Bir şut çekti ve kaleci göğsüyle kurtardı. Aman Allah'ım! Neler oluyor sahada? Kaleci topu kurtardı ama çalım atarak orta sahaya kadar geldi. Çare bulamıyorlar bu adama ve sonunda faul yaparak durdurabildiler.
Kimden mi bahsediyorum? O bu zamana kadar gelmiş geçmiş Kolombiya'nın efsaneler yazmış kalecisi Rene Higuita.
İlk olarak 80'ler de fark edilse de. Asıl büyük açılımını 1990 Dünya Kupasında Kolombiya Milli Takım kalecisi olarak adını yazdırdı.
Sadece kaleci olarak tanımlamak yanlış olur. O takımın defansı, forveti... Bel-kemiği.
Onu kimse durduramıyordu. Hem kalesini koruyor hem de takımına, maça heyecan getiriyordu. Yaptığı çalımlarla şu an büyük takımlarda oynayan belli başlı oyuncular dışında kimse yapamıyordu. Takımdakiler onu bu taktiklerine o kadar alışmışlardı ki paslaşarak o kritik durumda çabucak çıkmayı başarabiliyordu.
1993'te uyuşturucu kullanmasından ötürü 8 ay hapis yatmış, 94'te düzenlenen Dünya Kupasına katılamamıştı.
Rene Higuita maç esnasında yaptığı çılgın hareketleriyle "El Loko" (Manyak) lakabını almıştır.
95'te Wembley Stadyumunda İngiltere-Kolombiya maçında İngiliz oyuncunun çektiği şutu (mutlak golü) akrep kurtarışıyla kurtararak "akrep vuruşu" lakabını alır.
Futbolun her mevkisi için doğmuş fakat hangi alanda oynayacağına karar verememiş de kaleci olmuş gibi havası var. Penaltı kurtarışları, frikikten kaleye çektiği şutlar, golleriyle tam anlamıyla futbol adamı.
Dünyanın en golcü 4. kalecisi olarak tarihe adını yazdırmıştır. Düşününki bir kaleci halk kahramanı olsun!
Takımının çılgın kalecisi ve sonsuza dek ilk akla gelen kaleci olarak çalımını yapsın.
İşte çılgın kaleci!
30 Haziran 2015 Salı
29 Haziran 2015 Pazartesi
EURO 2008 Türkiye Efsanesi
Oynamak kadar izlemesinin de bir o kadar heyecanlı bir spor futbol. Hele ki bir de "Milli Maçlar" ise, hop oturup hop kalktığımız, tansiyon ve kalp ilaçlarımızı yanınızdan ayırmayacağınız adrenalin oyunu haline dönüşüveriyor.
Televizyon karşısına tüm ailenin birlikte geçtiği; annemizin top rakipteyken "kış kış" dediği, babalarımızın "o topa öyle vurulur mu" söylemleri gol atıldığı zaman kardeşlerin "bi beşlik" çaktığı anlar. Bunları o an yaşayamazsanız bomboş kaleye gol atamayan futbolcu gibi kalakalırsınız.
Ülkemiz futbolunda son 3-4 yıldır "duraklama" dönemi yaşanıyor gibi görünse de bizi heyecanlandıran maçlarda olmadı değil. Ancak bugün ben sizleri her dakikanın ve gollerin insan sağlığını zorlayan akıl almaz bir turnuvaya götürmek istiyorum.
2008 yılının haziran ayındayız. İnsanın içini sıcacık yapan atmosfer var. Euro 2008 Avrupa Kupasında A grubunda Portekiz, İsviçre ve Çek Cumhuriyeti üçlüsü ile eşleşiyoruz. Grupta favori Portekiz bizde şansımızı ikincilik için zorlayacağız düşüncesiyle başladık. İlk maçı Portekizlere karşı 2-0 kaybederek umutlarımızı artık ikincilik olarak zorlayacaktık.
İkinci maçımızda İsviçreyi 2-1 yenerek nefes alıyor ve umutlarımızı son maça taşıyoruz. Öyle maç olacaktı ki yazarken bile o anları yaşıyor gibiyim. Gözümün önünde sevinç çığlıkları.
Dakika 75 olmuş ve milli takımımız 2-0 geride. Çek taraftarlar çeyrek final kutlamaları yapmaya başlıyor. Bir dakika! Arda'nın muazzam şutuyla 2-1 yapıyoruz. Günümüzde bile paylaşılamayan kaleci Petr Cech bir anlık hatasıyla Nihat Kahveci affetmiyor ve 2-2 oluyor skor.
Ekranları karşısında izleyen, tribünlerde seyreden Türkler çıldırıyor. Henüz maç bitti mi? Hayır! Biz yine son sözü Nihat Kahveci'ye bırakıyoruz. Mükemmel vuruşuyla ağları deliyor.
Durum 3-2 oldu. Ancak o da ne! Volkan Demirel 91. dakikada direk kırmızı kart görüyor. Tam "oh be aldık bu maçı" derken! Kaleye Tuncay Şanlı geçiyor. Takımımızı hakem düdüğü çalana dek bir sağa bir sola inanarak, isteyerek ve milli güçle kurtarışlar yapıyor. Bu fırtınalı maçtan sonra çeyrek finaldeki rakibimiz Hırvatistan'a gözdağı veriyoruz bir anlamda.
Bu arada Çek Cumhuriyeti-Türkiye maçı Euro 2008'in en heyecanlı maçı seçilmişti. Nefeslerin tutulduğu maç tüm Avrupayı sarmış.
Çeyrek finaldeyiz ilk 90 dakika boyunca gol olmadığı gibi birkaç gün önce heyecanlı maçı seçilen milli takım değilmiş gibi sıkıcı denebilecek 90 dakikayı arkamızda bırakıyoruz. Maç ilk uzatmasında da gol sesi çıkmayınca bu maçın penaltılara gideceği belli oldu.
