpmıştı.
Olay yerine ilk gelen sağlık görevlileri Bianchi’yi bilinci kapalı halde bulmuş ancak hava şartlarının da çok kötü olması sebebiyle en yakın hastaneye hava ambulansla 32 dakikada ulaştırabilmişlerdi. Omur ilik ve kafatası yaralanması olan Bianchi 1 aya yakın solunum cihazına bağlı olarak Japonya’da hastanede kalmış durumu stabil ancak iyileşme göstermeyen Bianchi ailesi tarafından tedavisinin devam etmesi için Fransa Nice şehrindeki hastaneye nakledildi. 

Bir diğer F1 efsanesi Schumacher’in kaderini paylaşan Bianchi aylarca yoğun bakımda, bilinci kapalı ve komada kaldı ancak 17 Haziran 2015’de hastanede hayatını kaybetti.
1994 yılında F1 efsanesi Ayrton Senna’dan sonra pist kazası nedeniyle hayatını kaybeden ilk sürücü olan Bianchi’nin cenazesine neredeyse tüm F1 camiası ve pilot arkadaşları katılmış ve genç yaşında hayata, hedeflerine veda eden arkadaşlarına son görevlerini yerine getirmişlerdi.
Temelde Formula 1 tutkusunu sorguya çeken yazıyı bitirdikten sonra ilk iş, Jules Bianchi’nin o son kabul edilemez kazasının videosu ile yüz yüze kalıyorsunuz. Bianchi’in yolculuğuna eşlik ettiğimiz beş dakikalık okuma süreci, F1’in motor homurtusu ile olağan dışı ilişkisini betimleyen o anlar bir kez daha aklıma düştü.

2 Eylül 2020 Çarşamba

Bir Panini Geleneği

Son günlerde süpermarkette benzer bir karşılama seromonisi yaşıyorum. Çocukluğumu, gençliğimi birlikte geçirdiğim şey, orada duruyor. Görmezden gelmek istiyorum, bunu yapmak için yolumu değiştiriyorum. Biliyorum, o da orada, o da durduğu rafta beni bekliyor. Süpermarket arabasını daha hızlı sürüyorum yanından geçerken. Renkli paketler, küçük çıkartmalar ve 10'lu yaşlardan beri değişmeyen bir heyecan. Gerçekten değişmedi mi?
Evet, iki yılda bir, büyük futbol turnuvaları oynanır. Ve o turnuvanın en heyecan verici tarafı öncesidir. Kuraların çekilmesi, gruplardan çıkacak takımların tahmin edilmesi, kadroların açıklanması, maç saatlerine bakıp onu günün hangi vaktinde izleneceğinin planlanması ve çıkartma albümü.

Evet, Panini çıkartma albümleri Dünya Kupasına ve Avrupa Futbol Şampiyonlarına dair en güzel şeylerden birisi.
Çoğunun Dünya Kupasından ziyade, Avrupa Şampiyonasıyla başlamıştır bu sevda. Pek çoklarının efsane olarak hatırladığı, aslında sadece bizim kuşağın Panini’yle ilk teması olduğu için efsane sayılan, yoksa herhangi bir albümden farkı olmayan o albüm… Kapağında Alessandro Del Piero’nun Matthias Sammer’e çalım atmaya çalıştığı bir karenin bulunduğu, içinde Türkiye’nin de bulunduğu ilk çıkartma albümü. 1996 Avrupa Şampiyonası…

Panini resmi olarak 1961’de kurulmuş bir şirket. Modena’da Panini Kardeşler tarafından kurulan ve ilk koleksiyonu İtalya Ligi, Calciatore olan bir şirket. Ancak Panini kardeşlerin daha önceden bir deneyimleri var ve bu 1930’larda yaşanan bir hikayeye dayanıyor. Modena’da yaşayan Panini ailesinin 8 çocuğu var dördü kız dördü erkek. Ekonomik buhran sonrası zor zamanlar yaşayan bir aile. Çocuklar da çalışarak aile bütçesine katkıda bulunuyorlar.
İtalya Bisiklet Turu her sene Modena’dan geçiyor ve ailenin bir fotoğraf makinesi var. Çocuklar bu makineyle geçen bisiklet yarışçılarının fotoğraflarını çekiyorlar ve daha sonra yarışı canlı takip eden insanlara satarak para kazanıyorlar.


Bir yıl çok yağmur yağıyor ve kimse yarışları izlemeye gelmiyor. Dolayısıyla elde kalan fotoları Milano’da bir gazeteye satıyorlar. Gazete de bu fotoğrafları zarflayarak okurlarına hediye ediyor. Gazeteyle birlikte bir zarf alan okurlar ne olduğunu bilmeden zarfı açıyorlar ve hoş bir sürpriz oluyor. Bir anda fotoğraflar koleksiyon ürünü mertebesine erişiyor.
O zamanlardan deneyimleri var aslında ve büyüdüklerinde bisiklet yarışçılarıyla değil, futbolcularla bu işi yapmay gelenek haline getiriyorlar. Tabi o zaman sadece İtalya’dalar.
1970’e kadar İtalya’da devam eden ve 1970’de ilk kez uluslararası bir turnuvayla dünyaya açılan bu ileri görüşlü İtalyanların işi, 1970’de Meksika’da düzenlenen FIFA Dünya Kupası için bir albüm yayınlamayı ihmal etmiyorlar. Bu hızlı bir büyümeye yol açınca, 1974’te Almanya’da bir alt şirket kuruluyor. Panini Almanya. Zamanla İspanya, Fransa ve İngiltere ofisleri kuruluyor.

Bu süreç koleksiyoncu bir sürü çocuğu beraberinde doğurduklarından habersizce… Panini bir dünya devi oluveriyor. 13 ayrı ülkede ofisleri olan ve Avrupa’nın nadide parçalarından çok büyük bir marka! Pek tabi ki Güney Amerika’yı yabana atmıyorlar. Brezilya, Meksika, Şili de de ofisleri var. Ve bizler için büyük şölen epey gecikmeli de olsa 2007 yılında Panini Türkiye olarak şampanya patlıyor.
Bu ülkeler dışında Panini dünyada 100’den fazla ülkede yerel şirketler tarafından pazarlanmakta. Hiç tahmin etmedikleri bir marka kurmaya çalışan İtalyan kardeşler, dünyada yılda 1 milyar doların üzerinde ciro yapıyor yanına promosyn olarak, her yıl dünyada 400’ten fazla koleksiyon üretiyorlar. Çılgınca. Kabul edelim über çılgınca.

Futbol menşeli olsalar da yalnız değiller, basketbol, Olimpiyat Oyunları, Rugby, Buz Hokeyi gibi sporları da himeyeleri altında.
Bizim nesil, bir şeyi güzel bitirmeye hep özen göstermiştir. Bir de gaza gelmek ruhumuzda var. Müptela olmuş bu koleksiyon sevdasına kanımca bu sefer defteri kapattık. Sadece süpermarkette köşe bucak kaçtığım (bizim nesle sözümona), bence biz bu geleneğe, tutkuya, bağlılığa sahip olan son kuşak olacağız. Çünkü biz futbola doygunluğuyla büyümüş bir kuşak değiliz. Bizim için futbol haftada tek gündü, geri kalan günlerde futbolcular sürekli demeç veren, sakat olup olmamasını bırakın, ne müzik dinlediğini bile bildiğimiz adamlar değillerdi, büyülü kahramanlardı. Football Manager ve FIFA yoktu, ya da bu kadar baskın değildi. Ama bizim için bir gelenek!