24 Haziran 2021 Perşembe

Ramos'tan Veda

Barcelona denilince akıllara hemen Messi geliyorsa Real Madrid içinde Cristiano Ronaldo odur. Lakin bir fark var, takımın gerçek sahibi ve ruhu, bambaşka bir oyuncu; Sergio Ramos!
Real Madrid'in kaptanı, efsanesi olduğu takımda geçirdiği 16 yılın ardından, bu yaz belki de kulübün modern zamanlardaki en büyük ikonu olarak ayrılacak. Santiago Bernabeu'den ayrılıyor olabilir ancak burada geçirdiği süre içerisinde elde ettiği başarı kulübün tarihine silinmez bir şekilde yazıldı. Oyunun en büyük karakterlerinden biri olan, ego ile dolup taşan ancak bunu fazlasıyla hak eden Ramos, Real Madrid dönemi sona erdirecek.

16 sezon boyunca Real Madrid forması giyen Ramos toplamda 671 maçta forma giyip 101 gol kaydederken, 22 kez kupa kaldırdı. Real Madrid tarihinde sadece 1950'lerde ve 60'larda oynayan Paco Gento daha fazla kupa sevinci yaşamıştı. Gento'nun kazandığı altı Avrupa kupası da, modern zamanlarda çok daha büyük bir rekabet ortamında dört Şampiyonlar Ligi zaferi yaşayan Ramos'un başarısıyla kıyaslanamaz.
Avrupa'nın en büyük kupası 1992'de Şampiyonlar Ligi adını aldığından bu yana üst üste iki defa kazanan hiçbir takım olmazken, Ramos'un formasını giydiği Real Madrid 2016-2018 arasında bunu üst üste üç defa tekrarlamıştı.

Ramos'un kaosu ve nevi şahsına münhasır savunma tarzı özlenecek. Bazıları onun mücadeleci doğasına en azından biraz ışık tutabilmek için kariyeri boyunca gördüğü 26 kırmızı karta işaret edecek. Kulüpteki ilk yıllarında sağ bek olan ve savunmanın merkezine geçmek için oldukça mücadele eden Ramos, buraya geçtikten sonra ise vazgeçilmez bir oyuncuya dönüştü.
İyi bir savunmacı ve daha iyi bir lider olan Ramos'un hikayesi gol yemeden tamamlanan maçlarla değil, Panenka penaltıları ve ceza sahasında yapılan hamlelerle anlatılacak. Evet Sergio Ramos'tan daha iyi birkaç defans oyuncusu olmuştu. Yeteneğine gelince Cristiano Ronaldo, Alfredo di Stefano ve Zidane onun üstündeydi.



Dünya Kupası, Avrupa Şampiyonası, Şampiyonlar Ligi, Süper Kupa, La Liga… Real Madrid formasıyla kazanılan kupalar, Ramos’un kulüp tarihine geçmesi için yeterliydi. Fakat onun ‘savunma’ meziyetlerinin dışında, öne çıkan bir özelliği daha vardı.
Futbolcu olarak sınıfı geçmesinin hemen ardından bayrak adamlığa soyunacak işlere imza atmaya başladı. Önceleri bunu 20’li yaşların getirdiği heyecan ve adrenalinle, tribünlerin hoşuna gidecek şekilde gerçekleştirdi. Barcelona maçlarında çıkardığı kavgalar bu listeye girebilirdi. O kavgalar bazen başına iş açsa da çoğu kez bir direniş sembolü olarak yansımasını sağladı. Ramos; tarihin en iyi takımlarından biri olan Barcelona karşısında ayakta kalan, teknik özellikleri ile dünyayı mest eden oyuncuların karşısında duvar gibi duran, sağlam bir stoperdi. Gerçekten de ‘durmaya’ devam etti.

Yabancı oyuncuların liglerdeki varlıkları ve sayıları, futbolun küreselleşmesiyle paralel büyüyen bir mevzu oldu. Avrupa çapında başarılı takımların iskeletlerinde yerli futbolcuların olması, hâlâ bu tartışmanın güçlü bir argümanı olarak gösteriliyor. 
Kulüplere ruh katanların yerli oyuncular olduğu, somutlaşmayan bir gerçek gibi duruyor. Manchester United, Barcelona ve Milan gibi kulüpler, en iyi dönemlerini yerli oyuncularının ağırlıkta olduğu kadrolarla yaşadı. Hatta oynadığı futbolla devamlı takdir gören Arsenal’in kupa hasreti İngiliz oyunculara fazla şans vermemesine bağlanabilir. Durumun Real Madrid’de de farklı olması düşünülmezdi. Iker Casillas ve Sergio Ramos, Raul ve Guti gibi efsanelerin ardından Real Madrid’de bayrağı devralan isimlerdi.