Acaba öyle mi? 118. dakikada Modric'in atacağı golle Hırvatlar öne geçiyor ve sadece yarı finalin elimizden kayıp gitmesine 2 dakika var. Derler ya maç 90 dakika bu maç için 120 dakika diyerek düzeltiyorum.
Rüştü uzun bir top atıyor ceza sahasına. Kader mi, tesadüf mü, şans mı yorumu size bırakıyorum. Bir şekilde Semih Şentürk'ün önüne düşüyor o top. Sol ayağıyla gelişigüzel şut çekiyor, savunmaya çarpıp gol oluyor.
Yılların maç spikeri Yalçın Çetin bu maçı unutulmaz kılıyor. Semih'in golünden sonra o anki coşkuyla kendinden geçiyor, aralıksız "Semiiiih, Semiiih, Semiiih..." diyor.
Çılgınlar gibi sevinen Türkler, oyuncular, korna çalarak "Türkiye, Türkiye" tezahüratı yapanlar. Sanki final maçını kazandık. Yine mucizeler yaratmıştık.
Avrupa basını, futbol dünyası milli takımımızı konuşuyor. İsveçli basın mensupları; " Bu Türkler kaç canlı?, bitti dediğin anda bile zafer çıkartmayı başaran Milliler, inanılmaz Türk zaferi" şeklinde konuşmalarla bizde kaç canlı olduğumuzu sorguluyoruz. Buna yürek dayanmaz!
Maçı penaltılarla alıyor ve yarı finale çıkıyoruz. Almanya'ya 3-2 yenilmekten kurtulamasak da çok şey kattı bu turnuva milli takımımıza.
İçimizi ısıtan 2008 yılından sonra bir türlü kendimize gelemedik milli takım olarak. Aslında o "milli ruhu" kaybetmedik ama bir şey eksik gibi. Eeee haydi Euro 2008 ruhunu geri alalım!
Televizyon karşısına tüm ailenin birlikte geçtiği; annemizin top rakipteyken "kış kış" dediği, babalarımızın "o topa öyle vurulur mu" söylemleri gol atıldığı zaman kardeşlerin "bi beşlik" çaktığı anlar. Bunları o an yaşayamazsanız bomboş kaleye gol atamayan futbolcu gibi kalakalırsınız.
Ülkemiz futbolunda son 3-4 yıldır "duraklama" dönemi yaşanıyor gibi görünse de bizi heyecanlandıran maçlarda olmadı değil. Ancak bugün ben sizleri her dakikanın ve gollerin insan sağlığını zorlayan akıl almaz bir turnuvaya götürmek istiyorum.
2008 yılının haziran ayındayız. İnsanın içini sıcacık yapan atmosfer var. Euro 2008 Avrupa Kupasında A grubunda Portekiz, İsviçre ve Çek Cumhuriyeti üçlüsü ile eşleşiyoruz. Grupta favori Portekiz bizde şansımızı ikincilik için zorlayacağız düşüncesiyle başladık. İlk maçı Portekizlere karşı 2-0 kaybederek umutlarımızı artık ikincilik olarak zorlayacaktık.
İkinci maçımızda İsviçreyi 2-1 yenerek nefes alıyor ve umutlarımızı son maça taşıyoruz. Öyle maç olacaktı ki yazarken bile o anları yaşıyor gibiyim. Gözümün önünde sevinç çığlıkları.
Dakika 75 olmuş ve milli takımımız 2-0 geride. Çek taraftarlar çeyrek final kutlamaları yapmaya başlıyor. Bir dakika! Arda'nın muazzam şutuyla 2-1 yapıyoruz. Günümüzde bile paylaşılamayan kaleci Petr Cech bir anlık hatasıyla Nihat Kahveci affetmiyor ve 2-2 oluyor skor.
Ekranları karşısında izleyen, tribünlerde seyreden Türkler çıldırıyor. Henüz maç bitti mi? Hayır! Biz yine son sözü Nihat Kahveci'ye bırakıyoruz. Mükemmel vuruşuyla ağları deliyor.
Durum 3-2 oldu. Ancak o da ne! Volkan Demirel 91. dakikada direk kırmızı kart görüyor. Tam "oh be aldık bu maçı" derken! Kaleye Tuncay Şanlı geçiyor. Takımımızı hakem düdüğü çalana dek bir sağa bir sola inanarak, isteyerek ve milli güçle kurtarışlar yapıyor. Bu fırtınalı maçtan sonra çeyrek finaldeki rakibimiz Hırvatistan'a gözdağı veriyoruz bir anlamda.
Bu arada Çek Cumhuriyeti-Türkiye maçı Euro 2008'in en heyecanlı maçı seçilmişti. Nefeslerin tutulduğu maç tüm Avrupayı sarmış.
Çeyrek finaldeyiz ilk 90 dakika boyunca gol olmadığı gibi birkaç gün önce heyecanlı maçı seçilen milli takım değilmiş gibi sıkıcı denebilecek 90 dakikayı arkamızda bırakıyoruz. Maç ilk uzatmasında da gol sesi çıkmayınca bu maçın penaltılara gideceği belli oldu.
Acaba öyle mi? 118. dakikada Modric'in atacağı golle Hırvatlar öne geçiyor ve sadece yarı finalin elimizden kayıp gitmesine 2 dakika var. Derler ya maç 90 dakika bu maç için 120 dakika diyerek düzeltiyorum.
Rüştü uzun bir top atıyor ceza sahasına. Kader mi, tesadüf mü, şans mı yorumu size bırakıyorum. Bir şekilde Semih Şentürk'ün önüne düşüyor o top. Sol ayağıyla gelişigüzel şut çekiyor, savunmaya çarpıp gol oluyor.
Yılların maç spikeri Yalçın Çetin bu maçı unutulmaz kılıyor. Semih'in golünden sonra o anki coşkuyla kendinden geçiyor, aralıksız "Semiiiih, Semiiih, Semiiih..." diyor.
Çılgınlar gibi sevinen Türkler, oyuncular, korna çalarak "Türkiye, Türkiye" tezahüratı yapanlar. Sanki final maçını kazandık. Yine mucizeler yaratmıştık.
