25 Haziran 2020 Perşembe

Yüksek Atlamanın Portresi


Yıllar yılı efsane rekabetlerin çıktığı, muhteşem hikayelerin yazıldığı ve her daim en heyecanlı, rekortmenlik anlara sahne olan olimpiyatlar, nedendir bilmem hep ikinci planda kalmıştır. Halbuki Avrupa endekslidir olimpiyatlar, bize uzak değildir, vurduludur, kırdılıdır, estetiktir her şeyden önce. Ama basketbol ve futbol etkisi altına almıştır bu kuşatmada. Her dört senede bir yapılsa da yeri yadsınamaz. Alt metni dolduran ama saklı kalmış fevkalade isimler mevcut. Biri var ki şampiyon olduğu alanında mucidi.

Dick Fosbury, lise çağlarında iken; kendi deyimiyle tüm arkadaşları içinde en beceriksizi bendim diyerek öz eleştirisini yapmaktan kaçınmıyordu. Sporu seviyordu ve başka da bir şeyle uğraşmak istemiyordu. Zira istese de beceremiyordu. Futbol takımına girememişti. Boyu uzun olmasına rağmen basketbol takımına da desen hiçbir zaman seçilme başarısını gösteremedi. Atletizme yolu düşünce birkaç disiplin deneyip, son hadde de yüksek atlamada karar kıldı.
Fosbury, yüksek atlama kararını verdikten sonra iki tane atlama stili revaçtaydı. ‘Western roll’ ve makas stili atlama dışında başka seçeneği yoktu.

Western roll stili atlamada 1.63’ü geçebiliyordu ki bu derece dünya rekorunun 60 santimetre altındaydı. Özetlemek gerekirse, sıradan herkesin yapabileceği bir dereceyle yüksek atlama sporu yapan Dick Fosbury, böyle olmayacağını anlayınca koçuyla konuşup makas stiline geçmek istiyordu. Ancak o stilin de genç atlete herhangi bir getirisi olmuyordu. Olanlar da tam bu noktada yaydan çıkacaktı.
Sonrasında ise antrenöründen habersiz çok ilginç bir deneme yapacaktı.. Kariyer rekoru kırmak için atlayışını yapan Fosbury, önce omuzlarını, sonra da kalçasını ve bacaklarını engelden geçirmeyi başaracaktı. Kariyer rekoru da bir anda 14 santimetre gelişecekti.



1968 Mexico City Olimpiyat Oyunları’na gelinirken, Dick Fosbury bilinmezliğin tanımıydı. Olimpiyat öncesi en ilginç tabiri Los Angeles Times Gazetesi kullanacaktı: “Binanın 20. katının penceresinden atılmış da düşüyormuş gibi engel geçmeye çalışan adam.” The Guardian’dan John Rudda onu ‘takımın garipliği’ olarak tanımlıyordu.
Madalya adaylığı ise söz konusu bile değildi. Zaten Fosbury de olayın farkında değildi ta ki 80 bin kişinin doldurduğu Olimpiyat Stadı’na girene kadar. O profesyonel olmanın dışında şaşkınlığı ve yeni tecrübe edindiği bu alanda tıklım tıklım dolmuş tribünlerin yeni stili ile hakkını vermesi gerekiyordu. Fakat, sadece bununla kalmayacaktı. Tarihe adını da olimpiyatlara “mıhlayacaktı.”

Onun “komik” atlayışını gören binlerce taraftar desteğini de Fosbury’ye yöneltecekti. İlk üç atlayışını kayıpsız geçtikten sonra dördüncü atlayışında 2.18’i de geçmeyi başaracak, geriye sadece ve sadece iki kişi kalacaktı. Madalya garantiydi. Üçü de 2.20’yi ilk hakkında geçerken Sovyet Valentin Gavrilov 2.22’de takılacak, artık gümüş madalya da garantiydi. Engel 2.24’e çekilecekti. Bu aynı zamanda Olimpiyat rekoru derecesiydi.
Ah şu profesyoneller, buraya gelene kadar tüm sınavları geçersin de, alkışa nasıl hazırlıksız olursun deyiveriyor. Tam o anda stada maratoncu Mamo Wolde giriyor, taraftar da yoğun alkışlarıyla onu destekliyordu. Konsantrasyonu bozulan ABD’li Ed Caruthers de ilk iki hakkında başarısız olacaktı. Sıra Fosbury’deydi. İki dakikalık hazırlık süresinin tamamını konsantrasyona harcayan Fosbury 2.24’ü geçiyor, Caruthers ise başarısız oluyordu.