Her sene takımın baştan aşağı yenilendiği Real Madrid’de Sergio Ramos’a dokunulmadı. O, yıldızlar topluluğu bir takımın en göz alıcı oyuncusu değildi belki ama en güçlü ve kıdemli figürü olmuştu.
Ancak 21. yüzyılın Real Madrid'inde Sergio Ramos'tan daha görkemli bir figür olmadı.
Ronaldo sadece Real Madrid'e değil aynı zamanda Manchester United'a da aitken, Ramos da Sevilla altyapısından yetişmesine rağmen bir sonraki durağı neresi olursa olsun sadece Real Madrid'e ait. Paris Saint Germain ise dedikoduların ayyuka çıkmış hali... Kibar ve en yalın hali ile Ramos'tan veda...

18 Haziran 2021 Cuma

Çekya'nın Şampiyonu Krejcikova

Mevzubahis Grand Slam olunca, üzerine yazılacak, tekrar tekrar izlencek sanat eseri tadında alınan sayılar ve isimlerinden bahsedip bıkmayacağımız “şampiyonlar” vesaire… Bir de ilk defa şampiyon olup bundan sonra var olmaya ve daha da duyurmaya çalışanlar…
Esasında, Grans Slam’in medharı iftar-ı toprak zemin namı diğer Roland Garros epey çalkantılı giriş yaptı 2021 sezonuna. Naomi Osaka'nın depresyon, Federer'in ise yorgunluk sebebiyle turnuvadan çekilmesiyle biraz beklentiler aşağıda kaldı. Elbette ki tek başına bunlardan dem vurmayacaktık. Dünyayı saran pandemi, tenisi de kuralların dışına zorlayacaktı. En başından seyirci, havlu taşıyan çocuklar ve neredeyse bir yıldan fazla korta inmeyen oyuncular…

Bir diğer “şok” etkisi erken vedalardan oluşacaktı. Venüs Williams ilk tur maçında Ekaterina Alexandrova`ya 2-0 yenilerek elendi. İlk tur maçını kazanan Petra Kvitova ise bileğini inciterek turnuvadan çekildiğini açıkladı. Erkeklerde ise 4 numaralı seribaşı Dominic Thiem, ilk turda dünya 68`incisi Pablo Andujar`a 3-2 mağlup olarak turnuvaya veda etti. Zira herkesin Nadal üzerinden fazla beklentileri erkekler minvalinde çok etkilemedi. Nasıl olsa Nadal toprağı süpürür görüşleri de yerini dolduramayacaktı.
Lakin, Barbora Krejcikova bu alışılmışın dışına çıkmayı başarıp, ilklere imza atanlar listesinde olacaktı. 40 yıl sonra bir Çek oyuncu “Duble” yaparak Roland Garros’ta hem teklerde hem de çiftlerde şampiyonluk kupasını kaldıracaktı.

Krejcikova’nın Paris yolculuğu çetrefilli geçecekti, amiyane tabirle artık kimse kolay lokma değildi. Pliskova, Svitolina, Gauff ve Sakkari gibi oyuncuları eleyerek şampiyonluğu kutlayacaktı. Üstelik bir defada değil.
Fransa Açık`ın tek kadınlar finalinde Anastasia Pavlyuchenkova`yı 2-1 (6-1, 2-6, 6-4) yenerek şampiyon oldu. Hem de sessiz sedasız. Belki Çekya’da biraz daha ses getirmiştir. Krejcikova, 1981`de mutlu sona ulaşan Hana Mandlikova`nın ardından Fransa Açık`ta tek kadınlarda 40 yıl sonra zafere ulaşan ilk Çek tenisçi olarak tarihe geçti. Tek kadınlarda yaşadığı şampiyonluğun ardından aynı başarıyı çift kadınlar kategorisinde de tekrarlayan 25 yaşındaki Barbora Krejcikova, Mary Pierce`ın ardından bu turnuvada çift kupaya uzanan ikinci kadın tenisçi oldu. Bu duble başarıları daimi yapmak hedeflerinden biri ama daha çok toprak zeminde.