Avrupa basını, futbol dünyası milli takımımızı konuşuyor. İsveçli basın mensupları; " Bu Türkler kaç canlı?, bitti dediğin anda bile zafer çıkartmayı başaran Milliler, inanılmaz Türk zaferi" şeklinde konuşmalarla bizde kaç canlı olduğumuzu sorguluyoruz. Buna yürek dayanmaz!
Maçı penaltılarla alıyor ve yarı finale çıkıyoruz. Almanya'ya 3-2 yenilmekten kurtulamasak da çok şey kattı bu turnuva milli takımımıza.
İçimizi ısıtan 2008 yılından sonra bir türlü kendimize gelemedik milli takım olarak. Aslında o "milli ruhu" kaybetmedik ama bir şey eksik gibi. Eeee haydi Euro 2008 ruhunu geri alalım!
28 Haziran 2015 Pazar
Cebinizdeki Para Hiç Bu Kadar Değerli Olmuş Muydu?
Babası oyuncaklarla oynayan kızını elinden tutup doğruca evlerinin tam ortasına getirdi. Eline bir raket verip nasıl tutulacağını ve tenis sporu nedir kısa bir giriş yaptı.
Sadece 4 yaşındayken şaşkınlıkla ve merakla kortta tenis oynamaya başlamıştı. Onun yaşındakiler daha yemek kaşığını yeni yeni tutmayı öğrenirken Steffi Graf "boyundan büyük" işler yapmak için sahada tenisin inceliklerini öğreniyordu.
1984 yılında Wimbledon'da gösterdiği performansıyla, seyircilerle dolup taştığı kortta alkışlarla yükseliyordu. Işıl ışıl bir kariyere doğru emin adımlarla...
Peşi sıra bu başarıları 377 hafta ile dünyanın en uzun süre 1 numarada kalmayı başaran tenisçi unvanını ve Open Era'da 22 Grand Slam kazanarak en çok Grand Slam kazanma başarısını göstermesinde çok büyük katkısı var.
Maçların her zaman favorisiydi. Forehand vuruşlarıyla mucizeler yaratırdı. Kendine has, sakin ve sadece işine odaklı başarı hikayeleriyle dolu bir tenisçi oldu Graff.
Ancak küçük bir pürüz vardı. Gerçekte pürüz sayılmasa da tüm kızların ilk koruyucuları babaları. Ah şu babalarımız yok mu!
Hem antrenörlüğünü yaptığı hem de özel hayatına müdahale etmesiyle Graf'ın özel hayatı sıfır noktasındaydı. Antrenmanlar ve turnuvalar arası mekik dokuyordu.
Graf eteğine taktırdığı tenis toplarını yere bırakıp süzülüşlerini izledi bir süre ve sonra babasına döndü. Steffi Graf artık aşık olmuştu. Üstelik kendisi gibi kortlarda rüzgar estiren Andre Agassi'ye.
Graf'a aşık olan sadece Andre Agassi değildi. Sempatik bir hayranı daha vardı gönlünü kaptıran.
Maça konsantre olmuş, servisini kullanmak üzere iken hayranından evlenme teklifi aldı. Tabi kimse böyle bir duruma alışık olmadığı için seyirciler kahkahalar eşliğinde yanıtı bekler..
Graf servisini kullanmaya başlayacakken tatlı tebessümü eşliğinde esprili cevabını söyleyerek;
-Graf "Ne kadar paran var?" der.
Kendimizi tenis maçından daha çok "talk-show" programındaymış gibi hissettirir.
Graf'ın maç ve seyirciyle bütünleşik oynaması onu her zaman bir adım öne geçirdi.
Çünkü seyirci hangi milletten olursa olsun en büyük destekçisidirler. Yere düştün mü de ilk elinden onlar tutar, ayağa kaldırır.
Sadece 4 yaşındayken şaşkınlıkla ve merakla kortta tenis oynamaya başlamıştı. Onun yaşındakiler daha yemek kaşığını yeni yeni tutmayı öğrenirken Steffi Graf "boyundan büyük" işler yapmak için sahada tenisin inceliklerini öğreniyordu.
1984 yılında Wimbledon'da gösterdiği performansıyla, seyircilerle dolup taştığı kortta alkışlarla yükseliyordu. Işıl ışıl bir kariyere doğru emin adımlarla...
Peşi sıra bu başarıları 377 hafta ile dünyanın en uzun süre 1 numarada kalmayı başaran tenisçi unvanını ve Open Era'da 22 Grand Slam kazanarak en çok Grand Slam kazanma başarısını göstermesinde çok büyük katkısı var.
Maçların her zaman favorisiydi. Forehand vuruşlarıyla mucizeler yaratırdı. Kendine has, sakin ve sadece işine odaklı başarı hikayeleriyle dolu bir tenisçi oldu Graff.
Ancak küçük bir pürüz vardı. Gerçekte pürüz sayılmasa da tüm kızların ilk koruyucuları babaları. Ah şu babalarımız yok mu!
Hem antrenörlüğünü yaptığı hem de özel hayatına müdahale etmesiyle Graf'ın özel hayatı sıfır noktasındaydı. Antrenmanlar ve turnuvalar arası mekik dokuyordu.
Graf eteğine taktırdığı tenis toplarını yere bırakıp süzülüşlerini izledi bir süre ve sonra babasına döndü. Steffi Graf artık aşık olmuştu. Üstelik kendisi gibi kortlarda rüzgar estiren Andre Agassi'ye.
Graf'a aşık olan sadece Andre Agassi değildi. Sempatik bir hayranı daha vardı gönlünü kaptıran.
Maça konsantre olmuş, servisini kullanmak üzere iken hayranından evlenme teklifi aldı. Tabi kimse böyle bir duruma alışık olmadığı için seyirciler kahkahalar eşliğinde yanıtı bekler..
Graf servisini kullanmaya başlayacakken tatlı tebessümü eşliğinde esprili cevabını söyleyerek;
-Graf "Ne kadar paran var?" der.