Altın madalya o beceriksiz, komik atlayışlı çocuğun oluyordu. Yüksek atlamanın kaderini değiştiren adamın, Dick Fosbury'nin hikayesi… O günden sonra o genç çocuğun adı “Fosbury Flop” olarak mührünü basacaktı. Ve o ilk ve tek olacaktı. Yüksek atlama için, Fosbury için…

17 Haziran 2020 Çarşamba

Özgür Ol Dijk


4 Şubat 1991 yılında, Queen grubu vokalistleri Freddie Mercury ölmeden önceki son albümleri olan Innuendo'yu yayınladı. Takvimler 12 Ağustos 1991’i gösterdiğinde ise; Metallica 5. stüdyo albümü olan The Black Album'u sadece Amerika'da 14 Milyon civarında bir satış rakamına ulaştırmıştı. 24 Eylül 1991 tarihindeyse, NirvanaNevermind albümü ile dünya listelerinde bir numaraya çıktı.
Aynı yıl siyaset anlamında epey çarpıcı dönem yaşanmıştı. SSCB dağılmış, Amerika önderliğindeki Birleşmiş Milletler Irak'a saldırıya geçmişti. Yugoslavya’da iç savaş başlamıştı. Müzik ne kadar ileriye taşınmışsa da adını siyaset olarak adlandırdıkları dünyada tam anlamıyla felaketler yılıydı.

Ve 8 Temmuz 1991 tarihinde ise tüm bu yaşanılanlardan bağımsız Virgil van Dijk gotik ve Rönesans stilinin hakim olduğu Hollanda’nın Breda şehrinde doğacaktı. 1991 yılı hakikaten keşmekeşten kaçınılmadığı ve bol miktarda hasar bırakılan bir yıl olmasından mütevellit, Dijk içinde kötü sürprizleri olacaktı. Doğuştan kanser tanısı konulacaktı. Daha bebek yaşında fazla hayat biçmemişlerdi. Lakin o bu durumun aksini ispatlayacaktı. Cılız ve oldukça kısa boyluydu. Ancak içinde yanıp tutuştuğu futbola da bir yandan bağlanmak istiyordu.

Willem II kulübünde kendine yer bulsa da takımdaki hiç kimse ona şans vermemişti. Parlak bir gelecek onu beklemiyordu, evet ama tutunacak tek dalı küçük şehrindeki çıkış yoluydu. Willem II, yetiştirdiği gençlerle tanınan bir kulüp değil. O yüzden kendine en baştan başlayarak çizelge hazırladı ve bu yolda gözünü kararttı. Martin Koeman, ailesi olarak gördüğü ve kalben bağlı olduğu kulübü Groningen için Van Dijk'ı izledi ve 2010 yılında onun kulübe bedelsiz olarak kazandırılmasını sağladı.
Belki burada da hemen ilk 11’de oynama şansı bulamayacaktı ama Dijk neleri aşmamıştı ki! Bir maç günü tarihler daha yakın bir zamanda bizim nesilden yana gelerek 29 Mayıs 2011'de, 20 yaşındayken, ADO Den Haag karşısında sahaya ilk kez ilk 11'de çıktı. Ve o gün iki gol kaydetti. Bu bir milattı. Ancak kariyerinde daha birçok zorluk olacaktı. 20 yaşında neredeyse ölüyordu! 




Hastalıklar yakasına yapışmıştı adeta. Birkaç gün süren tanı konamaması sürecinin ardından Dijk kendini hastanede buldu ve böbrek zehirlenmesi teşhisi kondu. Ve vücudu ona karşı geliyordu. Çünkü Virgil van Dijk’i yapan ne varsa o günden sonra gelişti. Vücudunu geliştirmesi, boyunun uzaması (tam 18 cm) ve mental yapısının tamamen alaşa etmesi kendisinin başarısı. Bir öz güven hikayesi…
Hollanda ekolünden yetişme olduğunu her fırsatta dile getirmiş olması bir yana bunu izlettiriyor da. İşler yoluna koyuluyordu. Her ne kadar Hollanda’nın medarı iftarı olan Ajax’a gitmek istese de Celtic kapıları aralanacaktı. Burada parlamaya devam eden Dijk, Southampton’ın savunması ona emanet edilecekti. Yavaş yavaş kırmızılılar onu tarafına çekecekti pek ala!