Kadınlar ne yapsa yaranamıyor. Krejcikova şampiyonluk kazanmış, üstelik Grand Slam’lerin en zorlularından birini ancak yine de medya ve seyirciler bir sonraki gün oynanacak Djokovic-Tsitsipas maçına konsantre olmuş durumdaydı. Kadınlar finalinde ismi duyulmuş biri kazanmıyorsa kutla ve geç modlarını açıyorlar. Nitekim yine onlardan birini yaşadık.
Evet, Krejcikova’nın daha önce teklerde büyük bir başarısı olmadı. Olamadı. Ancak çiftlerde hiç de fena sayılmaz. 2018 yılında Wimbledon ve yine Roland Garros olmak üzere iki başarısı daha vardı. Bununla birlikte karışık çiftlerde de adından söz ettirmeyi başarmıştı. Üç yıl (2019-2020-2021) arka arkaya Avustralya Açık’ta şampiyonluğun tadına bakacaktı.

Ne var ki; Djokovic veya erkekler hegomanyası etrafımızı sarmıştı. Bir krallığın içindeyiz. Biliyoruz, kazanacak. Bunun gölgesinde, farklı duygularla, heyecanla, televizyonun önündeyiz maç başlıyor, ancak temel Djokovic tenisi bu sefer adeta iliklerimize kadar heyecanı yaşatıyordu. Tam maç Tsitsipas’a gidiyor derken 2-0 geriden maçı çevirecekti. Şu coşkuyu, bu isteği kadınlara evrilemiyordu. Bu düzende yavaş yavaş kendine yer bulmaya başlamadı değil. Ne kadar zaman böyle gider onlarda bize kalmış!

Her birimizin kendine ait bir yaşam hikayesi, içselleştirdiği bir anlatısı var. Bu anlatının sürekliliği ve anlamlılığı, aslında yaşam dediğimiz şeyin ta kendisi. Öyle denebilir ki her birimiz kendi anlatısını inşa ediyor ve bu anlatıyı yaşıyor.
Krejcikova bu durumun vücut bulmuş hali. Gizli kalmış Orta Avrupa ülkelerinden Çekya’nın bize anlatacakları var. Henüz yeni başlıyor. İstikrar ve azim bu denli sakin gittiği sürece Krejcikova daha çok Williams’a evrilecek türden. Neden olmasın ki!

10 Haziran 2021 Perşembe

Hiç Bu Kadar Güzel Olmamıştı!

Gecikmeli de olsa Fransa Açık ya da namı diğer Roland Garros “yeni normal” ve alışık olmadığımız sakinliğiyle toprağa dokundu.
Neredeyse tam kadro Paris’e adım atmışken, şüphesiz tüm gözler yaklaşık 1 yıldır korttan yoksun Roger Federer’de olacaktı. Evet, izlerken halen daha yüzde yüzünü vermiş olmadığını bilakis eski Federer oyunu ile bağ kurmak güç. Rakipleri de bu durumun farkında ki, derslerine çalışıp gelmişler. Kök söktüren cinsten Dominic Koepfer, sadece tarzı ile değil oyuna tutunuşu ayakta alkışlatan türdendi. Beraberinde epeydir klasik isimlerin dışında toprak zeminde şampiyonluğu görememesine kadar götürdü.
Sonra haksızlık ettiğimi fark ettim; tenis tarihinin en yetenekli ve başarılı isimlerinden biri de hiç kuşkusuz Justine Henin’di. 

İlk grand slam finali olan 2006 Avustralya Açık’ta herkese kötü bir sürpriz yapmıştı. Bir tarafta o, diğer tarafta ilk grand slam finalindeki Amelie Mauresmo. Henin’in kaybettiği önemli hiçbir maçı izlememek için geçerli sebepler var. Mauresmo’nun sinir bozucu ama bir o kadar da etkili bir oyun planıyla maça girdiğini ve Henin’i altüst ettiğini gösterdi. Gösterişli şeyler yapmaya çalışmıyor, topu geri çizgiye yakın şekilde şişirerek 1.67’lik Henin’in boy dezavantajından istifade ediyordu. Ve sonrasında çekilme kararı ile sinir, şaşkınlık tüm ünlemleri yüzünüzde hissettirdi.
Tenisin yazılı olmayan kaidelerinden pek çoğunu delik deşik etti o gece Henin. Eğer ayakta durmanızı dahi engelleyecek kadar ciddi bir akut sakatlık yaşamadıysanız, rakibinizin finişe ulaşmasına az kalmışken maçı bırakmak kabul edilemez!