Kendimizi tenis maçından daha çok "talk-show" programındaymış gibi hissettirir.
Graf'ın maç ve seyirciyle bütünleşik oynaması onu her zaman bir adım öne geçirdi.
Çünkü seyirci hangi milletten olursa olsun en büyük destekçisidirler. Yere düştün mü de ilk elinden onlar tutar, ayağa kaldırır.
Etiketler:
#champion,
#grandslam,
#steffigraf,
#tenis,
#tennis,
#wimbledon,
#women
27 Haziran 2015 Cumartesi
Siz Korsan Bisikletçiyi Tanıyor Musunuz?
Kimsenin çıkamaz denilen yokuşları tırmanmak, sıcağın altında saatlerce sele üzerinde pedal çevirmek... İşte bu sporu "spor" yapan, diğerlerinden farklı kılan karakteri!
Bisiklet sadece zorlukları ile değil bu spora gönül bağıyla bağlanmış sporcularıyla da farklı kılıyor.
Bazı bisikletçiler vardır ki diğerlerine göre hem sporunu hem de hayatını uçlarda yaşayanlardandır. Tabii ki de buna en çarpıcı örnek Marco Pantani'dir.
Evet, gerçekten de enteresan bisikletçiydi Pantani. Tırmanışlarından, davranışlarına ve yaşadıklarına kadar. Ölümü de bir o kadar sarsıcı ve esrarengiz oldu.
Dünya çapında tanınan İtalyan bisikletçi Marco Pantani 1998'de yapılan Tour de France ve Giro D'Italia yarışlarında şampiyonluk yaşamıştı.
Arkasında bıraktığı kısa ömrüne başarılar, çöküntüler, büyük bir hayran kitlesi bıraktı Marco Pantani. Ölümünün ardından Pantani adına kitaplar, şarkılar ve de bir filmin (Pantani: The Accidental Death of a Cyclist) konusu olmuştu.
Bisiklet sadece zorlukları ile değil bu spora gönül bağıyla bağlanmış sporcularıyla da farklı kılıyor.
Bazı bisikletçiler vardır ki diğerlerine göre hem sporunu hem de hayatını uçlarda yaşayanlardandır. Tabii ki de buna en çarpıcı örnek Marco Pantani'dir.
Evet, gerçekten de enteresan bisikletçiydi Pantani. Tırmanışlarından, davranışlarına ve yaşadıklarına kadar. Ölümü de bir o kadar sarsıcı ve esrarengiz oldu.
Dünya çapında tanınan İtalyan bisikletçi Marco Pantani 1998'de yapılan Tour de France ve Giro D'Italia yarışlarında şampiyonluk yaşamıştı.
Tüm bisiklet severler bu inanılmaz adamı ayakta alkışlıyordu. Tam anlamıyla yol bisikletçisi olan Pantani bunun yanı sıra zorlu yokuşlarda en önü kimseye bırakmıyordu. Arka arkaya aldığı birincilikler beraberinde mutluluğu getirmedi. Yaşadığı zaferleri dopinglere borçlu kaldı. Bunlar yetmedi Tour de France yarışından men edildi.
Kullandığı doping ilaçlarının şampiyonluk için kısmen yararını görürken arkasından doping ilaçlarının yan tesirlerini görmeye başladı. Asla normal bir bisikletçi olamadı, olamayacaktı da. Doping ilaçları beraberinde depresyona sürükledi.
Son zamanlarda hayatını en dipte yaşamaya başlamıştı. Çevresi, ailesi ve arkadaşları onun için kaygılanıyordu.
Yolun sonunun karanlık olduğunu Pantani dışında herkes görüyordu. Belki de Pantani'de böyle olmasını istiyordu.
Depresyon, uyuşturucu bağımlılığı, üst üste gelen başarısızlıklar ve kabullenememe en ağır şekilde yaralıyordu. Dümdüz yolda vitesini sürekli düşürüyordu. Halbuki zorlu yolların tırmanıcısıydı.
Onunla bu spora gönül vermiş, herkeste hayranlık bırakmıştı. Destekçileri tekrar yollara dönmesini dört gözle bekliyordu. Nitekim hazırlıksız da olsa yollara " Merhaba" dedi.
Yokuş aşağı giden bisikletine fren sıkmak için 2000'li yıllarda düzensiz de olsa yarışlara katılmaya başladı. Ancak Pantani artık eski Pantani değildi. Lakin bu yarışlarda kısa sürdü.
Sessizlik hakimdi bisiklet camiasında! Sanki şiddetli yağmur öncesi kasvetli gökyüzü gibi. Neden mi? 14 Şubat 2004'de Rimini'de kaldığı otel odasında ölü bulundu. Ölümü de yaşamı gibi çarpıcı oldu. Ölüm nedeni odadaki psikiyatri ilaçları, kokain maddeleri olduğu düşünüldü. Yinede intihar mı yoksa öldürüldü mü haberleri ile gizemini koruyor.
Sadece bisiklet zaferleri ile değil tarzıyla da çok konuşuluyordu. Kendine has stili olan Pantani'nin dazlak kafası, taktığı küpesi, bandanası ve kepçe kulaklarıyla Marco Pantani'yi "ıl Pirata" yani "Korsan" olarak lakap takmışlardı.
Aydan Çelik - Bi Tur Versene kitabından |
Etiketler:
#bike,
#bisiklet,
#cyclist,
#korsan,
#marcopantani,
#Pantani,
#tourdefrance
26 Haziran 2015 Cuma
Güneşin Doğmadığı Gün: Heysel Faciası
Metronun rüzgarıyla savrulan saçlarım ve telaş içinde yer bulma çabalarım. Brüksel 6 numaralı metro hattındayım. Atomium'a gitmek için "Heysel" metro durağının merdivenlerini çıkıyorum. Durağın ismi tanıdık geliyor. Stadyumun yanından geçerken adımlarım durma noktasına geliyor ve hızlıca anımsıyorum. 1985 yılındaki Heysel faciasına gidiyorum.