2017 yıllarında tamirat-tadilat gören yeni tribünler, coşkulu taraftarın büyük beklentileri derken  transfer dönemine kavuştuğunda kemerleri sıkma politikası bir yana kabaran scoot listeleri ve gelecek planlaması, kafada deli sorular…
Liverpool o yıllarda inandıkları oyunculara yatırım yaparken çekinmediler ama alınan oyuncu sayısını yükseltmemeye özen gösterdiler. Kuşkusuz en önemli katılım Mohamed Salah. Ve o daha iyiyi yaptıkça gölgede kalan oyuncular oldu. 2018 yılında kadrosuna katılan Virgil van Dijk sadece Hollanda ekolü ile gelmedi, takım ruhu üzerine kitap yazdılar sanırım devam da edecek… Bunun yanında Kloop’un başarısı yadsınamaz. Liverpool’a bir kimlik verme çabası var. Bunu da başarıyla yapıyor.

Dijk, 1991 yılında Queen grubunun Innuendo şarkısındaki sözlerini yerine getirdi. Ancak ne var ki, 1991 yılında Liverpool şampiyonluğu Arsenale kaptırmış olsa da; Liverpool’un kovaladığı başarıları bazen Dijk’in hikayesine çok benzetiyorum. Sanki Dijk’in bu kaotik hayatı ile Liverpool’un yanlış tercihleri bir yerde birbirini tamamlıyor.
“Olmak istediğin herhangi bir şey olabilirsin
Sadece şimdiye dek olabildiğini düşündüğün herhangi bir şeye dönüştür kendini
Temponda özgür ol, özgür ol, özgür ol,
Ego'na teslim ol, özgür ol, kendine karşı özgür ol”

10 Haziran 2020 Çarşamba

Kendi Hikayesinin Kahramanı; Lewis Hamilton

Bir zamanlar abimle beraber ekran başına geçmeyi iple çekerdik. Zira zaten spordan kesitler ekranlarda nadide bir parçaydı, bana seslenmesini beklemeden köşeme kurulurdum. NTVSpor vardı bir dönem. Çok yakın bir dönemdi üstelik. İki seçenek hakkımızdan NTVSpor’u seçmek büyük lükstü. Formula 1 için de tek kişilik bir gösteriydi aslında. Herkesin desteklediği biri vardı pekala! Schumacher'ciydim ben mesela abim daha çok Finlandiyalıları desteklerdi, esasında ben de severdim kuzeylileri ama sanırım abimin tersini desteklemek biraz büyüklük gösterisiymiş. Şimdi ise masa başındayım. Abim yok yanımda ama bana bu fikri veren o olduğundan bu minvalde yanımda sayılmaz mı?

Hepimizin tanıdığı ama bazılarımızın daha çok tanıdığı, kimilerine göre gelmiş geçmiş en büyük F1 pilotu… Büyük Krallık’tan çıkma Lewis Hamilton…
Vücuduna asfalt zehrini almış biri isen, bu oyunun çıkardığı neredeyse tüm başarılı adamların hikayelerini az çok bilirsin. Ve o sese tapma noktasına gelirsin! Bir belgesel, makale, anekdot veya Youtube videosu ile farklı görüşler de edinebilirsin. Ancak her başarı hikayesine karşılık daha az bilinen birer ‘neredeyse’ hikayesi vardır.
2008 yılında aldığı “en genç şampiyon” unvanından sonra başka şampiyonluk kazanamadı ve en yakın takipçilerinden, Sebastian Vettel’in hegemonyasıyla beraber, “bu kadarcıkmış” hikayesine büründü. Ama “aması” var! 2014 yılı ve sonrası var. Telefonları sessize aldıktan sonra mısırlarımızı yemeye başlayabiliriz.