2003 Roland Garros yarı finalinde Serena Williams’a karşı oynadığı maçta yaşanan ve kariyeri boyunca peşini bırakmayacak olan bir ayıbı vardı. Maç esnasında hazır olmadığını söyleyerek maç duraksadı. Serena sonraki dört puanı ve ardından da maçı kaybetti. Henin finalde vatandaşı Clijsters’ı mağlup ederek şampiyon oldu.
2004’te olimpiyat şampiyonu olduktan sonra ülkesine dönüşünde havalimanı mahşer yeriydi. Herkes bilir ki Belçika her dakika olimpiyat altını kazanan bir ülke değildir. Binlerce insan bu coşkuyu onunla beraber yaşayabilmek için toplanmıştı o gün. Lakin onun umurunda değildi. Ve halkla arasındaki bağ giderek koptu.


2003 Roland Garros yarı finalinde Serena Williams’a karşı oynadığı maçta yaşanan ve kariyeri boyunca peşini bırakmayacak olan bir ayıbı vardı. Maç esnasında hazır olmadığını söyleyerek maç duraksadı. Serena sonraki dört puanı ve ardından da maçı kaybetti. Henin finalde vatandaşı Clijsters’ı mağlup ederek şampiyon oldu.
2004’te olimpiyat şampiyonu olduktan sonra ülkesine dönüşünde havalimanı mahşer yeriydi. Herkes bilir ki Belçika her dakika olimpiyat altını kazanan bir ülke değildir. Binlerce insan bu coşkuyu onunla beraber yaşayabilmek için toplanmıştı o gün. Lakin onun umurunda değildi. Ve halkla arasındaki bağ giderek koptu.

Göz önündeki sporcular, yazılı kurallardan ‘eğlendirici’ diye kayıtlı oldukları için, bu anlamda üzerlerindeki yük de esnafa, bakkala göre daha fazla elbette. Pesimist, sessiz, utangaç olmak, hem oyun alanında rakibe üstünlük kurmayı hem de süper kahraman sevdalısı kitlelere kendini kabul ettirmeyi zorlaştırıyor.
Henüz 12 yaşında annesini kaybetti Justine Henin. Güzel bir kız değildi, çevresinde çok sayıda erkeğin olduğu yegâne dönem 4-5 yaşlarında Rochefort’ta futbol oynadığı günlerdi. 2001’de, 19 yaşında Wimbledon finaline çıktı. Üç sette kaybettikten hemen sonra, büyükbabasının vefat haberini aldı soyunma odasında. Babasıyla ilişkisini tamamen koparmak pahasına, kendisine ilgi gösteren boş gezenin boş kalfası Pierre-Yves Hardenne ile evlendi. Sonra mı? Yemediği “pislik” kalmadığı için tek celsede boşanacaktı.

Yaşadıkları okunduğu kadar basite indirgenemeyecekti. Müthiş yeteneğiyle basamakları hızlıca tırmanırken kalabalıklar içinde yalnızlığı iliklerine kadar hisseden yirmili yaşlarında genç bir kadından bahsediyoruz. 
Gelgelelim Henin gibi oynayan bir kadını, bırakın kendi jenerasyonunda, tarihin herhangi bir diliminde bulmak imkânsıza yakın.
Emekli olduğunda henüz 29 yaşındaydı, 12 slam finali oynamış, bunlardan yedisini kazanmış, araya bir de olimpiyat tekler altını sıkıştırmıştı. İki kez final oynayıp kazanamadığı Wimbledon ve bunun sonucu olarak tamamlayamadığı kariyer grand slam’i var. Henin ne yaşarsa yaşasın, yaşattıkları hiç bu kadar güzel olmamıştı.

3 Haziran 2021 Perşembe

Olağan Dışı Revithi

Avrupa Finali, Şampiyonlar Ligi, EURO 2020… Futbolla yatıp futbolla kalktığımız günlerimizi doldururken, vira demeden yenisine geçiş yapıyoruz. Bu futbol silsilesi hep böyle süre gelirken, yakın zamanda sırası gelecek Olimpiyatlar deryasında bulmak işten bile değil! Tam da bu noktada “pozitif ayrımcılık” yaparken bulursanız maruz görmenizi rica ederim.
Kadınlar meclisi toplandı ve o özel bilindik hikaye ile yol aldım… 8 Mart 1857’de New York’ta binlerce işçi çalışma koşullarının iyileştirilmesi için bir tekstil fabrikasında greve gitmişti. Polis müdahil olunca, ortalık kan gölüne dönmüştü. Ne yazık ki! Yaygın inanışa göre Dünya Kadınlar Günü, bu trajediden doğmuştu.