25 Mayıs 1985 Juventus-Liverpool arasındaki Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası oynanılacak. Futbolun konuşulmasını beklerken maç öncesi başlayan ölümlü olaylar konuşulur oldu maalesef. İngilizler maç başlamadan önce ilk sinyallerini vermişlerdi esasında. Brüksel'in birçok yerinde taşkınlıklar yapmış bu taşkınlıklar kavgaya dönmüştür.
Maçın başlamasına kısa bir süre kalmışken İngiliz taraftarları Juventus taraftarına saldırmış, kaçmak isteyen Juventus taraftarı stadyumun duvarı çökmesi sonucu 39 kişinin yaşamını yitirmesi ile birlikte 600'e yakın kişininde izdiham sonucunda ezilmesiyle kanlı bir son buldu.
Bazı verilere göre bu felaketin 1 yıl öncesine dayanan bir "intikam" olarak belirtilmekte. Roma'da Liverpool-Roma kupa finalinde Roma taraftarlarının Liverpool taraftarlarına saldırmıştı. 1 yıl sonra ise buna deyim yerindeyse "kan davasına" çeviren Liverpool taraftarı ve İngiliz holiganları ile birlikte çoğunluk sağlayıp Heysel faciasına sebep olmuşlardı.
Tarihe kanlı bir leke olarak yazıldı.
Stadyumda yaşanan bu felaketler esnasında Liverpool oyuncuları maça çıkmak istememiş sonrasında stadyumun tribünleri tamamen boşaltılmıştır. Maçı Juventus Michel Platini'nin attığı golle 1-0 kazanmıştır.
Heysel faciasına bir de şöyle bir bakış açısı var. Heysel Stadyumu güvenlik zaafının olduğu, acil olarak yenileme ve güçlendirme çalışmalarının yapılması gerektiği tespiti yapılmış. Ancak yetkililer son maç olarak Juventus-Liverpool maçının olmasına karar verilmesinden kurtulamamıştır.
Heysel faciasından kısa bir süre sonra Heysel Stadyumu ismini değiştirip "Kral Baudouin" stadyumu olmuştur.
Facianın yankıları sürerken İngiliz takımlarına 5 yıl, Liverpool takımına ise 6 yıl müsabakalardan men cezası ile cezalandırılmıştır.
Ne yazık ki Heysel faciası sanki hiç olmamış gibi kimse bu olaylardan ders almamış. Aradan 4 yıl geçtikten sonra benzer bir olay İngiltere'de meydana geldi. Sheffield'deki Hillsborough Stadyumunda yaklaşık 100'e yakın Liverpool taraftarı ezilerek can verdi.
Bu olaylardan sonra İngiltere Liginde devrim niteliği taşıyan kararlar alındı. Çitlerin kaldırılması, koltuk sistemine geçilmesi ve statlara kameraların yerleştirilmesi gibi.
Hakem düdüğü çaldı. Stadyumda tek bir ses bile çıkmıyordu. Juventus'un kazandığı kupa yerini siyah ve buruk bir geceye bıraktı. Heysel faciası tarihe kara bir leke olarak kazınmış oldu!
25 Mayıs 1985 Juventus-Liverpool arasındaki Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası oynanılacak. Futbolun konuşulmasını beklerken maç öncesi başlayan ölümlü olaylar konuşulur oldu maalesef. İngilizler maç başlamadan önce ilk sinyallerini vermişlerdi esasında. Brüksel'in birçok yerinde taşkınlıklar yapmış bu taşkınlıklar kavgaya dönmüştür.
Maçın başlamasına kısa bir süre kalmışken İngiliz taraftarları Juventus taraftarına saldırmış, kaçmak isteyen Juventus taraftarı stadyumun duvarı çökmesi sonucu 39 kişinin yaşamını yitirmesi ile birlikte 600'e yakın kişininde izdiham sonucunda ezilmesiyle kanlı bir son buldu.
Bazı verilere göre bu felaketin 1 yıl öncesine dayanan bir "intikam" olarak belirtilmekte. Roma'da Liverpool-Roma kupa finalinde Roma taraftarlarının Liverpool taraftarlarına saldırmıştı. 1 yıl sonra ise buna deyim yerindeyse "kan davasına" çeviren Liverpool taraftarı ve İngiliz holiganları ile birlikte çoğunluk sağlayıp Heysel faciasına sebep olmuşlardı.
Tarihe kanlı bir leke olarak yazıldı.
Stadyumda yaşanan bu felaketler esnasında Liverpool oyuncuları maça çıkmak istememiş sonrasında stadyumun tribünleri tamamen boşaltılmıştır. Maçı Juventus Michel Platini'nin attığı golle 1-0 kazanmıştır.
Heysel faciasına bir de şöyle bir bakış açısı var. Heysel Stadyumu güvenlik zaafının olduğu, acil olarak yenileme ve güçlendirme çalışmalarının yapılması gerektiği tespiti yapılmış. Ancak yetkililer son maç olarak Juventus-Liverpool maçının olmasına karar verilmesinden kurtulamamıştır.
Heysel faciasından kısa bir süre sonra Heysel Stadyumu ismini değiştirip "Kral Baudouin" stadyumu olmuştur.
Facianın yankıları sürerken İngiliz takımlarına 5 yıl, Liverpool takımına ise 6 yıl müsabakalardan men cezası ile cezalandırılmıştır.
Ne yazık ki Heysel faciası sanki hiç olmamış gibi kimse bu olaylardan ders almamış. Aradan 4 yıl geçtikten sonra benzer bir olay İngiltere'de meydana geldi. Sheffield'deki Hillsborough Stadyumunda yaklaşık 100'e yakın Liverpool taraftarı ezilerek can verdi.
Bu olaylardan sonra İngiltere Liginde devrim niteliği taşıyan kararlar alındı. Çitlerin kaldırılması, koltuk sistemine geçilmesi ve statlara kameraların yerleştirilmesi gibi.