Hikaye şöyle başlıyor, klasiklerden açılış yaparak; futbol. Hamilton'ın motor sporlarındaki kariyeri henüz sekiz yaşındayken başladı. Bununla birlikte Birleşik Krallığın havasından suyundan, futbola da ilgi duyan Britanyalı pilot, okul takımında uzun bir dönem Manchester United’ın kanatlarını havalandıran futbolcularından Ashley Young ile aynı takımda mücadele etmesinden gelir.
Bütün çim saha yeteneklerine rağmen çeşitli nedenlerle son adımı atamaz. Futboldan önce gelen dahiyane yeteneğinin izinden gider.
Tipik bir motor sporcu olarak macerasına kartingle başlar ve ilk karting şampiyonluğunu 10 yaşındayken kazanır. Daha o dönem hakkında o kadar büyük övgüler ve ilginç istatistikler mevcut ki pandemi süresince geçirilen geri sayımını fırsat bilip damarlarında aynı zehir dolaşanlarla paylaşmak istedim.



Sadece Britanya anlamında değil, Formula 1 ve motor sporlarına bakış ilkleri yaşadı, yaşattı. Varan bir, Britanya Formula Renault, Formula 3 Avrupa Serisi ve GP2 şampiyonasında kazandığı birinciliklerin ardından 2007 yılında McLaren için piste çıkmaya başladı. McLaren, Formula 1 tarihinin en genç transferine imzasını attı.
Varan iki, şayet 1986 yılındaki Willy T.Ribbs’in test sürüşlerini saymazsak, Formula 1'de yarışan ilk siyahi sürücü oldu. İlk yarış birinciliğini Haziran 2007'de Kanada'da elde eden Hamilton, Formula 1'deki ilk sezonunu (abime sevgilerimi ileterek) Kimi Raikkonen'in hemen bir puan ardından ikinci sırada tamamladı.

2008 sezonu altın çağıydı adeta. Formula 1'deki en genç şampiyon unvanını kazanarak, 2010 yılında Red Bull'un Alman pilotu Sebastian Vettel'e geçmiş oldu. Hamilton kupayı kaldırdığında 23 yaş 301 günlüktü.
Ve sonrası… Hazin bir çöküş, asfalt zeminin kaldıramayacağı kadar uzun süren ara vermek onu değişimlere itti. 2012 yılı değişim çağına sürükledi. Önce İsviçre’ye sonra sporcuların cenneti Monako’ya taşınarak Mercedes ile nişanlandı. Ve bir virgül atması gerekecekti bu düzensiz yaşamına. Mercedes’teki ilk sezonunda ilk birinciliğini Macaristan Grand Prix’sinde elde etti. En önde başladığı yarışta bitiş çizgisine en yakın Kimi Raikkonen’in 11 saniye önünde ulaştı.

2014 yılından başlayarak sadece 2016 yılı dışından bu zamane dek şampiyonluk basamaklarında şampanyasını patlatmaya devam ediyor. Lewis Hamilton, bir motor sporcu olarak hayatımıza girdi. Formula 1 Dünya Şampiyonu olarak devam ediyor. Bizler bazen ekran başında bazense masa başında izlemekten ve okumaktan keyif alırken, gelecekte Hamilton yüzünden Formula 1 tarihinin anlatılmayan, gözardı edilen hikâyelerinden biri olmayacağını son pol de gösterdi. Her hikâyenin bir kahramanı vardır. Birileri için Finlandiyalılar bazıları içinse efsanevi isimler. Hamilton kendi hikâyesinin kahramanı.

4 Haziran 2020 Perşembe

Siz Ona Mahir Biri Diyebilirsiniz.

Futbolun “ticari” yönüne pek sıcak bakan biri değilim. Ancak, kabul etmek zorundayım. Ve bu konuda başı çekenler menajerler… Tartışmasız “futbol sektörünün” –bir nevi kralının- hayatından ve bu hayatın uğradığı yıldız isimlerden geçen bir yazı.
Mino Raiola, bundan 40 yıl önce hayatının alameti farikası için girişimde bulundu. Ve sadece üniversite sıralarındaydı. Yine de gençlik ömrüne sığdırdıkları, hiç şüphesiz fazlasıyla tecrübeli ve standart birine göre çok daha uzun yıllar hatırlanacak türden akıl doluydu.

Bu yazı hem Mino Raiola’nın hayatına hem de onun Avrupa’da bıraktığı izlere odaklanıyor. Çok daha uzun yıllar hatırlanacağı kesin olan Mino’nun izlerine…
Kendimi Avrupa dışındaki dünya futboluyla ilgili çok bilgi sahibi bir insan olarak tanımlayamam. Bulunduğum ortamlarda “…diye bir futbolcu, masalsı bir takım keşfettim” diyen insan genelde ben olmam. Mino Raiola ile tanışmam da çok geriye gitmiyor. İtalyan futbolu ve esasında daha doğrusu menajerleri denince malum klasikler ve her daim bu sektörün kralı olma savaşının içindeki ilk akla gelen olsa da ülkenin modern zamanlarda bundan daha fazlasını çıkardığını tahmin etmek güç değil.