Vesselam tarihçilerin anlattığı… Aslında bu olayın hiç olmadığını dile getirerek, kulaktan kulağa viral olmuş olmasına dayandırılmış. Ülkemizde de birçok kaynakta yazıldığı gibi, çoğunluğun kadınların olduğu ölümler yaşanmamıştı. 1921’den beri 8 Mart’ı kutlayan Sovyetler Birliği’ne bırakılmak istenmediğinden bir dezenformasyon yapılmış, 1955’te bu grev icat edilmişti. Yıl olarak da Clara Zetkin’in doğduğu sene tercih edilmişti. Peki ya bu viral nasıl olmuştu.

8 Mart 1908’de yine aynı şehirde toplanan 15 bin ABD’li kadın işçi, çalışma saatlerinin kısaltılmasını, daha iyi ücret ve seçme seçilme haklarını talep etmişti. 1910’da İkinci Enternasyonal’in Kopenhag’da düzenlenen kongresinde konuşan Clara Zetkin’in telaffuz ettiği kadınlar için uluslararası bir gün, ilk defa ertesi yılın 19 Mart’ında kutlanmıştı. Bu kutlamaların tam altı gün sonrasında da New York’ta çıkan bir yangın, 146 kadın işçinin canını almıştı. 8 Mart 1917’de bu sefer değişim kokusunun iyiden iyiye hissedildiği Rusya’da kadın işçiler ayaklanmıştı. İşte Ekim Devrimi’nden sonra 1921’de adı konmuş, kadının günü olmuştu. Birleşmiş Milletler ise konuya 1977’nin sonunda nokta koymuştu.


Yine bu minvalde ama daha sportif bir faaliyet, önce bilindik tarafı… Kadınlar ilk defa 1900’de Olimpiyat heyecanı yaşamıştı. Paris’te teniste zafere ulaşan İngiliz Charlotte Cooper modern zamanların altın madalyalı ilk kadın sporcusuydu. Oysa ilk modern Olimpiyat 1896’da Atina’da yapılmıştı. 
Oyunların babası Baron Pierre de Coubertin kadınların, çocuklarını spor yapmaya teşvik etmeleri gerektiğine inanıyordu. Antik çağların katı geleneği de malumdu. Erkekler çıplak olarak yarışırken, kadınlar ancak at yarışlarında boy gösterebilmişti. Sonradan sadece kadınlar için Hera Oyunları düzenlenmişti.

Lakin bu oyunu bozmaya ant içmiş bir "şampiyon" çıkacaktı. Halen daha adından bir haber çoğu sporcuya ders verir nitelikte.
İşte tam o ilk Olimpiyat’ın yapıldığı günlerde Stamata Revithi maratonda koşmak için bilinen ve yazılı tüm kuralları hiçe sayarak  bildiğini okuyacaktı. Erkeklerin kendisiyle dalga geçmesine kulak asmayan Revithi, 9 Nisan 1896’da yarışın yapılacağı yere geliyordu. Ertesi gün erkeklerle beraber kilometrelerce koşmak tek arzusuydu.
Sabah olduğunda, Olimpiyat’ın sembolü maratona adını veren Maraton köyünün yaşlı rahibi, bir istisna dışında tüm katılımcıları kutsuyordu. İnatçı papazın kutsamadığı tek sporcu kadındı.

Organizasyon komitesi de katılım için gereken sürenin dolduğunu söylüyor, Stamata’ya gerekli izin çıkmıyordu. Spyridon Louis modern zamanların ilk maraton şampiyonu olarak taçlanıyor ve Komşu’da ulusal kahraman oluyordu.
Revithi pes etmemişti. Ertesi gün tek başına parkuru koşan azim abidesinin Panathinaiko Stadyumu’nun içine girmesine de izin verilmemiş, yarışı da bir noktada askerler tarafından durdurulmuştu. Gerekli belgeleri yoktu da… Ama o tüm olağan dışılığın yanında tarihe adını kazımıştı. Kadınların ilk kez modern dünyada ne zaman Olimpiyat’a katıldığını biliyor musunuz… Revithi’den dört sene sonra, bir sonraki organizasyonda!