Hakem düdüğü çaldı. Stadyumda tek bir ses bile çıkmıyordu. Juventus'un kazandığı kupa yerini siyah ve buruk bir geceye bıraktı. Heysel faciası tarihe kara bir leke olarak kazınmış oldu!
25 Haziran 2015 Perşembe
Şutörlük Tanımına Sığmayan Dev Adam: Stephen Curry
40 yıl aradan sonra Golden State Warriors'un şampiyon olup olamayacağı konuşulurken takım olarak son noktayı koydular. Takımla birlikte yeni ışıklar doğdu. Hiç şüphesiz onlardan biri 27 yaşında, 2 kere All-Star olmuş bir yetenek!
"Stephen CURRY"
Curry, Hokies ve Davidson Kolejinden burs teklifleri almıştı. Kibarca teklifleri geri çevirip Hristiyan okulundaki eğitimine devam etme kararı aldı. Liseyi bitirdikten sonra NCAA'nin önemli takımlarından Davidson Kolejiyle el sıkıştı.
Henüz kimsenin haberi yoktu. Geleceğin yıldızından.
Esasında bazı sinyallerini veriyordu. 2008-09 sezonunda Davidson Kolejiyle maç başına 28.6 sayılık yüzdesi ile ABD'nin en yüksek skoruna sahip Kolej oyuncusu unvanıyla başarı kazanmaya aç bir oyuncu profili olduğunu gösterdi.
Stephen Curry bu performanslara gelebilmesi sanıldığı kadarda kolay olmadı. 2009 yılında NBA seçmelerinde Golden State Warriors takımı için seçilmişti. Kenarda oturmak yerine ilk beş içinde olmalıydı. Bir nevi şans yüzüne güldü. Monta Ellis'in sakatlığı sebebiyle daha fazla süre alarak "muazzam performansıyla" kariyerinde çok büyük bir adım attı.
Gözler üzerindeydi artık!
Tamda işler istediği gibi giderken 2011 yılında ayağından operasyon geçirdi. Daha çok hırslandı, daha çok çalıştı, daha çok istiyordu oynamayı...
Bu kadar zorlu aşamaların üstesinden gelmeye çalışırken yalnız değildi. Kendisi gibi basketbolcu olan olan babası Dell Curry vardı. Stephen kadar başarı hikayeleri yazılmamıştı belki ama o babasına hayrandı.
Maç esnasında ne zaman tribünlere baksa babası Dell'in sevinçleriyle, alkışlarıyla moral depoluyordu.
2014-15 MVP'si Stephen Curry final serisinde Cleveland Cavaliers ile eşleşti. Şu bir gerçekti ki Cleveland'da LeBron James gibi sınır tanımayan bir isim sahaya hükmediyordu. İlk başlarda çekişmeli geçse de seriyi 4-2'ye getirip 40 yıl aradan sonra şampiyon olmayı bildiler.
Özellikle final serisinde öyle harika şutlar attı ki resmen kalıbına sığmıyordu. Ya da şutörlük tanımına sığmıyordu.
Bu seri esnasında herkes MVP'nin LeBron ya da Stephen olmasını beklerken sürpriz bir isim meydan okudu. Andre Iguodala üstün performansıyla seride önemli rol üstlenen isim oldu.
Unutmadan birde bir fenomen var ki Curry'nin kızı Riley Curry. Maçlarda ve maç sonrası yayınlarda babasını yalnız bırakmayan kızı Riley sempatik ve doğal hareketleriyle paylaşım rekorları kırdı.
Başarı tek başına gelen bir süreç değil kesinlikle. Önce sağlam temellerle oturmuş aile gelir. Sonra yeteneklerden bahsetmek mümkün.
24 Haziran 2015 Çarşamba
Potada Masal Yazanlar: Potanın Perileri
Parkeler büyük bir intizamla yerlerine oturtuluyordu usta eller tarafından. Son bir cila çekildikten sonra ustalar ellerini tulumlarına sürdükten sonra memnun bir yüz ifadesiyle sahayı boşalttılar. Her başarının mutfak kısmı vardır. Bir takıma seçilmek, kendi liginde ilk ikiye girebilmek ve adını duyurmak arkasından milli takıma seçilmek.
Zafere ve başarıya açılan perdeler üstüne üstün kadın eliyle. "Biz iddialı bir takımız. Çok dikkatli ve konsantre olmamız gerekiyor. Bu maçı kazanmak istiyoruz." dedi Ekrem Memnun. Takımımızın başında başarıyı perçinlemiş teknik adam. Potanın Perilerinin her birini tek tek anlatmak istesek sayfalarca sürer elbetteki. Ancak 2011 Kadınlar Avrupa Basketbol ikinciliği ile başlayan ve 2014 tarihinde Euroleague Women şampiyonluğuna (Galatasaray ile) ulaştıran Koç için apayrı sayfalar açmak gerekir. Başarıya her zaman titizlik ve inanarak gelen Ekrem Memnun!
Koçun yanı sıra takımımızda oldukça tecrübeli isimler var ki Avrupa'da yankı uyandırıyor.
WNBA'de oynayan ilk Türk kadın basketbolcu ve de milli takımın sonsuz saygısını kazanmış Nevriye Yılmaz. Milli takımımız için büyük bir rol model taşıyor. En iyiyi isteme arzusu, hiç bitmeyen mücadeleci ruhu ve tecrübesi ile daha çok yıllar takımımızın formasını gururlandıracaktır. Bazı kesimler artık daha fazla katkı sağlayamaz demesine rağmen performansını her geçen gün üstüne çıkarak eleştirenlere üçlüğü gönderdi.
Takımda birçok tecrübeli isimden bahsetmek mümkün. Işıl Alben, Birsel Vardarlı, Bahar Çağlar, Şaziye İvegin ve kenardan gelerek katkı sağlayan periler...
Etkileyici geçmiş, hiç beklenmedik anda gelen turnikeleri, asistleri ve güçlü savunmasıyla uluslararası başarılarla dolu Işıl Alben. Gerçek bir oyun kurucu.