Bir filme başlamadan hemen önce Imdb puanını baz alırım fakat hepimiz böyle değiliz. 7,3 Imdb puanı olan ve Tom Cruise’a Oscar ödülü kazandırdığı Jerry Maguire filminden esinlenen Raiola, Maguire Tax & Legal şirketini kurar ve malumunuz o ün, kendini beğenmiş ama bir o kadar da hataya tahammülü olmayan bir isim elini masaya koyar.
İtalya’nın Agri şehrinde doğan ama çocukluğu anılarında canlanamayacağı kadar küçükken ailesiyle birlikte Hollanda’ya, Haarlem şehrine göç ederler. Mino Raiola, futboldaki en etkili kişilerden biri olma yolundaki ilk adımları da burada atar aslında.



Standarttın altında bir futbol oynadığını kabul ettiği zaman henüz 18 yaşındaydı ve bu onun tutkusu olduğu spora veda mektubuydu. Bu tutkuyu bastıracak hukuk eğitimine başlasa da futboldan vazgeçemedi. Belki de futbolda ondan! Madem oynamaya yeteneğim yok neden yönetiminde olamıyorum diyerek yola çıktı ve buyurunuz!
Haarlem genç takımının yönetimine seçilen menajerimiz, babasının işlettiği lokanta sayesinde organizasyon, ekonomik hesaplamalar ve liderlik vasfını öngörme konusunda hiç de fena sayılmazdı. Ve otorite nedir genlerinde vardı. Babası dışında kimseyi pek önemsemezdi. Onu “o” yapan kendisi ve yine kendisi iş başındaydı.

Kısa süre sonunda bir “gerçekle” tanıştı. Finansal yetersizlikler, kaynak engeli vesaire… Yine de 1980’lerin ortasında büyük süksesi olan Hollandalı futbolcuları, İtalya’ya pazarlayabilirse yapmak için bir sebebim daha var dedi. Hatırlar mısınız? Bir döneme damgasını vurmuştu İtalya futbolu. E şimdiler de pek esamesi okunmasa da dünya futbolunun merkeziydi.
Raiola, arabuluculuk yeteneği ile muhasebe şirketini de birleştirince, üzerine tatlı olarak, İtalya ile ticari çıkarları olan bu şirket sayesinde, Hollanda'daki oyuncu birliği ile anlaşacaktı. Gönlünden geçen Spritz içkisiyle, incecik pizzası ve fazla sıcak kanlı Napoli’ydi. Onlara, Dennis Bergkamp'ı önermişti fakat Napoli, sürklase ettiğini sanmıştı. Bergkamp transferinin ardından, Wim Jonk'un Ajax'tan Nerazzurri'ye geçmesiyle, Raiola Serie A üzerinde bir ağ kurmaya başlamıştı.

Manu Raiola, seksenlerin sonunda, Portekiz'in gediklilerinden Sporting Lizbon'da oynayan Hollandalı Frank Rijkaard'tan çok etkilenmiş ve İtalyan devi Milan’a satarak ilk haklı kazancını sağlamıştı. Doksanların ortasında ise, Sparta Prag’ın medar-ı iftiharı Pavel Nedved’i keşfedip, bir diğer İtalyan hatırası olarak buzdolabına magnet olarak konduracaktı.
Henrikh Mkhitaryan ve Zlatan Ibrahimovic'in Manchester United sözleşmeleri yine onun kaleminden. Ve en güzeli en sona mı? Ya da en kazançlı? Şimdilik! Pogba 105 milyon Euro gibi rekor bir ücret karşılığında Old Trafford'un spot ışıklarını tekrar kendi üzerilerine döndürmeyi başardılar.
Kabul edelim ki Manu, pazarlama stratejisi, takipçilik ve egosu ile beraber, Avrupalı çağdaşlarından daha farklı bir kulvarda koşmak durumunda. Eldeki malzemelerle pişirilmiş basit ama lezzetli bir yemekten farksız. Hem de Manu Raiola gibi oldukça mahir bir menajerin elinden çıkmış bir kazanç…