İsmail Şenol'unda dediği gibi "Bayan son çeyrek" Birsel Vardarlı. Son dakikalarda atığı üçlük atışlarıyla fileleri havalandıran, takıma her daim inancıyla güç veren isim.
Sahanın her yerinden attığı isabetli atışlar ile de ciddi tehdit oluşturan Bahar Çağlar.
Türk vatandaşlığı alarak milli formayı terleten LaToya Sanders yadsınamaz desteği ile yeni güçler katmış olduk. Hemen hemen her maça ilk beşin içinde çıkan bir isim oldu.
... ve daha diğer masal yazan Potanın Perileri.
Enerjilerini ve tutkularını oyuna katarak önce takım olmayı sonra zafere masal yazan periler.
Teşekkürler.
23 Haziran 2015 Salı
Toprak, Çim Demeden... Roger Federer
Uzun bir gölge belirir toprağın üzerinde. Gelen tek ses toprakta çarpışan küçük taşların savruluşları. Kimse bilmez kim olduğunu. Ancak şapkasının gölgesinden keskin bakışları sahaya göz dağı verir. Ve sahne Ekselanslarının namı diğer FedEx (Federer Express).
İsviçreli tenisçi Roger Federer 17 Grand Slam şampiyonluğu bulunan erkekler tenisine tarihine adını yazdıran ilk tenisçi olması ile birlikte Björn Borg'un Wimbledon'daki 5 kez üst üste kazanma rekoruna ortak olmayı başararak başarı ve şampiyonluk merdivenlerini emin adımlarla çıkarken üstün performansından dolayı arka arkaya 4 kez " Laureus World Sportsman of the Year" ödülünü de kazanmıştır.
Ekselanslarının unutulmayan bir maçı vardır ki kimsenin bitmesini istemediği bir maç. Hakemin her "berabere" demesiyle seyircilerin yüzündeki tatlı tebessüm ve bitmeyen alkışlar.
2008 yılı yer Wimbledon tenis turnuvası maçın ayrı bir önemi final adını taşıyor olması. Üstelik Rafael Nadal'la. Ekranlardaki ve korttaki seyirciler tırnaklarını yerken maçı 3-2 kaybetmişti Federer.
2008 yılı yer Wimbledon tenis turnuvası maçın ayrı bir önemi final adını taşıyor olması. Üstelik Rafael Nadal'la. Ekranlardaki ve korttaki seyirciler tırnaklarını yerken maçı 3-2 kaybetmişti Federer.
Muazzam ve nefes kesiciydi!
Buraya kadar gelinmesi kesinlikle büyük bir başarı hikayesiyle dolu ve yıllar ilerledikçe bir yenisini daha raketiyle havalandıracaktır. Birçok şehirde başarılara imzasını atarken neden Türkiye'de uluslararası tenis organizasyonlarında yok diye sorguluyorsun.
Biraz geç olduğunu düşünsem de yıl 2015'te İstanbul Open Tenis Turnuvasını konuşur bulduk kendimizi. Organizasyonu büyük yapan Federer'in katılıyor olmasıydı elbette. Tüm şehirlerde bilet nasıl bulacağız rüzgarı esiyordu.
Uzun süredir toprak kortta oynamaması Federer'i bir hayli zorlasa da 6 yılın sonunda toprak da zafere kupa kaldırmayı bildi.
2009 yılından beri kırmızı toprak kort turnuvası kazanamayan Majesteleri İstanbul Open'da şampiyon olmuş ( Pablo Cuevas'ı 2-0 yenerek) ve 85. kupasını kaldırmıştı. İstanbul'la birlikte 19 ülkede zafere ulaşarak imzasını attı.
Yapılan eleştirilere rağmen Dünya ikincisini daha çok ayakta alkışlanacak gibi görünüyor.
Türkiye'de daha geniş kitlelere ve tenis alanında ilerlemek isteyenler adına bu tip turnuvalar büyük önem taşıyor.
Teşekkürler.
22 Haziran 2015 Pazartesi
Cinsiyet Ayrımı Olmaksızın Futbol
Üniversitede okuduğum yıllarımın hemen her kız çocuğu gibi dolaylı uyarıların "hayır" anlama geldiğini iyi bildiğimden net konuşmalar yapmayarak pozitife çevirmeye çalıştım.
Şöyle etrafınıza bakın, toplumun geneline yansıyanlara "şu topa kız gibi vurma" cümlesi hakaret içerir oldu. Bunlara rağmen kadınlar azimleri ve başarıları sonucunda "bizde buradayız" diyorlar. Esasında kadın olmanın cinsiyet değilde zorunluluktan var olan kuralmış gibi davrananlara inat!
Basketbolu, futbolu, tenisi, bisikleti yaşamayı seven birisiyim. Daha da doğrusu sporu; hissetmeyi, tatmayı ve en önemlisi de ondan zevk almayı seviyorum. Üstelik bir kız olarak yaşadığım sıkıntılara rağmen. "Sen kızsın ne anlarsın, bu kadar erkeğin içinde ne işin var..." bu tip konuşmalarla karşı karşıya kaldım, direnmeyi öğrendim.
Kadın-erkek stadyumda futbol maçı izlemek çok uzak gibi görünse de futbolun yalın ve eğlenmek için izlenildiğini fark edildiği zaman zevkli hale dönüşecek. Premier Lig, La Liga'ya bakıldığında birçoğu nerdeyse ailesiyle gelmekte. Bu resme bakınca gıpta ediyorum!
Üzüntülerimizi de sevinçlerimizi de uçlarda yaşayan toplum haline dönüştük. Yakın zamanda Türkiye Kupası finalini izlemeye gittim. Üstelik tek başıma! Şunu gözlemleme fırsatım oldu. Taraftarlar kız arkadaşlarıyla, anneleriyle ve kardeşleriyle maçı izlemeye gelmişlerdi. Sohbet edenden, gole sevinen ya da pozisyonu tartışan birçok taraftar gördüm. Ortak bir paydada, saygı çerçevesinde buluşmak gerek.
Benim, senin kısacası bizim elimizde olan durumları görmemezlikten gelmeyerek başlangıç yapılmalı. Her şeyden önce ön-yargılarımızı kenara bırakmayı daha sonrasında da keyif almayı öğrenmek gerekir.
Az ya da çok, fanatik ya da sosyal izleyici olursan ol düşüncelerimizdeki cinsiyet ayrımı olmaksızın bir futbol bağı kur!
Teşekkürler.
Şöyle etrafınıza bakın, toplumun geneline yansıyanlara "şu topa kız gibi vurma" cümlesi hakaret içerir oldu. Bunlara rağmen kadınlar azimleri ve başarıları sonucunda "bizde buradayız" diyorlar. Esasında kadın olmanın cinsiyet değilde zorunluluktan var olan kuralmış gibi davrananlara inat!
Basketbolu, futbolu, tenisi, bisikleti yaşamayı seven birisiyim. Daha da doğrusu sporu; hissetmeyi, tatmayı ve en önemlisi de ondan zevk almayı seviyorum. Üstelik bir kız olarak yaşadığım sıkıntılara rağmen. "Sen kızsın ne anlarsın, bu kadar erkeğin içinde ne işin var..." bu tip konuşmalarla karşı karşıya kaldım, direnmeyi öğrendim.
Kadın-erkek stadyumda futbol maçı izlemek çok uzak gibi görünse de futbolun yalın ve eğlenmek için izlenildiğini fark edildiği zaman zevkli hale dönüşecek. Premier Lig, La Liga'ya bakıldığında birçoğu nerdeyse ailesiyle gelmekte. Bu resme bakınca gıpta ediyorum!
Üzüntülerimizi de sevinçlerimizi de uçlarda yaşayan toplum haline dönüştük. Yakın zamanda Türkiye Kupası finalini izlemeye gittim. Üstelik tek başıma! Şunu gözlemleme fırsatım oldu. Taraftarlar kız arkadaşlarıyla, anneleriyle ve kardeşleriyle maçı izlemeye gelmişlerdi. Sohbet edenden, gole sevinen ya da pozisyonu tartışan birçok taraftar gördüm. Ortak bir paydada, saygı çerçevesinde buluşmak gerek.
Benim, senin kısacası bizim elimizde olan durumları görmemezlikten gelmeyerek başlangıç yapılmalı. Her şeyden önce ön-yargılarımızı kenara bırakmayı daha sonrasında da keyif almayı öğrenmek gerekir.
Az ya da çok, fanatik ya da sosyal izleyici olursan ol düşüncelerimizdeki cinsiyet ayrımı olmaksızın bir futbol bağı kur!
Teşekkürler.
20 Haziran 2015 Cumartesi
90'ların Sporu: MAHALLE/SOKAK FUTBOLU
Son zamanlarda sokakta futbol pek oynanmasa da 90'larda çocuk olan ve sokaklarda top peşinde koşanların bileceği bir kültürden bahsediyorum. Yavaş yavaş unutulmaya yüz tutsa da bu sporu ayakta tutan bir takım kuralları vardı. Hadi gelin hafızamızı geçmişe götürelim.
- Tabii ki ilk akla gelen; 3 korner 1 penaltı
- Duvardan yardım alarak paslaşma yok.
- Kaleden kaleye gol yok.
- Topu patlatan parasını da verir.
- Topu dışarıya atan alır.
- "Abanmasana oğlum" Abanmak yok. :)
- Çok sık rastlanılan durumlardan biride; kendi oyuncun/adamın gol diyor.
- Sizin takım çok güçlü oldu, biri bize geçsin.
- Top arabanın altına kaçarsa, altından alan başlar.
- "Bekleyin" (sokaktan biri geçince)
- Akşam ezanı ile maç biter.
Hemen hemen kız/erkek demeden 90'larda çoğu çocuğun mahalle futbolu oynamışlığı vardır. Olmalıdır da! Çünkü bu futbolun keyfini başka şekilde çıkaramazsınız. Mahalleli çocukların hepsi bir arada " aga topu bana at, oğlum pas versene, gol değil..." gibi bağrışlarını duymak! Daha sonrasında da genelde 1. veya 2. kattaki bir teyze çıkar ve "biraz daha burada oynarsanız topunuzu patlatırım" demesiyle futbola bir set çekilir.
Hatırlıyorum bizim mahallemizde Emine Teyze vardı. Birkaç top patlattığı olmuştu. Çok çektik ondan ama yıllar sonra Emine Teyzeyi gördüğümde çocuklar kapının önünde top oynasın diye çikolata aldığını bizzat gözlerimle şahit oldum. Hemen yanına iliştim, tanıdı da beni. "Çocuk sesi duymaya hasret kaldım kızım. Şimdi bu çocuklar hep burada oynasınlar istiyorum. Bağrışları kulaklarımı doldursun, gözlerim hep onları görsün..."
İçimde bir yerlerde cız etti bu konuşma.
Mahalle futbolu deyip geçmeyin. O sokağın neşesi, kültürü ve dahası demek. Son zamanlarda adı/yapısı değişti; sokak futbolunun yerini halı sahalar aldı.
Aslında günümüzde adını uluslararası alanlarda duyurmuş futbol takımlarında oynayan birçok futbolcu kendilerinin sokak futbolu ile yetiştiğini de dile getirmekte. Bu konuda en büyük örneklerinden biri de Arda Turan.
Şimdi biraz çocukluğunuza gelelim. Sokakta futbol oynanırken oradan geçtiğinizi düşünün (ki eminim hayatında herkes birileri futbol oynarken geçmiştir) oyunun kuralları gereği biri geçerken oyun durur.Esasen yaşlısı, genci ya da topunuzu patlatırım diyen o teyzeler bile bu oyunun bir parçası olmuştur. İyi ki de olmuşlar. :)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)